ESERLER, HİZMETLER VE KİTAPLAR
Eğitimci, Araştırmacı - Yazar Sıddık DEMİR
29 Mayıs 2017 Pazartesi
İŞTE; YENİ BİR ESER, YENİ BİR HİZMET VE YENİ BİR BOYUT DAHA, KİTAP: "DUYARLI GEZİNTİLER" Sıddık DEMİR
29 Eylül 2016 Perşembe
25 Mart 2016 Cuma
PÎR-İ GALİBİ; Kuz Başında Sesleniş [GALİP HASAN KUŞÇUOĞLU'NUN HAYATI ve HATIRATI, ROMAN] - Yazar: Sıddık DEMİR, Yayın Tarihi: Ankara, Mart-2016
KİTAP İSTEME ADRESİ
e.MAİL : sdemir1959@gmail.com & GSM : 0 542 696 14 22PÎR-İ GALİBİ; Kuz Başında Sesleniş [GALİP HASAN KUŞÇUOĞLU'nun Hayatı ve Hatıratı, Roman] - Sıddık DEMİR
20 Ocak 2016 Çarşamba
PÎR-İ GÂLİBÎ (roman) Sıddık DEMİR,2015-ANKARA-Kuz Başında Sesleniş
PÎR-İ GÂLİBÎ
(roman)
Sıddık DEMİR
2015-ANKARA
KUZ
BAŞINDA SESLENİŞ
Sıddık DEMİR
Yazar
Hakkında:
1959 yılı K.Maraş-Afşin doğumlu.
Lise ve dengi okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve
dergilerde yazıları yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım
hayatına başladı. Bilahare aşağıda adı olan eserleri kültür dünyamıza
kazandırdı.
1-Afşin’li DERDİÇOK (Derleme)
2-Gündemden Kesitler (Deneme)
3-Ankara Gönül Erleri (Araştırma)
4-Dirgen Ali (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Tesbit,tahlil)
6-En Uzun Gün (Belgesel roman)
7-Şahan (Hikayeler)
8-Kuz Başındaki Çığlık(Belgesel Roman)
Giriş
Hayattayken
kendisine “Efendim iyi bir senaryo, iyi bir romandan hareketle yazılır.
Gelecekte, hayatınız ve mesajlarınız geniş kitlelere ulaştırılmak istenirse,
senaryo yazılırken romana ihtiyaç duyulur. Müsaade ederseniz hayatınızın
romanını yazmaya çalışalım” dediğimizde, cevaben “Benden sonra evladım.
İnşallah o zaman yazarsınız” İfadesinin muhatabı olduk. Zaman akıp gitti, bu
işin kolay olmayacağı yönünde üstü kapatılmak istenirken, manevi bir işaretle
yapılan uyarıya, vira bismillah dedik. Hayırlara vesile olur inşallah.
Elinizdeki
kitap bir romandır. Yazarın kendi zaviyesinde yazdığı bir eserdir. Anlatımda ve
tasvirde, gerçeğe bağlı kalındığı için belgesel olarak da değerlendirebiliriz. Ana
arterler işlenirken kırmızıçizgilere vefakâr davranılmıştır. Uzun bir araştırma
sonucu sözlü ve yazılı kaynakların taranmasıyla ve onlara ilaveten yapılan
yorumlarla mana âleminin incitilmemesine önem gösterilmiştir. Pir Efendinin
ebediyete intikal ettiği güne kadar, bulunmuş olduğu mekânlar ve iştigal ettiği
konulara ilaveten, özel yaşamına da cesaretle değinilmiştir. Bir mana devi
olmasının yanında, aynı zamanda dünyevi olduğunda, aile hayatının da nispeten
anlatıldığı bir eserdir. Hayatını en çok sürdürdüğü Ankara’yı ilk dönem, daha
kâmil olma noktasında üstüne çok şey koyduğu Antalya’yı ikinci, final denilen
İstanbul’daki kısa zaman dilimini de son dönem olarak ele alınarak işlenmiştir.
Pir Efendinin, ulaşabildiğimiz en yakınından olanlarla ikili olarak görüşülerek,
onların metafizik zuhurlarına da bol bol yer verilmiştir. Pir Efendinin, kendi
kitaplarında geçen yaşanmış hallere pek müracaat edilmemiştir. Çünkü onlar
bilindiği için, yazılan bu romanda tekrara düşülmüş olurdu. Buna rağmen bazı
örnekleri de göreceksiniz. Esas olan, kitabi, hayata geçmeyen birtakım zuhur
atların, işlenerek kayıt altına alınması, tarihi bir görev telakki edilmiştir. İsabetli
veya yetersiz yorumlar olabilir. Bu durum okuyucudan okuyucuya değiştiği gibi,
ihvandan ihvana da değişebilir. Herkesin keyfine yönelik beklentiden ziyade, bir
yazar olarak kendi birikimimizi ortaya koyarak böyle bir çalışmayı vefa olarak
telakki ediyoruz. Eksiklerimiz mutlaka vardır. Mümin’ce tavır, bardağın dolu
tarafına yönelik yaklaşım tarzıdır. Bunun dışında bazı kişilerle ilgili
oluşturulan algının üstünün kapatılmasının, arızanın olmadığının göstermez. Şeytanın
mesaisi son nefese kadar olacağı bilinir. Bu tür hassas konularda dahi kalem
oynatma cesareti gösterilmiştir. Elinizdeki bu eser, belki de bu alanda çok sık
görülmeyen çalışmadır. Pir Efendilerin yalnız mana tarafları ele alınarak böyle
çalışmalar hazırlanır. Ailevi hayatları pek işin içine girerek işlenmez. Biz bu
konulara lokal olarak girerek, daha sağlıklı bilgiler ışığında yorumlar
yapmışızdır. Roman bir bütün olarak ele alınmalıdır. Önemli olan, Pir Efendinin, bir ömür üzerinde durduğu
konulara ilaveler yapılarak, o konuların sıhhatine zarar vermeden, yakınlarının bir kısmının bildiği, kültürel ve
hayati duruş hakkında, sağa sola çekiştirmeden okuyucuya vermek istenenin
verilmesidir. Bu eser, Pir Efendinin bütün hayatı hakkında en sağlıklı çalışma
olma açısından önemlidir. Kendini tanıyan ve tanımayan eski ve yeni kuşakların
vazgeçilmezleri arasında olacak iddiasında değiliz, velakin bir ilk olması
açısından önem arz etmektedir. Zahiri ilmin gücü demek, aklın gücü demektir. Eğer
bu güç, manaya hizmet için varsa, başımız üzeredir. Bunların sınırlı dengesinin
bu alana hizmet etmesi temennimizdir. Bu eserin oluşma vetiresinde kendileriyle
birebir görüşerek, telkinleriyle beraber müsaadelerini aldığımız Posnişin Şeyh
Atıf Efendi ile Şeyh Ali Efendilerin yanında, Pir Efendilerin mahdumu
Abdulkadir Efendi başta olmak üzere, bir Özer, bir Rıfat, bir Tarık ve Bülent,
bir Süreyya, bir Hasan, Murat, Yılmaz, Veysel, Kerim, Uzun Ahmet ve Mustafa
Nevruz Efendilere katkılarından dolayı minnettarlık duyarız.
BÖLÜM
1
Allah’tan başka İlah yoktur,
illa Allah vardır diyen Müslümandır.
Pir Hacı Galip Kuşçuoğlu
Emanetin sahibine doğru:
“Maraş bize mezar olmadan, düşmana Gülizar
olamaz.” İnancıyla hareket eden vatan evlatlarının mertliği ve sertliğiyle
işgalcilerin neye uğradıklarını bütün el âleme duyuran mücadele ruhunun baş
mimari, Kadri Şeyhi sıfatıyla Kürsü vaizi Ali Sezai Efendidir. Verilen
mücadelenin yorgunluğu ve kazanılan zaferin getirdiği haz ve huzurla kaldığı
yerde irşada devam eder Ali Sezai Efendi.
Yediden yetmişe bütün Maraş halkının
saygınlığını kazanmış olan Ali Sezai Efendi, nihai ömründe, kendinden sonraki
görevlileri, yani temsil ettiği yolun devamında rol alabilecek gönül
mimarlarını belirler. Ökkeş Efendi ve Mustafa Efendi. Her ikisi de birer kıymet
olan bu iki kişinin halifeliğe seçilmiş olması Ali Sezai Efendi’nin şahsi
tercihi değil, onun dillendirmesiyle oluşan Rabbani tasarruftur. Bir dervişin
uzun müddet çalışması, gayreti, ibadet ve taatı, daha önemlisi samimiyeti
neticesinde aldığı yol sonunda, kendisine böyle bir görev ancak mana isterse
verilir. Efendisi kanalıyla tevdi edilir.
Kumaşları farklı da olsa hedefleri aynı
olan bu iki kişi, Ali Sezai Efendi dergâhında olabilecekleri kadar olgunluğa ve
kemalata erişirler. Usul, erkân, adap vs. yanında, zahiri ilimlerle de
kendilerini yetiştirirler. Maraş’ın kurtuluşunda merkez insan olarak görev üslenen
bu insanlar, milli mücadelenin bütün vatan sathında en ön saflarda olmasına
rağmen, akabinde olamayışları büyük eksiklik oluşturmuştur. Savaşta olup da,
barışta olamama durumu. Savaşta olmayıp da barışta olanların mücadelelerinde
kaybetmeleri. Başka bir zihniyetin yeni bir Devlet oluşumu esnasında kendini
kabullendirmesi. Kısacası milli mücadelede akıtılan terlerin, verilen canların,
onca emeklerin temsil ettiği zihniyetin Devlet olamayışı, sıkıntıların
çekilmesine zemin hazırlar.
Alın teri olmayan kadroların, teamüllerini
oluşturduğu bu yeni Devlet de Ali Sezai Efendilerin veba mikrobu gibi
algılanmaları, ister istemez kendilerini daha ketum, yani aleni olmayan
yapılanmaya itmiştir. Ali Sezai Efendi’nin Hakk’a irtikalinden sonra irşat
makamına oturan iki halifesinden biri olan Ökkeş Efendi ki kendisine Sofu Ökkeş
Efendi de denir. Bir ömür bahsi olan endişeden dolayı dergâhta mevcuda ilaveten
bir tane dervişi olur. Çünkü aleniyet yok. Sıkıntı var, baskı var. Devleti
kuran iradenin koymuş oldukları teamüller bu insanlara hayat hakkı tanımaz. Ali
Sezai Efendi’nin dergâhı o dönemin karakterine uygun Sofu Ökkeş Efendi ile
devam etmesi, diğer halife Mustafa Efendi’nin korunması anlamı taşıyor olsa
gerekir.
Mananın nasıl ve ne zaman tezahür edeceği
bilinmez. Ali Sezai Efendi’nin Sofu Ökkeş Efendi ile temsil edildiği kol öylece
kalır. Ahir ömründe bir kişi den başka, yakınında bu anlamda kimsenin olmayışı,
bu manevi dalın kuruması demektir. Öyle de olur. Diğer kol, henüz o da işin
farkında değil ama bir şekilde yetiştirilir. Geleceğe hazırlanır. Çok
prensipli, şekle şimale düşkün, derli toplu ve temizliğe son derece dikkatli
olduğu için akranları ve yakın çevresinde olanlar ona “Süslü Mustafa” der. Boy,
pos, endam, yüzündeki güzellik ve iri gözler, geniş ve dolgun yanaklarından
ötürü de “Apalak Mustafa” olarak bilinir.
Apalak Mustafa çok küçük yaşlarda kendini
dergâhta bulur. Ali Sezai Efendi’nin dizinin dibinde, birçok şeyine vakıf
olarak yetişir. Her derviş’in eğitimindeki usullere o da riayet ederek gereken
tasavvufi veya İslami kaideleri öğrenir. Şeyhi ona hep farklı nazarla bakar.
Bunu o da hisseder. Onun içindir ki, ilgi ve iltifata daha fazla samimiyetle
layık olmaya çalışır. Henüz altı aylık bir çocukken babasını kaybettiği için,
bu alandaki boşluğu da Şeyhinden bulur. Manevi ve cismani şefkat elinin hep
kendi üzerinde dolandığını hisseder. Böyle bir hayat, onu manevi sarhoşluğa
bile iter. Başka biri olur, ayakları yerden kesilip sema vatı dolaşan, başka
biri olur, eşini ve çocuklarını unutarak yeryüzünü seyri âlem yapan perdeler
açılır önünde. Bir sırrın kendisi ile
geliştiğini görür.
Köprü ve nurdan yumak… Açılmaya ramak kalan
bir koza, dokunmak kâfi. Yeryüzünde emsali zor bulunan çiçek. Büyük açılımlara
gebe, klasik bilinen değerlere ilaveten değişimin sembolü mana. Ver bir “Er”
kişi…
Sarhoşluğun tesiri geçer ama nasıl bir haz
verir, ancak Apalak Mustafa bilir bunu. Dilinden hiç düşürmez onu. Tespih gibi
sürekli “ Bir er kişi” der durur. Sofu Ökkeş Efendi sembolik görevini
sürdürürken, Apalak Mustafa korunaklıdır. Birbirlerine olan muhabbetleri
sonsuz. Velakin böyle bir tasarrufa da uymanın gerekliliğine zahiren inanırlar.
Genç Devletin oluşturduğu rüzgârdan olumsuz etkilenmemeleri için Apalak
Mustafa, öz de kendi çocukları ve aile efratları başta olmak üzere yakın
çevrelere, tekke ve zaviyedeki eğitim ve dini hayatın normal akla sahip
insanların kabulleneceği şekliyle uyarılara devam eder. Çünkü estirilen rüzgâra
göre halkın büyük çoğunluğu, gençlerin ekseriyeti tarikat ve benzeri cemaatlere
olan düşmanlıkları aleni sürmektedir.
Bu endişeyle yaşayan, bu işin merkezi sayılan
yerlerle öyle veya böyle bağlantısı ve hatta duygusal yaklaşımı olanlar,
dünyevi sıkıntılarının yanında, imanı zafiyetlerinde zuhur edeceği endişeler
hat safhada. İşte buna benzer algıdan dolayı Apalak Mustafa, bir gün
çocuklarını toplar başına. Diyeceğini kelimelere yüklemeden, eyleme geçer.
Önceden hazırladığı cam parçalarını ağzına alır ve çatır çatır ezmeye başlar.
Çocukları pür dikkat kesilir ve Apalak Mustafa ezilmiş, ufalmış camları
ağzından bir tepsiye tükürür. Ağzını açarak onlara “Bakın evladım, ağzımda hiç
kanama olmuş mu?” diyerek hemen elini, içinde önceden kömür atılarak yakılmış
mangaldaki nar gibi kızarmış korları, yani ateş olmuş malzemeleri avuçlayarak
karıştırır.
Çocuklarına dönerek;
“İşte evladım olay budur, Allah istemezse bu
ateş senin elini yakmaz. Bu cam parçaları ağzını kanatmaz. Sakın dışarıdaki
aleyhte propagandalardan etkilenmeyin. İmanınızı gavi tutun. Burası sözün
bittiği yerdir. Ancak inanılır. İşte babanız ve şahsında tasavvuf budur” gibi
en zor olan metodu uygulayarak, öncelikle dinsizlik cereyanında çocuklarını
korumak ister. Bu olay üzerine kısa bir zaman geçmiştir ki çocuklarından biri,
aynı oda da uyuyan kardeşlerinin yanında henüz yatağa sokulmuşken, birden kapı
aralanır. Biri uzun diğeri orta boylu iki kişi içeri girer. Çocuk; aile
sakinlerinden biri olup olmadıklarını çözmeye çalışırken, uzun boylu olanı:
“Evladım korkma, biz aile fertlerinden
birileri değiliz. Sana ve senin kanalınla kardeşlerine diyeceğimizi deyip
gideceğiz. Diyeceğimiz odur ki; babanız çok iyi bir adamdır, onun kıymetini
bilin.” diyerek gözden kaybolurlar.
Ertesi sabah Apalak Mustafa’ya bu olay
anlatılır. Mustafa Efendi çocuklarına hitaben “Şükürler olsun, şükürler olsun…
İşte evladım geçen günkü öğüdümüzün devamı olan bu zatlar sizlere görünerek,
tamamlayıcı mahiyette öğütler vermişlerdir. O zatı muhteremler babanızın
şahsında temsil ettiği manaya atıfta bulunarak, sizi bu konuda
şereflendirmişlerdir. Ne mutlu size ki o kişilerin muhatabı olmuşsunuzdur.
Hemen belirteyim; O iki zatın, uzun
boylu olanı Abdulkadir Geylani, orta boyda olanı da Ahmet El Rufai
Hazretleridir, bilmiş olunuz yavrularım” diyerek devam eder. “Efendimizin
ölümünden sonra mana ehli yetişmem hususunda çok gayret ediyorlar. Sanki dağlar
kadar fark oldu. Çok değişik haller yaşıyor, çok değişik mekânlar geziyorum.
Yetiştiriliyorum. Eğitim süreci halen devam ediyor. Ne zaman nerede ortaya
çıkacağımı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, o da gayri bu beldeden, bu
çevreden başka bilinmez yerlere savrulacağımız zaman yakın. Apalak Mustafa veya
Süslü Mustafa’dan, Mustafa Yardımedici’ye sıçramamız murat ediliyor. Bir doğuma
hazırlanmamız lazım. Şu anki halimizle kendi kozamızdaymışız gibi geliyor bana.
Görelim Yüce Rabbimin tasarrufu nasıl inkişaf edecek. İnşallah hayırların fethi
doğrultusunda ki tecelli yatın eri oluruz da bu yolun kutlularına ermiş
oluruz.”
Apalak Mustafa Efendi için ‘uzlet’ ten
‘halvet’ e geçme suresi uzun sürmeyeceğe benzer. O bunun farkında olarak
Maraş’ta mütevazı hayatını debbağ cılık uğraşının bir kolu olan Köşkerlik
sanatıyla alın teri ürünü ayakkabılar imar ederek geçimini sağlar. Fazladan
ürettiği ayakkabıları civar illere giderek tüketir. Çocuklarından bazıları da para
kazanacak, aile geçimine katkıda bulunacak noktaya geldiği için, Mustafa
Efendi’nin daha rahat bir hayatı olur. Fazladan imal ettiği ayakkabılardan bir
kısmını Adana pazarında satmak üzere bu şehre sabah namazına müteakip vardığı
sırada, namazın edasından çıkışta “Adınız Mustafa Efendi mi?” sorusuyla
kendisine yaklaşan güzel yüzlü birisine “Evet evladım” cevabı üzerine “ Buyurun
sizi Sami Efendi bekliyor. Beraber kahvaltı yapmanızı rica ediyor” sözüne
tereddütsüz refakat eder. Hâlbuki o güne kadar, zahiren ne tanışmışlığı, ne
karşılaşmaları, ne de başka bir şekilde yani dolaylı olarak birbirlerini
bilişleri vardır. Aynı sofra etrafında bulunuşlarını görenler, sanki bin yıldır
birbirlerini tanıyorlarmış da bu buluşmayla hasret gideriyorlar zannederler. Muhatabın
böylesi, ancak öyle bir çağrışım yaptırır görenlere.
Mahmut Sami Hazretleri çok ulu bir zattır.
Nakşi Şeyh’idir, ama ‘halvet’ dönemini yaşamaktadır. Henüz ‘uzlet’ çağında olup
kendi dünyasındaki ailesinin geçimi ve çocuklarının eğitimiyle uğraşan Apalak
Mustafa’ya karşı bu kadar ilgi, onun Halvet çağında nelere gebe yaman bir
pehlivan olabileceği hususuna dair, mana âleminden gördüklerinden dolayı olsa
gerek.
Kahvaltıdan hemen sonraki muhabbetleri
esnasında Hacı Sami Efendi Nakşi tarikatında, kendisi de ona Kadiri tarikatında
ders verebilecekleri hususunda mukabelede bulunarak, yıllar boyu oluşacak
dostluğun temeli o gün, sabah kahvaltısında atılmış olur. Hacı Sami Efendiyle o
günden sonrada birbirlerine ilgi ve iltifatların yanında, yatılı olarak da
ziyaret ederek hoş sohbetlerde bulunurlar. Böyle bir sohbet esnasında Sami
Efendi, zaman zaman sohbetin insicamı dışına çıkarak, “Mustafa Efendi senin
geleceğinde müthiş bir aydınlık görüyorum. Bir büyük inkılaba köprü
oluyormuşsun gibi bir hal var sende. Ama çok karışık. Bu durum sana da malum
oluyor mu?” diye sorar. Mustafa Efendi de bu soruya cevap vardır, velakin
şahsına ait mahrem bir sır gibi telakki ettiği için, çoğu zaman üzerinde
durmadan geçiştirerek, sohbetin gidişatına ayak uydurur. O da bilir ve yaşatır
ki, insin ve cinnin elinin ayağının çekildiği nice anlarda, ruh bedenle bin bir
türlü güzelliklerin gösterilerek yaşatıldığı seyahat esnasının bitiminde “ İşte
er kişi” denilerek kapatılan perdeyi… Yolunun zirvesi olan ‘Er kişi’ sancı, merak
ve müthiş inkılaba gebe.
Irmağın ummana doğru seyri, kaynağına olan
saygıdandır. O saygı olmamış olsa, haset ve ihtirastan bir mum gibi erir gider
insan. İşte bu akış o saygıdandır. Ummana ulaşmak için gösterilen gayret, ona
ulaşmak veya kavuşmanın vermiş olduğu lezzet tarif edilebilir mi? Bu lezzetin,
bu tadın, bu halin resmi yapılabilir mi? Mümkün atı yok.
Emanetin yerine ulaşması, yeni ve güçlü bir
karakterle evrensel mesajların verildiği, yenidünyaların oluşmasına köprü
vazifesi olmak… Kendi rolünü en iyi şekilde oynayan oyuncu pozisyonunda olmak…
Yaratılış umdelerine bağlı bir
hayat çizgisiyle, fizik ötesi âlemlerin sırrına vakıf olmak. Er kişilerin
gösterildiği mekânlara ışınlanmak. Tabi ki, zahiriye göre bunlar olabilecek
durumlar değildir. Aklın havsalası bunları çözmede çaresiz kalır. Vahiy olayı,
akılla çerçevesi çizilebilir mi? İnanılır veya inkâr edilir, o kadar. Mustafa Efendi, Sami Efendi’nin sohbet
arasında sorduğu soruyla böyle bir âleme kanat açsa da, sanki bu kendine ait
özel sır olup, Sami Efendiye de malum olacağını tahmin etmemesinin mümkün
olmayacağını bilmesine rağmen, tedbiri elden bırakmayarak kendi halini
açmamakta kararlı görünür.
Rabbani bir cilve, Mustafa Efendi’nin oğlu
Şerafettin, Ankara-Ulus civarındaki bir caminin imam hatibi olarak göreve
başlar. Bulunduğu mekânın Maraş’a göre devasa bir şehir olduğunu gördüğü için,
çok çocuklu ailesiyle geçim sıkıntısı içerisindeki babasına sürekli yanına
gelmesi doğrultusunda telkinde bulunur. Hatta “ Babacığım Maraş, buraya göre
bir köy görünümündedir. İmkânları ve diğer standartlarıyla beraber istikbal
vaat eden bir belde değildir. Ankara çok çok farklı bir yerdir. Lütfen tası
tarağı toplayın, kardeşlerimin istikbali için buraya hicret edin. Bakınız
benimde sizlere kol kanat gereceğimi bilmenizi, bilmem hatırlatmama gerek var
mı? Üstelik orada sürdürmüş olduğun ayakkabıcılık mesleğine burada da devam
edersin” gibi Ankara’ya avdete sebep olacak alt yapıyı örer. Şerafettin nereden
bilsin ki, Rabbani bir tasarrufa çeşnilik yaptığını. Zahiride rolünün gereğini
adam gibi oynayan sorumlu bir evlat görünümünün vermiş olduğu rahatlık ona
yeter.
Uzlet’ten Halvet’e seviye değiştirme yılı
1950. Şerafettin’in isteği doğrultusundaki bir hayat çizgisi, bundan böyle
Ankara da devam edecektir. Bundan böyle Apalak veya Süslü sıfatıyla değil,
doğrudan doğruya Mustafa Yardımedici adıyla Halvet hayatı, bu belde de işlerlik
kazanacaktır.
Koza açılmaya başlar. Yörünge değiştirmek
gibi bir şeye benzer bu durum. Yol değiştirmedeki irade de nispeten insan
aklının bir rolü vardır ama kozanın gizemli halinden aleniyet hale geçmesindeki
mana, insan iradesi ürünü değildir. Sırrın ifşa olması, bu alanda “ İznimizle
bu da vardır” denmesi gibi bir irade ortaya konma tasarrufu, İbrahim Hakkı’nın “Görelim Mevla’m neyliye,
neylerse güzel eyleye” özdeyişinde belirttiği gibi bir haldir.
Maraş’ta bilinmeyen Şeyh Mustafa Efendi,
Ankara’da artık halkın arasında. İbadullah cami veya Hacı Bayram Camisinde
kılınan namazlardan sonra, ayakkabıcılık mesleğini devam ettirmek maksadıyla
tutmuş olduğu dükkânda, günleri gelip geçmektedir. Çıkrıkçılar yokuşunda tutmuş
olduğu dükkân, fazla iş yapmasa da Mustafa Efendi’nin tanınmışlığına mekân
teşkil etmesi açısından önemli görev üstlenmiştir. İbadullah Camisi iş yerine
yakın olduğundan, cami çıkışı sohbetlere mekân olan dükkân, aslında
aşığın-maşukuna kavuşma yerine gebe olması açısından “Dönemeç” yeri olarak da
anılacaktır.
Cuma namazları, Hacı Bayramda eda edilir.
Demokrat parti iktidarı dönemi olduğu için, halk üzerindeki baskı nispeten
biraz azalmış, o istibdat denilen ‘milli şef’ dönemine göre. Görünen bir
rahatlık hemen her kesimde kendini göstermektedir. Cuma günü Hacı Bayram
camiinde bu rahatlıktan istifade eden nice gönül mimarları, aveneleriyle
beraber saf tutarak kendilerini gösterir ve birbirleriyle tanışır, kaynaşırlar.
Kimler oraya gelmez ki;
Bir Süleyman Hilmi Tunahan, bir
Hacı Sami Efendi, bir Bediuzzaman Sait Nursi, bir Mustafa Asım Köksal, bir
İskilipli İbrahim Ethem, bir Yuvalı Hatip Hoca…
Mustafa Efendi’nin en fazla teşriki
mesaisi Adanalı Hacı Sami Efendiyle olur. Yuvalı Hatip Hocanın da vaazlarını
sürekli dinler. Güçlü bir Şeriat ilmine vakıf olan Yuvalı Hoca’yla muhabbetleri
zamanla daha da gelişir. Ancak Yuvalı da noksan olan bir şey vardır, o da
kemalat. Kendisi de bunun farkında olduğu için Mustafa Efendiden icazet alarak
onun Dervişi olur. Yuvalı Hoca Mustafa Efendiye intisap etmeden önce bayağı
sıkıntılı dönemlerden geçer.
O dönemin Ankaralılarının iyi bildiği
Yuvalı Hatip Hoca Efendi, zahiri ilminin zirvesinde dir ama bu işin tasavvufsuz
olmayacağı kanaatine kapılmıştır. Bunun için mütemadiyen bir arayış içine
girer. Hatta o dönemin meşhur ve şöhretli Âlimi Bediuzzaman Sait Nursi’nin
ikamet ettiği Emirdağ’ına kadar gider. İki üç gün misafiri olur. Sonunda Sait
Nursi’ye benim geliş sebebimdeki muradım sana intisap etmektir. Lütfen sizin
dervişiniz olmak istiyorum deyince, Sait Nursi;
“Aman Efendim, benim böyle bir salahiyetim
yok. Beni yanlış tanımışsın. Ben bir Nakşi dervişiyim, o kadar. Salahiyetimin
olmadığı noktadaki bu talebin bile beni zor durumda bırakır, dediğini Yuvalı
Hoca her yerde anlatır. Nihayet Sami Efendi kanalıyla Mustafa Yardımediciye
intisap eder de rahatlar.
Tıpkı Bursa Kadısı Aziz Mahmut Hüdai’nin
zahiri ilmin zirvesindeyken, Üfdade Hazretlerinden icazet alarak ömrünün sonuna
kadar, ihtişamlı hayatına zıt bir münzevi hayat yaşadığı gibi. Öyle bir vuslat
olmamış olsaydı, günümüzde Aziz Mahmut Hüdai’nin esamisi okunur muydu?
İşte olay bu. Bu iş nasip meselesi. Yuvalı
Hoca Ankara’nın en önemli imam hatibi iken, her gün, her vakit değişik
camilerde planlı programlı sohbetler ederek, halkının gözünde saygın bir yer
edinmişken zahiri ilme göre ümmi olan bir Mustafa Yardımedici Efendiden ne
bulmalı ki onun dervişi olmuştur. Şu an
itibariyle Yuva’lının Mustafa Yardımediciyle anılması bile bu soruya cevap
teşkil eder nitelikte sayılmaz mı? Sorunun içinde olan cevap.
Ankara yılları onun halkla kaynaştığı yıllar
olur. Zamanla Devlet ricaliyle de görüşür. Onlara nasihat ve telkinlerde
bulunur. Birçok kişinin hidayete ermesine vesile olur. İnsanların gönlünde,
zihinlerinde, inkılap yapmaya vesile olur. Bundan böyle koza değil açılmış bir
güldür o. Çekim alanı oluşturan, değişik albenisi olan, gözü gönlü açan, rengi
ve kokusuyla, bin bir türlü canlı ve cansızlara göz kırpan bir açılımdır bu.
Öyle ki;
Zamanın Genelkurmay başkanı
Rüştü Erdem Hun, Başbakan yardımcısı Celal Yardımcı, diyanet işleri başkanı
Hüsnü Erdem, teşriki mesai yaptığı kişiler arasına girer. Çok hızlı gelişen
yüksek bürokrat ilgisinin asıl sebebi, dilden dile dolaşan bir kerametin inanır
lığına olan tutkudan dolayıdır. Halkının gönlünde taht kurmuş olan devrin
Başbakanı Adnan Menderes, Uluslararası ilişkiler mücadelesinde, milli
çıkarlarına ters düşen teklifleri elinin tersiyle iterek, bir başka bloka
kararlı bir şekilde yönelmesinin hazımsızlığı ve suikast.
Tarihin derinliklerine süpürülmek istenen
yıldız. Londra semalarında uçarken düşürülen yolcu uçağı. Yolcuların birçoğunun
ölmesine rağmen, Türk Başbakanı ve beraberindeki bazı şanslı kişiler, bu kazada
burunları dahi kanamadan kurtulması olayı…
Kazada kurtulanlara malum olduğuna göre,
sanki bir tepsi üzerindeki çay bardaklarının, içindeki çayları dahi dökülmeden
yavaşça, müsait bir ortama indirilmesi gibi bir durumu yaşatan tasarruf
sahibinin Allah’ın izniyle Mustafa Yardımedici’nin olması.
Başbakan işin farkında, dışişleri yetkilileri
işin farkında... Ülkesine döndükten sonra Mustafa Efendiyi makama alarak izzet
ikram ve minnettarlık sunulması, Devlet ricali tarafından da kulaktan kulağa
duyulduğu için, saygınlık ve merak artmıştır, Mustafa Efendiye karşı da
ondandır bu kadar iltifat.
Kızılay’da, bir esnaf ziyareti esnasında
Mustafa Efendiyi uzaktan gören Başbakan, eliyle işaret ederek; “İşte o, işte
bize yardım eden o, lütfen Efendim sizin kereminizi gördüm, sizinle tanışmak
istiyorum” diyerek ayaküstü olan yakınlaşmayı bilahare samimiyete dönüştürecek
kadar geliştirme gayreti gösterir. Kaza olayında bahisle sohbetlerini
ilerletirler. Bu durum defalarca tekrar edilir. Halk bu samimice yapılan
görüşmelerden kulaktan kulağa haberdar olur. Bunun içindir ki, oturmuş olduğu
Akdere mahallesindeki ahalinin müşkülatlarını “Halka hizmet, Hakka hizmet”
anlayışıyla çözmeye çalışır. İnsanlara faydalı olmaktan imtina etmez.
Mustafa Efendinin iş yerinin hemen yanı
başındaki cami imamı, Kurra Hafız olarak bilinen zatı muhteremde yakınları
arasındadır. Aralarında oluşan samimiyete binaen bir ara; “Kurra Hafız
kardeşim, ben manevi olarak görevliyim. Gel benden ders al ve Dervişim ol.”
gibi önerilerine Kurra Hafız hoca, alaycı bir eda ile cevap verir ve öneriyi
her defasında reddedermiş.
Bir sabah namazı ezan okumaya ramak kala
yatağından uyanan Kurra Hafız hoca, o kış günü boy abdesti almaya ihtiyacı
olduğundan sağa sola “Eyvah, geç kaldım, cemaate mahcup oldum” diye
çırpınırken, bir an eli içi su dolu güğüme değer. O da ne… Güğümde sıcacık
banyo yapacak kadar su… Hemen o su ile banyosunu yaparak biraz gecikmeli olarak
da olsa camiye ulaşır ve ezan okur. Namazı kıldırırken dili sureleri okur ama
kalbinde “ o sıcak su” var. Nasıl olmuştur, anlaması elbette mümkün değil ama
bir sır, amma ne sır.
Devam eden günlerde Mustafa Efendi ile sohbet
ederken aynı teklif ile karşılaşır. Kurra Hafız hoca da aynı bildik vaziyet
almak üzereyken “Bak bir daha suyunu ısıtmam” diyerek laf atan Mustafa
Efendi’nin eline öpmek için çöker. Sır çözülmüştür. İntisap etmemesi mümkün mü?
Kurra Hafız hoca da bu şekilde Mustafa Yardımedici’nin Dervişi olur. Hacettepe Tıp Fakültesinde kardiyoloji
Profesörü Naci Bor ve Kayserili Hüseyin Kara da Efendi hazretlerinin bağlıları
arasındadır.
Artık Ankara bundan böyle Mustafa
Yardımedici’den haberdardır. Mustafa Efendi’nin çekim alanı artık ileri
aşamaya, ileri safhaya ulaşmıştır. Oğlu Şerafettin’in Hacı Bayram camisine imam
hatip olması da isminin daha çok duyulmasına ve tanınmasına sebep olur. Ama o
Maraş’tan Ankara’ya hicret etmesinin mana ve ehemmiyetini unutmaz. Sami
Efendinin bile manasını meşgul eden “geleneğe köprü olma” durumu… Emanetin
ehline teslim edilme durumu ve O “ Er kişi”.
Yöresel veya kavmi değil, bütün insanlığın
hayır ve selametine çalışacak olan “Er kişi”. Bütün Evliyalar Varis-ül
Nebi’dir. Ama bu aranan ‘Er’ kişi başkadır. Görevin tevdi zamanı ve mekânı
“Dönemeçte buluşma”… Vuslat. Böyle bir haleti ruhiye içinde Mustafa Efendi onu
aramaktadır. Bulmaya ramak kala, neşeli ümitli ve şanslı…
BÖLÜM
2
Tasavvuf dinin dışında değil,
bizatihi dinin kendisidir.
Pir Hacı
Galip Kuşçuoğlu
Veliahttın doğuşu:
Sene 1919. İki kız kardeşin erkek
kardeşleri dünyaya gelir. Aile de sevinçle karşılanan bu durum, manayı bile rahatsız edecek şekilde ihtişamla
kutlanır. Çorum’un en büyük hamamı olan Paşa Hamamının işletmecisi Hasan
Efendi, mali durumunun müsait olması dolayısıyla çok az görülen kutlama
programıyla erkek evlat beklentisindeki ailesinin de desteğini alarak “Daha az
bile” dedirten bandolu, müzikli, yemekli kutlamaları, birden çok gün
sürdürmüştür.
Battal bedenli doğan bu çocuğun adı “ Galip”.
Ön adına da babasının adı olan Hasan verilir. Hasan Galip’in dünyaya teşrifi
aileye inanılmaz saadetler verir. İki kız evlattan sonra olan Hasan Galip’in
üzerine titrenilir.
Türk aile geleneğinde ailenin gelecekle
ilgili yapılanması erkek evlat üzerinde kurgulandığından önemi çok büyüktür bu
çocuğun. Kızlar bir başka ailenin ocaklarının tütmesine vesile olacağı için bu
durum da onların kaderidir. Evlatlar arasında gerek iaşe ve ihtiyaçları,
gerekse eğitim ve yetiştirilme konusunda fark gözetmeyen, İslam’ın bu yönünün
farkında olan bir aile ortamı var, ama erkek evlada olan düşkünlük, bu anlamda
bir kültür olduğu gereği de garipsenemez. Özellikle de tarım toplumunda.
Galip’in Fatma anası da babasının yedinci
kızıdır. Doğum esnasında çocuk kız olduğu için ebelik yapan kadın kaçmış.
Zavallı anası da sanki kendi suçuymuş gibi büyük bir mahcubiyetle, kocasının
sesini duyunca yorganı başının üzerine çekerek üzüntüsünü bu şekilde bildirmiş.
Öyle bir anlayış ki bu işin tek müsebbibi peşinen kadındır. Erkek sütten çıkmış
kaşık gibi tertemiz. Bunun Tertibi ilahi olduğuna bazı aileleri inandırmak ne
mümkün.
Hey Hak;
Bu doğumda beklenen tepki olmadığı gibi “Aç
yorganı hanım, bu suç değil. Neden korkmuş gibi başını saklıyorsun? Hayırlısı
böyle imiş. Üstelik bu gece manamda bu çocuğumuzun da kız olacağı bana
gösterildi. Güzel yüzlü insanlar sürekli “Ya Hak” diye zikir çekiyorlardı. Bu
çocuk benim için erkek evlattan daha hayırlı olacaktır. Ben böyle bilir, böyle
söylerim. Sakın, el âlemin dedikodularına itibar etmeyesin. Günahkâr olursun
hanım. Hadi kızımı kucağıma ver de kulağına ezanını okuyayım. Adını da Hazreti
Meryem’den sonra kadınların en hayırlısı, Efendilerin Efendisinin kızı Fatma
ananın adını vereyim” diyerek hanımını rahatlatmış.
Fatma ana kendi anasının mahcubiyetini,
ezikliğini daha fazla yaşamadığı için şükürler eder. Birden çok erkek çocuğun
ortamına bir kız çocuğu bu şekilde teşrif etse, ilgi ve iltifatın boyutu aynı
olmaz. Kaygılar farklı olunca, kaygılar aynı olursa ve kaygı denen bir şey yoksa
istikbalin şekillenmesine göre aynilik veya farklılık olmaktadır evlatlar
arasında. Hasan Efendi ve ailesi bunu bilirler ve her cana bu şekilde
davranırlar. Az bulunana pozitif ayrılığın olması da bu durumla
karıştırılmamalıdır. Fıtri bir hükümdür o.
Her çocuk gibi küçük Galip de bağırır,
çağırır, debelenir geleceğin yetişkini olayım diye. Anne Fatma Hanım, Galip’ine
abdestsiz süt vermemeye gayret eder. Önceki çocuklarında görmediği doğum
serüvenini Galip de yaşamıştır. Son derece rahat ve eziyeti de az olan bir
doğum bu. “İmrenilecek bir durum” der kendi kendine. Bu çocukta bir şey var.
“Baksana dünyaya gelişi, geldikten sonra sanki büyümüşte küçülmüş gibi görünen
ağırbaşlılığı, eziyet etmemeye itina etmesi, günün her vaktine veya özelliğine
göre rahatsızlık bildirmesi, sanki geceyi gündüzü biliyormuşçasına uyumasını
programlayan bu çocuk, sıradan biri değildir inşallah diyerek gururlanır.
Kamil bir kadındır Fatma Ana, manayı
yaşayan, şeriata önem veren, ameli yüksek olan. Böyle analardan doğar tarih.
Onların doğurdukları tarih yapar, tarih yazar. Ahıskalı olarak bilinen bir
gönül mimarının evladıdır o. Hasan Efendi ile beraber Ahıskalının manevi
tasarrufu altındadırlar.
Küçük Galip ile ilgili Ahıskalı Efendinin de
telkinleri vardır. Bu çocuktaki farklılığa çoğu defa özel olarak dikkat çeker
Ahıskalı. Şeyh Ali Haydar Ahıskalı adıyla da bilinen bu zat, aynı zamanda çocuk Galip’in amcası Mevlevi
Şeyhi Hacı Bekir Kuşçuoğlu’nun halifesi olur. Onun için Şeyh Ahıskalının
telkini ve işareti, çocuk Galip’in anne ve babası için çok önemlidir.
Hasan Efendi, yapısı gereği soğuk olduğu
için küçük Galip’in gelişme seyri üzerinde Fatma ananın etkisi daha fazla olur.
Yeterli bir din eğitimine vakıf olduğundan, çocuk Galip’in yetişmesi üzerinde
çok durur. Her Ebeveyn gibi mutlaka o da bu konuda çok zorluk çekmiştir. Çünkü
küp geniş, ne kadar doldurursan dışarı sızdırsa da verileni alıyor.
Sonra üzerinde çok büyük tasarrufların
olduğu da belli. Fatma ana öyle hissediyor. Efendisi Ahıskalı’nın dua ve niyazı
de bu doğrultuda. Sonradan olma değil doğuşta var olan bu potansiyel,
Ahıskalı’ya gösterilmeyip de kime gösterile, Fatma anaya hissettirilmeyip de
kime hissettirile…
Derler ya “Âlem iç içe, ama tek olmuş” zaman
bu, olduğu yerde durmaz. Çocuk Galip artık Fatma ana ile gezmeye başlar.
Arkadaşlar bulur. Sokakları okumanın farkındadır artık. Her şeye merak eder
hale gelmiştir. Özellikle fen kafasını geliştirir. Eşyanın tecelliyatını bir
mucit anlayışında incelemeye başlar. Arkadaşı Behiç ile birlikte kafa kafaya
vererek neler yapmazlar ki…
Fatma Ananın eğitim metoduna bu şekilde çevre
faktörü de girmiş olur. Çocuk Galip göz açıp kapayıncaya kadar ilkokulu
bitirir. Zamanla ailede sorumluluk almaya başlar. Mesela Paşa hamamını
müşteriye hazırlamak için, günün erken saatlerinde orada olup vazifesini
aksatmadan yerine getirir. İlk ateşi yakan kişiye “külhancı” denirmiş. Galip
uzun müddet külhancılık yaparak babası Hasan Efendi’nin gözüne çoktan girmiştir
bile.
Bir sabah arkadaşı Behiç “Fatma ana Galip
hamamdan geldi mi, geldiyse kendisini bizim evde bekliyorum” diyerek gider.
Galip evdedir ve sesin geldiği yöne, yani arkadaşı Behiç’in evine seğirtir. O
günün şartlarında, beraber yaptıkları küçük bir minyatür topun içine barut
konularak, kimseye çaktırılmadan atış denemesi yapacaklar. Tedbir gereği soba
borundan yaptıkları namlunun ağzını pencerenin iç kısmında tutturarak fitile
kibriti çalınca, barut infilak ederek evin penceresini ileriye doğru
fırlatmasına sebep olurlar. Deney çevreye zarar vermiştir ama çocuk aklı ve
merak denilerek olay kapatılır, büyükleri tarafından.
Buna benzer meraklı projeleri çok olur Behiç
ile. Bunlardan biride, İlk mektep de öğrendikleri elektrik bilgileriyle, o
günün aydınlanmaya çare olarak löklanşe adı verilen pil yaparak elektrik
üretmeyi kafalarına koyarlar. Bu fikrin mucidi Galip’tir. Buldukları işe
yaramaz bir takım araç ve gereçlerle uzun bir uğraş sonucunda bu işi başarırlar
ve elde ettikleri elektrikle sembolik olarak aydınlatma düzeneği
gerçekleştirirler.
Fatma ana, eskisi gibi Galip’e nüfuz edecek
zamanı bulmakta zorlanır. Çünkü o arkadaşlarıyla beraber her türlü bireysel
veya ekip olarak yapılan sporlara ilgisi artmıştır. Ruhi ve bedenen gelişmenin
en önemli sosyal itesi olan eylemlerde bulunmaktadır.
Bu yönüyle de kısa zamanda akranları arasında
“olmazsa olmaz” durumuna gelmiştir. Ele açık, verdiği sözün ardında duran,
iyilik yapmayı ve ikram etmeyi seven, diğer taraftan ibadet ve taatını ihmal
etmeyen bir kişilik terkibidir Galip. Gerektiği zaman hamamda, gerektiği zaman
Fatma ananın özel mahareti olan sağlıkla ilgili iştirak ettiği alanda,
özellikle de varlıklı ailelerin vücutlarında ki pis kanların, yani hacamat
denilen mesleğin uygulanmasında Galip sorumlu bir aile ferdi olarak, üzerine
düşen sorumluluğu gereğinden fazla yerine getirir.
Fatma ananın bir takım sağlıkla ilgili
mahareti olması sebebiyle aranılan bir kadın olması, Galip’in sosyalleşmesine
katkıda sağlamaktadır. Anasının fakir fukaranın işlerine koşması, Galip’in
arkadaşlarıyla ilişkisinin artmasına vesile olduğu için, yaşının üzerinde bir olgunluğa geldiği
gözlerden kaçmaz. Bu boy, pos ki Galip’i bütün sporlara yatkın kılar.
Babası Hasan Efendinin Paşa hamamına
ilaveten Samsun Amasya arasında bulunan Beke hamamının da uzun müddet
işletmeciliğini yapmasından dolayı, aile efradı ve dolayısıyla genç Galip o
bölgeyi de bilir. Uzun müddet Samsun da ikamet ederler. Yüzmeyi orada öğrenir.
Anası denizden korktuğu için oğlu Galip’i esirger. Zamanla telkinlerde bulunsa
da gittiği yerde, bulunduğu her ortamda, liderlik özelliği olması sebebiyle
aranılan, sorulan, emin bir insan görünümü gün geçtikçe gelişir, güçleşir.
Samsunda ki hamam işletmeciliği beş yıl
sürer. Akabinde tekrar Çorum’a, eski iş yeri ve eski çevreye göçer Hasan Efendi.
Çorum da bir takım değişiklikler olmuştur. En önemlisi de Hasan Efendi ve Fatma
Ananın manevi olarak kanatlarının altında hissettikleri Şeyh Ahıskalı,
ebediyete intikal etmiş, yerine halifesi Mustafa Anaç oturmuştur.
Yedi tarikattan icazetli Mustafa Anaç Efendi,
Hasan Babaların sohbet arkadaşlarıdır. Ailecek iyi görüşürler. Birbirlerine
karşı son derece saygılı olmuşlardır. Şeyh Ahıskalı’dan sonra postnişin olması,
mana âleminin tertibi ilahiyesidir mutlaka.
Bundan böyle Kuşçuoğlu ailesi O’nun
sohbetlerinden istifade etmeye çalışırlar. Şeyh Anaç Hazretleri, Samsun’dan
yeni dönen arkadaşının oğlu Galip’teki değişen görüntü ve ağırbaşlılığın
karşısında latife olarak “Maşallah, Allah nazarlardan saklasın, bu çocuk çok
yakışıklı olmuş. Hatta tam evlenecek, iş kuracak, iş ve eş sorumluluğu
taşıyacak yaşa gelmiş Hasan Efendi.” demekten kendini alamaz.
Böyle sportif vücuda sahip, oldukça
gösterişli, yüzü nurlu ve ihtiraslı bir delikanlı, kimin gözünden kaçar ki.
Yeni Rufai Şeyhi Anaç Hazretlerini celbeden bir başka şeyde Galip’te ki
gizemlilik, derinlik, zahiri görüntüsünün daha ötesini görene huzur ve rahatlık
veren zenginlik… İlmi ledün ile keşfe amade görüntüsü, merak edilen bereket…
Allah’ın Evliya kullarının imtihanı çok
ağırdır. Bazıları için Allah sevgisi gibi olmayıp, cismaniye yaklaşan gönlün
terbiyesi veya sadakati için en sevdiği kişi ile denenir. Şeyh Anaç
Hazretlerine de böyle bir sabır denemesi uygun görülmeli ki, on yedi yaşındaki
erkek evladına Hak vaki olur.
Onlar bilir ki, veren de O alan da O.
Kendilerine sabır düşer. Var olanla yetinmeyi varlığın yarattığı ilahi aşka
göre tanzimde ve tazimde bulunma üslubunu bilirler. Acı veren emarelere
şükürleri bundandır. Genç bir delikanlı hiç de zamanı değilken, Şeyh
Hazretlerinden koparılmışsa mutlaka bir hayrı vardır.
Genç Galip’in hayat çizgisindeki
kırılmanın zamanı geldiğini Fatma ana bilir. Çok yönlü fayda getireceğine
inandığı için Galip’in baş göz edilmesi lazım. Ara sıra kendisine bu mevzuyu
anlatan Fatma Ana, hafif bir esneklikle karşılaşınca bir gün aday kızın ismini
ağzından kaçırır. Uzaktan bir de gösterilince, Galip kıpırdayamaz olur.
Fatma Ana:
“Oğlum bak şu işe, gelinimizin adı da
Fatma’dır. Ana Fatma, gelin Fatma. Bu ne tesadüftür oğul. Şeyhim Ahıskalı’nın
himmeti bu. Tasavvufi kültüre vakıf bir gelin. Allah’ıma ne kadar şükür etsem
azdır.” diye sohbete devam eder.
Genç Galip “Anacığım, babası da Şeyh’tir,
Mustafa Anaçtır. Onun himmeti olmadığını nereden bilelim. Zamanın tasarruf
sahibi o’dur. Mahdumuna en iyi ve hayırlı eş seçiminde himmet etmez mi?” gibi
ana oğul sohbete devam ederler. Bu durum Hasan Efendiye arz edilir. Söz birliği
üzerine Şeyh Mustafa Anaç’ın kızı Fatma, Galip’e istenir.
Beklendiği gibi iki tarafında “ Hayırlı işten
acele ediniz” sözünden hareketle, Genç Galip henüz on dokuz yaşındayken dünya
evine girer. Hasan Efendi’nin mali durumu iyi olduğundan ister ki bir an önce
Hak vaki olmadan çocuklar örnek bir aile olsunlar, işlerini güçlerini
kursunlar. Galip’in hamam işletmeciliğinde gözü olmadığını bilen Hasan Efendi,
Samsun dönüşünde Galip’in de isteği üzere mobilya imalathanesinde çalışması,
zaten çoktan uygulamaya konulmuş olup bayağı yol da alınmıştır.
Galip Usta olarak piyasa da yer tutmasına
ramak kala askerlik için celp kâğıdı gelmez mi? Zaten işi başından aşkın olan
Galip, askerlikte bütün işleri askıya almayı hesaplamayı lüzumsuz bulur. Bu
işin hesapla kitapla olmayacağının farkındadır. O dönem askerlik kırk sekiz ay,
uzun bir süre bu.
Çorum şehir kulübü futbol takımında oynadığı
için bu alanda ilerlemesinin akamete uğrayacağını düşünür. Şehir kulübü but bol
takımı olarak İlçelerle beraber civar Vilayet takımlarıyla karşılaşmalar
yaparlar. Rakip takımı yenerlerse, maçtan sonra onlara ikramlarda bulunarak
gönderirler, eğer yenilirlerse bir güzel patak la ödüllendirirler. Hele bir
maça çıkışları olur. Şehir merkezinde futbol severleri de ardına alarak belli
bir disiplinle oyun alanına kadar yürüyen oyuncuların, sanki surları yıkmaya
namzet bir eda içinde oldukları görünür.
İyi bir mobilya ustasının ortaya koyduğu
özel çalışmalarla kendini kabul ettirme fırsatını kaçıracağı için üzülür.
Dahası yeni evli, sorumluluğunu üstlendiği Fatma Hanıma hasretlik çektireceği
için üzülür. Ve dahası anası Fatma Hanımdan, büyük saygı duyduğu babası Hasan
Efendiden, onların kendilerine ihtiyaç duyduğu zamanlarda uzun müddet ayrı
kalmak, vatani görevde olsa kolay almaz tabi. Çaresiz, yerine getirilecek
kutsal görevdir bu, biran önce aradan çıkarılmalıdır.
BÖLÜM
3
İlim toplayıp yığmışsın, gönlü
ihmal etmişsin. Acırım o kaybettiğin servete.
Pir Hacı Galip Kuşçuoğlu
Veliahttın seyri:
Galip’in askere alınması tam da dünya
harbinin patladığı dönemdir. 1938-1945 arası. Yeryüzü kan ve gözyaşıyla dolu,
barut ve top sesleriyle inlemektedir. Bereket ki Ülkemiz bu savaşta doğrudan
yer almamıştır. Yeteri kadar kan, can veren, ıstırap çeken, dolayısıyla bin bir
çeşit zulümlerle yokluğun pençesinde kıvranan Anadolu insanı, belki de
korunmuştur. Devlet büyükleri istese de Ülkemiz insanı, bu bitmişlik haldeyken
savaşa zaten giremezdi.
Asker Galip, tam dört sene askerlik görevi
ifa eder. Bu zaman sürecinde üç defa izinli olarak, evladı ayanı ve
ana-babasını görmeye gelir. Sene 1945 Galip terhis olacaktır. Hanımı Fatma üç
kız çocuğuyla, ana Fatma da ömrünün son demlerinde olduğunun farkında olduğu
için, “Allah’ım Galip’imin geldiğini görmeden canımı alma” dualarıyla bekleyiş
sürmektedir. Hasan Efendi yeni bir kaplıca işlettiği için, aile fertleri de onu
yalnız bırakmayarak hep beraber olarak kaplıcada bulunurlar.
Çorumun biraz uzağında bir yerde, işinin
sıklığından ötürü Hasan Efendi, yıllardır kırık-çıkık ve hacamat alanında
konuya-komşuya hizmet eden Fatma Ananın hastalığına bir türlü baktıramaz. Fatma
Ana bu hastalığın kendi eceline sebep teşkil edeceğini anladığı için dualarında
“Galip’imin terhisini görmeden emanetini alma” diye hep söylenmesi bundandır.
Öyle bir abdest al ki su bile sarhoş
olsun. Galip’in öyle bir askerlik yaşantısı olur ki zamanı bile sarhoş eder.
Hak, hukuk, adalet, temsil kabiliyeti, ihlasla görev yaptığı askeri kesimde
unutulmayan bir tat bırakarak, nihayet terhis olur. Dört koca yıl serüveni de
bu şekilde kapanmış olur.
“Ya Rabbim bir gün oğlum Galip’i göreyim,
ondan gayri dileğim olmaz. Emanetini alırsın.” diyen Fatma Ana, terhis olmuş
oğlunu karşısında görünce “Duam kabul oldu.” diye şükürler ede dursun, Hasan
Efendi, Galip’in gelmesiyle fırsat bu fırsattır niyetiyle Fatma Anayı Çoruma
hastaneye götürür.
Doktorlar Lösemi teşhisi koyarlar. Fatma Ana
bu teşhisten birkaç gün sonra hakkın rahmetine kavuşur. Öleceği gün “Bugün
benim düğün günüm” diyerek ellerine kına dahi yaktırır. Galip’inin kayınpederi,
gelininin babası, kendisinin Derviş olarak Ali Haydar Ahıskalı’ya intisap
etmesine vesile olan komşuları Şeyh Mustafa Anaç Hazretlerini hastaneye
çağırtarak “Mustafa Efendi, bu gün ben vefat edeceğim. Tövbe istiğfar verdirir
misin?” diye ricada bulunur. Gereği yapıldıktan sonra Hak vaki olur.
Böyle genç Galip’in hayatında bir tel kopar,
ahenk geçicide olsa bozulur. Su akar menzilini bulur derler ya, bundan böyle
Galip Efendi için hayat örgüsü öyle oluşacak ki, açılmak için güneşi bekleyen
çiçek gibi, bin bir türlü sancılı hayat, oradan oraya savrulacaktır. En sessiz,
tıpkı bir defter sayfası gibi dümdüz görünüm oluşturan denizlerin, bu hale
gelmeden önce, gök kubbeyi yıkarcasına oluşturdukları dalgalar gibi.
Rabbani tasarruf, onun bu yolculuğunda
çekim alanına doğru yol kat etmesini sağlayacaktır, sessizce ve derinden. Çünkü
bu ayrılık, kanatlı bir özgürlük duygusu düşürür Galip Efendi’nin ruhuna. Bütün
maharetlerini bir tarafa iterek tekrardan eski işi olan mobilyacılığa döner.
Artık kendisi de üç kızıyla beraber büyük bir
ailedir. Müstakilleşmek gerekir. Kendi kararını alacak olgunlukta bir esnaftır
o artık. Şahsına ait açmış olduğu mobilya imalatında para da kazanmaya başlar.
Böylece mobilyacılık alanında aranılan bir usta olur. Bir başkasının uzun
zamanda almış olduğu yolu, o çok kısa sürede kat eder. Zekâ ve hafıza. Bu
servet ondan vardır. Fakat yol da vardır. Mekân değiştirme de vardır.
Sebepsiz kuş uçmazmış derler ya, iyi bir iş
teklifi alır Çankırı’da. İşin hacmi çok büyük olduğundan, “Bu böyle olmayacak,
en iyisi atölyemi Çankırı’ya taşımalıyım” düşüncesiyle ön görüşme yapmak için
oraya gider ve bir iki haftada gereken altyapıyı kurar ve atölyesiyle beraber
tası tarağı da toplayarak bu beldeye intikal eder.
Henüz Çorum’dayken almış olduğu işe
ilaveten, daha fazla olan talepleri zar zor ulaştırmaya başlar. Çok çalışır,
çok para kazanır. Galip Efendi, atölyenin kapasitesini büyüterek hizmet vermeye
uzun müddet devam eder. Çankırı da sevilen esnaf olur. Eş dost, para pul, aile
saadeti, üstelik üç kıza ilaveten dördüncü kız evladı da aileye katılmıştır.
Fakat bir şeyin eksikliğinin verdiği iç
huzurun olmayışı, her başını yastığa koyduğunda ne kadar yorgun ve bedenen
sağlıklı olursa olsun, saatlerce kıvrandırır onu. Sağlıklı bir uyku uyuması zor
Galip Efendi için. Zaman zaman iş yerine gelen esnaf arkadaşlarıyla veya
müşterileriyle dini sohbetlerle memleket meseleleri de görüşülür.
Milli Şef dönemi olduğu için, Devlet
denen aygıtın merkezde estirdiği rüzgârın etkisiyle oluşan, fikri ve manevi
algı Galip Efendiyi rahatsız eder. Pek o tür sohbetlerden hoşlanır görünmez.
Ancak o, işiyle iştigal etmekten hoşlandığı için sohbeti mesleğe getirerek
ortamın insicamını bozar.
Özellikle esnaf arkadaşları, Galip
Efendiye “Senin işin gücün bizden iyi, bizden de çok öte iyi bir ustasın. Dost
sözü olarak bilesin Galip Efendi, sen çok daha iyi, çok daha büyük yerlerde
tezgâhını açmalısın. Çankırı’nın potansiyeli ne ola ki, yerinde olsam Ankara’ya
akşamdan sabah varırdım.” gibi telkinlerde bulunurlar.
Galip Efendi’nin “Yapmayın arkadaşlar,
sizler mutlaka benim iyiliğim için bunları söylersiniz, velakin bir yerden bir
başka yere bizim gibi esnafların taşınması bu kadar kolay mı?” diye mukabele etse
de akşam yastığa başını koyduğunda “Neden olmasın. Belki de iç huzura
kavuşurum. Mekân değişikliğiyle yeni ortamlara nüfuz ederim. Üstelik Başkent
buraya bir taş atımlık mesafede. Çankırı oraya bakarak bir köy durumunda
olmalıdır. Hesabımı kitabımı iyi yapmalıyım.” gibi insani yorumlar yaparak
hikmete doğru hazırlanır.
Galip Efendi’nin Ankara’ya itilmesinin alt
yapısını oluşturan arkadaşları mananın tecelliyatına, büyük buluşmaya hizmet
etmiş otomatik hücreler gibi vazifelerini yaptıklarının idrakinde olmaları
elbette beklenemez.
Sene 1950’ler de, memlekette önemli siyasi
gelişmeler var. Milli şef İnönü uzun dönem iktidar olduğu için halkın gözünden
düşmüştür. Çok partili döneme adım atılan ülkede, halkın nazarında Menderes
kurtarıcı bir lider olarak görülür. Henüz işin başında ama hissedilen
gelişmeler hayat buluyor. Halk kendine güveniyor. İbadet hayatı daha da
özgürleşmiş. Türkçe okunan ezan orijinal haline getirilmiş. Kısaca Devlet
halkıyla barışacak bir takım adımlar atarak, kendini sevdirmeye çalışmaktadır.
Bu normalleşme ve öz güven, hayatın her alanını kapsamaktadır. Sanki ülkenin
üzerine yeni bir güneş doğmuş gibi bir şey bu.
Böyle bir siyasi ortamda gönlünden Ankara
geçenlere, Ankara zemin hazırlamaktadır. Daha önceleri birkaç defa gelerek
mobilyacılar sitesine ve bu site hayatına göz atan Galip Efendi, son gelişinde
kesin verilmiş hüküm doğrultusunda, atölyesini kuracağı, merkezi bir yer olarak
Akköprü’yü tercih eder. Böylece ilk esnaflığa bir müddet bu civarındaki
mobilyacılar sitesinde başlar. İş hayatı bu semtte uzun sürmez. Kısa bir süre
sonra uzun müddet iş yeri olarak kullanacağı yere gelir. Burası daha merkezi
bir yerdir. Denizciler semti Pala sokakta mesleğini icra etmeye devam eder.
Kısa sürede itimat ve güven kazanır. İşi gücü yerinde olup birden çok kişiye de
iş verecek duruma gelir.
Yan taraflarındaki iş yerlerinden biri
boş, diğerinden de Artin Efendi adıyla tanınan esnaf bir komşusu vardır. Artin
Efendi İsevi’dir. Diğer Muhammedi komşuları Artin ile şekli olarak iyi
geçinirler velakin ardından “Pis gavur” gibi ezici ve üzücü ifadeleri
fütursuzca sarf ederler. Ama Artin Efendi son derece iş namusuna sahip, yalanı
dolanı olmayan mütevazı biridir. Samimi de İsevi’dir. Bir aşk derecesinde İsa
Efendimize bağlı görünümü ile dindarlığı tartışılmaz. Galip Efendi ile de
muhabbetleri iyidir.
Takdirini kazanmış olmalı ki; bir sabah
“Şöyle bir demli çayımızı içmez misin Artin Efendi” diyerek sehpayı gösterir
Galip Efendi. Artin Efendi Allah’tan ararmışçasına teklifi kabul edip
gösterilen iskembeye oturur. Çaylar içilirken Galip Efendi;
“Çok dürüst, son derece iyi ve kendi
Şeriatına da bağlı birisin Artin Efendi. Kusura bakma ama bana göre tek bir
eksikliğin var. O da şehadet getirerek Müslüman olman. Bu kadar zor mu Müslüman
olmak? Sen zaten tıpkı bir Müslüman
gibisin. Ve çok da iyi bir Müslüman gibi yaşıyorsun. Allah var, şu Pala
sokaktaki Müslümanım diyenin çoğundan Müslümansın” gibi nazikçe davetine Artin
Efendi; “Çok iyi, çok hoş, çok güzel dersin Galip Efendi. Şu sokakta gördüğümüz
Müslüman geçinenler gibi Müslüman olmaya zül kabul ederim. Senin gibi de
Müslüman olamam. Çünkü senin işine ve Müslümanlığına hayranım. Ancak beni sen
anlarsın Galip Efendi.
Demem o ki; Sizin Peygamberinizi de severim.
O’na inanırım da, velakin inandığım Allah’a yemin olsun ki, iki kalbim olsaydı
birini de Muhammed’e verir ve onu Muhammed’in sevgisiyle doldururdum. Kalbim
tek olduğu için, İsa’nın aşkı orayı doldurmuş. O da sizin kitabınızda
bahsedildiği gibi büyük bir Peygamberdir. Beni en iyi sen anlarsın Galip Efendi
dememin sebebi işte budur” diyerek sohbete ara verip işlerinin başına dönerler.
Artin Efendi bu ifadeden sonra
rahatlamıştır ama Galip Efendi pek öyle gözükmez. Artin Efendi’nin saygınlığı
nezdinde daha da artmıştır.
Galip Efendi bundan böyle Ankaralıdır.
Çankırı Ankara’ya göre hakikaten köymüş. Çankırı bundan sonra Onun hayatında
sadece anılarda kalınan bir yer olarak bilinecektir. İş hacmi, insan kalitesi,
çok farklı. Galip Efendi gibi de bir usta pek bulunur değil hani.
Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra
Ulemalar’ la yaptığı toplantıdan sonra onlardan biri “Sultanım, ‘Fethi Mübin’
bizim dualarımız olmasaydı kolay kolay müesser olamazdı” diye başlayan sözleri
üzerine Fatih Sultan Mehmet “Doğrusunuz, Allah sizlerin himmetlerinin
katkısıyla fethi nasip etti. Ama (kılıcının üzerine elini koyarak) bunun da
hakkını unutmayınız hocam” diyerek verilen ders gibi… Ankara büyük, Ankara’da
iş hacmi ve işçilik kaliteli, velev ki Galip Efendinin de ustalığı ve esnaf ahlakı
unutulmamalıdır.
Galip Efendi bir sabah iş yerine geldiği
vakit, aylardır boş duran hemen yanı
başındaki dükkânın kiraya verildiğini görür. Biraz merakla içeri göz
gezdirince, hazır yapılmış birkaç çift ayakkabı ile ayakkabı imalatında
kullanılan alet ve adavetleri görür. “Yeni bir komşumuz olmuştur” der kendi
kendine. Farkında olmadan birden bire garip bir psikolojik halede girer.
Tecessüs belirir. Sanki olağanüstü bir şey yaşamış gibi etkilenir. “Boş kalacak
değildi ya, elbette birileri gelip çoluğunun çocuğunun rızkını çıkaracaklar”
diyerek işinin başına döner.
Pala sokakta ki iş yerinin hemen
üzerindedir evi. Dört kızına ilaveten beşinci çocukta beklenmektedir. Fatma
Hanım, itikadı sağlam bir Hanımdır ama yine de “Keşke bir oğlum olsa “ diyerek
iç geçirir. Böyle bir düşüncenin esiri olmadan yapılan talebin masumiyetini
bilir Fatma Hanım. Koskoca bir mana erinin kızıdır o. İlahi tavassuta ram olma
feraseti onda vardır. Öyle de olsa kadındır. Kadınca taleplerinin içinde hep
vardır bir erkek evlat. En azından çeşitliliğin bir nimet olduğunu, bunun da
yaratılış kanunu olduğunu bilir. Çünkü Allah çeşitliliği sever. Öyle olmasaydı
her birinin amacı farklı, bunca canlı cansız varlık olur muydu?
Galip Efendi eşinin her doğumundan önce
ona yardım etmek için atölye işlerinde fırsatlar oluşturur. Hanımına mutfak
başta olmak üzere hiçbir yardımını esirgemez. Kazak erkek anlayışı yoktur bu
hanede. Karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan birbirlerinin sınırlarını
zorlamadan işlerlik kazandırdıkları kurum. En iyi yaptığı yemek balık mamulleri
olurmuş. Palamut pilakisinin yanında yeşil soğanlı zeytinyağlı yumurta
salatasını pek güzel yaparmış. Üstelik kendisi de bu yemeklere bayılırmış.
Yine böyle vazifelerini aksatmadan
yüksünmeden devam ederken beşinci misafir de kız çocuğu olarak haneye teşrif
eder. Aysema, Ülker, Rabia, Suna ve Meral. Aysema en büyükleri olduğu için eli
işe erişince, Dedesi Anaç Hazretleri ile beraber Anneannesini yalnız ve hizmete
ihtiyaçları olur düşüncesi ile onların yanına Çorum’a gönderilir.
Bakalım Galip Efendi’ye Allah daha ne canlar
verecektir. Pala sokakta ayakkabıcılık ile uğraşmak maksadıyla tutulduğu
intibaı oluşan dükkânda, maksadına uygun faaliyetin olmaması, diğer komşu
esnafında dikkatini çektiği gibi, Galip Efendi de bu kiralanan yer için “Allah
Allah bunca güzel bir yer, bunca bedeli ödenerek kiralanan dükkân, neden
çalıştırılmaz? Neden bu güzelim iş yerinde bir şeyler üretilmez? Ya bu insanlar
delidir ya da vardır elbet bir bildikleri. Baksana beş altı aydır tık yok.
Ancak, her vakit sonunda bazı kişilerce sohbet edilip çay içilecek mekân olmasa
gerek.” diyerek sessizce söylenmez de değil.
Giren çıkan insanların güven verici nurani
taraflarını görür de ona göre de “Bekle gör, ne çıkacak altında” diye düşünür.
Selam Aleykümselam haricinde birbirleriyle ilişkileri ileriye de gitmez.
***
Mustafa Yardımedici manasında, şekli
şemalı, işi gücü ve mekânı bildirilen “Er kişi” yi bildiği halde zahiren de
aramaktan geri durmaz. Hatta birinde “Oğlum Şerafettin, senin cemaatinde
Çorumlu marangoz Galip usta adında biri var mı? Ben onu arıyorum. Bulursan beni
irtibatlandır” diye tembih de eder. Kendisinin bir emanetçi olduğunun
farkındadır Mustafa Efendi. Onun içindir ki Ankara’ya savrulmuştur. Onun
“Dönemeç”de vuslata erişeceği mekândır Ankara. Böyle bir gizemli göreve memurdur O. Kendisi
de sabırsızlanmaktadır. Tıpkı veli ahtı gibi. Bir an önce yükümü yüküne katsam
gayreti bu.
Günü saati ne zaman bilinmez. Hâlbuki
kendisi Efendisinin dizinin dibinde, gözünün önünde bu evreleri yaşamıştır amma
bu başka herhalde. Rabbani tecelliyeydi ki çeşitlilik nasıl ve ne zaman zuhur
edeceği bilinmez. Tıpkı Ahmet Yesevi olarak bilinen mutasavvıfa henüz doğmadan,
üç dört yüzyıl önceden bir işaretle uygun görülen vazife.
Denilir ki;
Peygamber Efendimizin, bir sabah namazı
bitiminde, halaka halinde otururlarken, Cibril Aleyhiselam olduğunu yalnız
kendisinin bildiği Melek tarafından, sahabe sayısınca, cennetten getirilmiş hurma
sunulur. Her bir hurma, bir sahabeye aittir. Ama ikram edilen tabakta bir adet
sahibi olmayan hurma kalır. Efendimiz bu artan hurmanın, kendilerinden çok
sonraları, bu günkü Türkistan’ın Yesi şehrinden dünyaya gelecek olan Ahmet
isminde birinin nasibi olduğunu söyler.
Merak edilir, burada ne işi var bu nimetin
diye. Efendimiz “Bu hurmayı sahibine ulaştıracak bir gönüllü var mı” deyince
çok bilinmeyen problemle karşı karşıya kalan sahabeden hiç ses çıkmaz.
Sahabe içerisinde Aslan Baba olarak bilinen
biri içinde; “O bölgelerin insanıyım. Çocukluğum ve delikanlılığım hep o
bölgede geçti. Üstelik Yesi şehrini de iyi bilirim. Keşke bu emaneti sahibine
ulaştırma görevi bana nasip olsa” gibi hayallere kapıldığı an, Efendimiz;
“Yaklaş Aslan Baba, bu emaneti sahibine
ancak sen ulaştırırsın” diyerek yanına çağırır. Hurmayı tükrükleyerek “Aç
ağzını” deyince, ağzını açan Aslan Baba’nın avurduna yerleştirir. Aslan Baba
gönlünden geçirdiği gerçekleşince bu defa da bencil davrandığı için mahcup
olur. Bu mahcubiyetle “Efendim nasıl bulacağım” sorusunu sorar. Efendimiz
“Merak etme zamanı geldiği vakit o seni bulur. Yeter ki sen onun coğrafyasına
vaktinde var” önerisiyle mesele kapanır.
Bilenler bilir ki;
Bu mucizevi olaya taşıyıcılıkla görevli
kılınan Aslan Baba, çok uzun yaşamış bir sahabedir. Gel zaman git zaman, bir
işaretle Aslan Baba zamanın geldiğini düşünerek, aylarca yol aldıktan sonra bir
Pazar günü Yesi şehrinde bulur kendini. İnsanlar alışveriş yapmaktadır. Aslan
Baba pazar yerinin girişinde bir duvara yaslanıp ümitsizlikle “Şimdi nasıl
bulacağım bu çocuğu” diyerek sıkıntı yapmaktayken “O seni bulur” sözü şimşek
gibi gelir aklına ve rahatlar biraz. Bunun üzerine kısa bir süre geçer ki bir
ses mesafesi uzakta, kendine doğru gelen bir çocuğun yüksek sesle “Aslan Baba,
Aslan Baba emanetini istiyorum” dediğini işitince secdeye kapanarak şükreder.
Yükün sahibi olan Ahmet, adını da bahşedince
o tarihten sonra ölünceye kadar, sonradan Piri Türkistan da olarak bilinen
Ahmet Yesevi’nin Hocası olur.
Mana
bu…
Mustafa Efendi bu hallerde Galip Efendi
ile vuslatı bekleye dursun, Galip Efendi de benzeri haller taa Çorum’da
başlamıştır. Anlam veremediği huzursuzluk. Bir manevi boşluk. Bu anlamda
yapılan ibadetlerden fazla zevk alınamayan sarhoş bir görünüm hat safhadadır.
Geçimi ve aile saadeti son dere iyi olan
Galip Efendi, ne gündüz beş vakit kıldığı namazda, ne de geceleri yaptığı
nafile ibadetlerde huzur bulamaz. Tasavvufi kültürü son derece yüksek bir
aileden gelmiş olması, dertlerine çare olabilecek kişiye olan beklentisini
arttırır. Hâlbuki ailesinde Kara Şeyh namıyla bilinen Ulu bir zatın yanında,
amcası Şeyh Hacı Bekir Kuşçuoğlu’na ilaveten Şeyh Ali Haydar Ahıskalı’yı ve
onun Halifesi, üstelik aynı yastığa baş koyduğu hanımının babası Şeyh Mustafa
Anaç Hazretleri kendisine bir nefes kadar yakınken, manevi buhranına ilaç
olamayışları zahiren garipsenecek durumdur.
Her işin bir sınırı vardır. O sınır
aşılırsa sonunun nereye varılacağı bilinmez. Bu sınır çoğu zaman süfli
sebeplerden ihlal edilir. Bu durumda ahiri berbat olur insanın. Nefis ve
ihtiraslara şeytanın mesaisi de eklenince huzursuzluk hat safhaya yükselir.
Galip Efendi de aylardır zuhur eden manevi
buhran, iç huzursuzluğu onun o gece “Dayanamıyorum yeter artık, ya ilacımı
gönder ya da al canımı” diyerek secdeye kapanıp saatlerce ağlaması, sınırı
aşmak olarak algılanır ki sonucunun “Ohh” dedirtecek hayırlara vesile
olabileceğini bilemezdi. Onun o isyan hali aşk üzere olduğu için merhamet
melekleri o gece saf saf Galip Efendiyi kuşatmış olmalılar. Çünkü öyle bir ruh haliyle, öyle bir mana diliyle Rabbine müracaat
etmiştir ki zamanın sarhoş olmaması mümkün mü.?
Kendinden geçmiş olarak secdeden başını
kaldırır. Güne güneşle doğduğunu görür. Nispeten rahatlamış haliyle Fatma
Hanımın hazırlamış olduğu kahvaltıya oturur. İşe giderken daha pratik, daha
kavi, daha istekli olduğunu hissederek “Hayırdır inşallah, bugün bir şeylere
gebe” diye söylenerek işçilerinden önce dükkânını açar.
Kısa bir süre geçmişken, iş yerinin giriş
kapısının gıcırdamasını “İşçilerden birileri gelmiştir herhalde” düşüncesiyle
başını kaldırıp da içeri girenlere bakmayan Galip Efendi, gür bir sesin “Galip
evladım, destur var mı ben geldim” uyarısıyla başını kaldıran Galip Efendi,
aylardır yalnız selamlaşmaktan başka tanışmışlığı olmayan, herhangi bir
alışverişi bulunmayan, hemen yanı başındaki ayakkabı dükkânını kiralayan
adamın, elinde Kuran ile girerek konuşmasına;
“Evladım Galip usta, ben senin için taa
Maraş’tan geldim. Gün bugün, an bu anmış. Senin aradığın bendedir evladım.
Ankara’ya geldiğim günden beri seni bilirim ama yine de hep seni ararım. Sen
bana yıllar öncesinde gösterilen ‘Er’ kişisin. Nihayet kavuştuk. Aşık, aşıkla
vuslata varınca birisi maşuk olur. Bundan böyle emanetini benden bil” gibi
sözlerine ilaveten Galip Efendinin dertlerine merhem olacak daha neler denmez
ki.
Galip Efendi’nin o andan itibaren âdete
şavkı atar. Manevi buhranları, neşter atılmış cerrahlık yara gibi vuzuha
kavuşur. Efendisine kavuşur. Yıllardır çektiği ıstıraplar son bulur. Sanki yeni
doğmuş insan gibidir. Her şeye tozpembe bakan, o gözle sema vatı tespih eden. O
idrakle “Buldum buldum ballarım yağma olsun” diyen Yunus’u hatırlatan Galip
Efendi, ne kadar şükürler etse azdır Yaratanına.
Keşke bütün sınırların zorlanması, netice
itibariyle böyle olsa. Sonunda merhamet dalgalarının cisim cisim, mahlûkatı
kaplayacağına vesile teşkil eden sınırı aşma…
Mustafa Efendi “Evladım bundan böyle
irtibatı kopartmadan senin eğitimin için uğraşacağım. Beni mahcup etmek manayı
mahcup etmekle aynı değerdir bilesin” diyerek görüntü itibariyle halden hale
geçen Galip Efendinin ayakları yere basıp kendine gelince oradan ayrılır.
Giderken ardın sıra büyük bir nezaketle Efendisini takip eden Galip Efendiye
“Evladım daha çok görüşeceğiz, ben buralardayım. Takibi bırak da işinin başına
dön” uyarısıyla, gerisin geri yavaş adımlarla ofisine gelir.
Bir kahraman edasıyla uğrunda verilen
bunca savaşın lehine sonuçlanan bir insan haleti ruh iyesiyle işinden evine
gitmeye hazırlanır. Çünkü o gecenin sabahında secdenin başındaki manevi
çığlığa, tek şahit evdeşidir. Geceleri mısır patlatılmış bir hal gibi, bir
türlü sağlıklı uyuyamayan, dolayısıyla evdeşini de uyutmayan Galip Efendi’nin
bu sıkıntısına şifa bulma müjdesini, ilk duyanda o olmalıdır.
Galip Efendi hep tevekkül etmiştir.
Tevekkülün manası vekil tutma, bel bağlama veya intisap etme anlamına gelen
dini bir terimdir. Bir iş için sebeplere dayandıktan sonra Yaradan’a bel
bağlayıp itimat etmek ve ondan başkasına kalbin kapılarını bütünüyle kapatıp,
işin sonunda ondan gelene rıza ve teslimiyet göstermek demektir. Buna bedenin
kulluğu, kalbin ise ilahi sevgiye kilitlenmesi denebilir. İnsan ruhu, ilahi
kudretin sonsuz desteği ile kazandığı moral gücünün doruk noktasına, tevekkül
ile ulaşabilir. İnsan yaratılış icabı aciz olup, bela ve musibetlere maruz
kalabilir.
Bu noktadaki tevekkül, boş ve anlamsız güven
değil, sistemli ve dikkatli bir gayrettir. Tevekkül eden bir kişinin mükâfatı
iç huzura kavuşmak ve Yaradan’ının yardımına mazhar olmaktır denilebilir. “O
insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayeti, Galip Efendi’nin
durumunu ne güzel açıklamaktadır.
Bölüm 4
Kalbi gözyaşıyla suladığın
zaman yaptığın duayı Kâinat bilir. Bu yaşa kıyamayanlara aşk yolunda sefer
haram kılınmıştır.
Hacı Galip Kuşçuoğlu
Dönemeçte vuslat:
“Allah için kalbi gözyaşlarıyla
suladığın zaman müracaatını tüm dünya bilir” Evet bütün kâinat bilir de Mustafa
Yardımedici bilmez mi. Vuslat, vuzuha kavuşmuştur nihayet. Bundan gayrı Galip
Efendi o izi takip edecek, Mustafa Efendinin gözü her zaman onun üzerinde
olacaktır. Yeri ve zamanı gelmeden yükseklerde kopan bir taş parçasının,
ortalığı toz dumana katarak, tabandaki kendisine tapulanmış deliği kapatmaması
mümkün mü?
Evet, her şeyin bir zamanı bir oluş şekli
vardır. Dalından kopan bir yaprağın akıbetini tayin eden bir irade nasıl
tesadüf olur. Bir işaret üzere taa Maraş’tan çıkılan yolculuktaki yol, bin bir
zorluklar aşarak Çorumdan gelen yolla dönemeçte vuslata ermesi, şeksiz şüphesiz
o iradenin eseri olmalıdır.
Manevi sözleşmenin olduğu günden itibaren
Galip Efendi, Efendisinin beş vakit namazlarını eda ettiği İbadullah Camisini
boş bırakmaz. Efendisinin sohbetlerine iştirak ederek onun birinci derece yakın
arkadaşları arasına girer. İşlerinin yoğun olduğu zamanda dahi, çekim alanında
olma iştiyakı ona zaman buldurur. Mustafa Efendi;
“Nerede kaldı Galip oğlumuz biraz daha
bekleyelim” gibi meclislerde hep bu lafa benzer sözler ederek gözleri onu arar.
Yeri, gittikçe önemsenen Galip Efendi de bu durumun farkında olarak hata
yapmamaya gayret eder. Verilen dersleri aksatmadan, bir su içer gibi şifasını
hissederek yapmaya gayret eder. Zevk alır bu durumdan. İster ki her an onunla,
onun meclisinde olsun.
Huzurunda bulunduğu bir gün “Efendim sizinle
buluşunca bütün yorgunluğumdan ari oluyorum. Yanınızdan hiç ayrılmak
istemiyorum” diyerek duygularını ifade eder. O akşam sohbetten sonra Mustafa
Efendi;
“Yarın akşam namazını Hacı Bayram da
kılacağız. Bilahare bir arkadaşımızın evinde vereceği ikramda buluşacağız, onun
için namazda mülaki olalım” der. Bir gün sonra akşam ezanına ramak kala iki
müşterisi, sipariş ettikleri mobilya işinin nasıl gittiğini görmek üzere Galip
Efendinin ofisine gelirler. Galip Efendi tam çıkmak üzereyken gelen
müşterilerine ilgi ve iltifatın yanında mecburen ikramda da bulunur. Müşteriler
Devlet ricalinden olduğu için, hatırları sayılır cinstendir. Derken akşam vakti
girmiştir. Müşteriler halen kahvenin biraz soğumasını bekliyor, Galip Efendi
çaktırmıyor ama tiken üzerinde. Nihayet kahveleri biter. Gerekli önerilerde
bulunduktan sonra çıkarlar.
Galip Efendi zevahiri kurtarma ümidiyle
müşterilerinin ardın sıra yıldırım gibi fırlar. “Gayri namaz vakti geçmiştir.
Gideceğim yerin adresini de bilmiyorum. İnşallah cemaatten birilerini bulur da
en azından adresi alır giderim.” Niyetiyle doğru adı verilen camiye seğirtir.
Kapıdan içeri girer ama gördüklerini tanıyınca kii, Mustafa Efendi ve tanıdık
olan herkesin orada olduklarını fark edince, bir hoş olur.
Müezzinin gameti bitince, yanına usulce
yaklaşarak “Niçin geciktirdiniz namazı” sualine müezzin “Ne geciktirmesi Galip
usta, iki dakika erken bile okudum, gidilecek yere geç kalınmasın diye”
cevabını alır. Müezzin değil ama Galip Efendinin müşkülatına ve samimiyetine
karşı “Zamanın durdurulması” yaşatılır.
Galip Efendi kendi kendine “Sen samimi olmaya
bak Galip usta, Allah isterse böyle zamanı da durdurur, sırtını padişahlara da
kese yaptırır” gibi mırıldanırken zevkten de dört köşe olduğunu hisseder. Bu
hissiyatla davet edilen evdeki zikir halkasında Galip Usta’nın ‘lafzai
Celallerin’ lafzında, Mustafa Efendinin eliyle “Biraz aşağıdan al” dercesine,
ilaveten de gözleriyle Galip Efendinin uyarıldığı dahi olur. O zikirdeki tadın,
lezzetin, manevi ziyafetin feyzi halkadaki her bir ferdi sarmaz mı?
Günler ayları, aylar yılları takip eder.
Göz açıp kapayıncaya dek Galip Efendi, manevi makamları geçerek seyri sülükün
son aşamasına doğru samimiyetle yol alır. Mustafa Yardımedici Efendi de bu
gelişmeyi görüyor ama aceleci davranmaz. Bir manevi işaretle omuzundaki yükü
kaldırıp onun omuzuna yüklemek için, mananın tecellisini bekler. Bu alanda
usul, adap, yol, yöntem böyledir. İşaret fişeği atılmadan, siyasette olduğu
gibi “Ben yaptıysam demek ki öyle olması gerekiyormuş” gibi dil, burada olmaz.
İlla ki tecelliyat, olmazsa olmaz.
Sabırla koruk, helva olurmuş derler ya,
işte sabrın sonuna gelmiştir Mustafa Efendi. Hemen haber gönderir müstakbel
Halifesine. Haber ulaşır da Galip Efendi ulaşmaz mı? Mustafa Efendi;
“Evladım Galip Efendi, mübarek olsun yeni
vazifen. Bundan böyle sen yine benim evladımsın. Velev ki artık
müstakilleşmenin vakti gelmiştir. Allah’ında melaikeler ininde huzurunda
mananın tecelliyatına açıklıyorum. Evladım bundan böyle benim varisimsin. Senin
Halifeliğini vermeye, bunu yüzüne karşı söylemeye memur edildim. Hayırlı uğurlu
olsun evladım. Gel seni bu şevkle musafaa edeyim” diyerek ayağa kalkıp Galip
Efendinin alnından öper.
Sene 1956 mevsim yaz. Zuhur eden vuslat ve
ürünü… İkinci kozanın ‘uzlet’ten halfet’e seyir defterinin yazılmamış beyaz
sayfası. İlk beyaz sayfaya basılmış mühür “Şeyh Galip” Kadri-Rufai tarikatının
istikbale uçmaya açılmış ilk günü. Ama Efendisinin halen tasarrufu altındadır.
Bazen her sabah bazen de ara sıra Efendisi yanına gelerek;
“Yaz oğlum, mevcut dersine ilaveten, şunu
da, bunu da yaz. Dersinin çok ağır olduğunu biliyorum, ama yapılacak bir şey
yok. Böyle olması isteniyor. Benim bir ömrümde yüklenmiş olduğum ders, sana şu
kısacık zamanda veriliyor. Demek ki sen bu sıkleti kaldıracak babayiğitte
olmalısın. Bunun için şanslısın evladım” diyerek uzaklaşır. Bu yetmez, birde
Anaç Efendi “Yaz” diye ders vermek ister. Fatma Hanım babasına “Baba zaten dersi
çok ağır, birde sen…” diyerek Evdeşine acıdığı için babasını uyarır.
Veren de alanda memnun ve mutmain. Hele
yükü hafifleyen yok mu, bahçesine diktiği fidanın onlarca emek verilerek meyve
verecek hale gelmesine katkı sağladığı bahçıvan gibi “Elhamdülillah bu iş
buraya kadarmış” dedirten rahatlık. Ekin ve ürün. Ya ürün olmasaydı, ya meyve
vermeyen bir fidan olsaydı, yani kısır olsaydı… Ya bu yolun önü, istikameti
kapansaydı. O zaman kahrolurdu Mustafa Efendi. Bir düşünün, onca emek, onca
zaman harcanarak hedeflenenin aksine ziyanda olunacak. Şükür, sevinç bunun için
olmalıdır.
Bir iş çıkışında yorgun argın evinin
ziline dokunduğu an kapının kızı Aysema tarafından açıldığını gören Galip
Efendi gülümseyerek “ooo kızım gelmiş. Bende diyordum ki Fatma Hanım yerinden
doğrulacak, üstünü başını düzeltecek, ondan sonra pencereden zile dokunan
kişiye bakacak ve bilahare kapıyı açacak. Zaten yorgunum, o zaman bende
oturduğum merdiven başından zor kalkarım herhalde gibi düşünüyordum. Geldiğin
belli oldu kızım. Diğer kardeşlerine de anan kapıyı zor açtıracağından herhalde
sana sesi çıkmamıştır. Bundan böyle siz olmasanız bu kapılarda çok bekleriz
herhalde” diyerek öpülen elin ardında muhabbet edilerek içeri girilir.
Aysema kayınpederi Şeyh Mustafa Anaç’ın
yanında yetiştiği için, onun yanındayken de Çorum da ikamet eden bir er kişi
ile evlidir. Galip Efendi damadının da içeride olacağı zannıyla evin salonuna
geçer kii kayınpeder Anaç Hazretleri ile karşılaşır. Sürpriz olmuştur onun
için. Zira uzun zamandır yan yana gelememektedirler. Yemekler yenilir içilir ve
muhabbete geçilir. Yedi tarikattan icazetli olduğu için Anaç Hazretleri,
yolunun varisinin olmadığını bu anlamda manada hiçbir işaretin görünmediğinden
bahsederek “Bizimle bu iş kapanacak” endişesiyle üzüntülü görünür.
Üstelik Galip Efendinin seyrini kendisi
daha eve gelmeden kızı Fatma’dan işitmesi, Galip Efendi’nin Şeyh’inden
bahsetmeden “Efendinle yarın tanışalım” talimatına “İnşallah baba” karşılığı
ile sohbet noktalanır. Şeyh Anaç kendi dergâhında damadı Galip Efendi gibi
kemalata ermiş birileri gözünün önünden geçer. “Toprak çorak, elle ham bu yol
çıkmaz sokak. Keşke Galip benim Dervişim olsaydı” diyerek iç geçirir.
O gün öğle namazında İbadullah Camisinde
Şeyh Anaç ve Şeyh Mustafa Efendiler tanışırlar. Sık sık buluşalım temennileri
ile cami çıkışı Mustafa Efendinin dükkânına gelirler. Tanıdık bütün simada
oradadır. Kurra Hafız, Hüseyin Kara, Yuvalı Hatip Hoca ve cemaatten birçok
kişi. Galip Efendi büyük bir zevkle bu insanların karnını doyurur. Çaylara
geçilmeden muhabbete başlanır. Şeyh Anaç Hazretleri bu ortamı çok sevdiği için,
uzun bir müddet Çorum’a dönmez. Dönse bile Ankara ikinci bir Çorum gibi
kabullenilerek sık sık damadının çevresinde bulunmayı kızına ve torunlarına
yakın olmayı arzular. Damat kendisinin ya, onu birazda Efendisine karşı
kıskançlığa benzer hallere de girer zaman zaman.
Çocukları, bu günün yetişkinleri olduğu
için ev ve mutfak işlerinde hanımı Fatma’ya yardımcı olma görevlerini
üstlenmişlerdir. Galip Efendi altıncı çocuğuna gebe olan eşine bu alanda
yardımcı olmayı gereksiz görmektedir. Çünkü bu boşluk çocukları tarafından
fazlasıyla yerine getirildiği için ona ihtiyaç duyulmaz. İşlerin sıklığı ve
yapılan siparişlerin zamanında teslimatı dışında bundan böyle zikir
halakalarının idaresi de ona verilir.
Çok yoğundur Galip Efendi, çok da bereketlidir maşallah. İşi, aşı, bunlara
bağlı olarak da çocuk artışı…
Nihayet altıncı çocuk, dünyaya beş kızdan
sonra teşrif eden bir erkek… Bu zevkte tattırılır Galip Efendiye. Fatma Hanım
mutlu, kız kardeşler sevinçli ve Galip Efendi umutlu. Ne mutlu bu çocuklara ki
Şeyh dedeleri var ve Şeyh babaları var. Böyle bir saadet, böyle bir kısmet,
böyle bir nimeti bilenler nasıl kıskanmaz ki…
Birkaç gün geçer, çocuğa adı verilecektir.
Galip Efendiye zaten manasında erkek bir evladının olacağı işareti verilmiştir
bile. Gavs’ul Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri, kucağında yeni doğmuş bir
çocuk olduğu halde yanına gelerek, bu çocuğu kucağına bırakır. Onun içindir ki
pek sürpriz olmaz. O halde onun ismi konmalıdır diye niyet eder.
Galip Efendinin niyeti böyle
ama Şeyh Babalarda evde hazır. Mustafa Efendi sağ kulağına ezan okuduktan sonra
“Senin adın Abdulkadir, senin adın Abdulkadir, senin adın Abdulkadir” diye üç
defa seslendikten sonra Galip Efendi Rahatlar. Sıra öbür kulağa verilmesi
gereken gamete gelinir. Şeyh Anaç kucağındaki torununun sol kulağına gamet
getirdikten sonra, oda “Abdulkadir, Abdulkadir, Abdulkadir” diye seslenerek
duasını yaptırır.
Galip Efendi’ye Rabbı bir erkek evlat
vermiştir de ona yolunun, Pirinin adı verilmez mi? Abdulkadir’in doğumundan
sonra evin beti bereketi, gerek maddi gerekse manevi olarak daha da artacaktır.
Kayınpeder Şeyh Anaç Hazretleri Ankara’ya
çok ısındığı için ara sıra Çorum’a gider olmuştur. Bir garip ümitsizliğe
düştüğünden dolayı zorunlu haller dışında Ankara’yı mesken tutar. Mustafa Efendi ile sık sık görüşür. Damadı
Galip Efendi ve ailesi üzerindeki Mustafa Efendi’nin tasarrufuna, zaman zaman
müdahale eder. Bundan dolayıdır ki çekim alanında çizgilerin karıştığı veya
çatıştığı da görülür.
Mustafa Yardımedici Efendiden Kadri-Rufai,
Anaç Efendiden de Rufai icazeti alan Galip Efendi, iki mimar arasında kalan
usta bir siyasetçi rolünü ister istemez oynamak zorundadır. Birkaç ay sonra
Fatma Hanım, Abdulkadir’in sünnet olma durumunu aile ortamında dile getirir.
Yakın çevresinde veya eş dost arasında ballandırılarak anlatılan sünnet
merasimini Fatma Hanım da kendi çocuğunda görmek istediği için heyecanlıdır.
Sırası değil, uygun zamanı kollayalım veya çocuk daha çok küçük kendi sünnet
düğününü hatırlayacak yaşa gelsin gibi laflar, altı delik kaba konmuş su gibi
gelir geçer.
Bir kere dillenmeye görsün, hele de evin
hanımının taraf olduğu olayda, biran önce karşı bahaneler üretilerek istenilen
olmaz mı? Sünnete karar verilir, verilmesine de bu defa hangi yöntemle
yapılacağı hususu Şeyh Anaç dede ile Şeyh Mustafa dede arasında tatlı bir
çekişme olur. Anaç Efendi torununun sünneti zikirle olsun, Mustafa Efendi ise
mevlütlü olsun isterler. Galip Efendi orta yolu bulmakta mahir olduğu için, iki
tarafı da incitmeden iki tarafında mutmain oldukları yol üzere Abdulkadir’in
sünneti gerçekleşir.
Şeyh Anaç, çoğu zaman iç geçirir de manayı
sorgulamanın hadsizliğini bilir. İster ki Galip Efendi Halifesi olsun. Hadi
Galip Efendiyi mana Yardımedici’ye Halife etmiştir, Anaç Efendinin dergâhından
neden ses yok. Mana suskun, yoksa yedi tarikattan icazetli Anaç Hazretlerinin
dergâhı kapanacak mıdır? Ümit Allah’tan kesilmez ama Şeyh Anaç’ın derin derin
nefes alarak hayıflanması bu korkudandır. Kendisi de bunu bilir ve kabullenir.
Şayet Halife işaret edilseydi şimdiye kadar çoktan hissettirilirdi. Galip
Efendiye düşkünlüğü de bundandır.
Mustafa Efendiyi tanıdıktan sonra “Haza
şeyh’dir” sözlerinin ağzından çok çıktığı vakıadır. Ölene kadar da Mustafa
Efendiye rağmen tasarruf etmekten vazgeçmemiştir. Bu duruma vakıf olan Galip
Efendi sohbetlerinde “Bir dervişin, bir Şeyhi, bir Efendisi olur. Lakin birden
çok kişiyle terbiye edilmesi normal, sakıncalı bir durum arz etmez. Bu durum
manaya ters düşmez” gibi ifadeleri çok kullanır.
Benzeri davranışlar insani zafiyetlerdir.
Sıradan bir vatandaşta olabileceği gibi ulu bir maneviyat erinden de olabilir.
Bu yolun yolcuları bunu bilirler ve fazla uzatmadan ana eksenden ayrılmazlar.
Mesela Mustafa Efendi’nin evindeki bir eşyanın yenilenmesi veya onarılması
hususunda, Galip Efendi’den talebi olduğu halde bu talebin gecikmesi durumu
karşısında, ziyaretine varanlara Galip Efendi’nin adını anarak hayıflanması,
insani bir durumdur. Efendisinin kendisine gönül koyduğunu anlayan Galip
Efendi’nin bu durum kulağına gelince “Ben onun gönlünü alırım, siz merak
etmeyin” gibi tavırları da fıtridir. Bu,
yoldaki işaret taşları için garipsenecek bir durum değildir.
Galip Efendi’nin manevi Efendisi,
yetiştiricisi Mustafa Efendi olmasına rağmen kayınpederi Anaç Efendi en az onun
kadar damadını korumakta ve kollamaktadır. Sene 1966 Çorum’dan haber gönderir.
“Şu, şu evrakları hazırlayıp göndersin, hacca gideceğiz” diyerek, Çorumdaki
müracaat işlemlerini yaptırır. Bundan dolayıdır ki kutsal topraklara ilk defa
ayak basarak Hacı Galip olmasına Anaç Efendi sebep olur.
***
Atölyesinde çalışmayı aşk mesafesinde seven
Galip Efendi, işi başından aşkın, ne kadar personelle takviye etse, yine de iş yetiştirmekte zorlanır. Bütün
siparişleri fifti fifti, yani son anında teslim eder. Sağlam ve dürüst bir
esnaf olduğu için, alakada ona göre olur. Yabancı şirketlerden birine geçmişte
yaptığı mobilyaya ilaveten yenilerinin yapımı taahhüdünü almıştır. Zamanında
teslim edeceğinden emindir. Mobilyanın kaplamasında kullanılan adına ninalyum
denilen parça haricindeki her iş tamamlanır. Ninalyum denilen kaplama maddesi
ithal mal olduğu için daha önceki teslimini yaptıkları siparişlerde piyasada
bol miktarda bulunduğundan sıkışacaklarını endişe etmez. İş bu kaplamaya
gelmiştir. Piyasa araştırması yapılır. Ankara’dan sonra İstanbul’a ekipler
giderek ararlar. Ancak aynı malın yerli cinsi için imalata hazırlık çalışması
olduğundan ithali yasaklanmıştır.
Oysa Galip Efendi’nin şart namesinde ninalyum
belirtildiğinden ötürü sipariş veren firma haklı olarak şartnameye uyulmasını
ister. İngilizcesi iyi olan bir Türk kökenli şirket tercümanı kanalıyla
sıkıntısını ne kadar anlatırsa anlatın, en başta Türk tercüman çok üzücü
ifadeler kullanarak kendi milletini küçük düşürmek için onlarla adeta yarışır.
“İşte biz böyleyiz, siz beceriksizsiniz. Söz
ve iş namusu bizim insanımızda yok. Bu insanları hep böyle kandırıyorsunuz”
gibi aşağılayıcı ifadelerine çok bozulan Galip Efendi der ki; “Şirketiniz
mümkünse bu malzemeyi Amerika’dan getirsin. Maliyeti ne ise biz çekelim”
ifadesi bile işin çözümünde bir mana teşkil etmez.
Oldukça üzgün ve çaresiz bir şekilde,
alternatif tedbirleri düşünerek iş yerine varmak için bir dolmuşa biner.
Gideceği yerle alakası olmayan bir durakta “İnecek var” diyerek dolmuştan iner.
Olduğu yerde;
“Allah Allah, ben bu durakta niye indim,
oysa daha çok yolum vardı, daha önce de bu durakta hiç inmedim ki alışkanlık
yapmış olayım” diye maluhulle ederek sağa sola bakarken, hemen dibinde durduğu
inşaat malzemeleri satan bir dükkânın önündeki kocaman balyalanmış ninalyum
kaplama malzemesini görür. “Her halde serap görmüyorum inşallah” diyerek yaklaşır
ve o malzemeye eliyle dokunur.
Büyük bir sevinçle dükkân sahibine “Bu
ninalyumlar satılık mı?” diye sorar. “Evet, be kuzum, satılık olmayan bir
malzemenin dükkânda ne işi var” cevabı
üzerine Galip Efendi mal bulmuş mağrip gibi rulo halinde sarmalanmış ninalyumu
açtırarak ölçtürür. “Aman Allah’ım, tam da ihtiyaç duyduğum kadar ninalyum, ne
bir santim fazla ne de bir santim noksan. Şükürler olsun ki müşteriye mahcup
olmaktan kurtulduk” diye sevinir.
Dükkân sahibine sorar “Bu malzeme ne
zamandır sizde.” Esnaf “ Evladım senden
kısa bir süre, yani önününüz sıra, bir vatandaş benim adıma şunu satar mısın
Efendi diyerek bırakıp gitti” cevabı Galip Efendi’yi nasıl mutlu etmez ki.
Kul daralmayınca Hızır yetişmezmiş. Galip
Efendi bu malın kimin gönderdiğini biliyordu. Onun için kendisine ait şu sözü
tekrar etmekten büyük keyif alır. “Kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman duanı
kâinat bilir.” Bilahare bütün personel
gerekli gayreti göstererek mobilyaları şartnamelere uygun hale getirilerek
alıcıya teslim edilir.
O akşam öyle bir gönül rahatlığıyla evinin
yolunu tutar ki sanki sırtında karlı dağlar kalkmış gibi hisseder kendini. Üç
beş kilo meyve ve sebzenin yanında Abdulkadir ve son kertiğimiz dediği kızı
Mürüvet’in çok sevdikleri çikolataları da almayı ihmal etmez. Eve varmaya az
bir mesafe kala tanıdık bir ses;
“Galip Efendi, Mustafa Efendi İbadullah
Camisinde, bütün ihvanla yatsı namazı kılacak, sen de hazır olacakmışsın”
haberini vererek geldiği istikamete geri döner. Eve gelince kapıyı Abdulkadir
açar. Ardında gölge gibi duran “Babam gelmiş, babam gelmiş” diye babasının
kucağına ağabeyinden fırsat bulup atlamak gibi bir hal içindeki küçük Mürüvet,
Galip Efendi’nin teslim ettiği iş dolayısıyla zaten mutlu olan dünyası, bu
çocukların melekçe cıvıldamaları, maneviyatına neler katmaz ki.
Allah ne verdiyse, çoluk çocuk, yemeklerin
yenmesinden sonra Galip Efendi “Hanım bana müsaade yatsıya ulaşmam lazım,
Efendim de orada olacakmış bilmiş ol” demesiyle evden çıkması bir olur.
Namazdan sonra yabancılar çıkınca Mustafa Efendi kendi dervişlerine “Şöyle
safları sıklaştırın evladım” ifadesiyle saflar sıklaşır. Vasiyet gibi olacak
konuşmasına başlar;
“Evlatlarım, gün geçtikçe sayımız artıyor.
Önceleri beş on kişiyle halaka kurarak anca zikir yapardık. Şimdi söylememe
gerek yok. Yalnız kendimize ait sabit bir mekândan mahrumuz. Ya
arkadaşlarımızın evlerinde veya anlayışlı İmam Efendilerin camilerinde halaka
kurmaktayız. Rabbime şükürler olsun, ileride bugün arzu edilen sistem kurulur,
yerimizde olur, yurdumuzda olur inşallah.
Söylemek istediğim bunlar değil. Bu dergâhın
Şeyhi, manevi yetkilisi olarak derim ki; önümüzdeki ayın sonuna doğru kutsal
mekâna hac farizasını ifa etmek için, nasip olursa gideceğim. Bizim olmadığımız
bu zaman zarfında dergâhın manevi olarak yetkilisi Galip Efendidir. Onun
etrafında kenetlenin. Halakaların aynı disiplin içerisinde kurulmasını
sağlayın. Olur ya, gelin bindi deveye gör kısmetin nereye diye bir söz vardır.
Gidip de gelmemek ihtimal dâhilindedir. Bir de şunu hemen belirtmek istiyorum,
bana intisap eden Dervişlerim, evet, intisabınız benim şahsımda mutlaka
manayadır bilirim. Velakin ben dahi bazı arkadaşlarınızın intisabını Galip
Efendi adına aldım. Bazılarınızı (Yuvala
Hatip Hoca’yı, Hüseyin Kara’yı işaret ederek) bu durumdan haberdar ettim. Böyle
yapmaktan bir terslik yoktur. Gerisini artık siz anlayın.
Hac kafilesi bizi Maraş’tan alacaktır.
Yarından itibaren Maraş’a yani memleketime gitmek üzere yola çıkacağım. Büyük
Şeyh Efendimiz Ali Sezai Hazretlerinin huzuruna varıp helallikle beraber iznini
alacağım. Eş dost hısım akraba ve diğer kardeşlerimi ihmal ettiğimi biliyorum.
Bir daha nasip olur mu bilmiyorum, Hak vaki olmadan bu vazifeyi önemsiyorum.
Sizden de bu konuda helallik istiyorum. Hakkınızı helal edin evlatlarım. Benden
sadır olmuş haller için ise hakkım helal olsun. Hadi şimdi son halakamızı
yapalım” diyerek gür bir şekilde ayağa kalkılır.
Ve “Maraş bize yar olmadan, düşmana
Gülizar olamaz” diyen Edeler diyarına, Ali Sezai Efendi’nin makamının bulunduğu
coğrafyaya uğrayarak Mekke-i Mükerremeye avdet amacı olan yolculuğa çıkar.
Takip eden günlerde Mustafa Efendi’nin veda hutbesi sözlerinin etkisi altında
kalan Dervişler, fırsat buldukça Galip Efendi’nin atölyesine vararak ders
alırlar. Özellikle de Doktor Naci Bor, ipi ilk göğüsleyenlerden olur.
Bölüm5
Gönül gözü gönle rab olunca,
gönül yolunu samimiyetle görür. Gerçek şeriat, marifet, hakikat bu tertibi İlah
iyenin karargâhında yaşanır. O vakit gönle bağlı kalıp Arşı ala olur.
Hacı Galip Kuşçuoğlu
Sahabenin Oluşması:
Denizciler Pala sokaktaki atölye ihtiyaca
cevap veremez duruma gelince Galip Efendi daha ferah çalışabilmek için sitelere
taşınır. İşten fırsat buldukça esnaf komşularını ziyaret ederek malum konularda
sohbet ederler. Manen sıkıntılı bulduğu bazı komşularına “Ben Şeyhim istersen
dersini vereyim” diye aleni görevli olduğunu söylemekten imtina etmez. Bazı esnaf onun bu açık sözlülüğünü dikkate
almadığı gibi gülüp geçer, bazıları da saygı duyulacak kişiliğini tanıyınca
intisap ederler.
Bunlardan biride Tevfik Efendidir. O da
Galip Efendi’nin yaptığı işle iştigal eden bir esnaftır. Tevfik Efendi Mustafa
Yardımedici Hazretleri’ni de tanır. Ama Galip Efendi’nin ilk göz ağrısı olan
arkadaşlarının arasında olur. Elli yıllık arkadaşlığının olduğu, hemen her
zaman aynı samimiyetle yakınında bulunduğu bilinir. Dervişliğinin ilk
yıllarında Rıfat adında bir arkadaşının manevi burhanlar yaşadığına da şahit
olur. Bir takım olağanüstü hallere malum olan Rıfat Efendi, zuhur eden
hallerine cevap aramaya başlar. Derin bir âlimin sohbetinden sonra, içinde
bulunduğu hali dile getirir. Cevaben “Akli ilimler yetersizdir, sizin derdinize
çare olmaz. Mutlaka bir Mürşidi Kâmile müracaat ediniz.” Uyarısı üzerine Tevfik
Efendi vasıtasıyla Galip Efendiye bağlanır. Hırdavatçılık yapan Süreyya Efendi
de önceleri gülüp geçerken bilahare görmüş olduğu bir rüyanın yorumundan sonra
Galip Efendiye bağlanır. Süreyya Efendi
ilk dörtlere girer. Mali durumu da son derece iyi olduğu için bu anlamda Galip
Efendi’nin işinin kolaylaşmasına zahiride katkısı olur. Emeğini esirgemez,
dergâhın büyümesine gayret eder.
Yine mobilyacı komşusu Hasan adında
Elazığ’ dan sitelere intikal etmiş bir işçi çocuğu esnaf vardır. Feleğin
çemberinden geçtikten sonra bu işte karar kılar. Kendisi beynamaz birisidir.
Şiddetle tarikat denilen yapıya karşıdır. Onları son derece zararlı bilir.
Çevresindeki bazı esnafın tarikat konusunda olumlu yorumlarını dahi polise
rapor etme noktasında düşmanlığa dahi tevessül eder. Ama kendisinden olmayan bu
sıfattan dolayı, birden çok yerde tarikatçılıkla itham edilir. Bazen yüzüne
karşı bazen de aleyhinde bu lafları çok duyar. Rahatsızlığı manasına bile
yansır. Tam psikolojisi allak bullak olmuş, tepesinin tası atmaya ramak kala
bir arkadaşı “Rahat ol Hasan, istersen seni itham ettikleri ocağın Şeyhine
götüreyim de bir gör adamı. Ne söyleyeceksen ondan sonra söyle, ne görmek
istersen yakinen görüp dönersin. Bir kerecik görmekten bir şey çıkmaz.” telkini
üzerine Galip Efendi’nin huzuruna çıkılmak istenir. Ve öylede yapılır.
Ancak Galip Efendi yerinde yoktur.
Karşılaştıkları insanlarca gösterilen ilgi ve iltifat karşısında biraz
mahcubiyet belirir siluetinde. Bir gün Ulus sebze pazarında “Galip Efendi şu
adamdır” diye işaret edilince hemen yanına varıp elini tutarak “Neredesin Galip
Efendi, sitelerdeki yerine de uğradım iki aydır sana ulaşamıyorum” serzenişi
ile samimiyetini göstermiş olur.
Galip Efendi “Ben yazıhaneme gidiyorum
Efendi, istersen buyur beraber gidelim. Sohbete orada devam ederiz” teklifine
balıklamasına atlayan Hasan bir ömür aşk ve muhabbetle yakınında bulunan
sahabesi olacaktır.
Komşusu Berber Yılmaz, Hasan’da ki bu
değişimi “Hayırdır Hasan, sen de oltaya takılmışsın duyduğuma göre. Ne oldu hep
atıp tutuyordun. Demek ki gericilik senin ruhunda varmış. Hangi çağda
yaşıyorsun da direnemedin. Yazıklar olsun sana yobaz herif” gibi ithamlarını
başını önüne eğerek karşılayan Hasan, içinde “İnşallah sana da nasip olur.
Çünkü özde sende çok iyi birisisin Berber Yılmaz. Haklısın çok ileri gitmiştim.
Ama tokatı yedim. Bu durumu anlayıp bana hak verecek zamana sende tez el de
ulaşırsın” temennisini gönlünden geçirir olmuştur hep.
Berber Yılmaz’dan da görünen tecessüs yani
merak zamanla kendini gösterir. Yanında birileri olduğu halde ara sıra merakını
gidermek üzere Galip Efendi’nin ofisine uğrayarak ikramlarını alıp sohbetine
iştirak etmeden kulak misafiri olur. Solcu bir aile efradından geldiği için
onların etkisinde kalmıştır Yılmaz. Dünyaya sol pencereden bakar. Dine ve onu
yaşayanlara şaşıdır hep. Teyzesi Deniz Gezmiş’in ODTÜ’ de yakın arkadaşıdır.
Aile ileri gelenlerinin de teyzesinden farkı yoktur.
İşte böyle biri Yılmaz. Tabi ki Hasan
komşusuna yüklenecektir. Kalelerin bir bir fethedildiği gözünün önünde cereyan
etmektedir. Ama merak bu, ne olup bittiğini de görmek ister. Yılmaz’ın bir
başka ziyaretinde Efendiye anlatılan manalar dinlendikten sonra “Bende sizi
manamda gördüm” diyerek ilk defa söze iştirak eder. Galip Efendi Yılmaz’ın
manasını dinledikten sonra “Evladım güzel bir mana, seni tebrik ederim. Bu
fakir de manada yetkili biridir. İstersen dersini vereyim” teklifini Yılmaz
duyumsamazlıktan gelerek kendisini alel acele meclisten dışarı atar.
Akşam aile meclisinde bu karşılaşmadan ve
tekliften söz açan Yılmaz “Üstelik dersini vereyim, biz manada görevliyiz
diyerek teklifte bile bulundu” diyerek meclistekilerin fikirlerine başvurur.
Nasıl davranacağı hususunda aile meclisinin görüşleri ne olursa olsun, Berber
Yılmaz’ın içine düşen ateş safları sıklaştıracağa benzer. O günden itibaren
Berber Yılmaz sık sık huzura varıp kendini gösterir. Ve öyle bir an gelir ki dersini alarak bu
kervana katılanlardan olur.
Rıfat, Tevfik, Süreyya, Hasan, Yılmaz ile
birlikte büyük Efendi Mustafa Yardımedici’ye ziyaret yapılır. Haftada en az bir
defa yapılan ziyaretle Efendi Hazretleri ihya edilir. Yılmaz, Mustafa Efendi’yi
ilk defa gördüğünde kendisini daha önce tanıdığını söyler. “Efendim yıllar önce
siz bana sürekli gel, gel diye tebessüm etmiştiniz.” Mustafa Efendi “iyi ya
oğlum bak gelmişsin hayırlı olsun” diye iltifata ilaveten “Müşteri günü düşünen
değil, zamanı idrak ederek yaşayandır. Bu hayatı süren müşteri de aşk ehlidir”
der.
Galip Efendi’nin hemen yanı başında bulunan
esnaf dervişlerinden biri de Nurettin’dir. Nurettin çok samimi ve dürüst bir
insandır. Komşuları tarafından emin bilinir. Bir vakit diğer esnaflarla
selamlaşıp geçerken Murat isminden biri “Nurettin kardeş bir şeyi itiraf etmek
istiyorum” diyerek önünü keser ve “Kardeşim her sabah seni görünce ben bir hoş oluyorum.
Onun için güne seni görerek başlamak bana huzur veriyor” deyince Nurettin bu
samimi duygunun kendisinden ve ifade ediliş biçiminin etkisinde kalarak hiçbir
cevap vermeden ağlayarak iş yerine geçer. Ağlamasına bir mana veremeyen Murat,
Nurettin’in ardı sıra baka kalır.
Etraftakilere “Ağlayacak, üzülecek bir şey
söylemedim” değil mi arkadaşlar diyerek onlarında şahitliğini alır. Vakit
öğleye doğrudur. Nurettin yanına Murat’ın da tanıdığı Rıfat Efendi’yi alarak
Murat’ın çayını içmeye varırlar. Akabinde ne konuşurlar bilinmez ama üçü birden
çıkıp Galip Efendi’nin huzuruna…
İlk defa Galip Efendi’yi gören Murat onun
huzuruna çıkınca “Çarpıldım” diye yüksek sesle söylenir. Bir sonraki huzura
varışta ders alma gibi emareler gösterince, Galip Efendi’nin “Oğlum istersen
bir istişareye yat” önerisini dikkate alır. Takip eden günlerde istişarede
gördüklerini Galip Efendi’ye şöyle anlatır;
“Bir ayak izi gördüm. Dediler ki bu
Peygamberin ayak izidir. Takip et dediler, takip ettim. Nihayet izin sonu sizin
ofisinize çıktı Efendim.” deyince Galip Efendi “Oğlum buna ilave edecek veya
yorumlayacak daha ne ola ki, her şey çok açık ve net. Yaklaş hemen dersini
vereyim. Sen bizim bundan sonra manevi olarak evladımızsın, arkadaşımızsın.
Hayırlı olsun” diyerek bu kutlu yola onu da dâhil eder.
Galip Efendi bereketlidir maşallah. Yakın
sahabelerinin birçoğu, Mustafa Efendi henüz hac dönüşü yapmadan oluşur. Ve
Mustafa Efendi önce Maraş’a, biraz dinlendikten sonra da Ankara’ya intikal
eder. Ancak sağlığı bozulmuştur. “Üşütmüştür herhalde” derler aile efradı.
Hac dönüşü kabullerinden eski halinin
olmadığı yakınları tarafından müşade edilir. Artık halakaya zar zor çıkar. Bir
ara Gülhane Devlet Hastanesine yatırılır. Kendi Dervişi, kardiyoloji Doktoru
Naci Bor, onun tedavisine başlar. Mustafa Efendi bu sebeple emin ellerdedir ve
durumu da iyiye gitmektedir.
Ziyaretine gelen Gelip Efendi, önceden yer
ayırttığı kaplıcaya gitmekten vazgeçtiğini söyler. Çünkü Galip Efendi’nin
ailecek her sene giderek on-on beş günlüğüne kaldığı Bursa-çekirge
kaplıcalarını kendisi de bilir. Bin bir türlü faydasının olacağını da
bilmektedir. Bu rezervasyonu Galip Efendi’nin iptal ettirmesini istemez.
Bilakis “Oğlum bunca ağır çalışman karşısında, kısa bir süre iş sıkıntısında
uzak dinlenmen hem kendin, hem ailen, hem de dergâhımız için iyidir. Sağlam
kafa sağlam benden de bulunur. Çocuklarında zaten her sene gidildiği için
bugünü iple çekmektedir. Gitmen lazım. Ben iyim Elhamdülillah, endişeye gerek
yok” diyerek Galip Efendiyi teşvik eder. Galip Efendi kaplıcaya gidedursun;
Birkaç gün sonra doktoru Naci Bor tahliller
elinde Mustafa Efendi’nin yanına gelerek cerrahi bir müdahalenin, mutlaka
yapılmasının gerekliliğini söyler ve onun için hazırlıklar yapmaya başlar.
Doktoru dışarı çıkınca yanında bulunan Hasan Efendi’ye;
“Evladım bunlar vücudumu yaramayacaklar,
göreceksiniz. Ben zamanın dolduğunu biliyorum. Gözüm açık gitmeyecek. O’nun
huzuruna sağlam, neşter atılmamış bir vücutla çıkmak istiyorum. Evladım Hasan, size öyle bir dev bırakıyorum
ki eşi benzeri az bulunur. Onun için
mesut, bahtiyarım. Siz de o kadar şanslısınız ki, böyle bir mana erinin dervişi
olmak nasip olmuştur. Onun kıymetini bilin” gibi sözlerle Galip Efendi’nin
manevi derecesine işaret eder.
Aynen öylede olur. O gece geç vakitte ruhunu
teslim eder. Haberi alan yakın veya uzak dostları, dervişleri hastaneye
koşarlar. Galip Efendi’ye de haber edilerek tatilini yarıda kesilmesi sağlanır.
Bir devir bu şeklide kapanmış olur. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun, O’ndan
geldik O’na gideceğiz. Cenazeyi Hasan Efendi yıkar.
Bölüm 6
Medeniyet ve teknolojiden ilerlemiş,
Allah’a şirk koşmadan yaşayan fert ve toplumlar, İslam’ın bu yönünü anlamış örnek
insan ve örnek toplumlardır.
Hacı Galip
Kuşçuoğlu
Ankaralı Yıllar
Aşka uçarsan kanadın yanar:
Her muhabbetin, her sevginin bir bedeli
vardır ki o da ayrılık sürecidir. Ancak Galip Efendi bu bedel üzerinde genel
olarak düştüğümüz bir hataya da dikkat çekmektedir. Bu yanılgı, çoğu zaman
sevgi ve muhabbet bedelini âşıkların ödediği algısıdır. Böyle bir algı haline
gelmiş olan vakıa, nerede bir âşık hadisesi varsa orada bir bedel ödemenin
hükmü vardır. İster eşinizi, ister işinizi, işin içinde sevgi varsa muhakkak
surette bir bedel ödeme de vardır.
Galip Efendi, Efendisinin kaybına ilaveten,
daha nice bedel ödeme dramıyla karşılaşacaktır. Onların kaderinde bedel ödeme
olağandır.. Bu yolun yolcuları sevdikleri ile çok sınanır. Mesela Çorumlu Şeyh
İbrahim Ethem Hazretlerine torunları çok sevdirilmiştir. Milli mücadele
döneminin hüküm sürdüğü savaşın Milletin lehine sonuçlanması için yapmış olduğu
müracaat neticesinde çok sevdiği torunuyla sınav olmuştur. Milletin selameti ve
kurtuluşu için torunundan geçmelisin vurgusunu onaylamaması mümkün mü? Bu olay
aşamasında ilk torun, bu sebeple Hakka yürümüştür. İkinci torununa da gönlünün
kaymaması için çok uğraştığı halde elden değil o da sevdirilmiştir. Dostlarına;
“Korkuyorum, bu torunumun da akıbeti aynı
olacaktır” diye itiraflarda dahi bulunur. Sonuç ayrılık olarak tecelli eder.
İlahi aşkın olduğu yerde cismani aşk yeşermez. Başka sevgilere fırsat verilmez.
Aşk sahibinin hızını keser. Aşka uçarsan kanadın yanar.
Belli bir süre Efendisinin bıraktığı boşluğa
alışmaya çalışan Galip Efendi artık tam yetkili komutan durumundadır.
Dervişlerinin üzerinde kendi disiplinini oluşturmak durumunda olduğunun
farkındadır. Temsil kabiliyeti yüksek olan asabını zaten oluşturmuş olduğu
için, dergâhın problemlerini görüşmek üzere istişare toplantısına çağırır.
Kurulan halakanın zikir süresinin kısa
tutulması da ondandır. Galip Efendi huzurdaki arkadaşlarına; “Kardeşlerim,
malumunuz hazan dönemi yaşadık. Efendi hayattayken dergâhın gidişatına fazla
müdahil değildim. Yaklaşık on, on beş senedir çoğunuzla tanışırız. Sayımıza
bereket olsun ki epey çoğaldık. Evlere, küçük mescitlere sığmaz olduk. Daha
önce Efendim Yardımedici’de bu konuya işaret etmişti hatırlarsanız. Öncelikle
şu meseleyi halletmemiz gerekir. Bunun için görüş birliğinde olmamız lazım.
Derim ki;
Şöyle kenar semtlerin birinde alabileceğimiz
kadar toprak alıp, özel imardan geçirerek dergâhımızın adını taşıyan bir
külliye yaptıralım. Cami merkezli, her türlü sosyal ihtiyaçlara cevap veren,
etrafı da isteğe bağlı evlerin olacağı bir yapı. Böyle bir yer için şu an
itibariyle seferber olalım. Kim bilir belki ileride sırf derviş kardeşlerimizin
ikamet ettiği mahalle oluştururuz. Neden olmasın, niyetimiz hayır olduğuna göre
inşallah akıbette hayır olur.” diyerek sözü arkadaşlarına verir.
Dervişlerin büyük çoğunluğu esnaf olduğu
için mali durumları böyle bir yatırıma katkı sağlayacak durumdadır. Böyle bir
ihtiyacı bu toplantıdan önceleri de kendi aralarında mütalaa ettikleri
olmuştur. Onun için biz de sizin gibi düşünüyoruz. Durumu müsait olan
arkadaşlarımız bu projeye omuz verecektir Efendim diyerek Galip Efendi’yi
rahatlatırlar.
O günden itibaren bu projeye uygun yer
aranır. Özellikle sorumlu dervişler yoğunluklu olarak Mamak veya Altındağ
ilçelerinin mücavir alanlarını tararlar. İsterler ki çoğunluğunun iş yeri
siteler civarında olduğu için yakın olsun diye bu ilçelerin sınırları zorlanır.
Ve nihayet Engürü’nün zirvesinde önemli
bir merhale taşı olan Hüseyin Gazi hazretlerinin metfun olduğu dağın eteğindeki
arsanın uygun olduğuna ittifak edilir. Gerekli çalışmalar yapılarak kısa zaman
da büyük bir toprak parçası dergâhın zimmetine geçirilmiş olur. Arsa üretmek
için gereken bürokratik işlemler yapılarak, düşünülen külliyenin projesi
çizilerek, teknik işlerinin takibi yapılacak vs. bilumum iş potansiyeli onları
bekler.
Site esnafı bu işin içinden çıkamaz. Bir
bilen aranır. Kısa süre önce yeni derviş olan bir arkadaştan bahsedilir. Kim bu
acaba diyerek düşünülürken Süreyya Efendi “Ben o arkadaşın dersini vermiştim.
İnşaat Mühendisi genç bir kardeşimizdir. Yeni olduğu için sizler
tanımayabilirsiniz. Adı Özer’di galiba. Hemen onu bulup bu işin mesuliyetini
kendisine devredebiliriz Efendim” sözü üzerine Özer Bey’e haber salınır.
Çalıştığı Devlet dairesi belli olduğu için Özer Bey bir gün sonra Galip Efendi
ile karşılıklı olarak proje üzerinde konuşmaya başlarlar.
Özer Bey teknik olarak bu işin uzmanı, ama Galip Efendi karşısında uzmanlık alanında
dahi ısrarcı olması mümkün değil. Çünkü
inşaat bilgisi hiç de yabana atılacak biri değildir Galip Efendi.
Özer Bey henüz yeni olduğundan tasavvuf
adabına uyma konusunda ikinci ve üçüncü kişilerin uyarısıyla kendini
toparlar. Mesela mevcut arsanın
merkezine inşa edilecek caminin Galip Efendi tarafından oturum alanı olarak
15x15m. Olsun talebine Özer Bey, kendince yakın geleceğe göre konuşturulması
gereken inşaatın oturumunun 25x25 m. olmalı görüşü etraftaki kaş göz işareti
yapanların etkilemesiyle ısrar edilmekten vazgeçilmesi sağlanır. Galip
Efendinin inşaat bilgisi Özer Bey tarafında göz ardı edilebilmesi mümkündür.
Yoksa Galip Efendi de bilir ki arsa buna müsaittir. Ama o günün mali
şartlarının bunu gerektirdiğini Özer Bey çok sonraları anlayacaktır.
Ve caminin oturumu 15x15’ e göre temel
atılır. İnşaatın bitimine kadar Özer Bey işin sorumlusu olur. Bu zaman zarfında Galip Efendi ile cami ekibi
çok yakınlaşır. Özer Beydeki samimiyeti ve sadakati gören Galip Efendi onu hep
halkanın birinci sırasında tutar.
Tanışmaları;
Bir akrabasının psikolojik rahatsızlığına çare
olur umuduyla Galip Efendi’ye gelen Özer Bey, akrabasının nasiplenmesine
faydası olmaz ama kendisi oltaya düşer. Galip Efendi’nin işareti üzerine
Süreyya Efendi’den dersini alır. Nasip bu ya, kime niyet kime kısmet. Başkasına
çare arayan Özer Bey, çare aradığı adam vasıtasıyla selamete erer.
Akılla bu iş nasıl çözülür bilinmez. Özer
Bey’in öyle bir aile çevresi var ki, Devlet umuru görmüş ve halende Devletin en
tepelerinde birinci sınıf zümreler arasındalar. Kendisi de bohem hayatı yaşayan
sosyetik bir tip. Üniversite arkadaşları da hep öyle. Din, iman, ihlas ve
muhafazakâr yapı sıkıntılı biri iken, yalnız meraktan dolayı dergâha gelir ve o
geliş olur. Galip Efendi’nin dergâh içi eğitimi karşısında vermiş olduğu
mesajlara çarpılır. Gün geçtikçe manevi olgunluğa doğru hızla seyir alır. Eski
yaşantısındaki ana arterlerden uzaklaşır. Yeni bir dünya, yeni bir keşif. Özer
Bey’in şekli şemalı değişmeye başlar. Özellikle bu külliye inşaatı biter ama
Efendisi ile arasındaki gönül inşaatı ebediyete kadar son ses, son nefese kadar
bitmeyecek temelin atılmasına vesile olur.
Aradan onca sene geçer. Cami inşaası oturum
olarak küçük gelmeye başlar. Galip Efendi bilgisine başvurmak üzere Özer Bey’le
beraber Uzun Hüseyin Kalfa’yı yanına çağırtır. Çünkü Caminin inşaatında bir
usta olarak, onunda görüşüne başvurur. Galip Efendi;
“Evlatlarımızın sayısı tahmin edemediğimiz
kadar çoğaldı. Mevcut camimiz de bu insanları almakta zorlanıyor. Size göre ne
yapmamız lazım” der ve anlamlı bir şeklide gülümser. Özer Bey “Efendim on yıl
önce söylediğim gibi yerimiz müsait. İnşaat alanımız 25x25 m. olmalıdır”
deyince, Galip Efendi “Evladım önce 20x20, bilahare de senin söylediğin çarpım
üzerinde gel anlaşalım. Hadi hayırlısı olsun” babında yarı şaka yarı ciddi işi
Özer Bey’e havale eder. Hummalı bir çalınmanın sonunda inşaat olabildiğince
kısa bir sürede biteceğe benzemektedir. Büyük kubbede biraz problem
yaşanmıştır, velakin bilahare oda çözülerek işler yoluna girmiştir.
Cami ve külliyesi nihayet bitmiş olup
hizmete amade, kullanılmaktadır. Perşembe akşamları ve Pazar öğle vakitlerinde
yüzlerce kişinin katılımlarıyla zikir halakaları kurulur. Halaka kurulmadan
önce Galip Efendi Kadri-Rufai Şeyhi olarak Dervişlerini sıkmadan dini ve
içtimai sohbetler ederek doğru din anlayışı doğrultusunda onların ufuklarına
katkı sağlar.
Adı bütün ülkede bilindiği için insanlar akın
akın ziyaretine gelir. Şehir dışında dergâhın şubeleri açılır. Bu şubelerde
görevliler oluşturulur. Bir takım hayır ve hasenat işlerin kendilerini
sıkıntıya sokmadan uygulanabilmesi için Kuşçuoğlu Galibiler Vakfı’nın kurulması
sağlanır. Bu vakıf adı altında gerek Ankara Hüseyin Gazi Semtinde, gerekse
başka vilayetler de her gün fakir fukaraya nüfuslarına göre ekmek dağıtılır.
Öyle ki sırf Hüseyin Gazi’de günlük olarak beş bin ekmek, vakıf kanalıyla
dağıtımı yapılır.
Zamanla civar vilayetlerde faaliyet gösteren
şubelerin de teftişi yapılır. Süreyya Efendi’nin arabası olduğu için bütün
seyahatlerde Galip Efendi’nin yanında mutlaka bulunur.
Cami külliyatının civarındaki arsaların
sahipleri dergâhın dervişleri olduğu için, zamanla bu arsaların üzerine cami
ile beraber aynı anda yapılan veya bir kısmı sonradan oluşan, iki katlı evler
yapılır. Galip Efendi’nin evi de külliyenin hemen yanındadır. Süreyya Efendi
arsasını vâkıfa verdiği için, Galip Efendi’ye komşu olamamıştır. Galip
Efendi’yi tanıdıktan sonra her türlü gayrı meşru işine son vererek ibadet ve
taatla belki de ömrünün sonuna kadar hizmetine kendini adayan Uzun Ahmet de
hemen alt komşusu olur.
Aşka uçmaya çalışan onlarca insan ve bu
insanların beklentileri ve eğitimi gibi temel ihtiyaçlarının karşılanacağı
atmosferin oluşturulması için Galip Efendi, sürekli arkadaşları ile istişare
eder. Bir meseleyi önce onlar önüne koyar, nihai kararı kendisi verir. Bu
şekilde A takımını onurlandırır da.
Mübarek günlerin öncesinde hummalı bir
çalışma olur. Dergâhın mutfağında onlarca insan kimi aşçı, kimi aşçı yamağı, o
günün akşamına yüzlerce kişi için yemek hazırlanır. Yemek listesi standarttır.
Etli pirinç pilavı ve mercimek çorbası. Genelde niyetli olan yüzlerce derviş an
için sofraların kurulmaya başlandığı saat ikindi vaktinden sonradır. Bir
tarafta da sıraya girerek evine yemek almak isteyen mahalle sakinleri… Yemek
almaya gelemeyen ihtiyaç sahiplerinin evlerine servisler yapılır. Bütün bu
hizmetler verilirken kimse incitilmez.
Denilir ki; bütün mübarek günlerde
külliyenin etrafında mukim olmuş yüzlerce malikâne sahiplerinin hiç birinin
evinde, o gün kazan kaynamaz. Dergâhın kazanlarındaki bereket bütün mahalleye
yeter de ondan. Böyle ortamlarda bulunmak, bu güzel havayı teneffüs etmek her
kula nasip olmaz. O akşam da iftarlar açılır, aynı düzen ve dikkatle ortalık
temizlenir. İnsanlar Galip Efendi’nin sohbetine ulaşmak için yarışırlar.
Sohbetten sonraki zikir halakası, insanı aşka doğru kanatlandırır.
Dervişleri çekim alanından uzaklaştırmak
ne mümkün. Geç vakitlere kadar Efendi ile dar mekânda sohbete devam ederler.
Bazı dervişler, görmüş oldukları manalarını anlatarak yorumunu alırlar.
Dervişlerin manalarına göre Kemal atları hakkında malumata varan Galip
Efendi’nin bazı rütbelerin tevdi edildiği anda, o anlardan biridir. Emekli bir
Albayın görmüş olduğu bir manayı anlattıktan sonra, Galip Efendi’nin “Çok güzel
bir mana tebrik ederim. Bu manaya göre seni Çavuş yaptım evladım” deyince
emekli Albaydan ani refleksle “Ama Efendim ben zaten Albayım” Çavuş rütbesi de ne oluyormuş gibi çıkışına
“Oğlum o rütbe ayrı bu rütbe ayrı. Bu yolun manevi rütbelerinin ilk basamağıdır
çavuş olmak. Bilahare ihlas ve takvada ilerlersin. Naip, Nugâba ve Halifelikle
seyri sülük tamamlanmış olur. Buradaki tasarruf tamamen maneviyata ait bir
durumdur. Kişinin gayreti neticesinde alınan yoldur.
Şimdilik Efendi Hazretlerinin Süreyya Efendi
Halifesidir. Bu makam ve mevkileri hak ederek orada tutunmak çok önemlidir.
Nefsaniyetle baş edilmez ise insan o noktada dahi perişan olur. Tıpkı ateşten
bir gömlek gibi, bu yükü taşımak yürek ister. Bazı hallerde tıpkı köşker derisi
gibi yerden yere çarpılır insan da halen ben, ben diyerek benliğini bir türlü o
iradeye teslim etmekten zafiyet gösterir. İşte bunlardan biri olan Hüseyin
Kara’yı sistem devre dışı bırakmıştır.
Manalarının yorumlarının yanında espriler
ile geçen beş on dakikalık sohbetle dünyevileşen ortamda Rıfat Efendi’den bir
öneri gelir;
“Efendim uzun zaman taşradaki dergâhların
mensuplarını ziyarete gidemedik. Arkadaşlar size ulaşmakta zorlandıkları için
bizleri arıyorlar. Bende onların hissiyatlarına tercüme olmak için sizi
bilgilendirmenin yanında şöyle birde program yaparak ziyaretlerine gitsek olmaz
mı?” sorusuna Galip Efendi “Neden olmasın oğlum. Organize olun. Önce Çorum’dan
başlayarak, Adıyaman üzerinden Urfa’ya, oradan da Maraş, Adana, Konya üzerinde
mekâna gelelim inşallah. Rabbim’izin izniyle sağlıklı bir yolculuk yaparak
arkadaşlarınızı ve dergâhların durumunu gözden geçirelim. Yalnız her uğradığımız
şehirde bir gece yatalım. Arabaları olan arkadaşları tespit edin. Dörder
kişilik gruplar oluşturun. Biraz da kalabalık olmaya özen gösterelim Rıfat
Efendi” diyerek talimatla gezi programı o an karara bağlanır.
Sabah namazı Hüseyin Gazi dergâhında kılındıktan
sonra Galip Efendi, Antepli Ali Usta’nın kullandığı araba daha görkemli ve lüks
olduğu için, ittifakla o arabaya yönlendirilir. Bu yolculukta kimler yok ki,
maşallah, bütün A takımı dervişler hep oradadır.
Savaşa çıkan erat gibi tam tekmil konvoy
halinde Çorum’un yolu tutulur. Galip Efendi’nin arabasını şereflendirdiği
Antepli Ali Usta lokantacılık yapmaktadır. Yöresel Antep yemekleri ve
tatlılarıyla site esnafının uğrak yeri olan işletmesine Galip Efendi’de zamanla
uğrar. Onun için Ali Usta ile bu anlamda ünsiyeti olur. Gezi boyunca da
samimiyetleri perçinlenir. Kendisi için çok dua ve niyazda bulunur.
Yol boyunca mümkünse bilindik yerde ihtiyaç
ve yemek molası verilir. Ali Usta’nın bir esnaf olarak gözünden kaçmayan Galip
Efendi’nin bahşiş olayı olur. Garsonlara verilen bahşiş olayında o kadar cömert
davranır ki, neredeyse bazı hallerde toplam yemek parasına yakın bahşiş verdiği
gözden kaçmaz. Diyelim ki lokanta sahibi para almaz, ikramım olsun diye. Öyle
hallerde o yemek parasına yakın ederini garsonlara dağıtılsın diye bırakır veya
bıraktırır. Bu yönüyle de başta Antepli Ali Usta olmak üzere ihvanına örnek
olur.
Çorum’dan hareketle Urfa’ya, Peygamberler
şehrine varırlar. Efendi Hazretleri her gittiği şehirde dergâh yetkililerinin
belirlediği geniş mekânlarda halka açıklığı da dikkate alınarak önce uzun bir
sohbet eder. Ardından zikir halakası ile manevi hava devam ettirilir.
Urfa’dan da öyle yapılır. Merkezi bir camide
yatsı namazına müteakip sohbete başlanır. Sohbetin konusu Maide suresinin 51.
Ayetidir. Galip Efendi şimdiye kadar bilinen tefsirinin değişik bir şekilde ele
alınarak tevhidin yani vahdetin sağlanması mümkündür. Semavi dinin içine fitne
ve fesatlar girdirilerek Şeriatlar arası kavgaların olmaması için, hali
hazırdaki din anlayışını eleştirmesi cemaatte rahatsızlık oluşturur.
Galip Efendi’nin bilindik dini yorumların
aksine, yeni yorumlarla yenileyici tavırlar ortaya koyması, Derviş anların
dışındaki bazı cemaat mensuplarıyla sert tartışmalar yaşanması, zikir
halakasından sonra ikametlerine açılan bir bağ evinde de devam eder.
Muhalifler “Sen nasıl Yahudi ve Hristiyanları
Müslüman edersin. Sen nasıl Edison’u cennete koyarsın. Sen nasıl gâvura gâvur
demezsin” gibi itirazlara sebep olan İslam’ı yorumlar üzerinde yapılan
tartışmaya, nokta koymak istese de Galip Efendi, muarızları tansiyonu
yükselterek bir türlü ortamı terk etmez.
En iyisi bize müsaade diyerek kendi
kervanını sabahlamayı beklemeden yola çıkarır. Urfalıların gözleri dönmüş, farklı
yorumlara, farklı manalara tahammülleri zırnık kadar yok. Bu halleriyle
İslam’ın merkezinde “Kerameti kendilerinden makul” sanan klasik inanç
sahipleri… Galip Efendi’nin ani bir kararla “Kervan yola” dememiş olsa belki de
kan akacaktır.
Her şeyde bir hayır var derle ya, işte
Urfa olayı sonrası, Galip Efendi’de mana ilminin takviyesinde kullanılmak üzere
yenileyici tavrını, yazı hayatına dökme merakı oluşur. Evet, bu iş felsefe
değil ama vahyi herkesin dondurarak yorumsuz veya içti hatsız yaşamaya
çalışması, zamanı dikkate almamak demek olduğunu Galip Efendi bilir. O halde
doğru bilinen bazı yanlışlar üzerine, dille veya kalemle gidilmesi
gerekliliğine, Urfa olayının bir daha yaşanmaması hususunda prensiplerin yazı
olarak oluşturulması, kitap, mecmua veya broşürlerin önemine dikkat eder.
Öyle ya “Habibim deki hiç bilenle bilmeyen
bir olur mu?” hitabı üzerinde bundan böyle çok duracağa benzer. Aklı yok kabul
etmenin aşırılığının, tasavvufa hor bakma gibi bir getirisi olacağı inancıyla,
daha çok kitabi kaynaklardan istifade ile kendini de aşmaya başlayan Galip
Efendi “Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik” noktasında ilk hamleye “Ya Allah Bismillah”
diyerek bu gezi bitiminde hemen başlamak niyetiyle Maraş’a varılır.
Ülke tarihinde Maraş’ın müstesna bir yeri
vardır. Kendini kurtaran bir şehirdir Maraş. Milli mücadele yıllarında yedi
düvele karşı koymak için teşkilatlanan Kuvayı Milliyecilerin organizeli bir
desteği olmadan, durumdan vazife çıkararak, topyekûn yerel halkın, düzenli
düşman askerlerine karşı koyduğu bir yerdir burası. Kalesinde düşman bayrağının
dalgalandığı bir beldede Cuma namazı kılınmaz, diyen büyük cami imam Efendisi
Rıfat Hoca’ların en başta kendisinin camiyi terk ettiği yerdir Maraş.
İşgal komutanının eğlenmek için davulcu Abdal
Halil’i huzuruna getirterek “Vur davulcu da eğlenelim” diye zorladığı Abdal
Halil’in “Şu davulumun içini altınla doldursanız dahi vallahi bu tokmak bu
davula vurmaz beyim, çünkü bu din iman bahsi de ondan” diyerek bütün
zorlamalara, tehdite ve hatta fiziki darbelere maruz kalan Abdal Halil’in
memleketidir Maraş.
Ahır dağları eğilip yol verse de Afşin
ovasındaki mağara yarenlerini saklayan mağarayı görebilse Galip Efendi.
Kuran’ın Kehf suresinde geçen, tam on sekiz ayetle onlardan bahseden yedi
uyurların sır olduğu Eshab-ı Kehf’i şerefle taşıyan, yaşayan Maraş. Dahası
Milli Mücadele yıllarında kendi kendini kurtaran Maraş’lının manevi önderi,
eylem adamı, Osmanlı’nın kürsü hatibi Kadiri Şeyh’i Ali Sezai Hazretlerini
bağrında bir madalya gibi taşıyan Maraş. O mücadeleden sonra Kahramanmaraş olan
Maraş.
Çeyrek asır bir zamanda isyan edecek dereceye
gelen Galip Efendi’nin İrşatçısı, Efendisi, yetiştiricisi Mustafa Yardımedici
Efendi’yi doğup büyüten, yetiştiren, bin bir türlü hatıralarla kendini vatan
yapan Maraş, nasıl bir günde ihya edilirsin.
Galip Efendi mutlaka böyle düşünceler
içerisinde hüzünlenmiştir. Velakin ekip sorumluluğu ve planlama gereği Konya’ya
avdet şarttır. Olabildiğince gerekli temaslardan sonra Konya’ya varmak için
yola koyulurlar.
Evet, bu Konya ki nice aşk değerlerine
mekândık yapmıştır. Ölümsüzlük suyu denen “Abu hayatın nasiplilerinin
mevcudiyetini hala bağrında taşıyan bu şehir, bu mekân ne kadar öğünse azdır.
Hallaçtan sonra aşkın zirvesinde bulunan bir Mevlana-Şems ikilisi, ‘Fena
Fillah’ makamını göğüsleyen aşk adamı olmuşlardır.
Galip Efendi ve takip eden konvoydaki
dervişleri önce Mevlana’nın makamına uğrayarak gereken izin alınarak, manevi
halleşmeden sonra kendilerini bekleyen ev sahibi evlatlarının rehberliğinde,
Galib-i Vakfı’nın Konya şubesine varırlar. Kısa bir istirahatten sonra Galip
Efendi kendisine ayrılan koltuğa geçerek pür dikkat kesilen kalabalığa hitap
etmeye başlar;
“Efendiler, derviş kardeşlerim. Uzun bir
yolculuk sonunda nihayet bizi size kavuşturan Mevla’ma hamdüsenalar ederek, üç
beş kelam etmek isterim. Aşk adamı koca Sultan Mevlana’nın makamı yanı başında
ne söylenebilir. Bildiğiniz gibi Mevlana Hazretleri’nin değişik evreleri
olmuştur. Hazreti Şems ile karşılaştıktan sonra ‘Fena Fillah’a ulaşmışlardır.
Beşeri aşk kişinin kendini, ilahi aşk ise hem kendini hem de yaratıcıyı tanıma
olayıdır. Kendini bilen Allah’ı da bilir. Allah’ın yeryüzündeki tecelliyatı
olan insan, ondan işaretler taşır. Âdemin balçıktan olan vücuduna kendi
ruhundan üfler. Böylece insan iki boyutlu, maddi olanı balçık ile manevi olanı
da ruh boyutla şekillenmiş olur. İnsanın ‘Eşrefi mahlûkat’ olması bu ruh
vücudundan dolayıdır. ‘Esfeli safilin’ boyutu ise maddi görüşümüzdür. İnsan
hayatı boyunca bu iki unsurla daha doğrusu fizik, metafizik arasında bulunur.
Fiziki boyuttan metafizik boyuta, ancak aşk ile geçilebilir. Koca Sultanın
makamının yanı başında aşktan bahsetmeden olur mu. Evet, aşkın seyri sülüğü…
Bu hali yaşamak nefsini, ruhunu ve gönlünü
terbiye etmekle mümkündür. Gönlün terbiyesi de sevgiden geçer kii bütün kutsal
kitaplar insanın yüreğine hitap eder. Zira yaratıcı “Kulumun kalbi hariç hiçbir
yere sığmam” diyerek insanın en yüce yerinin onun kalbi olduğuna işaret
etmiştir.
Mevlana’ya sormuşlar Aşk nedir diye. O yüce
insan da benim gibi olursan anlarsın demiş. Öyle ya nasıl anlatacaktı. Akılla
bu anlatıla bilinir mi? Akıl aşkın şehrinde çamura batmış merkep gibi aciz
kalır. İlaveten, akıl aşk sokağında yolunu kaybeder evladım” diyerek sohbetine
devam eden Galip Efendi;
“İlahi
aşkın merhaleleri vardır. Bunlar aşkın kapıları olarak bilinir. Birincisi
hepimizin bilip yaşadığı gibi şeriattır. İkincisi tarikat kapısıdır. Bu kapıya
ulaşanlar mutlaka nefislerini terbiye derler. Üçüncüsü marifet kapısıdır.
İrfan, ilham, ilmi ledün ve sezgi gibi halle eşyanın temelindeki sırra kapı
aralamadır. Kendi gayretiyle vasıtasız hallere ermektir. Dördüncüsü ise
görüntünün ardındaki örtülü mana, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanılarak
sırların keşfi ile ortaya çıkan haldir. Bu mertebeye insanı kâmil olanlar
ulaşabilirler ancak.
Kâinatın yaratılış sebebi olan Nuru
Muhammedi hakikatine ulaşmak kâmil insana karşı beslenen sevgi ve bağlılıktır.
Kamil insan, bütün insanlığın göz bebeğidir. Kamil insanı sevmek, Nuru
Muhammediyi sevmek, Allah’ın rahmet sıfatlarının tecelli ettiği mevkii sevmek,
kısacası Allah’ı sevmektir. İşte makamının yanı başında bulunduğumuz insanı
kâmil koca Mevlana’nın eriştiği hal bu haldir. Allah ondan razı olsun.”
Vesselamünalel mürselin’den sonra Konya Galibi dervişlerinin özel durumlarının
konuşulduğu ortama geçilir.
Galip Efendi daha öncede Efendisi Mustafa
Yardımedici, Kirazoğlu, Tevfik ve İzzet Efendilerle beraber Yuvalı Hatip
Hoca’nın şoförlüğünü yaptığı bir vasıtayla Konya’yı ziyaret etmişlerdir. Bu gelişlerinde,
daha bereketli bir ekibin olması dikkatleri çekmektedir. Gerek Devlet ricali
gerekse Zülfi yârenlerine dokundukları kişi veya kurumların nazarlarını
çekmemek ne mümkün.
Konya Galibi’lerinin var olan
problemlerinin yanında manalarının yorumlarında henüz kısa bir süre önce dersi
verilmiş Atıf adında genç yaşta birine söz vermekle başlar. Atıf Efendinin
anlattıklarını dikkatle dinleyen Galip Efendi “Evladım, yeni olmana rağmen çok
anlamlı bir manan var. Sendeki bu istidat eğer yanılmıyorsam çok parlak
olacaktır inşallah. Devam et evladım, önce samimiyet sonra gayret.
Kuran okumasını bilir misin, ezberin var
mı?” sorusuna “ Hayır Efenim” cevabını alan Galip Efendi “Bilirsin inşallah,
ezberinde olur” dedikten sonra gözlerini sabit bir noktaya dikerek geçirdiği
kısa bir suskunluktan sonra “Sana çavuşluk görevini veriyoruz. Allah mübarek
kılsın ve hayrını gör evladım” diyerek elini uzatır. Uzatılan eli bir çırpıda
öpen Atıf, yerine geçerken Galip Efendi diğer Konyalı dervişlerine “Evladım
Atıf Efendi oğlumu sizin hizmetinizde bulunsun diye görevlendirdim” uyarısını
yapma ihtiyacı duyar.
O gece Atıf Efendi’nin gözüne uyku girmez.
Bir derviş, çavuş olunca bu yeni duruma nasıl alışır. Bu durumun manen
getirdiği sorumluluk ve diğer vecibeleri nedir? Ya vazifemi hakkıyla yapamaz da
Efendi Hazretlerine mahcup olursam endişesi. İşin güzel tarafı aynı yerde
istirahat eden Galip Efendi’ye Atıf Efendi’nin bu durumunun malum olması.
Galip Efendi “Atıf oğlum” diye seslenir.
Yanına gelmesini beklemeden onun odasına kendisi vararak bir takım
müşkülatlarına yönelik şüphelerini giderir. Efendi’nin anlattığı çavuşluk
vazifesini Atıf Efendi resmen verilmeden önce de yaptığını, çavuşluğun
ekstradan bir görev yüklemediğine kanaat getirir. Galip Efendi’nin bir sonraki
Konya ziyaretinde ismen hitabet ederek ilgi göstermesi taa o zamandan manevi
köprülerin kurulmasına başlangıç olur.
Urfa olayından sonra Konya’da morallerin
düzelmesi, kafiledeki herkesi memnun etmiştir. Hele Rıfat Efendi, sanki yitik
bir değerini bulmuş gibi sevinir. Efendi Hazretleri’nin aşk üzerine yaptığı
konuşmadan tutun da, zahiri ilme olan ihtiyaca kadar vurgulanmasına, kitabi
bilgilerin eksikliğinin nelere mal olacağı işareti, Şeyh Efendi tarafından
üstüne basa basa ifade edilmesi, Rıfat Efendi’yi ayrıyeten çok mutlu eder. Öyle
ya Allah aklı yaratmış, dili yaratmış, oku diye de emretmiş. O halde bu
nimetler neden emri ilahiye hizmet etmekten diskalifiye edilsin. Böyle Tarık
olmaz. Olsa da bu ancak vahşi Tarık’tır. İnsanın hayrına değildir. Gibi
analizlerini yol boyunca konuşarak mekâna, yani Ankara’ya avdet ederler.
Ankara’ya Pazar akşamı döndükleri için
ertesi gün istirahat edilir. Galip Efendi delikanlı oğlu Abdulkadir ile
yokluğunda olan işlerle ilgili istişare eder. Onun verdiği bilgiler
doğrultusunda uyulması gereken talimatları da sıralar. Çünkü Abdulkadir artık
kendisine güven duyulan ve sorumluluğunu bilen yetişkin bir insandır. İş
kabiliyeti ve sorumluluk istidadı babasının güvenini kazanacak kadar
gelişmiştir. Tuttuğunu koparacak görünümde ama bir o kadar da ağır başlı ve
güven verici bir kişiliği vardır. Bu kişiliğe o sahip olmayacak da kim olacak,
kanaati oluşturur tanıyan çevrelerde.
Bir Şeyh çocuğu, bir Şeyh torunu olmak ne
saadettir onun için. Salı günü sabah namazından sonra ‘Hatmi Rufai’ zikri mutat
olarak yapıldığı için, ileri gelen bütün Dervişler Hüseyin Gazi’deki külliyede
hazır olurlar. Özellikle birinci halakayı oluşturan dervişler, mecburiyet gibi
hissederler katılmayı. Çünkü Galip Efendi Salı sabahı yapılan Hatmi Rufai’nin
feyzinin çok yüksek olduğunu vurgular. İştirakçilerinde genellikle birbirlerini
tanıyan emektar insanlardan oluşması çok güzel bir ibadet havasının rüzgârını
estirir. Hatmi Rufai’den sonra her gün bir dervişin masrafını çektiği sütle
beraber ikram edilen sıcacık su böreği ile kahvaltı yapılarak güne öyle
başlarlar. Özel veya umumi problemlerin
ele alınma fırsatı da o gün daha yoğun olur.
Efendi Hazretlerinin gözüne Özer Bey
çarpınca eliyle “Özer oğlum sen yoktun tabi, bizi az daha Urfa’da bir şeye
benzeteceklerdi. Yine ki orayı erken terk etme gayreti gösterdik. Allah
şerlerinden bizi korudu değil mi Ali Efendi” diyerek yanına oturması için
işaret eder.
Belli ki Özer Bey ile daha başka şey
konuşacak. “Oğlum, elhamdülillah cami külliyemizin inşaatı tamamlanalı çok
oldu. Bu konuda çok büyük emeğin geçti. Gerçi en sonunda bizi dediğine
getirdin. Öyle olacaktı tabi ki. İşin başında senin uzmanlık alanına dikkat
etsek iyi olurdu velakin imtihan böyleymiş. Külliyatın çevre düzeni de bitti ancak
şu ön taraftaki su damarını biraz daha derinliğine genişletsek de üstüne çeşme
yapsak diyorum ne dersin?”
Özer Bey’in de dikkatini çeken bu su,
caminin giriş kısmında olup hiç de uygun görünmeyen bir durumda etrafa yayılır.
Bu su zapturapt altına alınarak bir taraftan mahallenin istifasına sunarken,
diğer taraftan caminin ön kısmının yılın on iki ayı eksik olmayan çamurdan
kurtarılmış olur. Zaten suyun kalitesinin fevkalade iyi ve tam içimlik olduğunu
bilen Özer Bey; “Çok yerinde düşündünüz efendim. Bende aynı sizin gibi
düşünüyordum ama bunca emekten sonra zihniyet olarak yorulmuş olacağınızı
tahminen açılmaktan çekiniyordum.” diyerek işin acili yetine binaen birkaç gün
sonra toprak yarılmaya başlanır.
Özer Bey, Efendisi ile beraber çalışanların
başında durarak talimatlar verir. Mahalle sakinlerinden meraklılarda vardır.
Bunlardan Yozgatlı Deli Mustafa adıyla bilinen, bir arkadaşının zoraki
getirerek ders aldırdığı biri de var. Deli Mustafa caminin hemen karşısındaki
önü bahçeli gecekondunun sahibidir. Adımını bahçenin dışına her attığında, ya
Galip Efendi’yi görür, ya da onun etrafında “Hazret” diyerek bulunan
dervişlerini.
Adamın adı deliye çıkmış ya, deliliğini de
yapacaktır herhalde. Bazen kendi kendine, bazen de etraftaki dervişlerin duyacağı
şekilde “Hazretmiş, Efendiymiş, Şeyhmiş, ne farkı var lan sizden bizden. Bu
kadar ilgiyi, bu kadar iltifatı, anasına babasına yapmayanlar buraya gelip bu
adama yapıyorlar. Yazıklar olsun sizlere” gibi sözleri fütursuzca sarf ettiği
Galip Efendi’ye kadar gelir. Buna rağmen arkadaş zorlamasıyla Dervişte olur ama
kalbi yine öyle şeyler söylemeye devam eder.
İşçiler, suyun kaynağına bir adam boyu kala
toprağı yardıktan sonra ulaşırlar. Az bir iş kala Deli Mutafa işçilerin başında
bulur kendini. Biraz uzaktaki Galip Efendi “Mustafa Efendi bir iki kazma vurmak
sana da nasip olsun. Çünkü bu çeşmeye en yakın ev senin evindir. Dolayısıyla
suyundan da en fazla sen istifade edeceksin. Bari biraz emeğin geçsin.” diye
uzaktan söylenince, Deli Mustafa “Neden olmasın” diyerek kendini açılmış olan
kanalın içine atar.
Kazmayı başının üzerine kaldırıp “Ya Allah”
diyerek indirmek niyetiyle havaya kalkmış olan kazma, daha havadayken sapından
kayarak sivri tarafı Deli Mustafa’nın kafasına çakılır.
Deli Mustafa’nın şar telleri atmıştır.
Tepeden aşağı hortumdan su akar gibi kan boşalmaktadır. Kazma kafatasına
saplanmış öyle durmaktadır. Bu durumu gören Galip Efendi “Mustafa Efendi oğlum
bana doğru gel” sesine doğru birkaç adım atar ki Galip Efendi’de ona doğru
vararak ulaşır.
Bir elini kazmaya bir elini de Deli
Mustafa’nın vücuduna koyarak, Yaradan’ına öyle bir müracaat eder ki “Ya Rabbim,
bu delinin canını bağışla. Göreceği yaşayacağı daha çok şey var. Bu kaza da
‘Kazma Burhanı’ olarak bilinsin” diyerek kazmayı kafatasından çekip çıkarır.
Deli Mustafa’nın şart elleri açılmıştır. Hiç
bir şey olmamış gibi bir haldedir Mustafa. Bu bir keramettir ve Deli Mustafa bu
kaza ile kendi durumunun farkına varmıştır. Bir daha mı, aman Allah korusun.
Galip Efendi’nin “Hemen evine git üstünü değiştir, tekrar bekliyorum Mustafa”
uyarısı üzerine bütün baştan aşağı al kan içinde olan Deli Mustafa, doğru evine
varır. En fazla yarım saat içinde hiçbir şey olmamış gibi geri döner.
Evet, böylelikle Deli Mustafa sayesinde
‘Kazma Burhanı’ da yapılmış olur. Hâlbuki “Burhan Olayı” bıçakla, benzeri
delici ve kesici daha naif metallerle olan bir durumdur. Ahmet El Rufai
Hazretlerinin tarıkının belirli özelliğidir. Kıyamete kadar bu yol üzere olan
gönül erlerinin bu metodu kullanmalarına ruhsat verilmiş olağanüstü haldir.
Aklın, Burhan olayın da şapşallaştığı, yolunu
kaybettiği ve hiç mi hiç izahat getiremediği durumdur bu. Çok sakat ve oldukça
da sığ olan “trans” olma haliyle açıklayanlara Galip Efendi “Eğer trans diye
kaçamaklı yola sapıyorsan bir iğneyi vücuduna sapla da kan çıkmasın. Hodri
meydan.” diyerek meydan okuması o cenahtan hiç duyulmaz.
Hatta 12 Eylül ihtilalinde Galip Efendi’nin
de, içinde Burhan olayı olan zikir meclisinin basılarak içlerinde ülkenin en
önemli kardiyoloji profesörlerinden Naci Bor ile beraber tutuklanmaları
olmuştur. Profesör Naci Bor’a askeri zevat sorar;
“Sen ki Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi Kalp hocalarındansın, sen ki bir ilim adamısın. Galip Efendi dediğin
tarikatçılarla ne işin olur. Yoksa kafayı mı yedin Hocam” gibi acıma hissi ile
yaklaşımları, tanıdıkça hayranlığa dönüşür. Burhanla ilgili meraklı sorularına
Naci Hoca, Hocalığının da verdiği bilgelikle metafizik dünyanın gerçekleri
olduğuna onları ikna eder mi bilinmez ama kısa bir tutukluluk süresince Galip
Efendi ve arkadaşları tırnaklarına dahi zarar gelmeden tahliye edilirler.
Bilindiği gibi Ahmet El Rufai
Hazretlerinden sadır olan bir tarikat geleneğidir burhan. Hazreti Rufai, manevi
bir işaretle Basra’dan hareketle hac farizasını yerine getirmek için
arkadaşlarıyla kutsal mekâna vardıklarında, Peygamberi Ekber’in mezarını
ziyaretlerinde olan bir olağanüstü durumdur burhan. Ahmet Rufai, mezarın
başucunda öyle bir aşk ile “Aylarca çok uzaklarda yol kat ederek huzuruna
nihayet gelebildik Ya Resulallah. İçimizdeki yangının bir nebze hafiflemesi
için sana dokunmak arzusu hat safhadadır. Onun için uzat elini öpeyim” dediği
zaman mezar yarılıp, Peygamberimizin elinin uzatıldığı görülür. Uzatılan elin
büyük bir manevi sarhoşlukla öpüldüğünü gören arkadaşlarının cezbe kapılıp
yanlarında bulunan bıçak ve benzeri metalleri, kendi vücutlarına sokup
çıkartarak delik deşik etmelerini nice sonra kendine gelen Ahmet Rufai
Hazretleri fark edince “Bu hal kıyamete kadar benim ashabımın ve yolumun
takipçilerinin özelliği olarak devam etsin Ya Resulallah” diye yakarmasıyla bu
durum tarıkının bir geleneği olur.
Rufai Tarık’ının bu geleneği yapılmadığı
zaman, yapmayanları mana tarafından sıkıştırılan bir duruma dönüşür. Bu
konulara kafası basmayanlarca “gösteriş” olarak algılanması veya İslami hayatın
aleyhine kullanılma hatası, bazen fitneye sebep olmasın diye terk edilir. Kadri
Rufai Şeyhi olan Galip Efendi elbette değişik mekân ve değişik ortamlarda,
değişik yaşta insanlar üzerinde şiş Burhanını uygulamıştır ve uygulamaya devam
eder.
***
Şu Urfa olayı Galip Efendi için
kırmızıçizgiler oluşturmasına neden olur. Sistemli olarak, bundan böyle, bütün
toplantı ve sohbetlerinde, öncelikle işlenecek konuları sıralar kafasında. Söz
uçar yazı kalır anlayışıyla da bir taraftan yazmaya başlar. Yazmanın önemli bir
maharet olduğunu, çok büyük mesuliyetli bir iş olduğunu bilgisayarın başına
oturunca anlar. Konuşurken çok rahat duygu ve düşüncenin ifadesi yapıldığı
halde, basit bir olayı kâğıta yani yazıya dökmenin, üstelik bilgisayar denilen
teknolojinin kullanılarak yapılması zorların zorudur.
Yaz, boz, konuyu baştan al, olmada şu kelime
değişecek, olmadı nokta virgül vs gibi uzmanlık alanı olmayanların istisna
hariç iştikal etmeleri yapılacak iş değil. Sohbetlerde üzerine basa basa
işlenen konuların zenginliği Galip Efendi’nin tek sermayesi olur. Zamanla “Muhtaç
Olduğumuz Kardeşlik” adı verilen kitabın nihayet basımı gerçekleşir.
Bir kitabın ham olan çıktısı alınarak işinde
uzman olan birine havale edilir. İmla hataları, kelime düşüklükleri, konunun
anlamına zarar verecek veya tam açıklamaya yetmeyen cümle kurgularının
düzeltilmesi gibi, alana tashih denir. Daha ilk kitabın bu merhalede geçerken
görevini yapmaya çalışan tashihçilere “Aman değiştirme, aman oraya noktayı
koyma, büyük harf olduysa öyle devam et, cümlenin devrikliğine dokunma, Şeyh
Efendinin kaleminden nasıl çıktıysa mutlaka doğrudur, senin düzeltmene hakkın
yok. Oradaki eksiklik bile keramettir” gibisinden çokbilmiş, çok saygılı
yaklaşım tarzı, ilk kitabın maddi hatalarla dolu basımına neden olur. Bereket
Efendi Hazretleri kitabın başında uyarı mahiyetinde “Ben yazar değilim. Bir
takım noksanlarım mutlaka olacaktır. Onun için tenkide kalkma da manayı
anlamaya çalış” cümlelerini koymuştur.
Galip Efendi’nin ‘Halfet’ hayatı çok canlı
geçmektedir. Bir taraftan yazarak ihvanını eğitiyor, bir taraftan da
sohbetleriyle. Dinin ikinci bininin yenileyicisi olarak bilinen imam Rabbani ve
Şeyhül-Ekber Muhittin İbn’ül Arabi’den sonra içtihat sız geçtiği, üzerinde çok
durmaya başlar.
Maide suresinin 51.ayetinin bilinen
tefsirine katılmadığı, bu ayete kendine ait yaptığı yorumu bir ömür boyu
işleyecektir. Bu konuda klasikleşmiş anlayışı muhafaza eden yapıların
saldırıları olsa da…
İşte Urfa olayı “Neden gâvura gâvur
demiyoruz” Müslüman Zombi bunlar. Dinlemeye bile tahammülü olmayan İslam’ın bu
yönüne hiç uğramamış kör kütük bir savunma, güya inancına hizmet eder biliyor
kendini. Bilse ki bu insanlar İslam’da içtihat müessesesi var. Zamanla
insanlığın problemlerine cevap veremez hale gelen dinimizin, donmuş veya
dondurulmuş kanallarının önünü açarak, dini hayatı “İnnet diynel indallahül
islam” asrın insanlarının istifasına sunmak ancak ilim adamları kanalıyla
olacağına dair haklı endişelerin sahibidir Galip Efendi.
Ama adamlar Zombi. Bilindiği gibi Zombi
yaşayan ölü demektir. İlker Afrika kabilelerinde görülür. Kabileler arası
kullanılan en büyük silahtır Zombi’lerdir. O bölgedeki bir nehirde yaşayan bazı
balıkların sırt yüzgeçlerindeki zehir alınarak, rakip aşiretin genç ve güçlü
bireylerinin yemeklerine konulup, geçici ölümlerini sağladıktan sonra Zombi’ye
dönüştürülür. Yavrularının normal ölümle öldüğünü zanneder aileleri. Defin
işleminden sonra, tuzağı kuranlarca mezardan çıkarılarak tekrar hayata geçirme
olayıdır Zombi’lik.
Yemeğe konulan zehrin geçici ölüm
oluşturduğu, müdahale ile tekrar hayata dönüştüğü bilinir. Zehrin etkisi
hafızayı yok ettiği için, ilk terbiye edicisinin emrinde ömür boyu robotlaşmış
bir canlı olarak hizmet eder Zombiler. Hatta öz ana veya babasını bile gözünü
kırpmadan öldürürler. O dönemde bu zehir silahını bilen kabilelerin
Zombi’lerden oluşan savaşçıları olur.
Tıpkı Cengiz Aytmatov’un kitaplarında bahsi
olunan ‘Mankurt’ veya Hasan Sabbah’ın oluşturduğu ‘cennet fedaileri’ gibi.
Düşünme yok, (okumayınca düşünemez insan) tefekkür yok. Hangi merkezden nasıl
kurgulanmışlarsa o kurgunun etkisiyle Allah diyerek dökülen bunca kan, bunca
gözyaşı ve bunca ahh… Kullanılmaya müsait Zombiler, Mankurtlar, Haşhaşiler
olduğu müddetçe bu böyle. Dünya var olduğu müddetçe de devam edeceğe benzer.
Asrımızın ve Müslümanların bu türde
hastalığına Galip Efendi reçeteyi sunmuştur. Ona göre kişi “La ilahe illallah”
dediği müddetçe kanı katli bize haram olup o bizim kardeşimizdir inancını, bir
ömür, içini de doldurarak cümle âleme duyurur.
Semavi din tektir. İsevilik, Musevilik ve Muhammed
ilik, ayrı ayrı din değil, tek olan İslam’ın kollarıdır der. Her Şeriatın bir
Peygamberi vardır. İnsanların tekâmülüne göre Şeriatları verilmiştir. Bu
anlamda en kâmil olan Şeriat elbette Muhammed iliktir. Sonraki gelen bir Şeriat
öncekini iptal etmez. Dolayısıyla Şeriatlar arası farklılıklar kavga sebebi
olmamalıdır. Mutlaka hoşgörü ve anlayışla bu Şeriat mensupları birbirleriyle
tanışıp konuşması gerekir.
Günümüzde görülen Şeriatlar arası diyalog
meselesi, hafızamıza yer etmiştir ama bu iş onların kanalıyla zor olur. Bu işe
mana ehli el atmadığı müddetçe başarı kaydedilemez. Çünkü onların işinde nefis
ve ihtiras vardır. Bir gün ‘Ben neymişim be abi’ anlayışıyla kaş yapayım derken
göz çıkarırlar. Onun için Galip Efendi “Bu iş bizim işimiz. Bir gün mutlaka
başaracağız” vurgusunu yapar.
Yine bir Pazar sohbetinde Galip Efendi
“Adamlara asırlardır gavur dedik, gavur dediğimiz insanlarda aynı hatayı
yaparak bize gavur dediler. Hâlbuki bir Allah’a iman etmiş insanlar, sırf
Şeriatları farklı diye birbirlerine
“Allahsız, kitapsız” anlamına gelen gavur der mi hiç.
Bunu, diyelim ki öbür Şeriat
mensupları bilmiyor. Ya bizler, elimizde yüce kitabımızın oluşu, onlara galebe
çalmamıza sebep değil mi? Her abdest alırken okuduğumuz Amentü’de
Peygamberlerine, Kitaplarına iman ettik denmiyor mu? Diyoruz da neden bir
Allah’a iman edenlere kendi Şeriatımızda değil diye gâvur diyoruz.
Maide 51.ayetin “Siz Hristiyanları,
Musevileri ve Sabileri kendinize dost edinmeyin. Onlar size dost olmazlar. Ta
ki onların dinine dönünceye kadar” bilinen mealin doğruluğuna iman edersen
elbette onlara gâvur dersin. Bu mealin yeniden içtihada ihtiyacı vardır. Bir
defa “Dost” kelimesi ‘Evliya’ kelimesi anlamında kullanılıyor. Çeviriminde bir
büyük hata işleniyor. Öyle olunca anlam bozuluyor. Yüce kitabımızın zaviyesinde
değil de kendi zaviyemizde değerlendiriyoruz. O zaman da hataya düşülüyor.
Diğer Şeriat mensupları bu işi bizim kadar bilmeyebilir. Çünkü bizim elimizde
koskoca Amentü var. Amentü’müzü Maide 51.ayetle neden çatıştıralım. Birbirinin
anlamına yok eden Allah kelamı olur mu?
Ülkemizin çok önemli bir bilim adamı da bu
konuda şöyle beyanda bulunur; “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmemeyi emreden
ayet genel değil, Müslümanlara düşman olan, İslam ile savaşmakta olan Yahudi ve
Hristiyanlar hakkındadır. O ayetin bulunduğu bağlam iyi düşünülürse bu durum
gayet iyi anlaşılır. Nitekim söz konusu ayetten sonra gelen 57’nci ayette
“Dininizle alay eden kitap ehli ve müşrikleri dost tutmayın” buyurulmaktadır.
Demek ki dost tutulmaması emredilen kitap ehli, kötü niyetli insanlardır ve
Müslümanlara saldıran İslam ile alay eden düşman kimselerdir. Yoksa en son
surelerden olan Mümtehine’de “Allah sizi din hakkında, sizinle savaşmayan ve
sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli
davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adalet üzere olanları sever. Allah sizi
ancak din hakkında, sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve
çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost
olursa işte zalimler onlardır.” Ankebut suresinin 46’ncı ayetinde de “Haksızlık
edenleri dışında, kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlarla en güzel tarzda
diyalog kurulması” buyurulmaktadır. Nitekim Peygamberimiz Medine’ye geldiği
zaman kitap ehli olan Yahudilerle savunma ittifakı kurduğu gibi hayatlarının
sonlarına doğru çıktığı Tebük seferinde de birçok Hristiyan kabilelerle
saldırmazlık ittifakı yapmıştır”.
Kısaca, kim Allah’a inanıp bunu da ikrar
ederse, ister Muhammedi, ister İsevi, isterse de Musevi olsun fark etmez,
onlara gavur kelimesini layık göremeyiz. Üstelik Maide 51.ayetin bize göre
meali şöyle olmalıdır “Siz Yahudi, Nasranî ve Sabilerin Evliya’larını kendinize
Evliya edinmeyin. Onlar ancak kendilerinin Evliyasıdır. Böyle tefsiri olan
Maide 51 Amentü ile çatışmadığı gibi bir bütünlük arz eder.
Sonraki gelen Şeriatı kabul ettikten sonra
evvelki Şeriatın Evliyaları senin Şeriatına lütfedilmediği için senin Evliyan
değildir. Sen kendi Evliya’na tabi ol.
Mesela; Hatay tarafında mukim olan
Müslümanlarca da çok sevilen, hürmet edilen bir İsevi Şeriatı Evliyası vardır.
Hazreti İsa Efendimizin döneminde yaşamış, herkesin öldürmek için Havarileri
aradığı zaman da, o onları korumuş aşk ehli Habibi Neccar adında bir
kardeşimiz, İsevi Evliyasıdır. Müslümanların hürmette yücelttiği bu insanı
günümüzde Evliya edinen bir Muhammedi var mı? Kendi Şeriatının Evliyasıdır o.
Allah rahmet eylesin.
Bilge kişiler yeniliklere gözünü kapatıp,
kulağını tıkarsa temsil kabiliyetleri zayıflar. Alıcıları olmaz. Çünkü
tahammülü güç bir takım hadiseler hayatı çekilmez hale getirir. İnsan dünü
düşündüğü gibi yaşadığı hayatı idare eder. Allah’ın tertibi tanzimi böyledir.
İnsanın görünümü de, hücreleri de daima değişir, yenilenir. Bir kararda kalan
daima Hazreti Allah’tır” diyerek sohbetini tamamlayan Galip Efendi tamamlayıcı
mahiyette olacak olan bir konuyu da ‘Anlatmama müsaade edin, yeri ve zamanı
gelmişken’ diyerek;
“Ehli kitap arasındaki düşmanlıkların
ortadan kalkması için bizim gibi düşünen mana ehlinin yalnız mı kaldığını
düşünüyorsunuz? İsevilikte de tek tük böyle işaretler almaktayız, iyi dinle.
İkinci Dünya Savaşın da İspanya’nın Gırnata şehrinde bulunan Kur tuba Camisinin
avlusunda oynayan, biri on diğerleri yedi sekiz yaşlarında üç çocuğun, oyun
alanın da bembeyaz elbisesi olan bir kadın belirir. Bu kadın çocukların sırtını
sıvazlayarak, ebeveynlerine ulaştırmak üzere şunu söyler;
“Yavrularım korkmayın benden. Benim adım
Fatuma’dır. Size Meryem Ana’dan selam getirdim. Meryem Ana; Allah’a inanan
bütün insanlar yani ehli kitap, birbirleriyle kavgayı bırakıp inanmayanlara
karşı mücadele etsinler” sözünü aktardıktan sonra kaybolur.
Çocuklar etkisinde kaldığı bu olağanüstü
olayı birbirlerini şahit göstererek büyüklerine anlatırlar. Büyükleri bu durumu
büyüterek kiliseye kadar götürürler. Papazlar Hazreti Fatma işin içinde olamasa
olayı kabul edecekler ama bu şekliyle mümkün olmayan bir kabul olacaktır onlar
için. Çocukların bedenine cin girmiş olabilir diye bir takım cin çıkarma
tütsüleri yapılsa da nafile.
Velhasıl olay zamanla kapanır. Ama bir şey
olur. Üç çocuktan en büyüğü Lucia adında bir kız çocuğudur. Onun idrakinde bu
olay hiç kapanmaz. Gerekli ilim ve irfandan sonra Lucia bu olayı hemen her
yerde anlatmaya başlar, sohbetler düzenler, paneller yapar. Ehli kitabın
kardeşliğini yüksek sesle vurgular. Bu işarette anlam çıkaramayan kendi
Şeriatının Zombi’lerini hep itham eder. Çünkü artık konuşacak ve dikkat çekecek
yaştadır. Etrafında inananları oluşur.
Böylece halen günümüzde “Melekler hareketi”
olarak bilinen ve yaşatılan bir tarıkın bu günkü Avrupa’da kurulmasına vesile
olur. Allah Lucia’dan ve ona inanıp Ehli Kitabın kardeşlik fikrine hizmet
edenlerden razı olsun. Görüyorsunuz ya aklın yolu birdir. Sizler bu fakire iman
ediniz evladım. İnşallah hep birlikte kurtuluşa ereriz. Vesselamünalel
mürselin” diyerek Dervişlerine yol verir.
***
Mobilyacılık mesleğini uzun süre sürdüren
Galip Efendi sırf çeşitlilik olsun diye daha rahat bir alan olan kaplamacılığa
geçer. Atölyesi ona göre dizayn edilir. İşçilerinin başında görkemli yapısıyla
Abdulkadir vardır. Abdulkadir bir taraftan bu işle iştigal ederken diğer
taraftan Yüksekokula devam ederek eğitimini sürdürür. Abdulkadir’in belli bir
yaşa belli bir kemale gelmiş olduğu herkes tarafından bilinir. Galip Efendi
arif bir aile reisi olduğu için, kızlarından olduğu gibi yol yordam dâhilinde
Abdulkadir’in baş göz edilme durumunu düşünür.
Müsait bir dille bu konuda ne düşündüğünü
anlamak için Fatma Hanım’a konuyu açar. Daha önce “Hele bir okulu bitsin Galip
Efendi” diye kestirip atan Fatma Hanım, bu defa bayağı iştahlı görünür. Dedik
ya Galip Efendi arif insandır. Leb demeden leblebi diyeceğini bilir hanımının.
Ona;
“Fatma
Hanım bakıyorum da pek sevinçlisin. Bu sevincinden şunu mu anlamalıyım. Münasip
birini buldun bize onaylatacaksın, öyle mi” deyince Fatma Hanım “Galip Efendi
aynen öyle vallahi. Yuvayı dişi kuş kurar derler ya ilaveten her yuvayı da dişi
kuş kurdurtur. Erkek çoğu zaman tasdik makamında olur.” Galip Efendi’nin
“Saadete gel hanım” uyarısıyla Fatma Hanım;
“Şu bizim Kütahya’da ki Nugaba Ulvi
kardeşimiz var ya, birkaç aydır ailecek zikir için ta Kütahya’dan gelirler.
Seni görebilmek, sohbetinden istifade edebilmek için. Hanımının yanında kızını
görürüm de pek hoşuma gider. Hatta ikinci gelişlerinde böyle bir niyetten
dolayı kendilerine biraz daha yakınlık göstererek daha iyi tanıma fırsatı
buldum. Evli mi, sözlü mü diye sordum.”
“Hayır, Hacı ana ne evli, ne sözlü. Üniversite de okuyor kızım” deyince
daha bir içim kaynadı. “Galip Efendi, canımın içi, neşem bunun içindir.
Herhalde sana da malum olmuş olacak ki gönlümün gündeminde olan bu hayırlı işin
biran önce vuzuha kavuşmasını arzularım. Demek ki zamanı gelmiştir”
Bir sonraki hafta beklenir. Olacak ya
Kütahya Nugabası Ulvi Efendi yine Hüseyin Gazi’dedir. Sohbetten ve halakadan
sonra “Efendi seni bekliyor” diye haber edilir. Hoş beşten sonra Galip Efendi;
“Oğlum bak, seninle özel bir şey görüşeceğim.
Peşinen söylemem gerekir ki diyeceğim konu hayırlı bir iş içindir. Senin bir
kızın varmış evlilik çağında. Hacı annen çocuğumuzu görmüş pek beğenmiş. Ehh
bizim de ellerinizden öper, belki görmüşsündür evlilik çağı gelmiş oğlumuz var.
Hayırlısıyla baş göz etme gibi bir niyet üzerineyiz.
Sende ailenle görüş, eğer sizce de uygun
bulursanız, Kütahya’ya dönüşünüzde bana haber ediniz. Yalnız bir şeye dikkatini
çekmek isterim. Malumun bu iş gönül işidir. Sakın haa kararını benim dahi
etkimde kalarak vermeyesin. Çocukların birbirlerine olan denkliğini Hacı annen
görmese zaten bu işe taraf olmazdım. Haberinizi bekliyorum. Eğer tamam derseniz
biliniz ki haberin geldiği günün ertesi akşamı “Allah’ın emrini anmak üzere
Kütahya’dayız. Bilmiş ol evladım” der ve bütün açıklığıyla noktayı koyar.
Ulvi Efendinin “Senin bir kızın, benim de bir
oğlum bu iş hayırlı olacak inşallah” sözünden sonra Efendi’nin takip eden
konuşmasından ancak “Haber bekliyorum” cümlesi hafızasında yer alır. Heyecandan
eli kolu bedeni titrer. Şeyh Galip Kuşçuoğlu’na kaderde dünür olmak da varmış.
Bu ne bahtiyarlıktır Allah’ım diye yüksek sesle konuşmaktan kendini zor tutar.
Elini öperek, yarın mutlaka ailece sizi ağırlama Şerefine nail oluruz Efendim
diyerek ayrılır.
Galip Efendi istirahate çekildiklerinde
Fatma Hanım yanında bulur kendini. Çünkü oda gelin olacak kızı ve anasını
görmüş ve hatta iltifat dahi ederek, dolaylı imalarda bulunmuş. Galip
Efendi’nin de temasını merak eder. Niye yanında bittiğini anlayan Galip Efendi,
Fatma Hanım’ın meramını anladığı için “Hanım o iş tamam. Açıkça söyledim. Yarın
haber bekliyorum. Büyük bir ihtimaldir ki haberden bir gün sonra Allah izin
verirse emrini anmak için Kütahya’dayız. Sen ne gerekiyorsa yarından tezi yok
hazırlığını yap. Abdulkadir’i de bilgilendir” talimatı Fatma Hanım’ı tarifi
mümkün olmayan bir havaya sokar.
Fatma Hanım o hafta, buna benzer başka
hazlarda yaşamıştır. Tanıdık Hanımların bir kısmıyla beraber günü birlik Cuma
halakası için Polatlı ilçesine giderler. Şeyh Efendi’nin hanımı geliyor
arkadaşlar diye Polatlı ihvanları tarafından karşılanırlar. Fatma Hanım yedi
tarikattan icazetli Şeyh Mustafa Anaç’ın tek kızıdır. Manaya göre yaşantı nasip
etmiştir Rabbi ona.
Kendilerini karşılayanlar arasında “Hangisi
Fatma, hangisi. Şu güzel ve boylu poslu olan mı.” Bir diğeri “Evet evet o güzel
ve babayiğit olan” diyerek birbirleriyle yarışan Polatlı şehitlerinin seslerini
aleni işitir. Gözyaşlarının niçin pınar olduğunu etrafındaki hanımlar ne bilsin
ki, kafilenin şehitler tarafından karşılandığını. Arada perde kalktığı vakit
sırlar ifşa olur. Bu hale Fatma Hanım layıktır herhalde.
Akşam Evdeşi Galip Efendi’ye durumu
anlatır. Galip Efendi eşini dinledikten sonra “ Hacım tabi ki öylesin, az bile
söylemişler. Sen benim gözümde zaten hep öyle oldun, öyle de kalacaksın. Allah
senden razı olsun, beni hiçbir zaman mahcup etmedin. Şimdiye kadar en ufak bir
sorun yaşamadım. Rabbime şükürler olsun” diyen sözlerle Şehitlerin
iltifatlarına ilaveten iltifat etmeyi sürdürür.
Galip Efendi’nin üzerine güneşin doğduğu
görülmemiştir. O gün de güne güneşten erken doğar. Doğru iş yerine zuhur eder.
İster ki kafasından tasarladığı özel bir mobilya üzerinde çalışsın. Sanatıyla
ilgili çalışmak özel zevkidir. Bir tarafta kaplama işi ededursun, onun elinde
çıkması gereken özel bir çalışma var. Bir haftalık zamanda rahat bitirmesi
gerekirken iki üç aydır bir dirhem yol alamıyor oluşu onu üzer.
Ne zaman şevkle iş aletlerinin başına geçse
mutlaka bir arıza çıkıyor karşısına. Ya telefona çağrılıyor ya misafiri geliyor
ya da aile müşkülatı, ama mutlaka bir engel oluyor. O gün de aynı korku ile
aletlere yaklaşınca içinden “Yine bir mazeret çıkacağından eminim. O halde
bugünde ben arzumu yenip çalışmıyorum desem beni nasıl çalıştıracak acaba,
doğrusu merak ediyorum” gibi duyguların dışa sözlü olarak yansıması “
iktidarımla bugün de ben çalışmıyorum, nasıl çalıştıracaksan göreyim” cümlesi
dilinde döküldükten üç beş dakika sonra aynı sokakta mukim, daha önceleri
tanışıklığı olan Niğdeli Mustafa’nın tekme ile kapıya vurarak içeri girdiğini
görür.
“Ne oturuyorsun Galip Efendi ayağa kalk ve
peşime düş” emri öyle gür ve kararlı bir şeklide dile getirilir ki Galip
Efendi’nin “Alet adevat lazımsa çantamı alayım” sözüne bile “Gerekmez sen gel
yeter, gideceğimiz yerde bulurum” ifadesine “Eğer iş için beni götürüyorsan,
yerime bak şu işçilerden istediğin kadarını yanına katayım” gibi korkudan ne
söyleyeceğini bilemeyen Galip Efendi, “Hayır sen geleceksin” kararlılığını
gösteren Niğdeli’nin ardın sıra peşine takılır.
Ulus denizciler semtinde eski bir Devlet
dairesinin alt katına sokularak, bütün duvarları ahşapla kaplı olan odaları
işaret edilerek “Sök şunları” telaffuzuna, Galip Efendi uymak mecburiyetinde
kalarak işe başlar. Niğdelinin kendisi de odanın ortasına sandalyesini atarak,
iş bitimi olan gece saat yirmi ikilere kadar başında bulunur.
Ter tabanında çıkar Galip Efendi’nin.
Yaradan’ı ona “Çalışamamaktan isyan ediyordun, buyur sana iş” dermişçesine o
gün Niğdeliyi başına bela olarak göndermiştir. Galip Efendi bu işin farkında
ama Niğdeli ne bilsin, düzgün ve zavallı bir adam o. Daha sonra Niğdeliyi
sokakta gören Galip Efendi sorar;
“O gün seninle gelmeseydim niyetin neydi”
diye. Niğdeli’den sadır olan mahcubiyet son derece büyük olduğu için Galip Efendi’nin
gözüne bile bakamaz. “Bende bilmiyorum, sana, senin gibi bir adama nasıl o
muameleyi yaptım. Halen hicran duyguları içindeyim. Ancak peşim sıra
gelmeseydin kesinlikle seni öldürebilecek bir his vardı içimde. Allah’a
şükürler olsun ki sen direnmedin. O yönüyle kendimi çok şanslı
hissediyorum.” diyerek cevaplar. Galip Efendi mananın nazik bir cilvesinin bu
şekilde tecelli yatını bildiği için Rabbiyle nasıl bir telafi yoluna gitmiştir,
onu da kendi bilir.
O söküm işinin akşamı, nerede kaldın babacığım diyerek etrafını
saran çocuklarına bu durumu anlatamaz, ama yorgun olduğu her halinden anlaşılan
Efendiye Fatma Hanım “Kütahya’dan haber geldi, müsait zaman da bekleniyoruz”
müjdesini damdan düşer gibi verir. İster ki yorgun görünen Efendi Hazretleri bu
haberle sevinsin veya neşesi yerine gelsin. Nispeten Galip Efendi’deki
memnuniyet, davranışlarına yansır ve organize için arkadaşlarına haber yollar.
Bir gün sonra Kütahya yolculuğu hazırlığına
başlanır. Evlatları hazır, arabaların müncer atı hazırlanmış, Galip Efendi ve
Fatma Hanım’ın arka tarafına oturduğu arabanın şoförü ve sahibi Süreyya
Efendidir. Rıfat, Tevfik, İshak ve İzzet Efendilerde diğer bir arabada,
Abdulkadir de evin öbür sakinleriyle bir başka arabayla konvoy halinde “Ver
elini Kütahya” diyerek devam ederler.
Ve Kütahya’ya intikal ederek gereken
formaliteler yerine getirilir. Aynı ekip
biraz daha kalabalık olarak kısa bir süre sonra aynı yolu bu sefer de gelin
almak için alırlar. Galip Efendi’nin emridir. Gelin alındıktan sonra hiçbir
şekilde zorunlu ihtiyaç dışında durmak yok. Doğru Hüseyin Gazi’ye denir ve öyle
de olur.
Zikir halakasından sonra yeni evliler için
uzun bir dua yapılır. Böylelikle Abdulkadir dünya evine girmiş olur. Evin bekâr
veliahttı böylece evliliğe adım atmış olur. Hacı Fatma Hanım’ın kızı
Mürüvvet’ten başka dünyevilik ne kaygısı kalır ki.
Yalnız enteresan olan bir mana yaşanmıştır.
Zahiride bunun bilinmesi elbette mümkün görünmez. Fatma Hanımın gelininin
yazgısı bir başkası olduğu halde, bu yazgının değiştirilme olayının şahidi yine
Galip Baba’dır. Kendisine manasında gösterilmiş olan bu durum, bu tecelli yat
Rabbani bir cilvedir muhakkak.
***
Günlerden Cuma. Hüseyin Gazi Külliyesi
sabahtan itibaren hareketli. Konya’dan, Adana’dan, İnegöl’den, Çorum’dan,
Maraş’tan dergâhın Şeyh’ine gönül vermiş, otobüsler dolusu insanlarla dolar.
Tanış olanlar kendi aralarında, diğerleri ise tanışıp kaynaşmak için bulduğu
ortamlarda sohbet edip, şakalaşırlar. Görevli kişiler görevli olduklarına dair
giydiği elbiselerle hizmet vermektedirler. Aynı zamanda ilk halkada bulunarak
zikir ayininin daha güzel ve disiplinli geçmesi gibi asli hizmetleri olacaktır.
Antalya’da Tarık Bey ve arkadaşları çok rahat Nugaba’larla sohbette, en çok da
Rıfat Efendi ile yakınlaşması gözden kaçmamaktadır.
Ezanın okunmasına müteakip namaza geçilir.
Cuma ve diğer namazlar Külliyede çok pratik kılınmaktadır. Efendi Hazretleri
namazda sonra sohbete başlayacaktır. Bir işaretle dergâhta özel elbiseleri olan
Dervişleri ile ilk halaka hemen oluşuverir. Sonraki halakayı oluşturanlar biraz
sağa sola yaylanırken halakada ki düzen tamamlanır. Efendi Hazretleri, o gür ve insanı tabanına kadar
etkileyen “Falemennehu” diyerek işe başlangıç yapan sesi duyulunca ortamın tam
hazır hale geldiğine şahit olunur.
Belirli bir disiplin içinde görünen
dervişlerine yönelik sohbetine başlar. Sohbetin konusu Cuma namazı üzerinedir;
“Kardeşlerim, daha önce de üzerinde çok
durarak iyice anlaşılması yönünde çok konuştuk. Belki duymayan anlamayan veya
duyduğu halde alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemeyen kardeşlerime derim ki,
Cuma namazı on altı rekât değildir. Cumanın rekâtları arasında ‘Zuhru ahir ve
vaktin son rekâtlarında kılınan iki rekâtlı sünnet namazı yoktur’. Bunlar
uydurmadır. Şeyhiniz olarak üzerine basa basa söylüyorum bunları. Mesuliyeti
tamamen bana aittir bilesiniz. Ne Allah’ın Resulü, ne de arkadaşları, ne
hayattayken ne de hayattan sonra ki Asrısaadet dönemlerinde böyle “zuhru ahir”
diye bir namaz kılınmamıştır. Sonradan uydurulan bidatlerdir bunlar. Resulallah
Efendimiz dört rekât ön sünneti, farzdan sonrada çoğu zaman dört rekât daha
namaz kılardı. Ashabı da öyle.
Hal böyleyken neden yüce dinimizin emirlerini
orijinali neyse öyle yerine getirmiyoruz. Bu fazladan kılınan namaz neyin nesi.
Söyleyeyim de sizde bunu bilesiniz;
Tarihte dinsiz bir kavim olarak bilinen
Moğollar, bütün dünyayı fethetmek için ardında binlerce, on binlerce ceset
bırakıp, yakıp yıkarak geldikleri Anadolu’muzda, İslam’a en büyük zarar
vermişlerdir. Bu afetin karşısında durmak şöyle dursun, yanında ittifak ederek
bile durmanın mümkün atı olmayan vahim durumda, ehlisünnet âlimleri, günlerce
toplanarak bu durumu konuşurlar. Böyle bir olağanüstü bir durumda İslam
milletinin nasıl bir dini hayatı yaşamalılar diye günlerce istişare ederler.
Hukukçular, mevcut duruma göre “Darül islam
mı, Darül harp mi?” üzerinde ittifak edemezler. Sizin anlayacağınız “Darül
İslam” üzerinde anlaşmış olsalar Cumanın sıhhatine helal gelmeyeceği hükmü
uygulanacaktır. “Darül harp” kararı çıkarsa Cuma namazı Müslümanların üzerinden
düşeceği için vakit namazı ile telafi edilecek hükmü hâkim olacaktır. Görülür
ki böyle bir karar üzerinde ittifak edemezler. Ancak her iki hükmün beraber
uygulanması üzerinde karar çıkar. Yani “Darül Harp” değilmiş gibi Cuma namazı
normal kılınacak, hemen ardına da “Darül harp” miş gibi öğlen namazının farzı
eda edilecek…
Aynı vakit içinde iki farzın kılınamayacağı
hükmü de vaktin farzına “Zuhru ahir” gibi niyet edelim denmiştir. Şayet Darül
İslam’sa Devlet, bu şekilde Cuma zaten kılınmış olacak, eğer Darül islam
değilse Zuhru ahir ile vaktin son öğlen namazının iki rekâtı kılındığı için,
manevi olarak her iki uygulamaya göre borçlanmadan namazlar kılınmış olacaktır.
Nitekim öyle olur. Âlimler bu on altı rekât
namazı geçici olarak, tedbirden alırlar. Tabi düşman tehdidi uzun bir zaman
devam ettiği için bu halin Müslümanlarda alışkanlık yapmış olması, günümüze kadar gelen bu bidatin kaldırılmak
istenirse de mümkün atı olmaz.
Bizim dergâhımızda böyle bir namaza yer yok.
Bizim evlatlarımızda böyle lüzumsuz bir namazı cumanın rüknüymüş gibi kılamaz.
Diyanet İşleri Başkanlığını uyardık. Halen de uyarmaya devam ediyoruz. Başta
Başkan Efendi olmak üzere çalışanların çoğu bizi onaylıyor.
Velev ki cemaat arasında olumsuz tepkiler
olur diye çekiniyorlar. Bir gün inşallah bütün Anadolu Müslümanları bizim
çizgimize gelir. Zaten elliye yakın İslam ülkesi içerisinde yalnız bizden
“Zuhru ahir” namazı vardır. Ehh onlarında başında “ Moğol” denilen afet olsaydı
nasıl tedbir alırlardı bilinmez.”
Sohbeti Cuma namazı üzerine olur Efendi
Hazretlerinin. Tekrar verilen bir işaretle hazır bulunmuş halaka ayağa kalkarak
en az yarım saat zikir çekilir. Duası toplanır. Süreyya, Rıfat, Tarık, Bülent
vb. sağ ve sol tarafındalar. İhvan sıraya girerek teker teker Efendilerinin
elini öperler, manalarını anlatırlar.
Külliyenin alt katında hanım ihvanı olduğu
için görevliler erkekleri dışarı çıkartarak hanımları yukarı alırlar. Onlarda
Şeyh’lerinin hal ve hatırlarını sorup manalarını anlattıktan sonra, başta Galip
Efendi olmak üzere herkes işine gücüne dağılır.
Galip Efendinin ‘Zuhru ahir’ namazına
yönelik görüşü, akranı olan bazı Mutasavvıflarda değişik tepki toplar.
Bunlardan biri olan Hasan Burkay Hz.leri “Zuhru Ahiri’yi yok kabul eden Şeyh
Efendi’yi bende yok kabul ederim” gibi bir sözünü Galip Efendiye anlatırlar. Bu
sözü işiten Efendi “o halde bende onun Şeyhliğini alıyorum” diyerek mukabelede
bulunur.
Efendinin bu sözünü yine çağdaşı olan “Hızır
Baba” adıyla bilinen bir gönül erine anlatırlar. Hızır baba “Arkadaşlar, Galip
Efendi zamanın hâkimidir. Onun böyle bir tasarrufu olduğunu bizler biliyoruz.
Dediği doğrudur. Yapar mı yapar. Hasan Burkay Efendi de bunu bilir. Lakin niçin
böyle bir söz sarf etmiştir bilemem. Sanıyorum aralarında zuhur eden bir cilve
olsa yeridir” diyerek meraklıların merakını gidermiş olur. Arada aylar geçer,
Galip Efendi Antalya’dadır. Derler ki Efendim misafiriniz geldi. Gelen Hasan
Burkay Efendidir. Özür yazır üzerine olan kelamla taşıdığı sıfat tekrar iade
edilir.
***
Abdulkadir artık ağaç kaplama işini
bırakıp gıda işi ile ilgilenmektedir. İş yeri yine sitelerde olup bir kısmında
bu işi yaparken bir kısmını da ofis olarak kullanır. Galip Efendi Cuma
namazından sonra mutlaka diğer günlerde de ara sıra oğlunun ofisine giderek
sohbeti orada sürdürür.
Yakın dostları onu nerede bulacaklarını
bildikleri için onlarda ardın sıra orada olarak Efendi’yi yalnız bırakmazlar.
Sohbetler her zaman hep ciddi konulardan olmaz. Nasrettin Hoca karakterine
uygun espri anlayışı Dervişlerin arzuları olur çoğu zaman. Birçok yakını
edeptendir sınırı aşamaz ama içlerinde dişçi mesleğini icra eden biri var ki bu
sınırları çoktan aşmış olarak ortalığı kahkaha alanına çevirmekten mahirdir. Bu
durum şu misalle çok daha iyi açıklanır;
Adam okul müdürü. Müstahdemlerini ezmez, hep
korur kollar. Okul dışında da arkadaş gibi davranır. Bir gün Müdürün odasındaki
telefon çalar. Arayan üst amir veya velidir. Müdür odasında olmadığı için
müstahdem telefona bakar. Karşıdaki kişi kendini tanıtarak “Müdür beyle mi
görüşüyorum” der. Müstahdem “Hayır ben müdür değilim ama aynı zamanda müdür
sayılırım. Müdür demek ben demek, ne diyeceksen bana de” diye cevap vermesi
gibi sınırı aşması olayı.
Mukallitliğinde bir sınırı olmalıdır. Bazen
okum derken b..kum der insan ve gözden ebediyen düşer. Hani der ya şair “Bir
tel kopar ahenk ebediyen biter.” İşte öyle bir şey…
Bu sohbet esnasında Galip Efendi kafasını
biraz kaldırınca Konya’dan Atıf Efendi ile Antalya’dan Tarık Efendi’nin hemen
yanı başında Ali Efendi’nin oturduklarını görür. Ali Efendi nasıl olsa
hep yanındadır. “Atıf Efendi nasılsın oğlum. Halen Konya’dasın değil mi?”
sorusunu yönetir. Atıf Efendi; “Efendim, müsaadenizi almaya geldim. Gayrı
bundan böyle Konya’da işim kalmadı. Malum biz sahil çocuğuyuz. Denizin iyodunu
özledim. Onun için İstanbul’a geçip kendi işimi kurmak isterim. Bugün özellikle
izninizi almak için geldim” diyerek boynunu eğer. Efendi Hazretleri “Neo
Konya’yı fethettin herhalde” gibi şakalı sözünün ardında “Tabi ki öyle olacak
evladım, isabet etmişsin. Bizde dua edeceğiz. Bizden İstanbul’un sahiplerine
selam söyle” gibi temennilerini sunduktan sonra Antalya ekibindeki Tarık’a
dönerek belli bir müddet onunla karşılıklı konuşur. Sohbet esnasında Tarık
Efendide ki derinliğe diğer Dervişlerde şahit olur.
Tarık Efendi aslen Ispartalıdır. Gençliği
çok kavga etmekle geçer. Gayrı İslami hayata da yabancı değildir. Buna rağmen
askerdeyken ara sıra esrar partilerine bile iştirak ettiği olmuş. İnancı
sağlamdır. Bir kavga sonunda kendi nefisini sığaya çeker. “Ben kimim? Niçin
varım? Eğer ben varsam beni bulmalıyım?” diye kendini aramaya başlar o olaydan
sonra. İnsanın yaratılışı üzerine eline ne geçerse okur. Daha çok da tasavvuf
ağırlıklı kitaplardan kendine yaklaşır.
Okuduğu eserler onu iç âleminde fırtınaya
tutulmaya sevk eder. Garip garip mana görmeye başlar da anlamını sonradan
bulacağı bir akıntı onu bir yerlere sanki sürükler. Antalya TRT’de memur olarak
görev yaptığı için, iş yerindeki arkadaşıyla gördüğü rüyalar hakkında sohbet
ederler bol bol.
Bir akşam evinde yarı uyanık yarı uykulu
bir halde iken kendisini “Mevlana” olarak tanıtan biri parmağına nurdan bir
yüzük takarak “Hayırlı olsun evladım” der. O günden sonra Tarık Efendi’yi artık
normal yapmış olduğu ibadetler kesmez. Aşk ehli olur bir nevi.
Bir gece anasından öğrendiği duaya benzer
“Ya selam, ya selam, ya selam” diyerek dua ederken, “Aleykümselam,
aleykümselam, aleykümselam” gülerek selamını alan canlı bir adam görür.
Korktuğu için hemen yorganın altına sokar başını. Arada bir bakar aynı adamı
“Aleykümselam, aleykümselam, aleykümselam” demeye devam eder görür.
Büyük bir korku içerisinde sabahı zor eden
Tarık Efendi, bu hali iş yerindeki masa başı arkadaşıyla mütalaa ederler.
Arkadaşı Kadri-Rufai Dervişi olduğu için halden anlar. Onun ‘mutlaka bir
Mürşide intisap etmen lazım’ ısrarı üzerine, o arkadaşının kanalıyla Kadri
Rufai tarikatının Dervişi olur. Arkadaşı Kadri Rufai Mürşidi Galip Efendiden
uzun uzadıya bahsettikten sonra, önceleri “Gel sende derviş ol” gibi defalarca
ısrarına “Yok daha erken, ben böyle iyiyim” gibi teklifini geçiştirmesi çok
olmuştur.
Bir ay gibi bir zaman geçer, bir hafta sonu
aniden Ankara’ya varmak için yola koyulurlar. Anasının iznini almak isteyen
Tarık Efendi “Oğlum ne hediye götüreceksin” uyarısına “Giderken bir şey alırız”
cevabına anası “Oğlum öyle değil, mana olarak Efendine ne götüreceksin, onu
söylerim” der.
Ankara Hüseyin Gazi yolculuğu tamamlanır.
Tarık Efendi heyecanlı, çünkü Galip Efendi’nin nasıl biri olduğunu merak
ediyor. Ve Galip Efendi’nin elini öpmek için henüz atak yapamadan “Ve aleykümselam
ve aleykümselam ve aleykümselam” oğlum diyerek tebessüm etmez mi.
İki ay evvel Tarık Efendi’nin selamını
gülerek alan adamın sesi de gülüşü de görünümü de aynı. “Bu O’dur” diyen Tarık Efendi elbette çarpılacaktır.
Bundan böyle bulduğu kıymeti koruyup kollayıp ve geliştirmesi ona bağlıdır
artık. Kişinin içinde olan cevherin dışa yansıtılmasının zeminini hazırlayan
mürşididir. Bu yolculukta Dervişin rehberidir Mürşidi. Bundan gayrı ne ararsan
kendinden aramalısın Tarık” diyerek en büyük zevklerinden birini tatmış olur.
Efendi Hazretleri’nin manadan aldıkları
yol kadar zahiri ilimlerden de derinlik kazanan Rıfat Efendi’ye ilaveten Tarık
ve Özer Efendiler gibi ismi pek öne çıkmayan nice canların, kendilerinin
oluşturdukları divanda, bilgi alışverişleri de devam etmektedir.
Haftanın belirli günü ve belirli saatler de
yalnız Ankara’da, en az elliye yakın semtlerde zikir halakası kurularak
sohbetler edilmektedir. Dergâha girmesi yasaklanan iki hassasiyetten biri
siyaset, öbürü de ticarettir. Çünkü siyaset ve ticaretin olduğu yerde fitne
mikrobu eksik olmaz. Şeytan sürekli mesai yapar. Bu konuda Şeyh Hazretlerinin
emri kesin ve katidir. Müsamaha gösterilemez. Emre uymayanlar uzaklaştırılır.
Bektaşilerde olduğu gibi “Düşük” ilan edilir. Bir de Devlete düşmanlık yapanlar
tespit edildiği vakit diskalifiye edilir.
Bunun dışında zamanla Devlete de çağrı
yapılarak “Bizim görünen veya görünmeyen niyetimiz Allah’ı zikretmektir. Hiçbir
art niyetimiz yoktur. Onun için bizi rahat bırakın. İçimizde görevlilerinizin
olduğunu biliyoruz, olmalı da. Biz bu kadar açığız. Bütün buna rağmen bizimle
ilgili olumlu olmayan tedbir alırsanız, yer altına çekilip yine Allah’ı
zikrederiz. Bunu böyle bilesiniz” gibi çok açık ve net duruş gösterilir. Çünkü
bu görevlilerden biri Galip Efendi dergâhının “Hizbul Tahrir” cemaatiyle
ilintileme gibi bir şüphenin olabileceği yönünde takibe alındığı bilgisini
ifşaa etmesi, Efendi’nin net mesaj vermesini sağlar.
Devletin uhdesi dâhilinde olan her türlü
kurum ve kuruluşları kontrol etmesi bu niyetle onların içine görevli
yerleştirerek olabilecek kontrolün sağlanması, tehlikeli pozisyonlarda müdahale
ederek Dini veya Kamu hakkını korumak için tedbiri elden bırakmaması Devlet
olmanın gereğidir.
Galip Efendi bu şuurda olan bir Şeyh’dir.
Gerektiği zaman Devletin dini hayata müdahalesini onaylar. Ancak art niyetli,
dini hayatı ortadan kaldırmak için oluşmuş bir Devlet anlayışını da düşman
bilir. Her inancın, her dini yaşama biçiminin aşırılıklara kapılmadan, Devletin
kırmızıçizgisinin aşılmadan, özgürce kendilerini ifade edebilecek özgürlükleri,
olmazsa olmaz kabul eder. Sivil toplum unsurlarıyla beraber aynı hedefe kürek
çeken Devleti kutsar. Sivil toplum unsurlarıyla çatışan Devlet zihniyetine de
“Allah ıslah etsin” diyerek sabır tavsiye eder.
Galip Efendi’nin ashabının belki de
kendine yakın son halkalarından biridir Bülent. Genç yaşta Derviş olmak nasip
olmuştur. Seksenlerin fırtınalı hayat yaşayan gençlerinden gelmektedir. Siyasi
arena da “Öl de ölelim, vur de vuralım” protipi biridir o. Bir arkadaşının
ölümü üzerine çok etkilenir. Kendi nefsine “Kalk lan iki rekât namaz kıl. Bak
bu dünya boşmuş. Tıpkı bir varmış, bir yokmuş gibi insan” telkini ile Allah’ın
bol, kulunun olmadığı bir yerde sözünü yerine getirir.
O haleti ruhaniyeti içinde kılmış olduğu
namazdan öyle bir haz alır ki; eski Bülent’in yerine yeni Bülent’e kapı
aralanır. Sonra temin ettiği tasavvufi bir kitaptaki bilgilerin etkisinde
kalarak “Allah’ım bu yolu bana nasip kıl” müracaatı manaya ulaşmış olmalı ki, sokakta
karşılaştığı çok eski bir arkadaşı vasıtasıyla, ona eşlik ederek Galip
Efendinin zikir meclisine ulaşır. Ömründe ilk defa farklı yakarışların, farklı
ritimlerle tam bir disiplin içinde “Falemennehu” diyerek kükremiş bir aslan
gibi görünen Şeyh Efendi’yi görür. Öyle bir manevi ziyarettir ki bu durum, bir
sonraki zikir gününün zamanını sorar. Bu arada dersini alarak derviş olur.
Bu seferde kendisi arkadaşının kapısına
vararak “Yürü geç kalmayalım” talimatlarıyla bu seansları hiç aksatmaz. Şeyh
Hazretlerine yakın olan ashaplarının çoğunu kısa sürede sollayarak Efendi’nin
vazgeçemeyeceği kişiler arasında yerini alır. Ondaki samimiyeti gören Efendi
Hazretleri de bu potansiyeli genelde gözünün önünde veya en yakınında tutarak
gelişimini sağlar.
Artık Bülent aşk ehli bir esnaftır. Unlu
mamuller üzerinde aranan bir usta olması yanında, iki adet ticari taksisi de
bulunmaktadır. Geçim sıkıntısı olmadığı için bu konuda göz önünde bulunma
fırsatı daha çok yakalayan Bülent’in yirmi otuz yıl yakınında bulunmuş
insanların kazanımına yakın bir gelişimi gözden kaçmaz.
Efendi Hazretleri’nin böylece en yakınında
yer edinme şerefine, saadetine ulaşan son halka olması ihtimali dikkatleri celp
eder. En genç, en diri, en şeffaf ve belki de en samimi bildik kabullerin
dışında bir insan olur Bülent.
Bölüm
7
Sonraki gelen Şeriat
evvelkileri iptal etmez. Zira hepsi semavidir.
Hacı
Galip Kuşçuoğlu
Saadetli Coğrafya:
Zaman geçtikçe, binlerce manevi evlada
sahip olan Şeyh Galip Efendi, gelen yoğun talep üzere bir sonraki seneye kutsal
mekâna gitme kararı alır. Şartları müsait olan Dervişlerin, biran önce gereken
muamelatları yaparak vakıf merkezine bildirilmesi istenir. Daha önce de Efendi
Hazretleri ile umreye giderek bu zevki yaşayan Dervişler, adeta birbirleriyle
yarışırlar. Farklı uçaklarla veya kara yoluyla peyderpey gitme durumunda
olanlar, kutsal mekânda belirtilen yerde toplanarak, bu ibadetin beraber yapılması
arzulanır.
Önceleri umreye kara yoluyla gidildiği için
yol boyunca Bağdat, Basra ve daha nerelere uğrayarak halaka kurmazlar ki. Hatta
bu ziyaretin olmazsa olmazı Kutbul azam Abdulkadir Geylani ile Ahmet El Rufai
Hazretleri’nin türbeleri başında bir huşu içinde yeri göğü inletircesine
yapılan zikrin tadı damaklarında kalmış olan arkadaşları, bu defa Efendi’nin
uçakla gitmesine üzülmüşlerdir bile.
Hele Basra’da Ahmet El Rufai Hazretleri’nin
mekânında yapılan “Burhan” unutulur gibi değil. Bu makamda, Muzaffer Özak
Hazretleri de bulunur. Aynı anda şiş burhanı yapılmak istenir. Muzaffer Özak
Hazretleri çok ince yapıda olan şişlerle bu seansı uygulamak isterken zorlanır.
Bunu gören Galip Efendi, arabalarında her biri parmak kalınlığındaki şişleri getirterek
‘Şiş Burhan’ını başarıyla tamamlar. Etrafındakiler “Efendim, bu iş yarışmış
gibi algılanır. Baksanıza Özak Efendi bozulur gibi oldu” uyarısına Galip Efendi “Evladım, bu işin
ocağı biziz. Özak Efendi bizden müsaade almalıydı. Sonra yarış veya gösteriş
olsun diye yapmadığımızı Allah biliyor” sözleriyle aklın, hafızanın alamayacağı
metafizik olan bu eylemi hayata geçirmiş olur.
Yaklaşık üç yüz müşteri taşıma kabiliyeti
olan bir uçağının yolcularının hepsi de Dervişlerden oluşur. Galip Efendinin yanında
muhterem eşleri Fatma Hanım bulunmaktadır. Boş olan bir koltuk için “Yok mu bir
babayiğit” deyince balıklamasına uçar gibi kendini koltukta bulan Özer Bey ile
üçlü sıra tamamlanır.
Sabah saatlerinde hareket eden yolcular,
öğle vaktine doğru Mekke’de ki otellerine yerleşirler. Gereken kurallara hep
beraber uyulacağı için daha önce belirtilen buluşma yerinde toplanırlar.
Hacerül Esvet’in etrafı sanki mahşer yeri
gibidir. Yere bırakınız iğneyi, adam düşse bulunmaz, ezilir gider. İnsanlar
sanki ‘Tusunami’ de oluşan dalga gibidirler. Kimsenin bir başkasının gözünün
yaşına bakması mümkün değil. Öyle bir insan yığınına organize eksikliği de
eklenirse, ibadet çileye dönüşür. Tavafta her Hacı adayının muradı Hacerül
Esved’e yüz sürmektir. O kalabalıkta bu olay, o kadar zahmetli bir iş ki,
defalarca tur yapsan, elinin bile dokunmasıyla ardını getiremeden o muazzam
insan dalgası seni metrelerce öteye fırlatır. Ama bir şekilde de bunun
gerçekleşmesi gerekmektedir.
Galip Efendi yüksek sesle “Bizim kafile,
kol kola yanaşık düzene gir. Merak etmeyin, Allah’ın izniyle hepinizin Hacer’ül
Esved’e yüz sürmenizi sağlayacağız” sözünün ardında öyle bir “Falemennehu”
çeker ki kendi ekibi dışındaki binlerce yabancı hacı adayları, mutlaka korkudan
olmalı, oldukları yere çiviyle çakılı gibi hareketsiz kaldığı görülür. Alanda
yalnız yol alan Galip Efendi ve sayısı üç elliyi bulan dervişler çok rahat
hareket ederler. Bu rahatlıkla istisnasız her dervişe Hacer-ül Esvet’e yüz
sürmek nasip olur. Galibi Dervişlerinin işi biter bitmez diğerler insanların
eski hallerine döndüğü müşahede edilir.
Tabi bu durum resmi yerlerin de dikkatini
çeker. Suudi yetkilileri tavaf esnasında şar tellerin anında inmesi gibi bir
durumla karşılaşmalarını nice sonraları müdahale ederek soruştururlar. Galip
Efendi’nin otelinde, tarif edilen adamı ararlar. Onlar, tariflere göre son
derece görkemli, sanki insan ölçülerinin çok çok üzerinde birini
aramaktadırlar.
Öyle birini bulmaktan da pek mahir
olmadıkları için yetkililer işi kapatmak mecburiyetinde kalırlar. Galip
Efendi’nin yeleli bir erkek aslanın kükremesi gibi “Falemennehu” açılışıyla
başlayıp, hep bir ağızdan söylemeye devam ettikleri ‘Kelimeyi Tevhit’ ile,
sanki büyülenmiş olabilirler intibahı oluşur. Mekke’deki mecburi kalış süresinde
yapılması gereken Hac farizası vazifeleri hep beraber disiplin içinde geçer.
Sair zamanlarda da şen şakrak, güle oynaya zaman geçirirler.
Efendi’nin mukallidi dişçi Sedat, henüz
uçakta iner inmez Efendi’ye yaklaşarak yüksek sesle “Efendim inşallah gelmişken kırmızı balık ziyafeti çekersin”
gibice sinde şaka yapınca.. Efendi de çantasını göstererek “Bunun içi para
dolu, neden olmasın. Yiyeceğiz oğlum” cevabını verdiğine diğer Dervişler de
şahit olmuştu… Mekke’de, Haccın şartlarını yerine getirdikten sonra Medine’ye
hareket eden kafile üç gece orada kalıp dördüncü gün akşamı memlekete uçma
hesabı yapılır.
Dişçi Sedat’ın kafasında kırmızı balık var.
Bir fırsatını bulup tekrar hatırlatma imkânı olmayınca “Herhalde Efendi sözünü
unuttuğu için bize balık nasip olmayacak” gibi evhamla uğraşırken bir haber
gelir. Medine’de işletmecilik yapan bir Türk vatandaşı Galibi’lerin zikir
halakalarından etkilendiği için onlara yemek ziyafeti vermek ister.
Davete icabet sünnetullahtan olduğu için,
Efendi Hazretleri kabul eder. Kalabalık grup, ziyafet verilecek mahfile
varırlar. Menüler merak edilirken, nar gibi kızarmış ete benzeyen kırmızı
balıklar masalara servis edilir. Her Derviş istediği kadar kırmızı balık yer.
Bilahare iş yeri sahibine teşekkür edildikten sonra, mahcubiyetle Efendi’ye
yaklaşan Dişçi Sedat henüz konuşamadan “Hem de birden çok porsiyon kırmızı
balık yediniz. Afiyet olsun. Şunu bilin ki, Allah bizi mahcup etmez evladım.
Sözümüz yerine gelmiştir, değil mi?” diyerek mesele kapatılır ve dönüşe hazırlanmak
niyetiyle otellerine varırlar. O gecenin sabahı ver elini Türkiye.
Haccın Galip Efendi şahsında bereketi o
kadar çok olur ki, hepsini ifşaa etmesi mümkün değildir. Ancak biri vardır ki
bundan sonraki sohbetlerinde onu çok işleyecektir. Mekke’deyken sabah
namazından önce Allah’ın Resulü, Efendi Hazretleri’ne manasında “Ümmetime
söyle, geçmiş zamana göre değil, yaşayacakları zamana göre hazırlansınlar”
hadisi en büyük kazançtır onun için. O günden sonra bütün sohbetlerinde bu
hadisi işleyecektir Galip Efendi.
Aşk ehli insanların, birbirleriyle
uzakları yakın ederek buluşmalarından daha doğal bir şey yoktur. Metafizik
olguların fizik şartlarında mütalaası yapılamadığı için inanılır veya inkâr
yoluna gidilir. Galip Efendi’nin halden olduğu gibi geçmiş yıllarda da çok defa
buna benzer olayları olmuştur. Mesela;
Bir seferinde Resulü Ekrem
Efendimiz, yanında Hazreti Ebubekir, Hz Ali ve ilaveten birden çok kişi ile
beraber, Galip Efendi’yi imtihan ederler. Peygamberimiz Hz Ebubekir’e hitaben
“Yaz Şeyh Şirazi” deyince, Galip Efendi içinden “Yav bu Şeyh Şirazi çok
gerilerde yaşamış bir gönül eridir. Neden böyle dediler acaba” diye düşünürken
Peygamberimiz “İkinci Şeyh Şirazi” diyerek onaylar. Bundan dolayıdır ki Galip
Efendi’ye ikinci Şeyh Şirazi de denilir.
Hacı kafilesinin geleceği saatlerde
Esenboğa Havalimanı tıklım tıklım dolar. Her saat başı bir büyük uçağın alana
inmesi, alandaki işlemler, kısa sürede doldur boşalta müsait olmadığı için
ortam çok kalabalıktır. Abdulkadir ve eşi, çocukları Hasan ve Ömer’in
ellerinden tutarak kalabalık arasında kendilerine uygun bir yer bulma
telaşındalar. Hemen yanı başında abisini takip eden Mürüvet ve elini tuttuğu
oğlu Bilal.
Alandaki bütün bekleyenler, yakınlarından
ziyade özellikle Galip Efendi’yi görmek, uzaktan da olsa ‘Hoş geldin Efendim’
demenin özlemi içinde, kendi yakınlarına kavuşsalar dahi O’nu beklemektedirler.
Oysa yakınını alıp gitmek varken, aldığı yakını ile birlikte Efendi
Hazretlerini uzak da olsa görmektir muratları.
Maşallah, iri yarı bir fiziğe sahip olduğu
için taa gerilerde olanlar bile Efendi Hazretlerini gözle takip
edebilmektedirler. Torunu Hasan, küçük olduğu için babası Abdulkadir’in
omuzlarında Dede ve Ninesini ancak görmektedir. Her ne kadar Ömer ve Bilal
Hasan’ın bu rahatlığını kıskanmış olsalar da, o daha küçük olduğundan
imtiyazlıdır.
Nihayet geniş alana intikal edince
torunlarının figan ederek “Dede, Nine” demeleri ve onlara sarılmak için gayret
etmeleri, diğer bekleyen Derviş ve yakınları nezdinde farkına bile varılmayan
durum oluşturmaktadır. El öpme seansları, başlangıçta daha karışık ve izdiham
olacak şekildeyken, ileri gelen Dervişler tarafından insanlar, uyarılarak belli
bir düzene girildiği görülür. İşte o an Abdulkadir ve çocukları anne ve
babalarına ancak ulaşarak hasret giderirler. Ömer ve Bilal, Efendi Dedelerinin
birer bacağına sarılmış durumdadır. Hasan Babaannesinin kucağına atmış kendini,
o şanslı maşallah. Efendi Hazretleri elleri boş kaldığı vakit bacağına sarılan
torunlarının başlarını okşayarak, en az bir saat sonra kendilerini bekleyen
arabaya ulaşır ve doğru Hüseyin Gazi’de ki evine varmak için yola koyulurlar.
Galip Efendi o akşam aile efradıyla özlem
giderir. Ertesi gün Cuma olduğu için görüşemediği manevi evlatlarının huzuruna
Cuma namazına müteakip çıkmayı arzulamaktadır. Yüzlerce insan Efendisine hoş
geldin diyecektir. Galip Efendi yalnız kuru bir “Hoş bulduk” demeyecektir
elbette. Cuma namazına doğru hurma ve zemzemle beraber, ufak çocuklara hediye
babında eşyaları beraberinde getiremedikleri için özel kargo vasıtasıyla
yetişmesini ummaktadır. Fakat en büyük hediye “Ümmetim kendi zamanlarına göre
değil, gelecek zamana göre hazırlansınlar” hadisinin Anadolu coğrafyasında
eğitim öğretim açısında değerlendirilmesidir.
Galip Efendi’nin irşat anlayışında çok
önemli kilometre taşlarından biri olacaktır bu kutlu söz. Ülkü ’süz insan
çamurdan farksız derler ya, bundan gayri çocuk eğitimi başta olmak üzere,
eğitime ihtiyacı olan her ferde yönelik düstur olacaktır bu kutlu söz. Bu kutlu
söz, Efendiler Efendisinin yakamoz halindeyken Galip Efendi’ye itham olarak
söylenen sözdür. Bundan böyle es geçilmesi ne mümkün. Saadetli bir aile
ortamında yetişen torunları öncelikli olarak bu eğitimin ilk pratiği olmalıdır.
Cuma saatine doğru, nitekim
beklenilen kargo, nevale ve oyuncakları getirir. Galip Efendi’ye haber ulaşınca
Ahmet Efendi’yi yanına çağırtarak, hurma ve zemzem ikramı için hazırlıkların
yapılması talimatı verir. Öğle vakti, gerek Cuma namazı gerekse Efendi
Hazretlerine ‘Hoş geldin’ demek için gelenlerden cami içi ve dışı iğne atsan
yere düşmez.
O kadar kalabalık oluşur. Nitekim tam
saatinde Efendi Hazretleri’nin iştirakiyle Cuma namazı eda olur. İkramlar
namazdan önce çoktan yerine getirilmiştir bile. Varsa, küçük çocuklar
sevindirilmiştir. Namazdan sonraki sohbeti bekleyenler istifade edeceklerdir.
Beklemeyenler Efendi’nin siluetini yakından gördükleri için gönülleri rahat
olarak işlerine güçlerine gideceklerdir. Namaz kılınıp, kısa bir sohbetten
sonra ortalık biraz sakinleşince manaları olan Dervişler manalarının
yorumlarını almak için safları sıklaştırırlar.
Efendi Hazretleri’nin çok iyi tanıdığı
Muharrem adındaki dervişi ilk önce manasını anlatandır. Anlatılan mana Efendi
Hazretlerini çok heyecanlandırır. “Evladım bir daha, ağır ağır, bir daha anlat”
deyince Muharrem Deveci, aynen istenileni istenildiği gibi anlatır. Benzeri
işaretlere kendisi de yarı uyanık, yarı uyur halde son zamanlarda vakıf
olmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini iyi bilir velakin nefsani bir durum
olabilir mi diye, zamanı mayalandırmaya bırakmıştır. Son olarak Muharrem
Efendi’nin manası bardağı taşıran su misali “Galibilik” adının konulmasına
vesile olur. Galip Efendi Hac dönüşü Efendi’mizin hadisine ilaveten
Kadiri-Rufai kolunun terkibinde “Galibilik” in zuhur ettiğini Dervişlerine
açıklar.
Bundan böyle Galip Efendi Kadiri, Rufai ve
Galibi Şeyhi veya Meşayıhı, dervişleri ise Galibi olarak bilinecek ve tarih
öyle kaydedecektir. Şimdi bu ocağın Pir’idir Galip Efendi. İslam âleminde
gelmiş geçmiş on iki Pir ’ana ilaveten Galip Efendi on üçüncü Pir’dir. Yani
kendi adının verildiği manevi kolun kurucusu pozisyonunda bir durumdur.
Evet, Allahu Teala Hazretleri, Galip Efendi
adının kıyamete kadar yaşatılması hususunu kendi kucaklayıcı sıfatından bir
ikram olarak lütfetmiştir. Galip Efendi bu durumun tecellisinden sonra manevi
evlatlarının da layık Dervişler olduğuna dair ne kadar şükürler etmiştir
elbette bilinmez. Rabbi ile kendisi arasında bir durum. Yol almış Dervişlerin
bir kısmı o an geciktirmeden Galibilik den ders alır. İlk dersini alan Tarık
Efendi olur. Takiben Galibilik den “virt” ve ilaveten ‘Kevser’ suresinin
derslere eklenmesi, görülen mana üzerine yerine getirilir.
Tasavvuf tarihinde kendi adlarıyla anılan
manevi kolların kurucularına “Pir” denilir. Günümüzde halen adları yaşayan,
takipçilerinin o adla kendilerini tarif eden, on iki yol vardır. Galip
Efendi’ye lütfedilmiş bu yol ile sayı on üç olmuştur. Gelecekte bu sayıya
ilaveten bir on dördüncü, on beşinci olabilir mi denecek olursa, neden olmasın mana
bu, denebilir.
Kadirilik, Rufailik, Şazelilik, Bedevilik,
Bektaşilik, Bayramilik, Sadiyelik, Dussukilik, Celvetilik, Nakşibendilik,
Halfetilik, Mevlevilik ve şimdide son olarak Galibilik olmak üzere
isimlendirilir. Bundan böyle bu yolda postnişin olanlara Galibi Şeyhi
denecektir. Tıpkı Kadiri Şeyhi veya Nakşi Şeyhi denildiği gibi.
Bölüm
8
Tarikatlar Tasavvufun kollarıdır. Mezhepler ise görüşleridir.
Bunları inkar cehalettir.
Hacı Galip Kuşçuoğlu
Kuz Başında Avcının Çığlığı
Çevre illerinden gelen uzun dönem yol
arkadaşları, pazar günü yapılacak olan sohbete katılmayı bekledikleri için
Efendilerinin huzurlu coğrafyasından ayrılmak istemezler. Zaman canlı bir
varlık gibi akınca beklenen gün ve saat tez gelir.
O gün kuşluk vakti Galip Efendi’nin zaten
caminin dibinde olan evinin etrafında insan kümeleri oluşmaya başlar. Süreyya,
İshak, Rıfat, Özer, Murat, Hasan ve Yılmaz Efendiler kendi aralarında sohbet
ederken, bir taraftan da Efendilerinin kapısını gözlemektedirler. Dışarıda
oldukları bilindiği için içeriye çağırılmayı biran önce murat etmektedirler.
Yanlarına yaklaşan Antepli Ali Efendi ile
musafaa yaptıktan sonra Ümit Efendi ile beraber yaklaşan Tarık ve Bülent
Efendiler gözlerine çarpar. Bülent en gençleri ve belki de en samimi
olmasındandır muhakkak, öbür yol büyüklerinin bekledikleri haberi umursamadan
doğruca kapıya yönelir.
Kapının Bülent’e açıldığını gören diğer grup
da nihayet o günün vuslatını gerçekleştirmiş olurlar. Ezan vaktine kadar muhabbet edildikten sora
vaktin edası için camiye geçilir. Yine cami dolu, yine insanların gözlerinde
pırıl pırıl canlılık var. İmam Efendi’nin tespihten sonraki son sözü Efendi
Hazretlerine vererek namazın bitimi sağlandığı için
“Velhamdülillahirabbilalemin” diyerek mikrofonu Galip Efendi’ye uzatır. O da
her zaman olduğu gibi…
Galip Efendi çoğu zaman Ümmeti Muhammedin
hayır ve selameti için diyerek bitirdiği duayı “Bütün insanlığın hayır ve
selameti için” diyerek kapatır. Evrensel bir mesajdır bu. İnsanlık âlemine, kendi
Şeriatının duruşundan hareketle bütün yaratılanlara yönelik temennidir bu.
Bütün insanlığın selametinde hayır olmazsa bir grubun, bir Milletin veya bir
Şeriatın istikameti sağlıklı olur mu hiç?
O halde niçin inanan bütün insanların
ittifakı olmasın. Her Şeriat mensubu kendinden başkasını yok kabul eder, noksan
kabul eder, hatta küfürde kabul ederse yaratılış fıtratına uygun mücadelede
başarı sağlanır mı? Ehli kitabın kardeşliğine helal getirmek ne kadar manaya
faydası olur düşünmek gerekir. Bu iştiyakla Efendi Hazretleri zikirden önceki
sohbetine başlar.
Galip Efendi;
"Sevgili kardeşlerim, sürekli söylerim
tekrar etmekten de fayda gördüğüm bazı konulara yine değineceğim. Âdem
safiyullahtan kıyamete kadar Semavi olan tek din İslamiyet’tir. Peygamber
Efendilerimiz ayrı ayrı din getirmediler. İnsanların kemalatlarına uygun Şeriat
getirdiler. Getirdi demekte doğru değil aslında. Şöyle desek daha iyi olur;
Peygamberlere ayrı ayrı din değil, tek olan
dinin Şeriatları verildi. Her verilen Şeriat o Peygamberin adını taşıdığı için,
İsevi, Musevi ve Muhammedi olarak bilinir. Şeriatlar, tevhit inancının
şubeleridir. En mütekâmili olan şüphesiz “Muhammed’ iliktir”. Dolayısıyla
Şeriatların cümlesi İslamiyet üzere geldiler. Bu gün insanlığa bu mesajı duyurmaktan
kendimizi mahrum etmeyelim. Manayı, tasavvufu inkâr cehalettir. Bu gerçeklerin
ilanını İslami yönüyle anlatabilirsek,
Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik ve İnsan Haklarını bu güzellikler dışında
mütalaa etmek, saptırmak, İslam’a vurulan en büyük darbe ve gerçekleri tahrif
olur. Şeriatların biri diğerini, sonraki gelen öncekini iptal etmez, hükmünü
ortadan kaldırmaz. Sonraki gelen Şeriata tabi olma nasip meselesidir. Bu
Şeriatı seçme, kulun bilgi ve görgüsü ile güzelliklere hayran olma maharetinde
görülür. Bütün güzellikler zamana göre insan için yaratıldı. Onun için insan
gafil olmayıp bu güzelliklere layık. Onu bulmaya yani keşfetmeye memurdur.
Peygamber Efendilerimizi ilahlaştırmak, Elçiliklerini farklı görmek, Allah’ın
Kur’an’da ki emrine ters düşer. Çünkü meziyetleri, bilgileri, geliş ve
gidişleri, şahsi farklılıkları kendi güçleriyle değil, kendi tercihleriyle
değil, tertibi ilahiyenin tanzimine göredir. O halde;
“Allah vardır” diyen her kul Müslümandır.
Kanı katli birbirinize haramdır. Tekrar ediyorum; İmanın zirvesi “Kelimeyi
Tevhit’dir” yani bir Allah’a iman etmektir. Bu olursa, burada samimi olunursa,
sonraki tamamlayıcı unsurlar zaten kendiliğinden oluşacaktır. Her Şeriatında
mutlaka Evliyaları olacaktır. Kâfirden Evliya olmaz. Eğer olur diye kâfirin
küfrünü “Hikmet” diye anlıyorsan ve bu konuda inat ediyorsan, bu durum sizin
için aleni küfürdür.
Bir Evliyaya veya bir Mürşide intisap, o
Mürşidin şahsına olmayıp Şeriatı ile yükümlü olduğu Peygamberine intisaptır.
Yeryüzüne Elçi göndermediği vakit, her Elçinin ‘Varisül nebi’ denilen
Evliyalarını arayıp bulmak ve ondan istifade ederek Peygamberini tanımak,
sonunda Allah’ı bilmektir murat olan.
Ey insan olmaya namzet ‘Beni âdem’ gafil
olma, Mürşidini bul. Eğer halen bulamadıysan Allah’a rücu et. O en güzel yol
gösterendir. Aşırı akılcılığa kaçarak sakın laf ebeliği yapmayasın. Dini, aklın
ve mantığın içine sokmak ve onun boyunduruğu altında tutmak doğru olmayıp, bu
şekilde hareket etmek insanı yanlış yerlere sevk eder.
Evet, muhakkak ki akıl çok büyük nimettir.
Mahlûkatın akıl verilenine Din verilmiştir ki tanınsın diye, bilinsin ve
güzelliklerin yanında çirkinliklerin bilumumun karşısında olunsun diye. Ama
aklın sınırı da çizilmelidir. Bizim bu konuda endişemiz, aklın
putlaştırılmasınadır. Akıl dogma değildir. Dogmalar vahiydir. Vahiy ise
emirdir, inanılır ve ona göre yaşanılır.
Aklın ürettiği bilumum bilgilere zahiri
bilgiler denilir. Yalnız zahiri ilmi olan ve onunla yetinen toplumlar zalim,
sadece ahlaklı olmaktan başka bir özelliği olmayan toplumlar mazlum ve fakir,
hem ilmi hem ahlaki olan toplumlar hâkim ve mesut olurlar. Burada aklın rolünü
yadırgamak bir Müslümana yakışmaz. İlmen
yakın olma anlayışıyla yaratılış hikmetini çözemeyiz. Aynel yakın bunun aşaması
ve Hakkel yakındır kemalatı. Aynel yakından Hakkel yakına seyretmek, bu
aşamalara vararak Hak’kı keşfetmek, saadetlerin en büyüğüdür şüphesiz. Bu yolun
keşfinde, mutlaka manayı yaşayan gerçek mürşitlere ihtiyaç duyulur. Mürşit,
arayanlar için zaten kıyamete kadar vardır. Mürşidin yokluğu dünya için de mana
için de zulümdür. Yalnız dikkat etmelisin, her gördüğün sakallıyı Deden
zannetmeyesin.
Hani Şair diyor ya; “Bıçak soksan gölgeme
sıcacık kanım damlar, gir de bak âleme başsız başsız adamlar.” Ne güzel demiş.
Mahlûkatın her uzvu canlı… Canlıdır ki mahlûkat olmuştur. Bizim muhatabımız o
mahlûkatın Efendisi olan Hazreti insandır. İnsan ‘Eşrefi Mahlukat’tır.
Yeryüzünde yaratıcısının halifesidir. Onun seferi, diriliğiyle kaimdir.
Ama bütün vücudun üstündeki baş var ya baş,
işte Şairin dediği gibi hem var görünür hem de yokmuş gibi. Diğer mahlukatlarla
aynı hizada görünmesi bizi rahatsız eder. Tamamen hayvani duyguların
sergilendiği bir yaşama biçimin muhatapları, insanlığın ezici çoğunluğunun
oluşturduğunu ne yazık ki bugün itibariyle görmekteyiz.
İşte evlatlarım, Galibi
Dervişleri olarak işiniz hem zor, hem de kutsaldır. Sizler dünya işlerinin
tasarımında manayı da unutmayarak, kendinizi sürekli yenilemek kaydıyla, hem
cinslerinize bu halinizle görünmek bile rahmet damlalarının bütün Semaya
yayılmalarına sebep olursunuz. Onun için, bu fakirin sözüne itimat edin.
Hoşgörü ve tevazuuyu elden bırakmayın. Temsil kabiliyetinizi geliştirin.
Yaratılanı yaratandan ötürü saygıya değer görün. Senin gibi düşünmeyeni, senin
gibi yaşamayanı dışlamayın. Hele hele düşmanlık hiç yapmayın. Her çirkinlikte
mutlaka bir güzellik vardır onu görün.
Zaten marifet budur. Farklı Şeriat
mensuplarına gâvur, kâfir demeyin ki onlar da aynı sözü size kullanmasın.
Çocuklarınızın eğitimiyle çok ilgilenin. Çünkü geleceğin dünyası onların
omuzlarındadır. Onlara öyle bir eğitim verin ki çağın icaplarıyla yarışsın.
Kutsal mekânda size hediye olarak getirdiğim
hadis, kulaklarınıza küpe olarak kalsın da zamana göre eğitim anlayışı
uygulamaktan imtina etmeyesiniz. İçtihatsın kalan dinimizin, içtihat ihtiyacına
uygun beyinlerin yetişmesi, bu konuda dondurulmuş olan kanalların açılarak
bütün insanlığın ifadesine sunulma hizmeti nasip olsun. Yoksa dondurulmuş
prensip ve duyguların hükmü geçtiği halde halen ona dokunamam korkusu veya
kutsallaştırma, Hazreti insanın yaratılış gerçeğine aykırıdır.
İnsan yaratılmıştır ki istikbale zaman
içinde aksın diye. Akışta demetlenmiş bunca müşkülatlar neden yine insan
tarafından sıkça yok edilerek berraklaştırılmaz. Yalnız haldeyken yolunu zan ve
tahminden ibaret, kalple beraberken temaşa ve hayranlıkla, sağlıklı ve
istenilen durumda olan aklı Din eyleyip, manevi teşkilatı inkâr, metafiziği
inkâr, tasavvufu ve Tarık’ı inkâr, İslam’ın beş şartını işlemeyince Müslüman
olunamayacağı inancıyla ne farkı vardır.
Neymiş Efendim İslam’ın beş şartı varmış.
Hadi oradan tekelci zümre. Nerede çıkartıyorsun, nasıl kalıplaştırmışsın bunu.
Hiç Allah’tan korkmaz mısın sen? İslam’ın tek şartı olduğunu bildiğin halde,
kendi Şeriatının yanlış temsil edildiğini bilmez misin.
Bir insan “La ilahe illallah” dediği zaman
Müslümandır. İman’ın zirvesi bu. Dolayısıyla din’e girmenin tek şartı apaçık
görünmektedir. Peki, Şehadet dışındakiler nedir derseniz;
Onlar Mümin’leşme şuurudur. Bunlara ne kadar
dikkat edilerek yaşanılırsa, insanı kemalata götürür, dindarlaştırır. “İslam’a
girdik desinler, çünkü onların henüz kalplerine iman yerleşmedi” Kuran ahkâmı
üzerine alınan yolun sonunda Mümin’leşme şuuru gelişirse insan kemalata ulaşır.
İşin başında güya İslam menfaatine, Dinin beş
şartını ileri sürenler, bu işi ne kadar katılaştırdıklarının farkındalar mı
acaba. Şart dedikleri beşe, beş de eklenir, on da eklenir.
Mesela, ana baba hakkı, kul hakkı, yetim
hakkı, konu komşu hakkı, sılayı rahim şartı, ahde vefa şartı, küçüklerin
korunması ve yaşaması hakkı, Dünyayı düzene sokma şartı, vatan savunma hakkı
veya şartı, hepsi dinde yok mu? Vardır elbet. O halde neden beş şart üzerinde
ısrar etmek. Külliyen yanlış evladım. Allah bu tür hata üzere ısrar edenleri
ıslah eylesin. Onlar bilmiyorlar. Hiç Allah kör atış yapar mı?” diyerek
konuşmasını bitirir.
Efendi Hazretleri sanki bir ömür savunduğu
Din anlayışının özetini çıkarır gibi yapmış olduğu bu konuşma dinleyicileri
mest etmiştir. Başkent’in bir semtinde birkaç binden oluşan bir cemaatin
şahsında bütün insanların ufuklarına, idraklerine doğru yapılan bu konuşma
sanki “Kuz başındaki avcının çığlığı” gibi dir. Asırlara veya asırların
getirdiği problemlere yönelik, inanmış aydınlara yönelik yüksek sesle söylenen
çığlıktır bu konuşma. Velakin bu çığlığın bugün için kaosa yönelik boş şeyler
olduğunu iddia edenin akıl sağlığında şüphe edilir. Bir gün insanlık bunun
elbette farkına varacaktır.
Evet, Galip Efendi’nin “Faalemennahu”
işaretiyle halakalar kurulur. O cennet bahçelerindeki ritimli mananın
yaşanmasına başlanır. Melekler gökyüzüne dizilirler saf saf. İmrenerek
seyrederler o ritimli havayı her şeye inat. Galip Efendi’nin sağ ve sol
tarafında Süreyya Efendi, Ali ve Atıf Efendiler özellikle de uzun saçlarıyla
kendine has bir profili olan Rıfat Efendi’nin hemen yanı başında Bülent ve
Tarık Efendiler var. Yaklaşık kırk beş dakika yapılan zikir, dualarla
toparlanır. Galip Efendi’nin “Bütün insanlığın hayır ve selameti için” diyerek
o gün ki ibadetin son noktası konmuş olur.
Tevhid Camiî’nin hemen yanındaki “Kuşçuoğlu
Eğitim Bilim ve Kültür Vakfı”nın merkezinde bir süre müşavere edildikten sonra
Siteler’e geçilir. Belli ki Efendi Hazretleri burada sohbete devam edecektir.
Tam da çaylar ikram edilmek üzereyken, Efendi Hazretleri Mustafa Nevruz
adındaki dervişini görür görmez “Ve aleyna aleykümselam evladım, getirdiğin
selâmı peşinen almış, bahusus hürmet ve muhabbeti kabul etmiş olayım” dedikten
sonra Mustafa Nevruz’u kucaklar, yanaklarından öper ve bizzat işaret ettiği sağ
tarafına oturtur. Mustafa Nevruz pek şaşkındır, anlatacağını da anlatma fırsatı
bulamaz. Ancak Galip Efendi “Hacı Bayram Efendi ve Gül Baba’ya da selamı
ilettiniz değil mi Mustafa Efendi oğlum?” diyerek sözüne devam eder. Bu selâm
olayını aracısız yaşamış olması Mustafa Nevruz’a “O halde, bu hadisede benim
görevim ne ola ki” dedirten gerçek yaşanır.
Akılla bu işin resmi yapılabilir mi?
Mustafa Nevruz Bey ve arkadaşları
dışında, burada hazır olan hiç kimsenin muttali olmadığı bir vakıaya sanki
içindeymiş, yüz yüze görmüş, bizzat yaşamış gibi Galip Efendi Hazretleri’nin
“Ve aleyna aleykümselam evladım, getiren götüren sağ olsun” ve “Hacı Bayram
Efendi ve Gül Baba’ya da uğrayıp selamı ilettiniz değil mi Mustafa Efendi
oğlum? demesinden hiç kimse bir şey anlamamıştır. Fakat orada bulunan herkes,
ortada olağanüstü bir vakıanın yaşandığının adeta farkındadır.
Aslında olay şudur;
Mustafa Nevruz Bey ‘Merkezi İstanbul’da
olan Altı Nokta Körler Federasyonu’nun, Türkiye çapında bütün şubelerini
kapsayan Olağan Büyük Kongresi’ne “Divan Başkanı” olarak davet edilir. Kongre
İstanbul, Üsküdar’da bir büyük salonda kurulur. Mustafa Nevruz Bey ile Ankara
Şubesi Delegeleri Trenle İstanbul’a giderler. Kongre açılır, Divan Başkanlığına
Mustafa Nevruz Bey seçilir. Çok başarılı ve fakat olaylı geçen yorucu bir Genel
Kurul’u müteakip; Altı Nokta Körler Derneği Genel Başkan Yardımcıları ve
Federasyon Temsilcileri, özellikle Eyüp Bey ve eşi; (Ankara’da görüştükleri ve
sözleştikleri üzere) kendilerine mükâfat, sevap ve moral olsun diye;
İstanbul’un banisi olarak bilip, tanımladıkları Eyüp Sultan Hazretlerinin
Türbesine gitmek isterler. Ancak, Haydarpaşa’dan topluca Trene binip Ankara’ya
dönüş saatine az bir zaman kalmıştır. Hemen vapura biner, karşıya geçer ve
sür’atle yola revan olurlar. Fakat yollar kalabalık, trafik tıkanıktır. Ne
kadar acele etseler de, mesai saati dâhilinde mübarek makama ulaşamazlar. Eyüp
Sultan Hazretlerinin Türbesine vardıklarında ise, mesai bitmiş, akşam olmuş ve
Eyüp Sultan Camii cemaati, akşam namazından çıkarak dağılmış, üstüne üstlük
Türbe de ziyaretçilere kapatılıp kilitlenmiştir.
Eyüp Bey, Eşi ve arkadaşları ile Mustafa
Nevruz Bey, Türbenin kapalı olduğunu görünce büyük bir hayal kırıklığına uğrar,
mahzunlaşır ve üzülürler. Zira pek fazla vakitleri yoktur. Bir sonraki güne
kalmaları da mümkün değil. Aynı gece ilerleyen saatlerde tekrar Ankara’ya
hareket edeceklerdir. Öyle ki, İstanbul’dan dönmeden önce Eyüp Sultan
Hazretlerini makamında ziyaret etmeyi, ta Ankara Garından beri hayâl etmiş,
arzulamış ve adeta bu an için yaşamışlardı…
Ama nafile. Dış Şartlar, atılan taşın
yerine nasıl ulaşmasını engellerse bu da öyle bir şey. Akşam namazı kılınmış,
cemaat dağılmış, türbedar, bekçi ya da başka görevlileri bulmak ve kapıyı
açtırmak mümkün olmaz. Mustafa Nevruz ve beraberindekiler kâh caminin
bahçesinde, kâh Türbe kapısında çaresiz. Yegâne arzuları, mübarek türbe
kapısının açılıp Eyüp Sultan Hazretlerinin sandukasına varıp el sürerek dua
etmektir, ama ne mümkün!..
Bu arada Mustafa Nevruz Bey, Eyüp Sultan
Camiî’nde akşam namazını eda eder ve Eyüp bey ile arkadaşlarının yanına gelir.
Vakit çok geç olmuş, kalan süreleri azalmıştır. Çaresiz geri dönmeye karar
verilir. Yaşanan olumsuzluktan dolayı kendini mahcup hisseden Mustafa Nevruz
Bey’de Dernek mensuplarından özür dileyerek “Haydin binin arabalara, kısmet
değilmiş, dönelim” demeye ramak kala, tam da Türbe kapısından doğru, sevimli
bir ihtiyar çıka gelir. Çok sempatik bir tavır, tatlı dil ve güler yüzle: “Hoş
geldiniz Mustafa efendi, Eyüp Bey, hepiniz hoş geldiniz.” Herkes sesin geldiği
yöne dönünce ihtiyar Mustafa Bey’e elini verir. Bir yandan tokalaşır,
arkadaşlarını selâmlar ve şöyle der:
“Sizler, O’nu ziyarete geldiniz ve Türbeye girmek istiyorsunuz?, Mustafa Nevruz: “Evet,
elbette, lâkin çok büyük bir ümitle geldik. Fakat geç kaldık, Mübareği ziyaret
edemedik. Çok üzgünüz” deyince ihtiyar “Hayır, hayır üzülmeyin, nükedder de
olmayın. Siz O’na gelirsiniz, fakat bulamazsınız. Amma O size gelir… Ziyaret
edemedik diye gam edip üzülmeyin. Şimdi
siz Ankara’ya sağlıcakla dönün. Allah’a emanet olun, sizleri burada daha fazla
tutmayayım” der ve Mustafa Nevruz Bey’e dönerek, elleri ellerinde olduğu halde
devamla; Oğlum, evlâdım Mustafa Efendi, ne olur Ankara’ya dönünce Hacı Bayram-ı
Veli’ye uğra, O’nun hemen aşağısında mukim Gül Baba’ya, kii biz ona Mustafa
Efendi deriz bizden hassaten selam götür…” İhtiyar tam bunları söylerken
Mustafa Nevruz tuttuğu elin çok yumuşak olduğunu fark eder. Karşı tarafa fark
ettirmemeye çalışarak eğilip baktığında; Ellerin billur gibi parlak, aynı
zamanda kemiksiz, şeffaf ve yumuşak olduğunu görüp meseleyi anlar, ayıkır gibi
olur. Tam başını kaldırıp, o zat-ı muhterem’in yüzüne bakacakken; “Cuma günü
Galip Efendi’ye gittiğinde, bilhassa selâm, sevgi ve muhabbetlerimi ilet…”
dediğini duyar, ama kimseyi göremez. Sesin sahibi bir anda ortalıktan yok
olmuştur. Mustafa Nevruz şaşkındır. Eyüp Bey ve eşi halâ İhtiyara hitaben
konuşup bir şeyler anlatmaktadırlar. Derken onlar da yok oluşun farkına varır.
Hep birlikte öteye beriye koşuşturup İhtiyar adamı ararlar. Ancak, aradan
saniyeler geçmesine rağmen kimseyi göremez, bulamazlar..
Ankara’ya gelene kadar bu hadiseyi
düşünürler kendi kendilerine. Özellikle Mustafa Nevruz Bey, hayretten hayrete
düşer. Çok ta şaşırmıştır. “Ben hiç bahsetmediğim halde nereden bildi Galip
Efendi’yi tanıdığımı, bağımı, üstelik neden ve niçin aniden yok olup gitti,
bilinçle yüzüne bakmamı neden ve niçin istemedi…” İkide bir yanındaki
arkadaşlarına sorar ve siz de bu ihtiyar adamı gördünüz mü, sesini,
konuştuklarını duydunuz mu der durur. Mukabil olarak aldığı cevaplar hep
“evet’tir. Evet, elbette biz de duyduk, biz de konuştuk” derler…
Eh bu selam işi, emanettir. Mutlaka bu
emaneti getiren kişi yerine teslim etmelidir. Mustafa Nevruz Bey de o gün kendi şartlarını zorlayarak önce
Hacı Bayramı Veli Hazretlerine ve Gül Baba’ya, bilahare Hüseyin Gazi’de ki
Kuşçuoğlu camiine, yani Galip Efendi’ye ulaşır. Ve ilk fırsatta selamı ileterek
emanetten kurtulmak ister. Daha kapıda kendini gösterir göstermez “Ve aleyna
aleykümselam evladım, getiren götüren sağ olsun” demesi, Mustafa Nevruz’u
şaşırtmasın, hayretten hayrete düşürmesin de ne olsun!..
Derler ya; Bilen bilir de bilmeyen bir dal
mercimek sanırmış. Tıpkı Hacı Bayramı Veli’nin Bursa’ya gitmek üzere yola çıkan
Dervişine, Emir Sultan’a iletilmek üzere verilen üç adet havlunun akıbeti gibi.
Yolculuk o günün şartlarında günlerce sürdüğü için, Derviş Efendi ihtiyaca
binaen havlunun birini satarak sıkıntısını giderir.
Emir Sultan’ın huzuruna vardığında geri
kalan iki havluyu bırakarak Efendisinin selamını söyleyince, Emir Sultan hemen
yanı başında üstünde örtü olan sandığın örtüsünü kaldırır ve Hacı Bayram Veli
Hazretleri görüntülü olarak karşısında “Üstad, bize kaç havlu gönderdin”
deyince “üç” cevabı üzerine birazda bozulan derviş, öfkeli bir biçimde “Meğer
bu kadar birbirinize yakındınızda bana neden ihtiyaç duydunuz” feveranıyla
dışarı çıkar.
Mustafa Nevruz bey’in durumu da böyledir.
Manada verilen rolün hakkını vermek babında, onlar da imtihandan geçmişlerdir
herhalde.
Galip Efendi Mustafa Nevruz’un iç
fırtınasını sezmektedir. Ama onun gözünde İstanbul, onun ruhunda İstanbul
özlemi, çok gerilerde gelen bir arzudur. İstanbul’un ruhunun kendisine çok
uygun olduğunu sürekli yakın çevresine söyler, bazen de mırıldanır. “Haydi,
bul, bul, ille de İstanbul, İstanbul” diyerek.
Tam sohbetin bittiği anda Rıfat Efendi Galip
Efendi’ye yaklaşarak bir haber ulaştırır. Efendi Hazretleri “Ya, öyle mi, buyursun
evladım, o gün için hazırlıklar yapalım. Eğer vaktinde gelirse Cuma’yı da
burada kılar Devletli” diyerek mukabele eder. Rıfat Efendi yanından
uzaklaşırken “Oğlum bu işin gizlisi saklısı olmaz. Bari siz de arkadaşlarınıza
duyurunda kalabalık görünelim.
Devletli Cumhur reisimiz bu işin yabancısı
değil. Bizim Mehmet Zahit Kotku Efendinin dervişidir kendisi. Şu aşağı
mahalledeki şehitlik okulunun açılışını yapacakmış. “Galip Efendi’ye de haber
edin, açılıştan sonra kendisini de ziyaret edelim”, diye haber göndermiş.
Başımızın üstünde yeri var. Bizi ve dergâhımızı şereflendirir.
Ne yazık ki belirtilen günden daha erken
bir saatte okulun açılış günü olur. Galip Efendi hazırlıksız yakalanmıştır ama
oğlu Abdulkadir başta olmak üzere bazı dervişlerdeki aşırı heyecan gözünden
kaçmaz. Onlara “Evlatlarım, sakin olun lütfen. Ziyaretimize gelen kişi ülkenin
en büyük makamının sahibidir. Üstelik kendisi de kişilik olarak orayı dolduran
tam bir sultandır. Sıradan biri olmadığını biz de biliyoruz. Dergâhımızı bu
anlamda şereflendirmeye namzet en yüce kişidir. Eyvallah. Velakin bizde buranın
Sultan’ıyız. Misafirimiz hoş gelmiş, selametle gelmiş. Fazla telaşlanmaktan
hata yapmayasınız diye bu gerçeği söylüyorum, bilesiniz” gibi yapılan telkinden
sonra Devletli sinyali caminin girişinde kendini gösterir.
Büyük bir saygınlık ve edep kuralları
dâhilinde biraz da resmi olarak ziyaretin bir çay içimlik kadar kısa sürüşü,
iki tarafı da manen yeteri kadar memnun eder. Galip Efendi tarafından
Devletliye yol verilir. Devletli kalabalığı, vakıftan ayrılıktan sonra dergâh
mensupları rahat bir nefes alırlar.
“Oh be hepsi bu kadarmış” diyen diyene.
Hüseyin gazi Türbesi’nin eteğindeki yerleşim yeri, kendi adıyla anılan
Ankara’nın varoşlarından sayılır. Onun içindir ki Devlet hizmetlerinin en geç
gittiği yer oralarıdır. Nüfuzlu insanlar sayesinde nispeten bazı hizmetler
zamanından önce gelir. Bu işler ne yazık ki hep öyle olur. Galip Efendi’ye
yakın olan müritler bu niyetle kendilerince söze “Efendim keşke bir takım hizmetler
talep etseydik. Dergâhın yolu bozuk, sular verimli akmıyor, çevre kirliliği
var. Keşke Cumhurbaşkanımızın zamanı olsaydı da bunları şikâyet babında değil
ama nezaketen dillendirseydik.” gibi konuşmaya devam ederler.
Galip Efendi, benzeri sızlanmaları
dinledikten sonra “Dilinizi şikâyetten saklayın. Bu hali özünüze benimsettikten
sonra her şey size hoş gelir. Size hoş gelen her şey de geleceği güzelleştirir.
Şer olsa bile ondan korkma. Seni ibadet yolundaki felaketlerden Hak saklar. Bir
takım beladan dolayı seni halka rüsvayı etmez. Bir takım hizmetler, göz açıp
kapayıncaya kadar gelir veya gider. Yeter ki sabırlı olasınız. Sabır insanın
önünü aydınlatır.
Baksanıza etrafta güzel işler de
yapılmaktadır. Onları örnek alanlar mutlaka o hizmetleri buralara da layık
görürler. Ha üç gün önce, ha üç gün sonra. İnsan mutlaka talebine ulaşır. Geç
olsun, güç olmasın derler ya, koskoca Cumhur reisi dergâhımızın bulunduğu yeri
keşfettiğine göre, bizim belediyeler hayli hayli, bundan gayrı buralarla
ilgileneceklerdir. Bekleyin görün” sözleriyle Dervişlerine moral verir.
Bu arada Özer Bey kaşla göz arasında
“Efendim yarın ameliyata giriyorum. Onun için duanızı benden esirgemeyin”
diyerek huzurunda çıkmak üzereyken Galip Efendi “Evladım, başka taraflarına
neşter attırmayı bırak da bademciklerini aldır” ifadesini kullanır.
Özer Bey, “Allah Allah, Efendim neden durup
dururken hiç de benim hastalığımla ilgisi, alakası olmayan bir öneride bulunur
ki” düşüncesiyle evine doğru yol alır. Bir sonraki gün erken saatlerde ameliyat
olacak hastaneye varır. Kendisi gelmeden önce randevulu olduğu için hazırlık
zaten yapılmıştır. Özer Bey, gençliğinde boks sporuyla uzun bir müddet
uğraştığı için, burnundan kaynaklanan bir arızanın, diz kapaklarına vurduğu
teşhisi konulmuştur. Bütün film ve tahliller böyle olduğunu gösterir.
Bademcikle hiçbir ilgisinin olmadığına dair bir yığın tetkik ve tahliller
ortadayken Özer Bey’in kafası karışmıştır.
Bu haldeyken ameliyat masasına alınır.
Yetkili doktor narkozdan önce hastasının yanına elindeki dosyayı inceleyerek
gelir. Ani bir kararla hemşirelere “Hastanın bademciklerine bir bakalım” diye
alet veya benzeri şeyleri alarak “Aç bakalım ağzını” ifadesiyle bademciklerin
incelenmesine müteakip Doktor “ Burun ameliyatını iptal ediyoruz. Hastanın
bademcikleriyle ilgili operasyon yapacağız. Masayı ona göre düzenleyin”
talimatını verir.
Özer Bey, bu tür hallere alışık olduğu için
işin ehemmiyetini bilir bilmesine ama bunu ameliyat masasındaki sağlıkçılara
nasıl izahat edebilir ki. İşte bir metafizik
olayı. İşte bir keramet. Ancak Allah’ın
veli kullarında zuhuru görülebilen hal. Özer Bey’in, Efendisine karşı bağlılığı
ve samimiyetinin ölçüsü olarak gösterilen bu zuhurat karşısında Rabbine imanı
alevlenmez mi?
Galip Efendi o akşam oğlu Abdulkadir’in
evinde olacaktır. Gelini sevdiği yemeklerden hazırlar. Özellikle yufka ekmek
içine konularak yenilen yumurtalı salata mutlaka vardır. Yufka Ekmeği de
çavdarlıdır mutlaka. İnsanın ağzında sakız gibi olmayan ekmek hani. Galip
Efendi’nin derdi yemek değil. Onun bahanesiyle torunlarıyla vakit geçirmektir.
Gitmeden önce ayrı ayrı hediyeler alarak onları sevindirmektir muradı.
Üstelik kızı Mürüvet Hanım da, oğlu Bilal de
orada olacaktır. Kısacası bir aile toplantısıdır bu bir araya geliş. Ömer
maşallah büyümüştür. Özel Alp Kolejine gitmektedir. Eli yüzü temiz yakışıklı mı
yakışıklı bir delikanlı olmuştur. Hasan ise abisi Ömer’i çok gerilerde takip
etmektedir. Şeyh Dedeleri kapıdan içeri adımını atar atmaz Hasan hemen üzerine
atlar. O haldeyken içeri geçerler.
Galip Efendi herkesle hoş beş ettikten sonra
torunu Hasan’ı kucağına oturtarak “Söyle bakalım Hasan Can, nasıl biraz dil
problemini hallettin mi” deyince Hasan o masumane tavrıyla Dedesine sokularak
“Olmuyor Dedeciğim, olmuyor. Halen çok zorlanıyorum. Bazen arkadaşlarıma karşı
çok mahcup oluyorum” diye ağlamaya başlayınca Galip Efendi, zaten yanına
yaklaşmış olan Hasan’ın başını bağrına yaslayarak kendisi de ağlamaya başlar.
Bir müddet öyle kalınır. Galip Efendi’nin
gözyaşları içerisinde manevi halden hale girdiği, başta Atıf Efendi olmak üzere aile sakinleri
tarafından müşaade edilir. Galip Efendi o ana kadar üç kızının ölümünü yaşamış
da bu kadar üzüntülü görünmemişti.
Nice sonra “Sofraya buyurun babacım”
uyarısıyla herkes yerini alır. Yenilen ikramdan sonra aile ortamının da
getirdiği rahatlıkla aile efradı, özel tüzel konuşmalarına devam ederken
Mürüvet Hanımdan olan torunu Bilal “Dedeciğim, Hasan iyileşti. Önceden
çıkaramadığı kelimeleri rahatlıkla akıcı olarak kullanıyor” müjdesini, Hasan da
yaklaşarak “Evet Bilal’in dediği doğru, şükürler olsun Allah’ım. Sana da
teşekkür ederim Dedeciğim.” diyerek, önce Dedenin bilahare Atıf baba, Ana, Hala derken sevinçli bir aile saadetine
hizmet edilmiş olur. Bundan böyle Hasan tam olmasa da, dil problemini Dedesinin
himmetleriyle Rab’bının çözdüğünü bilir ve ona göre daha düzenli, daha ihlaslı,
daha moralli yaşamaya başlar.
Kızı Mürüvet’in ertesi gün Atıf Efendiyle
İstanbul’a gideceği bilindiği için helalleşerek ayrılmak istenir. Torunu Bilal,
Dede’sinin yanına gelerek küçücük ellerini onun üzerinde gezdirmeye başlar.
Sanki bir şey istiyormuş da diyemiyormuş gibi bir hal. Galip Efendi “Oğlum bir
şey mi var, varsa bir sıkıntın gitmeden çözelim” deyince, Bilal;
“Hayır, Dedeciğim, bir sıkıntım da yok bir
isteğim de. Lakin Seni, Anneannemi çok sevdiğimi bilin istedim. Bana kalırsa
yanınızdan hiç ayrılmak istemem, ama Allah çağırıyor beni Dedem, o’nun için
gitmem lazım” diyerek son noktayı kormuş gibi Dedesi kendini öpmeden o
Dedesinin elini öper ve başına götürür.
Mürüvet Hanım, Galip Efendi’nin çok sevdiği
Atıf Efendi ile iki senelik evlidirler. Atıf Efendi Mürüvet Hanım’ın ikinci
kocasıdır. Bilal ilk kocası İshak Efendinin oğludur. İshak Efendi de Galip
Efendi’nin ihvanıdır. Öyle münasip görüldüğü için taraflar birbirlerini hiç
üzmeden ayrılık yaşamışlardır. Atıf Efendinin çok uzun bir zaman yatalak
yaşayan hanımını kaybetmesi neticesinde bu hayırlı olay yaşanır. Mürüvet
Hanım’ın oğlu, Atıf Efendi’nin de kızları yetim ve öksüz kalmıştır.
Bu evlilikle huzurlu ve dengeli bir yuvanın
kurulması sağlanmıştır. Hatta Şeyh’inin kızıyla böyle bir izdivaç yapmayı Atıf
Efendi rüyasında görse inanmaz. Bu imtiyazlı evliliğin Atıf Efendi fazlasıyla
kıymetini bilir. Kendisinin işyeri İstanbul olduğu için Mürüvet Hanım’la evine
dönme mecburiyetinden dolayı o sabah yola çıkılır. Galip Efendi’nin kızları
arasında kendisine her konuda en önde olan kızı Mürüvet Hanımdır. Onun için
Şeyh kızıyım gibi bir yaklaşımı ne Atıf Efendi’ye ne de önceki hayattaki
çevrelerine kullanmamıştır.
Kızlarının içinde de Fatma Anaya en çok
benzeyen odur. Galip Efendi ve Fatma Ananında evlat olarak en fazla muhabbet
ettikleridir. Hele Bilal yok mu Bilal, sanki büyümüşte küçülmüş, o yaşta ehli
kâmil insan görüntüsündedir. Büyüklerinin yanında ayrı bir yeri vardır. Hatta
bir burhan seansında yaşı çok küçük olmasına rağmen vurulan şişten sonra kanın
zor durdurulması olayı, Dedesini tam on yıl ihtiyarlatmıştır. Dedesi bilahare
“Oğlum o olay ömrümden tam on yıl götürdü” serzenişinde dahi bulunduğu
söylenir.
Galip Efendi rahatsız “İnşallah tecelliyat
fazla ağır olmaz. Bugün bir şey olacak. Yoksa bu kadar ağır bir baskı altında
olmazdım. İnşallah ne olursa hayırlısı olur Allah’ım” gibi nice düşüncelere
dalar. Evet, Galip Efendiyi rahatsız eden kara haber tez gelir. Kızı Mürüvet ve
torunu Bilal trafik kazasında rahmetli olmuşlardır. Atıf Efendi kazayı hafif bir
sıyrıkla atlatır ama onunda küçük kızı yaralanmıştır.
İşte sevginin bedeli.
Galip Efendi metanetlidir, metanetli
olmasına ama, buna benzer kaza ve kader kıvrımları ve zuhuratları, ne büyük
tahripler yapar ancak yaşayan bilir. Hayattayken küçük sabi kızı Sevil ile
beraber Galip Efendi’ye reva görülen bu dördüncüsüdür. Henüz kendisi
hayattayken dört evladın, dört canın genç yaşlarda kara topraklara düşmesi… Bu
Galip Efendi’nin imtihanıdır.
Bilal’in sözleri kulaktan kulağa unutulur
mu? “Gitmek istemiyorum Dedeciğim ama Allah beni çağırıyor” sözü. Ama ilahi
adalet böyle tecelli edecekmiş. Gitmek istemediği yere varamadığı doğrudur.
Gerisin geri Ankara’ya getiren İrade belki de bu “Gitmek istemiyorum, ama Allah
çağırıyor Dedeciğim” sözünde kendini ele vermektedir. Ve son uğrak yeri olan
Cebeci Asri Mezarlığı…
***
Aradan uzun bir zaman geçer. Galip
Efendi’nin Dervişlerinin sayısı hızla artar. Haftanın belirli saatlerinde
dergâhın merkezi ile aynı saatlerde Ankara’nın her semtinde zikir halakaları
kurulur, sohbetler edilir. Buna paralel olarak, merkezde de bazı gelişmeler
olduğu görülür.
Nugaba sayılarında artış vardır. Süreyya
Efendi tek halifedir. Ancak en az onun kadar gayretli, çalışkan belki de bir
düzine yetişmiş mana eri oluşur. Diğer vilayetlerde de teşkilatlanma böyledir.
Her şeyleri hizmettir. Merkezi teşkilatta hangi iş veya faaliyet varsa, taşra
teşkilatlarında da aynı oranda olmasa da buna benzer bir şeyler yapılmaktadır.
Birçok ilde Galip Kuşçuoğlu Vakfı’nın üstlendiği cami külliyatları, ‘Tevhit
cami’ adı altında, inşaatları ya bitmiştir ya da bitmek üzeredir. Her vakıf
şubesinde yoksullara aksatmadan, günlük dağıtılan ekmekten tutunda, öğrenci
bursları dahi tedarik edilmektedir.
İstismar edenler bu teşkilatta barınamaz.
Dergâhta siyasete ve ticarete müsaade yoktur. Bölge sorumluları vardır. Mesela
Atıf Efendi İstanbul’dan, Ali Efendi başta kendi memleketi Gaziantep olmak
üzere Adana, Urfa ve Maraş’tan sorumludur. Antalya’dan Tarık Efendi vs.
Merkezin yükünü de kendisiyle beraber Süreyya Efendi başta olmak üzere Rıfat,
Özer, Tevfik, Hasan, Ümit, Yılmaz ve Bülent gibi yakın arkadaşları sorumluluk
alarak, her zaman göz önünde bulunan onca insandan bazılarıdır.
Yapılanmanın gün geçtikçe idaresi de
güçleşir. Esas amacın dışına çıkma durumu azda olsa görülür. Şahsi çekişmeler
ve kıskançlıklar da olmaz değil. Göz görülür bir büyümeden mütevellit bazı
işler istenildiği gibi gitmez. Bazı yanlış gidişatlar Efendi Hazretlerine
ulaşılmasın diye engellenir. Ama araya konulan engeli yıkarak en yükseğe
ulaşmakta tabi bir seyirdir. Onun için Galip Efendi istenilmeyen bazı
problemlerin bu şekilde zuhuratına üzülmez değil.
Çare yok. İnsan varsa bir yerde bu türden
nefsani arızada olacaktır. İnsandaki fıtri olan nefis ve ihtirasların ne zaman
nasıl çıkarak her şeyi allak bullak edeceği bilinmez. En yakınında olan Süreyya
Efendi hakkında bile bazı Dervişlerin bir şeyler varmış gibi ıkına sıkına yarım
yamalak anlatmaya çalıştıkları meseleye, önce kulağını tıkar görünürken
bilahare ilgilenmeye başlar. Bir, iki, üç, beş derken zafiyet oluştuğunu anlar.
Olayın iç yüzünü kendinden dinlemek için çağırır.
“Süreyya Efendi, dergâhımız mensuplarınca
hoş karşılanmayan bir takım şeyler geliyor kulağıma. Önceleri dikkate almadım.
Ama baktım şikâyet artıyor. Bunun üzerine seninle konuşmaya ihtiyaç duydum.
Kusura bakma, eğer problem dergâh dışı ticari bir şey ise bizi birinci derece
ilgilendirmez. Ya öyle değilse, yani dergâh içi ise…
Ne dersin Süreyya Efendi?” deyince, Süreyya
Efendi; “Efendim doğrudur. Birçok arkadaşlardan kısa süreli mali ilişkilerim
olmuştur. Ancak zamanında ödemeler yapamadım. İşler ters gitti. Arkadaşlara
ödemede geç kaldığım için haklı olarak onlarda endişelidirler. En kısa zamanda
bu işi halledeceğim Efendim. Siz gönlünüzü rahat tutun” diyerek meramını bir
güzel anlatır.
Galip Efendi’nin “İnşallah halletmelisin.
Yoksa bu iş sıkıntı yaratır Süreyya Efendi. Sen de en azında bizim kadar
dergâhımızın akçe işine bulaştırılmayacağını bilirsin” diyerek bu işe nokta
kor. Onun içindir ki Galip Efendi bu tür olayların çekilmez hale geldiği zaman
sırf kışı geçirmek bahanesiyle Antalya’ya gider. Önceleri kısa tutulan Antalya
hicreti ileride belki de bir tutkuya dönüşecektir.
Sene 2000’lere doğru akar. 2000’e iki kala
ülkede siyasi bir kriz çıkar. Millet iradesine karşı hukuksuz bir kalkışma
olur. Samimi veya mütedeyyin Müslüman kimliğe karşı düşmanca eylemler
gerçekleşir. Siyasi iradenin üzerinde ona bir takım antidemokratik dikteler
dayatılır. İçinde milletin göz bebeği olarak gördüğü silahlı veya silahsız
kurum ve zümreler, basın veya yayın organları, İslami gelişmelerden rahatsız
oldukları düşüncesinden hareketle bu gelişmelere teşne gördükleri siyasi
hareketlere kesin uyarı verirler. Bu
durum Ülkede istikrar ve huzursuzluğa vesile olur.
Ahtapotun kolları gibi, hemen her alanda
zavallı Müslümanların yani muhafazakâr vatandaşların, hürriyetlerini
kısıtlayıcı korku ve panik yaratırlar. Böyle bir ortamda Galip Efendi’nin
dergâhı da nasibini alır. Bu değirmenin suyuna malzeme toplamak için basın
elinden geleni yapmaya başlar. Olayları çarpıtarak veya asılsız yani asparagas
haberler üretirler. Maksatları milli iradeyi temsil edenlerin üzerinde vesayet
oluşturmaya çalışan kurumlara malzeme hazırlamaktır.
Onların haklılığına yönelik, kendilerine göre
materyal oluşturmak, hesap bu. Ancak bu zavallıların Allah’a kadar uzanan “Ahh”
ları konusunda bilgisiz olduklarından, mazlumun hakkını her “Ahh” çekilişte
işiten, gören Allah’ın da bir hesabı olduğunu bilmezler. Bırakınız sade
vatandaşların “Ah” larını, Allah’ın “Evliyama savaş açana savaş açarım”
hitabını da zaten hiç duymamışlardır. Bilselerdi eğer “Donkişot’un yel
değirmenine savaş açtığı gibi, Şeriat düşmanlığı adı altında Allah’a savaş
açmanın bir fayda etmeyeceğini de bilirdi bunlar. Sonuç, yel kayadan ne anlarsa
öyle olur.
İşte bu kollardan birinin üç silahşoru,
kameralarıyla, yazarçizer aletleriyle, ses kaydedici teknoloji unsurlarıyla
Hüseyin Gazi’de ki dergâha dayanırlar. Zikir ayinlerinin kayda alınması için
izin verilmesini talep ederler. Dönemin hassasiyeti gereği Galip Efendi, bu
ekibin taleplerini kabul etmez. Bütün ısrarlarına rağmen onlara gösteri
mahiyetinde her hangi bir canlı oluşum sergilemekten imtina eder. Gerekçesini
de yüzlerine karşı “Evladım, hoş ve sefa gelmişsiniz. Niyetinizin halisane
olmadığına dair şüphelerim var. Umarım hislerim beni yanıltmaz. Bizim her
şeyimiz ortadadır, gizli saklı ilkeleri olan cemiyet değiliz. İşimiz Allah’ı
zikretmektir. Eğer Devletimiz bunu engellerse, yer altına girer oradan devam
ederiz. Allah’ı zikretmemizi de evvel Allah kimse engelleyemez. Sonra bu suçta
değil. Hadi siz varın gidin işinize” diye meramını anlatır.
Ama ekip başı olan zat kendi gazetesinin
yayın organı olan tv de Moderatör olduğu için ısrarından vazgeçmek istemez.
Galip Efendi’de bu kadar ısrarcı olan misafirlerine tek bir şart koşarak görsel
medyada yayınlanmasına müsaade eder. Çünkü başka türlü ellerinden kurtuluş yok.
Galip Efendi;
“Bizi doğru olarak yansıtacaksınız. Hakaret
etmeyeceksiniz. Milletin gözünde küçük düşürücü, bizden olmadığı halde bir
şeyleri bizim üzerimize yükleyerek, varmış gibi yansıtmayacaksınız. Kısacası
siz gazetecisiniz. Bizim gerçeğimizi bilmeyen yoktur. Özellikle Burhan olayını
olduğu gibi vereceksiniz. Bu konuda size dokümanlar vererek yardımcı olalım.
Sözünüzü tutmazsanız, bize düşmanca tavırlar içerisinde olursanız akıbetine bir
şey diyemem. Bizim ah’ımız Allah’a tez varır yavrum.” gibi karşılıklı konuşma sonucunda
tv ekibinin sözünde duracağına dair yemin aldıktan sonra, daha önce zikir
seanslarından birinin kayıtlı olduğu kaset verilir.
İki gün sonra bir tv programında
yayınlanacaktır bilgisini vererek giden ekip, belirtilen saatte programı
kamuoyunda paylaşmaya başlar. Bir takım fotoğraflarla beraber yapılan zikrin,
vurulan Şiş Burhanının öyle olumsuz bir dil kullanılarak anlatımı, Galip Efendi
ve diğer muhataplarını derinden üzer. Gazetecilerin sözlerinde durmadıkları
gibi dergâhın Pir’ini incitici çok ağır laflarının yanında, üzerinde oynanmış
nice görüntülerle burunlarının göğe değdiğini zanneden bu zatlar, kör kütük
cahil olduklarından “Evliyama savaş
açana savaş açarım” uyarısını, en azında kendilerini korumak için sözünüzde
durun, diye aşırı ısrarcı olunsa bile nafile olur.
Evet, Devlet gazetesi olan Hürriyet’in bu
mümtaz olan şahsiyetleri ittifakla, irticacı ekibin ipini pazara çıkardık
zannıyla o gece ne kadar rahat uyumuşlardır. Kim bilir ne kadar çevrelerinde
iltifat ve takdir almışlardır. Kim bilir patronlarının gözüne, dolayısıyla
milli iradenin üzerinde vesayet oluşturan antidemokratik zorba yapılanmaya
nasıl katkıları olmuştur acaba... Kim bilir… Kim bilir…
O gencecik denmeyecek yaşta ama sağlıklı
ve gösterişli tv yapımcısı, o zehir zemberek yayından iki gün sonra, daha önce
hiçbir belirtisi olmadığı halde kalp krizinden öte tarafa gider. Diğer iki
kameramanda Ankara dışı seyahatte Moderatörden bir hafta sonra trafik kazasında
eks olurlar. “Evliyama karşı savaş açana savaş açarım” denmektedir. Veya “Alma
mazlumun ahını çıkar aheste aheste”
olarak bilinen bir halk sözü gelir insanın aklına. Mananın tasarrufudur
bu. İntikam böyle alınır.
Bölüm
9
Din
terakkiye mani değildir. Bizatihi Terakki yettir.
Hacı Galip Kuşçuoğlu
Küçük Kıyamet:
Zaman akarda, insanı bir yerden bir yere
taşımaz mı? İndir bindir, doldur boşalt dünyasıdır bu dünya. Bu günün çocuğu
yarının büyüğü, öbür günün bin bir türlü meşakkatlerine göğüs gererek yaşamaya
çalışan ihtiyar savaşçısı olsa da bir tel kopunca ahenk ebediyen bozulur.
Her yaratılan, bu zaman vetiresinde
geçtikleri için mahlûkturlar. Varlığın, mahlûku tasarımıdır bu. Galip Efendi’nin
torunları Ömer ve Hasan bir sonraki kuşağın bekçileri. Hayatı gün itibarıyla
tozpembe gören, aşkları platonik, sevgileri değişmeceli, gerekli olan yol
yordamlar, inişler çıkışlar… Piran Dedelerini keşfetme merakı vs.
İnsan bu, su misali, zaman misali, akar
durur. Şairin dediği gibi “Akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat, şu çıkan
buluta bak şu inen suya inat” işte öyle bir şey. Hayat da öyle bir döngüdür.
Dün Abdulkadir Efendi’yi baş göz için giden ekip, bugün oğlu Ömer için aynı
görevi ifa edecektir. Ömer’in değişmeceli bir aşk sarhoşluğundan sonra ayağı
yere basan talebi, adabı muaşeret kuralları dâhilinde yerine getirilir. Aile
dostlarının devreye girerek münasip gördükleri bir hatunla evlendirilir. Daha
önceki bir gönül olayı Ömer’i çok sarsmış olduğu için Dedesinin telkinleriyle
yeni duruma uyumu kolay olur. Abdulkadir Efendi, kayınpeder olmanın vermiş
olduğu sorumlulukla kendini huzurlu ve bir o kadar da rahat hisseder. Zaman
akınca böyle izler bırakarak kırınımların yaşanmasının da normal olduğu şuuruna
zaten sahiptir.
Şayet bu Dünyada birileri göçüyorsa, yerini
dolduracak birileri de mutlaka geliyordur. Hayat denen zaman zarfında, ömrü
emredildiği gibi yaşamak ideal olanıdır. Bugün Pir Hazretleri yarın onun
çocuğu. Bu işler sırayladır. Doğar, büyür, bu zaman zarfında ödevlerini yapar
veya yapamaz, ama nihayetinde tıpış tıpış gider insan, direnemez, kanun bu.
Çünkü o mahlûktur, varlık değil. Nitekim Ömer’in de çocuğu olmuştur. Kayınpeder
olan Abdulkadir Efendi göz açıp kapayıncaya kadar Büyük Baba bile olur.
Zamanın akarken geride ne büyük
tahribatlar yaptığını, ne büyük kaleleri yıktığını bilen Galip Efendi, geleceği
ile ilgili Hak vaki olursa, naçiz vücudunun konulması için yerini hazırlar.
Dergâhın giriş kısmının hemen solundadır. Onun muradı, terki Dünya olduğunda
Fatma Hanımla beraber aynı yere defnedile. Neye niyet neye kısmet derler ya.
Beklenip görülecektir. Dergâha gelen binlerce manevi evladı Pir Hazretlerine
Hak vaki olduğu zaman defnedileceği yer olarak bilirler orayı. Gerek Fatma
Ananın, gerekse kendisinin yaşı epey ilerlediği için böyle bir hazırlık
yapmayı, evlatlarına ölümü hatırlatması açısından da hoş karşılanma mesajı…
Bir de yokluğuna alıştırmak için, ani sürpriz
olarak değil de beklenen son intibası oluşturmaktır. Kendisi daha büyük olduğu
halde beklenmedik bir anda, Fatma ananın ani rahatsızlığı ortamın tadını bozar.
Ümitsizlik… Yaşın ileri seviyede olması beklenen sona rıza göstermek, Hocanın
dediği gibi büyük küçük kıyametler. Galip Efendi için küçük kıyamet zuhur
etmiştir artık. Beklenen sondur Fatma ana için ölüm. Kara haber tez duyulduğu
için bütün manevi evlatları Hüseyin Gazi’ye huruç eder.
Cenaze işlemleri için girişimler olur.
Dergâhın kendileri için hazırlanan bahçesine defnedilmek istenirse de resmi onayın
alınması mümkün olmaz. Nasip değilmiş orası Fatma Anaya. Kızı Mürüvet ve torunu
Bilal’in yattığı yer olan Cebeci Mezarlığı alternatif seçenek olarak düşünülür.
Binlerce kişinin kıldığı cenaze namazından sonra Fatma Ana’nın naaşı Asri
Mezarlığına defnedilmek üzere götürülür. O günden itibaren kendini evdeşi Fatma
Ana’dan ayrı düştüğü inancıyla Galip Efendi, kendisi için tespit edilen yere
defnedilmeye sıcak bakmaz.
Evet, Galip Efendi’de olsa bu kıyameti
yaşamaktan ari olmayacaktır insan. Zamanı dolan her yolcunun bu yola çıkmasının
engellenmesi mümkün mü? Geride bırakan boşluğun büyüklüğüne göre yaşatılmaya
veya yaşamaya devam eder ancak.
Derler ya “Avazei şu âleme Davut gibi sal, baki
kalan kubbede yalnız bir hoş Sad’a imiş” ne güzel derler ama. Hoş bir sa’da dan
başka şeylerde bırakılır bazen, oda daha çok seçilmiş insanlar için olsa
gerekir. Fatma Ana merhumu da özelde Galip Efendi ve aile efradının, genelde
tanıyanları nezdinde hoş bir sa’da bırakarak Hakka yürüdüğü. O bir Pir’in aynı yastığa en az atmış, yetmiş
yıl baş koyduğu hanımıdır. O bir yedi tarikattan icazetli Şeyh Efendi’nin tek
kızı, gözünün bebeğidir. Meziyetleri pek ifşaa olmamıştır ama bu yönüyle
seçilmiş, Allah’ın sevgili kulları arasında olmaması için zahiride hiçbir neden
yoktur.
O ki Galip Efendi’nin birçok sırrına vakıf
hafızasıdır. Galip Efendi’nin “Turusinam” olarak değerlendirdiği bütün
perdelerin aralandığı tıpkı Hz. Musa’nın Tur Dağında yaşadığı örneğe benzer,
küçük bir olağanüstülüğe şahit olan kutlu hanımdır. Rabbi ile arasında geçen
iletişimin şekli şemali Fatma anaya hissettirilmeye bilinirdi. Ama o, gecenin
şafağında Galip Efendi’nin Rab’bıyla kurduğu iletişim neticesinde, sanki güçlü
bir deprem olmuş da tek ağızdan yüksek sesle “Ben senden memnunum devam et
kulum” nidasını işitip Efendisinin odasına gözyaşı içerisinde dalan Hanımdır o.
Bu Hanımın bıraktığı boşluk kolay kolay dolacağa benzemez. Kıyamet kii ne
kıyamet.
Ama hayat devam ediyor. Sırf günlük
meşguliyetlerin ahenkli tanzimi için, hayatın kolaylaştırılıp yaşanılır halde,
günlük rutin işlerin yerine getirilebilmesi için, yeni bir nikâhında yakında
görüldüğü kaçınılmazdır.
Bölüm
10
Şeriatlar kulların tekâmülüne
göre ihsan edilir.
Hacı Galip Kuşçuooğlu
Aşka Uçmayan Kanat Neye Yarar:
İleri yaşta olan bir insanın hele de bu
bir erkek olunca ne kızının ne de gelininin yanında huzur bulması mümkün değildir.
Üstelik Galip Efendi gibi bir Pir’in böyle bir şeye uyum sağlaması düşünülemez.
Onun için yakın arkadaşlarının tavsiyesiyle yeniden nikâhlanır.
Yeni eşi ile yaklaşmakta olan kışı Antalya’da
geçirmektir muradı. Ankara’nın kışını bahane ederek Antalya’ya ağırlık verdiği
gözden kaçmaz. Ankara’nın olur olmaz bir yığın problemi ve günlük gaileleri onu
sıkmaya başlamıştır artık. Gayrı ömrünün büyük bir kısmının bin bir türlü
hatıralarla geçtiği Ankara yeteri kadar huzurlu bir yer değildir onun için.
Antalya’ya vardığı zaman daha çok rahatladığı için “Burası benim ‘Medine’mdir’
diyerek rahatlar. Bu topraklarda rahatlıyorum” sözleriyle niyetini ifşaa
ettiğini Antalya’da ki arkadaşları Tarık, Bülent, Yılmaz, Nurettin, Hasan
Efendiler çok duymuşlardır.
Antalya’ya girişin sol tarafına düşen
Ahatlı semtinde inşaatını yeni bitirdikleri Tevhit Cami mevcuttur. Galip
Kuşçuoğlu vakfınca yapılan camilerin adı “Tevhit Cami” olarak bilinir. Bir
başka özeli ise hepsinin minareleri iki tane olup, minareler arasında olabildiğince
belirgin “Allah” yazılı mahyanın olmasıdır.
O’nda birlik, O’nda dirlik, gerisi
teferruat. Onun içindir ki cami olarak hizmet veren bu yapının iç yüzündeki
bütün yazılar ‘lafzayı zül celal’dendir. Birliğin, tekliğin, varlığın
kendisidir bu. Ankara’da ki dergâhın içindeki yazılara bu kadar dikkat
edilmediği halde, Antalya’da bu hassasiyetin gösterilmesi Pir Hazretlerinin
kemalatındaki espriden dolayıdır. Antalya’da kendini yenileme durumu daha
belirgin olup bu durum arkadaşlarının gözünden kaçmaz. Bu beldeden bundan
böyle, gayrı aşk yaşanacaktır. Pir Efendi’nin ashabı da onu anlayacak
durumdadır. Bir Tarık ve Bülent Efendiler Antalyalı yıllarda Pir Hazretlerinin
vazgeçilmez dostları olur.
Evet, Antalya Pir Hazretlerinin Medine’si
olmuştur. Çevreye alıştığı için mecbur olmadan Ankara’ya dönmek istemez artık.
Yazları Antalya’nın bunaltıcı havasından
kaçar. Birkaç ay Hüseyin Gazi’de bulunarak dünyevi hayatını sürdürür.
Antalya’ya “Benim Medine’m” diyen Efendi Hazretleri için merak edilir, acaba
Mekke’si neredir diye. Nihayet bir sabah namazından sonra manasında Hz. Allah
Fetih Suresini okumasını emreder. Galip Efendi bu işaretten sonra gözünü oraya
diker. Mana olarak zaten nihai hedefinde
orası olduğu önceden de gösterilmişti. Tıpkı Somuncu Baba gibi. Bursa’dan
Aksaray’a, oradan Malatya Darende’ye, yaptığı yolculuk.
Şöhret, tanınmışlık afettir anlayışı onların
mihenk taşıdır. Onların manalarına zarar veren nefsani duygulardır. Ne zaman bu
atmosfer oluşmaya başlar, vebadan kaçar gibi kaçış muktedir olur onlara. Galip
Efendi de Ankara’dan Antalya’ya, Antalya’dan da Fetih Suresindeki işaretle
oraya varmak elzem görünmektedir. Fatih’ten Eyüp Sultan’dan sonra oranın manevi
olarak üçüncü defa fethine memur edilme işareti, Fetih Suresinin okunması emri
ile başlar.
Fetih Suresi ilk üç ayeti şöyledir;
“Gerçekten biz sana apaçık bir fetih açtık, böylelikle Allah geçmiş ve
gelecekteki hatalarını bağışlayıp üzerindeki nimetin tamamlayacak ve seni
dosdoğru bir yola çıkaracaktır, eşsiz bir zaferle. Allah sana yardım edecek ve
üstün kılacaktır.”
İstanbul’da dergâhın yetkilisi Atıf
Efendidir. Efendi Hazretlerinin talimatıyla Beylikdüzü’nde ki arsanın
alınımında gecikilmez. Antalya’dan Ankara’ya seyahatinden daha çok Galip
Efendi, artık Antalya’dan İstanbul’a seyahat etmektedir. Galip Efendi için
Antalya kemal attır. Ülkesinin dış dünyaya açılmış çok önemli bir kapısıdır
Antalya.
“Kişi Allah’a inanıyorsa Müslümandır”
esprisinin taban bulacağı çok önemli bir coğrafyadır Antalya. Yılın her günü
özelliklede yaz ayları Antalya’nın yerli nüfusunu sollayan turist sayısı, yerli
sermayenin onlarca katı büyüklüğünde döviz girdisi, buna bağlı olarak Türk
insanının misafir perverliği ve hoş görü kültürünün tanıtımı, hepsinden
önemlisi de Galip Efendi’nin temsil noktasında baş gösterdiği İslam algısının,
tanıtımı veya paylaşımı için büyük bir imkândır bu belde.
Çok değişik inançta insanların, doğru inancı
yakalama noktasında önemli bir imkân sunar Antalya. Onun içindir ki Ankara’da
yorulan Galip Efendi bu zenginlikler içerisinde yaşanılan Antalya’da dinlenir.
Antalya’nın serin havası yavaş yavaş yerini,
her zaman olduğu gibi bunaltıcı ve sıkıcı bir ortama bırakır. Efendi
Hazretlerinin nispeten yazlık olarak kullanmaya başladığı Ankara’ya gitme vakti
gelmiştir.
Dikkate değer bir olayın olabilme ihtimalini
de hep hesap etmektedir. Önünü kesen bir meczubun “Galip Efendi senin ömrün şu
tarihte bitecektir. Öbür âlemde görevlendirildin” diyerek tarih ve saatte
verilir. Bahsedilen tarihe yaklaşık bir ay kala Antalya’ya şöyle bir defa daha
nazar edilerek Ankara’ya gelinir. Meczubun söylemine Tarık ve Mehmet Şen’de
şahit olduğu için Efendinin aile efradı ile beraber bu kişilerde Ankara’ya
gelirler.
Meczubun söylemine Efendi Hazretleri
inanmış olmalı ki o günün gelmesini heyecanla beklemektedir. Çevresindeki
kişilere sanki o gün Hak vaki olacakmış gibi oldukça sönük ve kendinden geçmiş
gibi bir görüntü verir. Ve beklenen günü takip eden geceyi arkadaşları tiken
üstündeymiş gibi geçirirler. Tam tan vaktinin ağırlığıyla dirençlerini kaybeden
arkadaşlarından kimi sandalye üzerinde, kimi altına aldığı bir eşya üzerinde,
kimisi de bahçedeki ağaçlara bellerini vererek uyuyanları yine kendisi, “Kimse
yok mu, aloo” diye seslenerek uyandırır.
Arkadaşları telaşlı bir şekilde toparlanarak
karşısında gördükleri Pir Hazretlerine sorarlar “Efendim bu gece ne oldu?”
Galip Efendi cevaben; “Evladım, bu gece ruhumu cesedimden çıkardılar. Epey
seyri âlem yaptırdılar. Tekrar yerine iade ettiler. Tecelliyat böyle oldu”
ifadesiyle hiçbir şey yokmuş gibi şakalaşarak kahvaltı yapılacak salona
geçerler.
Meczubun söylediği sözlerin tecelliyatı ya
böyle olmuş veya aslı esası yoktur. Boşuna böyle bir beklenti içine
girilmiştir. O günün akşamı Ali Efendi’nin sitelerdeki lokantanın üstündeki
büroya davetliler. Ali Efendi Gazianteplidir. Dergâhında Gaziantep ve
civarından sorumlu halaka şeyhidir. Malum, Antep deyince mutfağı akla gelir.
Son haftalarda sadır olan Efendi’de ki hüzün, mutlu bir güne çevrildiği için
Ali Efendi bu güzel haber adına ziyafeti verir. Tabi ki Gaziantep yemeklerinin
üzerine baklavası da cabası. Böyle bir ikram kaçırılmaz.
Ve nitekim yenilir, içilir, sohbet edilir.
Ali Efendi’nin yıldızı parlamaktadır. Hali vakti yerinde olduğu için
dergâhların çoğunun masrafına katkısı olur. Bu konuda oldukça cömert davrandığı
bilinir. Efendisi ile gerek dergâhta gerekse birbirlerine olan ziyaretlerle
aile ortamlarının vermiş olduğu daha iyi tanışmışlıkla samimiyetleri artar.
Özellikle de Ankara dışındaki vakıf şubelerinin ziyaretinde mutlaka bulunur.
Gereken infakı da yapar.
Ankara’ya gelmişken sağlık kontrolünden
geçmeyi de ihmal etmeyen Galip Efendi son olarak Yüksek İhtisas Hastanesinde
kalp uzmanına muayene olur. Lüzumlu tahlilden sonra acilen müdahale kararı
çıkar. Efendi’nin hastanede oluşunu duyan ihvanlar Yüksek ihtisasın önünde
birkaç gün kamp kurarlar.
Göğsün açılması gerekir. Velakin hasta seksen
yaş üzeri olduğu için tereddütler oluşur. Ameliyatsız olma ihtimali
araştırılır. Başka bir hastanede muayenesi yapılır. Yeni doktoru vücudun
yarılmadan kol veya kasık arasından girerek kapalı olan damarı açacağını
söyler. Yani anjiyo yapılarak hastaya eziyet verilmeden sağlığına kavuşacağı
bilgisi, olurunu alabilmek için kendisine ve yakınlarına bildirir. Olur,
alındıktan sonra gereken operasyonla iki üç gün yatılı tutulur ve hayati
tehlikesinin olmadığı kabul edilerek, bilahare taburcu edilir.
Daha hasta hanedeyken, Efendi Hazretlerinin
ilerlemiş yaşı dolayısıyla hastaneden çıkamama durumu ihtimaldir ki
olabilecektir. Şayet öyle bir durum zuhur ederse postnişin kim olacak
beklentisi Süreyya Efendi’ye çağrışım yaptığı için, onun etrafında bir
hareketlenme olduğu görülür.
Denilirki;
Efendi’nin değil ama mananın ilk fiskesi o sıralarda tecelli etmiştir. Üstelik mağdur olan kardeşlerin bir an önce gönlünü al ve bu işi kapat dediği halde, sıkıntılar bunca zaman geçmesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Efendi Hazretleri “Oğlum oturduğun apartman dâhil başka gayrimenkullerin de var. Bunların iyi para ettiğine dair duyumlar alıyoruz. Bir an önce bunların bir kısmını paraya çevirerek borçlarını kapa” önerisini sanki Efendi hiç söylememiş gibi bir durum halen devam etmektedir. Efendi’nin ikinci halifesi olmasına rağmen bu konuda yetkisinin kullandırılmayacağı hükmü, bu olaydan sonra dedikodulara konu olur. Üstelik mananın bu konuda Galip Efendiyi uyarmasına rağmen gösterilen tolerans… Çünkü o Efendinin yol arkadaşıdır, hatır gönül, tuz ekmek hakkı var.
Efendi’nin değil ama mananın ilk fiskesi o sıralarda tecelli etmiştir. Üstelik mağdur olan kardeşlerin bir an önce gönlünü al ve bu işi kapat dediği halde, sıkıntılar bunca zaman geçmesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Efendi Hazretleri “Oğlum oturduğun apartman dâhil başka gayrimenkullerin de var. Bunların iyi para ettiğine dair duyumlar alıyoruz. Bir an önce bunların bir kısmını paraya çevirerek borçlarını kapa” önerisini sanki Efendi hiç söylememiş gibi bir durum halen devam etmektedir. Efendi’nin ikinci halifesi olmasına rağmen bu konuda yetkisinin kullandırılmayacağı hükmü, bu olaydan sonra dedikodulara konu olur. Üstelik mananın bu konuda Galip Efendiyi uyarmasına rağmen gösterilen tolerans… Çünkü o Efendinin yol arkadaşıdır, hatır gönül, tuz ekmek hakkı var.
Ama hassas bir konu olduğu için gör geç anlayışıyla
hareket eden Dervişlerden bu durum, bir sıkıntıya mahal vermez. Onlar mananın
böyle tecelli yatına şeksiz şüphesiz inanarak Süreyya Efendi sayfasını
kapatırlar.
Galip Efendi yazları Ankara’nın havasına
bayılır. Geceleri Rabbine yakarıştan arta kalan zamanı mütemadiyen yazarak
geçirir. Muhtaç olduğumuz kardeşlik kitabına “Tasavvuf ve Zikrullah, Metafizik,
Tesettür ve Hicap” isimli eserleri de ekler. Yayınlanmış külliyatın binlerce
adet basımı yapılarak ücretsiz dağıtımı yapıldığı gibi, hakkında çıkan
kitaplara da çok önem verir. Görsel ve yazılı basını çok önemser.
Yenileyici tavrının geniş kitlelere ulaşması
için medyanın gücünü bilir. Üniversitelerde lisans tezlerine konu olur.
Özellikle Uludağ Üniversitesi ile Yüzüncü Yıl Üniversitesi ilahiyat fakülteleri
hocalarının istekleriyle Galip Efendi yüksek lisans tezine konu olur. Piran ve
Ankara Gönül Erleri adındaki kitaplarda da Galip Efendi’den bahsedilir.
Dünya görüşü, tasavvuf anlayışı, yenileyici
tavrı bu eserlerde dikkatleri çeker. Hele hele Cumhuriyetimizin kurucusu
Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki olumlu kanaatleriyle büsbütün dikkatleri
çeker. Kendi içine kapalı bir toplum yerine dünya milletleriyle ilişkilerini
geliştiren bir Müslüman Türk modeline vurgu yapar. Şeriatlar arası diyalogun
mutlaka mana ehli gruplarla başarılacağı ve bu günün insanlığının buna muhtaç
olduğuna inanır. Zaten “Muhtaç olduğumuz kardeşlik” kitabı da bu amaçla ele
aldığı bilinir. Bütün insanlığın huzur ve selametine açılan meşalenin
öncülerinin mutlaka Galibi’lerin olmasını hedef gösterir. Demokrasi ve laiklik
konusu İslam’ın vazgeçeceği değerlerden olmadığı gibi bu evrensellikleri çağın
insanına sevdirerek Dini İslam’ın yeryüzüne hâkim olacağına inançla bu
doğrultudaki gayretleri sürekli destekleyeceğini beyan eder. Ve daha neler
neler…
Galip Efendi o hafta sonu sohbetini sağlık
nedeniyle iptal eder. Çocuklarıyla aile meclisinde dinlenmek ister.
Torunlarından Ömer’e daha düşkündür. Çünkü Ömer torun olarak ilk göz ağrısıdır
kendi statüsünde. Ömer, Hasan, Bilal rahmetlisi derken, yaklaşık on kadar torun
sahibi olmuştur.
Yetişme süresinin her anında Ömer ve
Hasan’sız geçen çok az günü olduğu için onlara fazlasıyla duygusal yaklaşım
gösterir. Hatta o akşam Ömer’in evlilik yıldönümüdür. Fakat bir sıkıntı vardır
ortada. Dede eski dede, baba eski baba, Galip Efendi eski Galip Efendi velakin
bu kapılar neden eskisi gibi destursuz açılıp kapanmaz. Neden randevulu veya
kodlanarak açılıp kapanmaya görünüm arz etmektedir.
Fatma Ana merhumu varken böyle bir tarife
olabilirmiydi. Yeni kural ve kaidelere uyma mecburiyeti Galip Efendiyi bile
rahatsız eder durumda olduğu, özellikle Abdulkadir’in gözünden kaçmaz. Hiçbir
şey yokmuş gibi davranışlara, birçok şey varmış gibi yüz hatlarındaki ifadeler
yabana atılır gibi değil. Ama ev hali deyip geçip gidilebilir dışarıda gazel
okuyanlar için.
Bir de Dede’lerinin yanında kendilerini
alabildiğine özgür hisseden torunların terbiye edilmiş resmi pozisyonları bile
Galip Dede’nin farkında olduğu durumlardır. Bu iştiyakla açığı kapatmak için
daha ilgili gözükür. Mesela o akşam Ömer’in evlilik yıldönümü olduğu için
önceden hazırlatmış olduğu, içinde pırlanta yüzük olan çiçeği temennilerle
torununa sunar.
Ömer için bu şekildeki nazenin davranışlar
yeni değil ki sürpriz olsun. Daha önceleri buna benzer bütün heva ve
heveslerini giderici çocukça taleplerini belli dahi etmeden, Dede’sinin
zamanında karşılaması, torunları nezdinde alışkanlık da yapmış olabilir. İlk
bisikleti, ilk saati ve ilk gözlüğü aldığı gibi şimdide bir çiçeğin içine
kamufle edilmiş yüzüğü tamda zamanında vererek ilk evlilik yıl dönümünü
kutlaması, Ömer’in dünyasında ne büyük moraller oluşturur.
Dergâhın hemen her yerinde Dede’sinin dizi
dibinde büyüyen Ömer, Dede’sinden Derviş olma talebi hep ötelenmiştir. Ta ki
evlenip çoluk çocuk sahibi olarak otuz yaşını aşıncaya kadar. Ömer’de ki
gelişimi takip etmiş olmalı. Dede’sinin kıymetini bilme noktasında olan Ömer
artık ölümden bile korkmaz. Çünkü onu, zamanın durdurulduğu bir anda alıp,
metafizik âleme seyri sefer yaptırılarak, bütün aile efradı olmak üzere,
mananın büyük Sultan’larının makamları gösterilir. Dede’sinin makamı ile
beraber “İşte burası da senin” denilerek işaret buyurulduktan sonra sema vattan
yer yüzüne indirilen Ömer, elbette kamilleşecektir. Kendi yerini gördüğü için
elbette korkmayacaktır.
Ölümden sonraki hayat hakkında kaç şanslı
insan olsun ki genç yakışıklı Ömer gibi olsun. Fatma babaannesi hayattayken,
aile ortamındaki letafeti, samimiyeti, hazzı, ondan sonra bulmak hayal gibi bir
şey olacaktır. İşte buda şanssızlığıdır onun. Hayat bu, kusursuzluk illaki
yoktur
Bunun içindir ki Galip Baba çocuklarına
daha yakın olmak için sitedeki oğlu Abdulkadir’in işlettiği markete gider
sürekli. Oradaki makamında ziyaretleri kabul eder. Derinine veya yüzeysel
sohbetin her türlüsü orada yapılır. O gün tornacı Kerim Usta ki kendisi
Efendi’nin göz bebeği gibi değer verdiği bir dervişidir. Onu çok farklı konumda
tanımıştır. Yeni sanayide torna atölyesi vardır. Emrinde çalışan insanları Cuma
namazına teşvik için, iş yerinin hemen yanındaki lokantadan yemek ısmarlar.
Galip Efendi’nin birkaç kişi ile lokantaya geldiğini görür. Merak edince kim
olduğunu öğrenir. İçi kaynar o anda, jest olsun diye onların da yemek parasını
verir.
Birkaç hafta sonra Galip Efendi yine aynı
gün, aynı yere, aynı kişilerle gelir. Kerim Efendi yine para ödetmez. Üçüncü
defa da olunca Galip Efendi haber eder. “Sağ olsun ama mahcup oluyoruz, bu
sefer ödemesin” der, demesine ama tutan kim. Bilahare komşu esnaftan bazıları
Galip Efendi’ye intisabı oldukları için bir defasında, Kerim Efendi’yi de
gönüllü gönülsüz dergâha götürüp, Süreyya Efendi’den ders alması sağlanır.
Verilen dersleri yapmaz ama gönlüde yavaş
yavaş ısınır. Ta ki uzun dönem karın
ağrılarına teşhis konulamadığı halde, Galip Efendi’nin içirdiği bir tas sudan
hemen sonra bu teşhisin konulması. Zuhur
eden karın ağrısıyla kaldırıldığı hastaneden kesin teşhis konup, operasyondan
sonraki hasta yatağında “Söz Allah’ım, dersimi bundan böyle aksatmadan
yapacağım” diye kararını verir.
Bu olaydan sonra Galip Efendi’yi görmeden
duramaz. Adeta aşk ehli olur. Külliyenin şadırvanından tutun da daha nice
işlerin yapımında çok büyük katkı sağlar. Efendisinin yakın çevresinde haklı
olarak yerini alan gönül adamıdır.
O gün Cuma namazından sonra Galip Efendi’nin
rahleyi tedrisatından bir şeyler almak için uğramıştır. Yanı başında Veysel
Öztekin ve Kazım Efendi başta olmak üzere bir grup ihvan oradadır. İmam Hasan
Efendi ve Rıfat Efendi de cemaate intikal etmek üzeredir. Rıfat Efendinin
ihvanlar arasında ayrı bir yeri vardır. Tıpkı Tarık ve Bülent Efendiler gibi.
Zahiri ilmin noksanlığından dolayı bir kısım
derviş anların temsil kabiliyetlerini geliştirememelerinden dolayı dergâha olan
zararlarına değinir Rıfat Efendi. İnsanın hoşuna gitmeyen bir olayda, esas
aranılanı unutarak nefsine hoş gelen eylemlerin zararlarından dem vurur. “Her
geçen gün kendinden bir şey koyarak şekilciliğe hizmet eder insan. Kalıbın
kutsallaştırılması insanı özden uzaklaştırır. Sohbet kendi hayatımızın
arızalarının izahı olmamalıdır” gibi fikri tespitlerini İmama Hasan’a
onaylattırarak marketteki makama varırlar.
Hoş beşten sonra Veysel Bey müsaade
isteyerek bir bilginin paylaşılmasına memur olduğuna güvenle; “Efendim, sizin
hastanede olduğunuz tarihte bir derviş kardeşimizin iş yerine, Adanalı olduğunu
beyan eden bir avukatın “Size birini soracağım” diyerek çat kapı girer. “Galip
Kuşçu adında birini arıyorum. Bana sitelerde eğlenirim demişti” diyerek sizi
sorar. Arkadaşımızda hemen eliyle yan duvarda asılı olan sizin resminizi
göstererek “Bu adamımı arıyorsun” deyince “Evet evet işte bu, nerede nasıl
görebilirim,” heyecanlı bir şekilde peşi
sıra birçok soru daha sorar.
Arkadaşımız iyice meraklanır “Şu sıra görmen
mümkün değil Avukat bey, kendisi hastanede, bir operasyon geçirdiği için
zorunlu olarak tutulmaktadır. Ancak şunu söylemeliyim, evet adı Galip
Kuşçuoğlu’dur. Burada resmini görmeni hemen kan bağımızın olduğuna yormayın
Avukat bey. O bizim sultanımızdır. O Kadiri, Rufai, Galibi Şeyhidir. O yalnız
benim değil şu gördüğünüz site esnafının çoğunun sayıp sevdiği biridir. Kısaca
o Mana âleminin yaşayan erlerinden biridir. Umarım mutmain olmuşsunuzdur.
Şimdi siz niçin onu sordunuz? Benim
merakımı da siz gidermez misiniz” diyerek unutulan ikramları servis etmeye
başlar. Hafifçe toparlanarak manevi huzurundaymış gibi bir vaziyet alan Avukat
Bey sözlerine; “Zaten bilmeliydim. Öyle bir yerde maruzatımı giderip, “Biz
yolumuzu buluruz sen devam et” diyerek yol gösteren zatın böyle biri olduğunu anlamalıydım.
O benim Hızır’ım oldu Beyefendi. Bundan beş sene önce, çocuğuma hamile eşimle
Adana Pozantı üzerinde hayırlı bir iş icabı çıktığımız yolda mahsur kaldık.
Gece eksilerin altında, ayaz mı ayaz, kafamızı kaldırınca Torosların eteğinde
bembeyaz kar bütün heybetiyle bizi biraz daha üşütmekte. Arabayı bir türlü
çalıştıramıyoruz.
Çok geç olmalıdır ki, gelen giden seyrek ve
kimse de haklı olarak durmuyor. Kendime değil ama arabadan inince beş on metre
dahi atamayacak olan eşimin, ölüme veya donmaya ramak kala, yol kenarında,
elinde çanta olduğu halde aheste aheste bize doğru gelen bu adam (duvardaki
resmi göstererek) işte budur.
Bana selam verdikten sonra şikâyetimi
dinlemeden, yardımını dahi istemek için söz bulamamışken, “Arabanın kaportasını
açar mısın” deyince can havliyle dediğini yaptım. Arızayı nasıl giderdi ne
yaptı bilmiyorum. “İndir ve kontağı çevir bakalım” sözüne riayet ettim ve araba
hiçbir şey yokmuş gibi çalıştı. Bir sevinç bir sevinç… Hanım benden daha fazla
sevinçli, dudakları mırıldanarak her halde gözyaşları içerisinde bütün bildiği
duaları okuyor.
Arabada yer olduğu için “Buyurun
gideceğiniz yere götüreyim” dedim. Bütün ısrarıma rağmen “Sana iyi yolculuklar
kardeşim ben yolumu bulurum merak etme” diyerek hiç eyvallah bile etmeden aynı
yöne doğru çantasıyla beraber devam etti.
Arkasından hanımla baka kaldık. O kadar
şaşkındık ki adını sormak bile bizden uzaklaştıktan nice sormaları aklımıza geldi.
Ardın sıra “Sizin adınız ne, kimsiniz, nerelisiniz” diye bağırdığım zaman
“Evladım adım Galip, Galip Usta derler bana. Ankara sitelerde eğlenirim”
cevabını verdi.
O gün bu gün bir türlü nasip olmadı aramak.
Yarın Adana da çok önemli bir davam olmamış olsa gider hangi hastanede
yatıyorsa kapısında yatar da kendisini görmeden gitmezdim. Lütfen Efendi, benim
adıma şükranlarımı arz eder misin kendisine” diye konuşarak meramını anlatıp
büyük bir mahcubiyetle arkadaşımızın ofisini terk eder.
Veysel Beyin verdiği bilgiyi pür dikkat ilk
defa duyan Kazım Bey başta olmak üzere, diğer bazı Dervişlerin gözyaşlarını
tutamadıkları görülür. Beklenir ki Galip Efendi yorum yapsın. Ama O “Olur böyle
şeyler evladım” diyerek geçiştirir. Ardında “Melaike bilmez ki yazsın, şeytanda
bilmez ki bozsun” diyerek hep beraber ofisten çıkılır.
Ankara da hava soğumaktadır. Galip
Efendi’ye “Benim Medine’m” dedirten Antalya’ya hareket etmeye gün sayılır.
Oradaki arkadaşları başta Bülent, Tarık ve Hasan Efendiler olmak üzere bir an
önce gelmesini arzulamaktadırlar. Tarık Efendi zaten Antalyalıdır. İş yeri ve
aile efradı da yanı başındadır. Bülent Efendi Galip babasının oluru üzerine
oraya gitmiş, tıpkı Hasan, Nurettin, Yılmaz ve Murat Efendiler gibi muhacirdir
Antalya’da.
Efendimiz nerede biz oradayız diye tası
tarağı toplayıp hicret ederler. Zaten Uzun Ahmet Turgut bir ömür boyu Galip
Efendinin gölgesi altındadır. Ben bilmem merkez bilir anlayışında sadık bir
derviştir o. Efendi Hazretlerinin Antalya ikameti kesinleşince bunlar da
Ankara’da ki gayrimenkullerini satarak, iş yerlerini kapatarak, aile efradını
da ikna ederek ahir ömründe Efendilerine hep yakın olmayı murat etmişlerdir.
Öyle ya rızık kapısı her yerde açık olur. Önemli olan manevi bir huzurla mana
rızkından istifade edebilmek için feyzinden istifade edilecek kişilerle beraber
olmak. Velhasıl, Efendinin Antalya’da ki ashabından kemalat daha güçlü, daha
şuurlu görülür, vesselam.
Antalya, Antalya… Galip Efendi’nin “Aşka
uçmayan kanat neye yarar” sözünü sık sık tekrarladığı yer. Antalya’ya iner
inmez arkadaşları tarafından karşılanır. Yüzündeki canlılık, dilindeki dirilik,
gözlerindeki fer, hakikaten kendini göstermektedir. Antalya onun için gam ve
kederlerin atıldığı özel bir yerdir. Onun içindir ki burası bana “Medine”
olarak gösterildi ifadesi kendisinindir.
O gün, Cumhuriyetimizin ilan edildiği yıl
dönümüdür. Antalya sokakları Albayraklarla donatılmış olup adeta nazlı bir
gelin gibi Akdeniz’e höykürmektedir. Cumhuriyetimizin banisi ve arkadaşları
gelir aklına. Bu toprakların suyunu içip havasını teneffüs eden her Türk
vatandaşı gibi oda duygulanır.
O akşam aynı zamanda mübarek gecelerden
biridir. İki güzel olay aynı günde ihya edilmesi hoştur onun için. O akşam bazı
konuları tekraren anlatmanın gereğine inanarak dergâhın yolunu tutar. Yıllar
var ki, dergâhın merkezi olan Ankara Hüseyin Gazi, bütün çevre illerinden gelen
misafirlerini ağırlardı. Bundan gayrı Ankara başta olmak üzere bütün diğer
illerdeki arkadaşlarının pusulası Antalya’nı gösterir. Otobüsler dolusu
evlatları mübarek gecelerin ihyası için Antalya’yı şereflendirir.
Yine öyle bir günde dergâhının bahçesi ve içi
tıklım tıklım dolu ve Efendi’lerinin sohbetini beklemektedirler. Derken akşam
namazı kılınır. Galip Efendinin “Bütün insanlığın hayır ve selameti için”
sözüyle bağladığı duadan sonra “Falemennehu” kükremesiyle saflar
sıklaştırılarak alıcıların açılması bir olur.
Galip Efendi söze “Hoş gelmişsiniz
evlatlarım” diyerek şöyle devam eder:
“İnsanlara feyz ruhu vermiş olan Şeriatımız
İslam’ın son şeriatıdır. Çünkü bizim Şeriatımız akla mantığa ve hakikate
uygundur. Eğer akla mantığa ve hakikate uyumlu olmamış olsaydı günümüze kadar
sağlıklı gelemezdi. Hangi şey ki akla mantığa uygundur, biliniz ki o bizim
inancımıza uygundur. Eğer bir şey akıl ve mantığa milletin menfaatine İslam’ın
menfaatine muvafıksa kimseye sormayın o şey dinidir. Eğer bizim inancımız aklın
mantığın tetabuk ettiği bir din olmasıydı ‘Ekmel’ olmazdı. Ahir din olmazdı.
Dinimize bizatihi hakikatlere nasıl inanıyorsam buna da inanıyorum” diyen
Cumhuriyetin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözüne yine ona ait tespitlerle
devam eder.
Biraz önceki sözler Mustafa Kemal e aittir.
Yine ona ait olan şu “Laiklik dinsizlik demek değildir, laiklik vicdan
özgürlüğüdür. Laiklik Dinin Devlet içerisinde sınırının çizilmesidir. İslam
dini akla bilime ve fenne uygundur. Bizim Dinimiz en doğru ve en tabi bir
Dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son Din olmuştur. Bir Dinin doğal
olabilmesi için akla, fenne uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunların
hepsine uygundur.” Sözüyle devam edelim.
Yine o büyük Devlet adamına ait “Hepimiz
müsaviyiz ve Dinimizin ahkâmını mütemadiyen öğrenmeye mecburuz. Her fert Dinini
diyanetini imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”
İşte işin özeti budur. Hal böyleyken ona
Din adına atmadığımız çamur, etmediğimiz küfür kalmamıştır. Allah bu tür
insanların şerrinden korusun. Atatürk’ü bizzat gören ve sualine ilişkin
aralarındaki konuşmayı anlatan dönemin Beykoz İmamına kulak verelim diyerek
devam eder;
“Beykoz da Müftülüğün önündeki kahvede
oturuyoruz. Birden üç dört adet resmi araç önümüzde durdu. İçinden inenleri ilk
defa görüyorduk. Ancak Atatürk’ü tanıdık. Etrafını kalabalıklar sarmaya
başladı. Bizde tam karşısındayız. “Beykoz İmamı burada mı” dedi. Ben tam
karşısındayım, gelsin de biraz konuşalım deyince huzuruna vardım. Bana sol
avucunda bulunan üzümleri göstererek “Hoca bu helalken neden bunun suyu haram”
diye sual sordu. Birden bire şaşırmıştım. Bu zor suale nasıl cevap
verebilirdim, bir an düşündüm, nasıl olduğunu bende bilmeyerek şu cümleler
dudaklarımdan dökülmeye başladı. Paşam Hanımın sana helal de neden kızın haram
dedim. Bu sözümü işitince hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı ve başını
sallayarak “Hoca sen âlimsin, ben softaları arıyorum. Yarın saraya gel de
seninle konuşalım” emrini verdi. Ertesi gün saraya geldim. Beni karşısına
oturttu. Saatlerce bana Kuran da ayetler okutturarak tefsirini de kendisi
yaptı.”
Olayın bizzat şahidi İmam Efendinin sözleri
üzerine bizimde koyacağımız elbet bir şeylerimiz var. Ancak ömrüm boyunca
özellikle müntesibi olduğum dergâhın mensuplarına, söylemekten dilimde tüy
biten kanaatimi, bütün dünya bilir. Hatta zatıma Atatürkçü Şeyh de denir.
Yıllar var ki Atatürk hakkında söylediklerimi sizler bilirsiniz. Çoğu zamanda
unutmayasınız diye defalarca tekrar ederim. Siz de aynı kelamı birden çok
duymaktan rahatsız olursunuz, bilirim. Bu gün ben değil de ‘Elindeki notları
göstererek’ bu notlar konuşacak. Belki de ilk defa bunları işiteceğiniz için
iyi dinleyin. Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan Mahmut Balerdin’in şahidi
olduğu bir konu;
Atatürk Hafız Yaşar’a şiddetle bağırır “Sen
neredesin be adam. Arattırırız da çoğu defa bulamayız.” Çünkü hafız Yaşar’a
sesi güzel olduğu için Kuran okutturan Atatürk “Bir iskembe al da karşıma otur”
emrine ilaveten Uşak makamında Kuran okumasını istedi. Hangi sureyi okumasını
isteyince, ‘Ne istersen onu oku’ dedi. Hafız Yaşar okurken birden bire ‘Dur’
diyerek ‘hicaz makamına geç’ emrini verdi. Bunun üzerine Hafız, bir müddet
tereddüt ederek geçemedi. Bu arada Atatürk yüzünü bana çevirerek “Mahmut Bey
Kuran okur musun” diye sordu. Okurum cevabı üzerine ‘Buyurun sizi dinliyorum’
dedi. Ben gençliğimde iken ezberlediğim bir sureyi besmele çekerek tatlı bir makamla
okumaya başladım. Bu okuyuşumun kendilerini de şaşırtmış olduğunu gördüm.
Birden bire ‘Hicaz makamına’ geç dedi. Hüzzam makamıyla okumaya başladığım
sureyi hiç duraklamadan Hicaz makamına geçtim. Okumam bittikten sonra Hafız
Yaşar’a dönerek ‘Bak buraya, işte zekâ ile aptallığın müessesesi, sana Kuran
oku dedim, hangi sureyi istersiniz diye sordun. Allah’ın kelamı bu, şarkı değil
ki beğendiğini oku beğenmediğini okuma, ne diye soruyorsun, nereden istersen
orada oku. Sonra Hicaz makamına geç dedim, makamı bulmak için yüce Kur’an’ın
azametini ve zevkini berbat ettin, şaşkın herif” diye kızar. Hafız Yaşar’ı
değil de beni takdir ederek ödüllendirdi demektedir.
Evet, evlatlarım bugün size ayrı bir
Atatürk’ü anlatıyorum. Bir ömür anlattıklarınız kafanızda yer etmiştir bilirim.
Ama bugün duymadığınız, daha dikkat çekici yönüyle hakikati ben değil, kendi
arkadaşları anlatıyor. Bakınız bu notlarda anlatılanlara ilaveten bende bir şey
söyleyeyim;
“İtalyan müşteşriki ‘Dozy’ adında bir adam,
Peygamberimizi yerin dibine sokan bir kitap yayınlar. Bu kitap onun döneminde
Doktor Abdullah Cevdet denilen üniversitede görevli bir zat tarafından Türkçeye
çevrilir. Ve binlerce baskısı yapılarak dağıtılır. Bu kitaplardan biri Ata’nın
eline geçer. Okuduktan sonra görüşünü almak üzere Profesör Şemsettin Günaltay’a
tetkik için verilir.
Zamanın geçtiği halde Hoca kitap hakkında
görüşünü bildirmekten imtina ettiği için “Unutmuştur İnşallah” diyerek huzura
çıkmaktan geri durur. Çünkü kitap içerisindeki bilgiye göre Hz. Muhammed’e
düşmanca tavırlar var. Bu kitap çok tehlikeli dese Ata’nın tavrından çekinir,
hayır çok faydalı, güzel tespit yapmış olarak kanaat bildirse Allah’tan korkar,
Peygamberden utanır.
Gecikmesinin sebebi her iki türlü de
korktuğundan kaynaklanır. Nitekim korkunun ecele faydası yok derler ya, Atatürk
bu durumu unutmaz ve Hocayı tekrardan çağırarak “Hepsi bir kitap, verilen
süreyi çok aştın. Ne düşünürsün Hocam” dediği vakit Hoca, ‘olacak olur’ diyerek
cesaretini toplar ve “Paşam; Böyle bir memlekette böyle bir kitabın çevirisi
yapılarak dağıtılması çok büyük talihsizliktir” deyince, daha fazla tafsilata
ihtiyaç duymayan Atatürk, hemen yanı başında oturan İsmet Paşa’ya dönerek “Bu
kitabı piyasada acilen toplatın. Çevirisini yapan adamı ivedilikle Devlette
görev yapıyorsa kovun, yapmıyorsa da bu imkânlarla ilgisini kesin ve hatta bir
müddet takibe alın” emrini verir.
Galip Efendi o an bir iç çekerek “İşte
Atatürk, böyle bir adama yıllarca dinsiz dedik, kâfir dedik. Allah şerlerden
korusun, Allah ıslah etsin. Peygamberimiz hakkında “O Allah’ın birinci ve en
büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim senin adın
silinir fakat sonsuza kadar o, ölümsüzdür” diyor. Böyle diyen bir insanla biz nasıl ayrı gayrı
oluruz. Algımız bir, hedefimiz bir olur ancak.
Yakın arkadaşlarıyla orman çiftliğinde sohbet
ederken bir arkadaşı Din hakkında görüşünü sorar.
Atatürk; “Din vardır ve lazımdır. Temeli
çok sağlam olan bir Dinimiz vardır. Malzemesi iyi, fakat bina uzun asırlardır
ihmale uğramış, harçları döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu
hiç hissedilmemiş. Aksine birçok yabancı unsur binayı fazla hırpalamış. Bugün
bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek
ve sağlam temeller üzerine yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır. Türk
milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır.” sözüne
daha ne ilave edilebilir.
Atatürk, içi boşalmış veya boşaltılmış bir
dini terakkiyi yok etmek istemiştir. İçtihat sız bir din Ata’nın söylediği gibi
harçları dökülmüş, zamanla yıkılmaya yüz tutmuş binaya benzer. Bizde hep bunu
diyoruz evladım. Bizim Profesör Naci Bor Hocanın özel doktorluğunu yaptığı
İstanbul Şeyhül Meşayıhı Nurullah Efendi’nin, Naci Bor’a anlattığı çok daha manidar
olup, Ata’nın ve bizim yukarıda anlattıklarımızın paralelindeki tespitler değil
mi?
Nurullah Efendi köşkte Ata ile karşılaşır.
Bir kenara çekerek “Efendi hazretleri, tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım.
Allah bana ömür verecek mi bilmiyorum. Şayet ömrüm olursa günü gelince bunları
yine ben açacağım” der. Yine Mevlana’yı ziyaretinde “Sen rahat uyu ey koca
sultan. Bu icraatım sizlere değil” dediğini cümle âlem bilir.
On asırdır Dinin yenilenmeye ihtiyacı var
evladım. İçtihat sız bıraktıkları yüce Dinimiz gar dolabı dinine
dönüştürüldü. Hâlbuki din daima
canlıdır. Hayatın akışına göre yenilenmesi gerekir. Cumhuriyetimizin banisi ve
silah arkadaşlarını anmak ve onlardan yaptıkları işlere uygun bahsetmek bu
mübarek güne nasipmiş” diyen Galip Efendi;
“Falemennehuu” işaretiyle cami cemaatinin
kendine gelmesini sağlar. Halakalar bu uyarıyla tez elden oluşur. Cennet
bahçesi olarak tarif ettiği zikir ayinine başlanır. Sohbet biraz uzun olduğu
için zikir uzun tutulmadan bitimine müteakip il dışından gelen Dervişlere
“Mümkün atı varsa sabahleyin çıkın”. Hemen çıkmak isteyenlere de “lütfen
dikkatli gidin” uyarısında bulunur.
Yorulmuştur Galip Efendi. Tam toparlanmak
üzereyken karı koca Alman bir turist çiftin yanlarında mihmandarları olduğu
halde “Sizinle kısa bir an görüşmekte ısrar ediyorlar” diyen Uzun Ahmet’in
haberine “Buyursunlar evladım, yalnız adamlar yabancı, rahat olmaları için siz
şöyle biraz uzak durun da meramları ne ise dinleyelim” der.
Önde mihmandar ardında Alman turistler
huzura varır. Mihmandar; “Efendim bu turistler karı kocadır. İki gündür
bunlarla beraberim. Tutturmuşlar, illa ki bir dervişle görüşelim, sohbet edelim
diye. Bende size getirdim. Meğer gelmeden önce kendi memleketlerindeki bir
kilisenin Papazı Antalya’ya seyahat edeceklerini duyduğu için onlara “Mutlaka
bir Galibi dervişi ile görüşün” önerisinde bulunmuşta onun için ısrar ederler”
sözü üzerine Galip Efendi ile turistler göz göze gelerek hal diliyle
konuşmuşlardır mutlaka. Öyle olmalı ki huzurdan ayrılırken çok daha disiplinli,
çok daha nazik, arkalarını dönmeden “Sizin gözünüzden Allah’ı görüyoruz. Ne iyi
ettik de sizinle görüştük” diyen Alman vatandaşın kendi dilindeki Kanaat’ını mihmandar
ayaküstü açıkladıktan sonra, Galip Efendi de evine gitmek için yol alır.
Galip Efendi belki de daha evine varmadan
dışarıda gelen evlatlarının çoğu gereken tedarikleri alarak çoktan yola
koyulmuşlardır. Bunlardan biri de Ankara ekibinden Kazım Efendi’nin de içinde
bulunduğu özel arabadır.
Antalya’nın hemen çıkışındaki bir petrolde
yakıt depolarını doldururlar. Yalnız her zaman ödenen ücretin çok daha
altındaki parayla depo dolar ve taşar bile. Bu depodaki benzin ile iki defa
Ankara’ya varılır.
Birkaç yüz kilometre yol alındıktan sonra
arabadaki sıkıntı herkese malum olur. Yol kenarına çekilerek araba çalışır
haldeyken göstergelerin tabana vurduğu gözlemlenir. Gelirken hemen şuracıkta
depo fullendi de şimdi ne oldu göstergeler dibe vurdu diye hayıflanırlar.
Arabayı bir kenara çekip istop ettirdikleri için elektrikleri de gider. Ne
kadar uğraşırlarsa da bir daha çalıştıramazlar. Gecenin o şartlarında
başlangıçta işi ciddiye almadıkları için, bu durumla ilgili esprilerle belli
zaman geçer. Tekrar tekrar kontak çevrilse de mümkün olmaz. Hava da gittikçe
soğumaktadır. Bir gün sonra bir takım bağlantılarından dolayı menzile
ulaşılmasına aşırı ihtiyaç hisseden Kazım Efendi ayağa kalkar ve yüksek sesle;
“Herkese himmet ediyorsun Efendim. Dervişin
dahi olmayan Adanalı avukatın dahi sıkıntısını gideriyorsun. Biz senin
dervişlerin, biz senin evlatların değil miyiz ki, şuracıktaki sıkıntımıza
derman olmazsın. Bizde himmet, bizde himmet istiyoruz” der. Kazım Efendi
samimice duygularını bu şekilde dile getirerek manevi olarak oldukça rahatlamış
görünür.
İçten gelen bu maruzatın ardında
arkadaşlarından biri hemen arabaya gelerek kontağı çevirmesi bir olur. O da ne,
ortalık aydınlanmıştır. Sessizlik bozulmuş, arabanın saat gibi işleyen sesine
ilaveten “Şükür Ya Rabbi” sesleri eklenir. Ekip daha sakin düşünmeye başlayınca
bu işteki açık seçik olan “himmeti” görerek bağlılıkları daha da artar.
Kim bilir, Galip Efendi’ye bu iş nasıl malum
olmuştur. Arkadaşlarının samimiyetlerinin göstergesi olarak değerlendirme
imkânı içerisinde “Sizi köftehorlar sizi” diyerek belki de kıs kıs gülmüştür,
kim bilir.
Bölüm
11
Allah’ın istisnai yaratmış
seçkin kulları, emri ilahinin bekçileridir. Onların bazıları irşada, bazıları
ikaza, bazıları da ıslaha vazifelidirler. Atatürk ıslah ile vazifeliydi,
şahidim.
Hacı
Galip Kuşçuoğlu
Aşka Varırsan Kanadı Kim Arar:
(Bayrak Düştüğü Yerden Kalkar)
Galip Efendiye Antalya’da kışı
geçirmiş, havaların bunaltmasıyla belki
de son bir defa Ankara’ya gitmek nasip olacaktır. Ankara artık onun için bir
mecburiyet, İstanbul ise mahkûmiyettir. İstanbul’un esir almadığı, alamadığı
bir insan olabilir mi?
Orası, tanıyanlar için her zaman finaldir.
Haydi, bul bul, İlle de İstanbul, İstanbul, diyen Şairlerden tutun da “Orası
elbet fetih olunacak. Orayı fetheden asker ne güzel asker, fetheden komutan ne
güzel komutan” diyerek on dört asır önceden görülmüş gibi işlenmesi ne kadar
büyük bir hedeftir. Ömrünün son döneminde “Ne güzel asker” den olabilir miyim
diyerek taa bu topraklara gelen ‘Fethi Mübin’i’ görme arzusu olan Eyüp
Sultan’ın ülküsü, hemen hemen aynı yaşlarda görünen Galip Efendi’den neden
olmasın.
“Ey İstanbul, İstanbul, senin iki yüzün var.
Bir yüzün gülerken bir yüzünde hüzün var”
diye besteleri bile olan bu belde neden tekrar fethedilmesin. Neden
hüzün dolu yüzlerin güldürülmesin. Neden gülen yüzlerin aşırılıkları alınarak
mütedeyyin hale sokulmasın. Dünya’nın incisi olan bu şehir neden kendi haline
bırakılsın. Sahipleri vardır mutlaka, ama neden yeni sahiplenme veya aidiyet
duyguları geliştirilmesin.
Yeryüzünün göstergesidir İstanbul. Bütün
kriterleriyle yeniden mamul edilerek kendine getirilirse, yani yeniden fethedilirse
“Bayrak düştüğü yerde kalkar” anlayışı, ülküsü yeniden insanlara verilirse,
onların hâkimiyeti yeryüzünü yeniden kaplar. Birlik, dirlik, tevhit anlayışı
ancak o zaman hâkim olur. Adalet dağıtan medeniyet yeniden ihya edilir. Öyleyse
haydi, İstanbul… İstanbul…
Galip Efendi bunun farkında olarak sürekli
dergâhın inşaatını takip eder. Ara sıra da Bülent Efendi ile yerinde görmek
için keşfe gider. Atıf Efendi gereğinden fazla ilgilenir ama çoğu zaman Efendi
Babasının desteğine ihtiyaç duyar. Murat odur ki bir an önce tamamlansın.
Denize nazır bir yerdir orası. İnşaat, henüz temelleri atılmadan bir takım
zorluklar oluşturmuş ama netice itibariyle mana ehlini hizmete memur kılarak
dizginlenmiştir. Yoksa bütün teknik adamların “Toprak kayması olur, uygun
değildir” denilen arazide “Bu da bizim toprak burhanımız olsun” duruşuyla
yapılan çalışmalar son derece sağlıklı gelişmektedir. Halaka Şeyhi Atıf Efendi
de son derece fedakâr çalışmaktadır.
İstanbul işini geçici olarak gündeminden
çıkartarak yayla havasına yani meftun olduğu Ankara’ya atar kendini.
Arkadaşları onu havaalanında alarak konvoy
eşliğinde doğru Hüseyin Gazi’de ki ikametine getirirler. Yakın arkadaşlarıyla
ayaküstü görüşerek aile efradıyla özlem gidermek üzere içeri geçer. Galip
Efendi, kollarının altına aldığı torunlarıyla hal hatırdan sonra, öğüt verme
babında şöyle bir konuşma yapar;
“Yavrularım, başka din mensuplarını
inançlarından dolayı kınamayacağınız gibi, örf, adet, gelenek, görenek veya
yaşama biçimlerinden dolayı da hiç tenkit etmeyiniz. Siz kendi adet ve
geleneklerinize bağlı olun, onları yaşayarak koruyun. Kültürel erozyon
faaliyetlerinin yoğunlaştığı çağımızda, milli kimlik sizin için çok önemlidir.
Örf, adet, gelenek, inanç gibi kültürel değerlerine sahip çıkın. Başka milletlerin
kültürel değerlerini taklit etmeyin, sonra kendinizi kaybedersiniz. Onları
tenkit de etmeyin, ederseniz düşman kazanırsınız. Bu hassas noktada prensibiniz
taklit etmemek, tenkit de etmemek olmalıdır. Tenkit edersen düşmanlıklarını
kazandığın gibi onların da sizin Dininize, diyanetinize saldırmalarına yol
açarsınız. Bilmelisiniz ki dünya yüzünde saygınlık ancak kendi Dinini ve kendi
kültürünü yaşamakla kazanılır. Hele şu konuştuğunuz dil yok mu, bu dil size
ananızın ak sütü gibidir. Onu korumak da boynunuzun borcu olmalıdır.
Bakın yavrum; “Bu dünyada rızkınız için
endişe etmeyin. Rızık da insanın eceli gibidir, sizi hep takip eder. Hiç kimse
rızkını bir başkasına kaptırmadığı gibi, bir başkasının da rızkını yiyemez.
Onun için rızkın seni sürekli arar ve bulur. Aç kalacağım diye telaşa
kapılmayasınız. Tabi ki bütün bunlar senin de gayret göstermen halinde
seyreder. Bir de yavrum, arkadaşlarınızla mesafeyi iyi ayarlayın. Kontrollü
yaklaşın, severken de kızarken de mutedil olun, ölçüyü kaçırmayın. Sırrınızı
kimseye vermeyin, bu bir Peygamber öğüdüdür. Şayet bu konuda dikkat etmez
iseniz sıkıntıya düşersiniz. Sır sizde kaldığı müddetçe sizin esirinizdir, onu
başkasına açarsanız siz onun esiri olursunuz. Şayet biri size sırını açarsa onu
başkasına söylemeyin sizde kalsın, zira o sır size emanettir. Emanete ihanet
etmiş olursunuz ve bu durum Allah katında da kul katında da hiç hoş
karşılanmaz. Bu mihver üzerine yaşamanız bizi ancak sevindirir evladım” der ve
diğer aile mensuplarına dönerek oğlu Abdulkadir’in ve öbür torunlarının tek tek
işi gücü sorulur. Kayda değer aile problemlerini dinledikten sonra kucağına
Ömer’in çocuğu verilir. Bütün masumiyetiyle büyük Dede’sinin sakalını
karıştıran çocuğu Dedesi de bir müddet sever. Bilahare “Evladım biraz istirahat
etmeliyim” diyerek kendi odasına geçer.
Bir gün sonra Cuma olduğu için dinlenmiş
bir vücutla arkadaşlarının huzuruna çıkmayı umar.
O gece görmüş olduğu bir mana ile uyanır.
Manasında “Yarın sana biri gelip kendi görgüsünü anlatacak. Ona vazifesini ver”
uyarısını emir telakki ederek bekler. “Ben zaten vazifemin başındayım. Benden
sonrakine benim adıma görevleri yerine getiren, benim adıma ders vermeye ve
tasarrufta bulunmaya kimi memur ettiysen elbette öyle olacaktır. Hüküm senin ey
Sultanlar Sultanı” gibi dışarı yansımayan hal diliyle konuşur.
Kuşluk vaktidir. Kapı çalınır. Gelen
Gaziantepli Ali Efendi’dir. Ali Efendi, Efendisine çok yakın olduğu için, bütün
aile çevresi de kendisini bilir tanır. Galip Efendi “Tecelliyatın zuhuru
olacaktır herhalde” düşüncesine ilaveten “Ali Efendiyi bekletmeyin hemen içeri
alın” diyerek kendisi de toparlanır. Ali
Efendi büyük bir heyecanla Efendi’sini görür görmez ellerini öpmek için gereken
davranışı gösterir. Ardından “Müsaade buyurursanız Efendim bir manam var
anlatmak istiyorum” deyince Efendi Hazretleri “ Buyur Ali Efendi seni
dinliyorum” ifadesi üzerine, Ali Efendi;
“Efendim sabah namazımı kıldıktan sonra
dersimi ifa ederek yatmıştım. Merkez dergâhımızda namaz kıldırıyormuşum.
Kardeşlerimizden biri gelerek Efendimiz seni çağırıyor, acele edin dedi. Ben
emriniz üzerine kapınıza geldim ve içeri alındım. Siz yer minderinde nur gibi
parlıyordunuz. Varıp elinizi öptüm. O an elinizi benim başıma götürerek
kendinize doğru çektiniz. Hatta başımı tam da sakalınızın altına alarak
döşünüze yapıştırdınız. Sakalınız ile kalbiniz arasında olan kulağıma o an bir
ses işittirildi. O sese göre “Benim dergâhım benden sonra sana emanettir.
Benden sonra dergâhımın mutasavvufu sen olacaksın” deniliyordu.
Bu manadan sonra titreyerek uyandım. Gerek
manamın yorumunu almak, gerekse mübarek yüzünüzü bir an önce görmek için
erkenden huzurunuza geldim. Bu cüretimi bağışlayın” diyerek samimice
görgülerini Efendisi ile paylaşır.
Galip Efendi’ye de zaten “Yarın biri gelecek.
Onun görevini ver” diye emir verilmişti. Mananın tecelliyatına uygun
davranacaktır elbette. Ali Efendi oğlum diyerek söze başlar. “Bana da
bildirildi. İkimizin de gördüğü mana aynıdır. Sana görevini vermem lazım bu
durumda. Yanlış anlama, ben değil mana böyle istiyor evladım. Evet, sen benim
bu günden itibaren Halifemsin. Hayırlı uğurlu olsun. Zaten benim dergâhımın
halaka Şeyhiydin. Şimdide Halifem olarak benden sonra bu dergahın postnişini
sen olacaksın.” dedikten sonra göz yaşları içerisinde sarmaş dolaş olurlar.
Sene 2011’in yazı. Sonsuzluk kervanının yeni komutanının bu durumunu Cuma
namazına müteakip Efendi Hazretleri ilan eder.
Efendi Hazretlerinin duyurusu bazı
arkadaşları nezdinde şok etkisi olur. Hakikaten beklenilmeyen bir şeydir onlar
için. Çünkü Ali Efendi Güneydoğu illeriyle ilgili görevli olduğu biliniyordu.
Pir Efendinin Ankara merkezi Nuga balardan oluşan bir grup idare etsin gibi
yaklaşımı vardı. Böyle bir zuhuratı, sürpriz dahi olsa doğrusu kimse
beklemezdi. Zamanla alışacaklardır elbet. Çünkü mana böyle istemişti, yapılacak
bir şey yok.
Evet, Ankara Galibilerin yeni Şeyhi Ali
Efendidir. Galip Efendi, Kadiri, Rufai, Galibi Şeyhidir. Kadri Rufailikten,
Galibilik verilen Pir olduğu için, Pir’den sonraki Şeyhler, gelenek icabı o
Pir’in adıyla anılırlar. Ali Efendi de bundan böyle Galibi Şeyhi olarak
tasavvuf tarihinde yerini almış olacaktır. Bütün camiaya hayırlı olur inşallah.
Galip Efendi’nin üzerinde Ankara’nın yükü
inince çok rahatlar. Çünkü o artık dünya nizamını tasarımlamak gibi bir takım
görüntüler onu tatmin etmez. O bir Pir’dir. O bir aşk adamıdır. Ona birçok
kalıp dar gelir artık. Mevlana Hazretleri gibidir. Anlaşılmak ve anlaşılmamak
umurunda değildir. Aşka varınca kanadı kim arar, tamda bu noktadadır artık.
Hallacı Mansur gibidir tamamen manaya dönüşen. Onun için çekmediği kalmayan.
Bilindiği gibi Hallaç’ı önce döverler,
yetmedi el ve ayaklarını çaprazlama keserler yetmez, dilini ve başını kesip,
cesedini yakıp, külünü Dicle’ye atarlar. Atılan küller dolayısıyla Dicle’nin
suları kabarır ve Bağdat’ı sel basmak üzereyken Hallaç’ın bir dostu onun
hırkasını Dicle’ye atar ve sular durulur.
Hallaç’ın bu dostuna bunu nasıl akıl ettiği
sorulduğunda o henüz ölmeden önce “Ellerinin ve ayaklarının, takiben dilinin ve
başının kesilip, cesedinin yakıldıktan sonra Dicle’ye atılacağını ve korkarım
ki bu yüzden Dicle taşarsa hırkamı suya at ki öfkesi insin, zararı dokunmasın”
dediğini söyler.
Bu olay göstermektedir ki aşk ister mecazi
olsun, ister ilahi olsun her zaman bedel ister. Aşkı için bedel ödemeyi göze
alamayanlarsa sevemezler, âşık olamazlar. Onun aşkı makam ve saltanatı bırakıp
bir asa ve bir çarıkla dolaşan İbrahim Ethem gibidir. Geçmişte İbrahim Ethem’in
saltanatını bilen biri deniz kenarında oturmuş, bir elinde iğne ile yırtık
elbisesini diken Ethem’i görünce “O saltanat bırakılıp da böyle perişan
vaziyete gelinir mi hiç” diye laf atınca, İbrahim Ethem Hazretleri elindeki
iğneyi denize atar. Tekrardan denizdeki balıklardan iğnesini ister. Birkaç
saniye içinde balık ağzında iğneyi uzatır. Bu olaya şahit olan adama “O
saltanat mı yoksa bu saltanat mı daha büyük” diye sorar.
Galip Efendi’nin de ulaştığı ilahi aşk
böyle olmalıdır. Onda gürleşerek gelişen İstanbul sevdası “Aşka varınca kanadı
kim arar” anlamına uygun gelişir.
Sevdanın Ankara kanadı Galip Efendi için geride kalmıştır artık. Sıçrama
yeri olan Antalya’dan finale ramak kalmıştır.
Atıf Efendi’den gelen haber üzerine özlenen
finale doğru “Ya Allah” denir. Bütün alt yapısıyla İstanbul Beylik düzündeki
dergâh emre hazır, ayaklarının altına serilmiştir Pir’in.
Bundan böyle Efendi Hazretleri kışında,
yazında Beylik düzünde kalacakmış gibi görünür. İstanbul’a gidişinde,
beraberinde Bülent Efendi’ye ilaveten “Ben bilmem merkez bilir” diyen Uzun
Ahmet’i de götürür. Efendi Hazretlerini hep gölge gibi takip eden Uzun Ahmet
son derece sadık ve muti biridir. Öyle bir kapıya kapılanmış ki “Git” dense de
gidemez artık. Rabbani bir tasarruf, bazı insanları hiç ayrılmamak kaydıyla
beraber kılarmış ya tıpkı nikâhlanmak gibi. İşte Uzun Ahmet’in de beraberliği
böyle gözükür. Bir taraftan ketum, diğer taraftan özgür. İki bilinmeyenli
denklem gibidir. Elbette onunda bildiği bir istikameti veya aldığı bir damak
tadı vardır. Efendisi ile kendisi arasında gözle görülen muhabbetten, aleniyeti
gören yok, bilinmez. Ama bir ruh gibi sanki onun bütün emniyeti tarafından
sağlanıyormuş gibi bir havası olur. Takdire şayan bir bağlılık, en büyük
zenginlik de böyle bir şey olsa gerek.
Hani derler ya; meşhur Fransız Kralı
Napolyon’un bir ömür kendisini ruh gibi takip eden, en ufak hizmeti dahi
tarafından yapılan yaveri, Napolyon’dan sonraları ölür. Ölmeden önce vasiyetini
resmi olarak karar altına aldırır. Vasiyeti şudur;
“Ben ölürsem na’şımı Kral Napolyon’un
mezarının ayakucuna dik olarak gömün. Ne olur, ne olmaz, mezarından kalkacak
olursa beni dimdik ayakta görmelidir.” Bu vasiyet yerine getirilir.
İşte bağlılık, işte sadakat, işte Uzun
Ahmet’in Napolyon’un yaverinden neresi noksandır ki ondan daha fazla bağlılık
numunesine riayet etmesin. Elbette Galip Efendi bu işin farkındadır. Ahmet
Efendi’ye “Terk etmedi sevdan beni oğlum” der gibi her sabah, siluetinde bu
duruş anlaşılır.
***
On üçüncü tarıkın kurucusu Pir’i Galip
Kuşçuoğlu henüz Antalya’dayken mucizevi bir şekilde bilgisayarı açıkken
“Kadri-Rufai-Galibi Meşayıhı” mahlası zuhur eder. O an kendisine yakın olan
Tarık Efendiyi çağırır. Zuhuratın çıktısı alınır. İlk çıktıyı Tarık Efendi’ye
verir. “Sende kalsın ben bir daha alırım” diye bilgisayarının başına tekrar
geçse de bir daha o yazıyı alamaz.
Kadri-Rufai-Galibi Meşayıhı olduğuna dair,
son teknolojik anlamda vurulan mühür, çok önem arz etmektedir. Şeksiz şüphesiz
“Pir” olduğu bu şekilde bir daha tescillenmiş olur. Benzeri tecelli yatlarda,
Tarık ve Bülent Efendiler çok yakınlarda olduğu için ömrünün son demlerinde bu
iki manevi evladı, onun Şemsi Tebriz’i durumundadırlar. Onun için şahit
oldukları birden çok metafizik hadiseleri vardır. Hele Bülent Efendi, o nereye
hicret etse, tıpkı Uzun Ahmet gibi o da oraya gitmektedir. Tarık Efendi
Antalya’dan ısrarcı olmuştur. Ama Bülent kendisiyle Ankara’dan Antalya’ya,
oradan da İstanbul’a takip ettiği halde Tarık Efendi Antalya’da çakılı
kalmıştır. Bu onun tercihinden çok şartlarının el vermemesinden kaynaklanır.
Efendi Hazretleri “Tarık oğlum İstanbul’a
gel” diye zaman zaman ısrarcıda olsa o, tasarrufa riayet eder. Ve İstanbul’a
gidemez. “Bari ara sıra gel oğlum, burayı ihmal etme” teklifine uymaya çalışır.
Bülent Efendi İstanbul’daki hayatının üçüncü
yılının sonunda Antalya’da ki işinin başına geçmek için geri dönse de hep
oradadır. Aşığın maşukuna önemidir bu. Yalnız, Atıf Efendi ve Uzun Ahmet işin
başından beri yakın sahabesi olarak hep yanında bulunurlar.
Efendi Hazretlerinin, İstanbul’da
sahabelerini oluşturmada sıkıntı çeker görünür. Yani yeni bir mekân, yeni
insanlar, kemalatının zirvesinde bir manevi hal ve doksan yaşını devirmiş bir
Pir’i Fani. Yalnız mana olmuş hali, bu hal elbette yakın olanları yakabilir.
Pir Hazretlerinin yakınında olmak çok büyük manevi meşakkate göğüs germek
demektir. Bu duruma hazır olmayanlar yakınında tutunamazlar. Atıf, Bülent,
Tarık, Ahmet Efendiler gibi…
Beylik düzündeki külliyede sabah namazına
müteakip denizden kıyıya esen rüzgârın getirdiği iyot kokusuna, karasal bir
iklimde doğup büyüyen Pir hazretleri de artık alışmıştır. Güneşin, denizin
dalgaları arasından çıkıp, yüzeyi yalayarak külliyenin şadırvanında sohbet eden
Pir Hazretlerinin siluetini nura çeviren o tablo unutulacak gibi değildir.
Havaların müsait olduğu durumlarda güneşi hep öyle karşılarlar. Bilahare
sohbete noktayı koyarak biraz ileride hazırlanan, kahvaltıya geçerler ki oradan
itibaren espriler hırla gider.
O gün yine namazdan sonra gözleri Atıf
Efendi’yi arar. Hemen ileride gözüne çarpan Atıf Efendi’ye eliyle işaret ederek
yanına gelmesinde acele etmesini sağlar. Çünkü kendisinin acelesi vardır.
“Atıf Efendi oğlum” der, haz urunun huzurunda
“Bu gece uykumu yedin. Hep seninle uğraştırdılar beni. Gel yanıma da seni bir
kucaklayayım” diyerek vücut temasını yaptıktan sonra “Can ilinde öyle gökler
var ki, Dünya göğüne iş buyurur. Evladım bugünden sonra sen benim Halife’msin.
Bu görevi biran önce sana bildirmem için manen yetkilendirildim. Hayırlı uğurlu
olsun evladım.
Ankara’da da bildiğin gibi Ali Efendi’ye bu
görev nasip olmuştu. Bir iki sene geçmeden ikinci Halifemde senin olman
buyruldu. Biz sadece aracıyız. Allah’ıma şükürler olsun ki; Dergâhımızda iki evladımıza
Halifelik nasip oldu. Bundan sonra ne olur bilemeyiz ama sen de İstanbul Beylik
düzü Galibi Şeyhi olarak şu an karşımda bulunuyorsun. Tecelliyat böyleymiş
evladım. Nereden nereye. Sana taa Konya’dan ilk görev verişimizi hatırlıyorum
da, o zaman da manevi bir ilhamla tak deyip çavuşluğunu vermiştik. Seyri
sülüğün son halkası olan Halifelik görevini de şu an itibariyle tıpkı çavuşluğu
verdiğimiz gibi, naipliğini, nuga balığını verdiğimiz gibi tak diye vermiş
bulunmaktayım. Hayırlı olsun.
Aniden gelişen bu durumda, bizim
tasarrufumuz görevi tebliğ etmektir, o kadar. Yalnız oğlum Ali Efendi ile
birbirinizin işine sakın ola karışmayasınız. Farklılıklarınız olsa da bir
anlayışı, bir duruşu birbirinize dikte ettirmeyesiniz. İki Galibi Şeyhi olarak
ancak birbirinize destek vermenizin yanında aranızdaki olabilecek
iletişimsizliği kısa sürede telafi ederek kardeş olduğunuzu, aynı ocağın farklı
malzemesi olduğunuzu unutmayarak kendinize ait kriterleri de tesis etme
hakkınız elbette olacaktır. Bu da sizin imtihanınızdır.
Ankara ilk dönem Galibi’lerinin
Ankara’sıdır. Antalya olgunluğumuzun, İstanbul ise gelinen noktamızdır. Yani
Ali Efendi işin başı, sen finalisin oğlum. Baş ile son arasında bir tarih
vardır, bu durumu dikkate alarak geleceğe akmalısın yavrum.
Dergâhımızda son iki yılda iki Halife’mizin
olması, bizim şu fani dünyada vazifemizi tamamladığımıza da bir işaret anlamını
çıkarmamak mümkün değil. Artık öteler, artık öteler denilen ötelerin içindeyim
zaten. Yalnız, aşkın canı soluk alıp verdikçe, şu âlemi ateşe verir. Şu aslı
olmayan âlemi zerreler gibi birbirlerine katıp kırar geçirir.
Şu an ruh bedenimi dahi çekecek sıkletimin
kalmadığını hissediyorum. Hâlbuki ruh bedenin, nur bedenin, fizik bedenin
üzerindeki ağırlığı ne ola ki. Bu şu demektir, fizik beden artık yoktur. Bizler
hayız, ölmeyiz. Ölen fizik bedendir. O da emanettir. Şükür Rabbime ki emanetini
sağlıklı olarak teslim etmek tek emelimdi. Şu ana kadar bir sıkıntım olmadığına
göre bunu da başaracağız inşallah.” diyerek az miktarda bulunan insanların
huzurunda birçok mesajlar veren Pir Hazretlerinden biraz halsizlik olduğu her
halinde gözlenir.
Atıf Efendi dinlenmesi için yardımcı olur.
Basit bir üşütmenin sebep olacağını düşünerek soğuk algınlığına iyi gelecek
sıcak içkiler ikram edilir. Kendisini biraz iyi hissettiği an “Atıf Efendi
oğlum, Antalya’dan bekleniyoruz. Gitmemiz lazım. Gereken hazırlıkları yapalım
da bu akşam orada olalım” gibi talimatlarının yerine getirilmesini ister.
O akşam itibariyle Bülent, Tarık, Hasan,
yılmaz, Murat ve diğer yakın dostlarına kavuşur. Amacı dünya gözüyle son bir
defa kemalatının mekânındaki dostlarını görmektir herhalde.
Fakat geç vakitlerde fizik bedenin takati
kalmaz, tükenmiştir. Hastaneye kaldırırlar. Yoğun bakımda tam on üç gün, on üç
numaralı oda da kalır. Bu zaman zarfında on üç Dervişi, on üç gün mütemadiyen
başında nöbetleşe dururlar. Hele Halifesi Atıf Efendinin canhıraş, cansiperane
tavrı sadakatin bu kadarına pes dedirttirecek boyutta kendini gösterir.
Mana âleminin on üçüncü Piri Şeyh Hacı Hasan
Galip Kuşçuoğlu’nun büyük Atası, Sultan Sencer’in o günün şartlarında
kurdurduğu gök bilimleri rasathanesinin büyük rasatçılarından Ali Kuşçu’dur.
Fatih Sultan Mehmet’in döneminde İstanbul’a gelerek astronomi ilmine çok büyük
katkıda bulunmuş bir âlimdir o.
Rabbani tasarrufa bakın ki Galip Efendi’nin
Antalya’dan daha çok naçiz vücudu, İstanbul’a yakışacaktır. Anadolu
topraklarına Taa Acem’den gelerek o toprağın bağrında metfun olmuş Ali Kuşçu,
torunu Pir Hazretlerini beklemiş olmalı. Böyle bir vuslatta gerçekleşeceğe
benzemektedir.
Cenazenin yıkanma işi oğlu Abdülkadir’in
uhdesinde, Halifesi Atıf ve Bülent Efendilerin katkılarıyla olur. Cenazenin
kefenlenmesi esnasında Pir Hazretlerinin sağ eli kefenden fırlar. Fırlayan el
dervişleri tarafından teker teker öpüldükten sonra tekrar yerine konur. Henüz
daha yıkama işlemi yapılırken Bülent’in elini sıkması ayrı bir keramettir.
Vasiyeti gereği Dedesi Ali Kuşçu’nun
toprağına, İstanbul’un yeniden fethine memur bir inançla götürülerek, Beylik
düzündeki külliye merkezine defnedilir. On binlerce insanın gözyaşlarıyla
bulundukları mekânı, mahşer yerine çevirdikleri görülür.
Aradan tam on bir sene geçer. Pir Efendinin
vasiyeti üzerine varisleri, Ankara Asri Mezarlığında metfun olan Fatma Ana’nın
na’şını belli bir adabı muaşeret kaideleri içerisinde alarak Pir Hazretleri’nin
makamı olan Beylik düzündeki külliyenin hemen yanı başına taşırlar.
Bir cesedin etlerinin kemiklerinden ayrılma
süresi en fazla bir sene olmasına rağmen, tam on bir yıl geçtiği halde
cesedinin bozulmamış olması, Fatma Ana hakkında ki kanaatların ne kadar yerinde
olduğuna dair çok önemli delildir. Pir Efendi hayattayken çocuklarına;
“Benim için önce ‘Terki dünya’ olursa,
annenizi yanıma korsunuz, anneniz benden önce vefat ederse yanıma taşırsınız”
demişti de ondandır bu nakil işi.
Böylece henüz on dokuz yaşında başlayan
beraberlikleri, nerdeyse bir asır sonra, yine yan yana, yine koyun koyuna, yine
el ele, nefes nefese olacak kadar yakın olarak yaşamaya veya yaşatılmaya devam
etmektedirler.
Vesselamünalelmürselin
velhamdülillahirabbilalemin.
Pir: Tarikatın kurucusu
Uzlet: Gizlilik, gizlenmiş,
henüz ortaya çıkmamış
Halfet: Ortaya çıkmış, açıklık,
alenilik.
Kurra Hafız: Kur’an’ın tamamı
ezberinde olan. Ezberleyen
Varis-ül Nebi: Peygamberin
mirasının sahibi, yolunun takipçisi.
Tecelliyat: Ortaya çıkış, yeni
hal.
Seyr-i Sülük: Takip edilen yol,
olgunluğa varmak için manevi seyir.
Gavs: Kutup, kendi alanında
otorite.
Gavs-ul Azam: Zamanın tasarruf
sahibi, merkezi insan. Manevi otorite.
Maluhulle: Hayal etme.
Derviş: Şeyhin manevi evladı
veya bir tarikatın üyesi, bağlısı.
Engürü: Ankara’nın eski adı
Çavuş: Bir tarikatın Şeyhi
tarafından vazifelilerine verilen ilk isim.
Naip: Bir tarikatın
vazifelilerine Şeyhi tarafından verilen
çavuşluktan sonra gelen rütbe.
Nugaba: Naip likten sonra gelen
manevi rütbe.
Halife: Nugaba dan sonra gelen
Şeyhliğe aday olan makam.
Fena Fillah: Manevi olarak
alınan yolun ileri aşaması.
Eshab-ı Kehf: Kur’an dan
kendilerinden bahsedilen ve yedi kişiden oluştukları anlatılan inanmış kişiler.
Mağara saklanmışlardır.
Eşrefi Mahlûkat: İnsanın
yaratılış maksadına göre tavır alanlarına denir. Kulluğun icabına uygun
görevler sergiler.
Esfeli Safilin: Şeytani bir
tavır sergileyen ve bu yönüyle alçak işlere yönelen insana verilen sıfattır.
Hatmi Rufai: Hazreti Rufai geleneğine
göre yapılan zikir ayininin adıdır.
Zombi: Geçici ölümle hafızasını
kaybetmiş kişilerin sahiplerinin elinde ölüm makinesine dönüştürülmüş hali.
Mankurt: Zombi nin farklı
versiyonu.
Haşhaşi: Hasan Sabbah adında
birinin madde bağımlısı yaptığı insanlara verilen isim olup, zombi veye mankurt
gibi aynı amaçla kullanılır. Onlardan farkı hafıza kaybı olmayışlarıdır.
Ehli Kitap: Kendilerine Allah
tarafında kitap verilmiş olanların bütününe verilen isim.
Zuhr-u Ahir: Ahir zamanda
kılınması gereken namaz.
Dar-ül İslam: Dini hayatın
özgürce uygulanabildiği Ülke veya belde.
Dar-ül Harp: Dini hayatın
yaşantısında sıkıntıya düşülen, eza veya cefa çekile belde.
Düşük: Dışlama, cemaate
uzaklaştırma.
Hiz-bul Tahrir: Radikal bir Din
anlayışı doğrultusunda oluşturulmuş bir cemaate verilen isim.
Kut-bul Azam: Zamanın otoritesi
olan kişi.
Virt: Zikir, tespih at gibi
Allah’ı anma hali.
Turu-Sina: Musa Peygamberin
Allah’ıyla buluşmak için çıktığı dağın ismi.
Müsteşrik: Batılı gözüyle
İslami yorumlar ortaya koyan kişiler.
Şeyh-ül Meşayıh: Zamanında
herkes tarafında inanılan kişi, üzerinde ittifak olan.
Hayz: Ölümsüzlük, dirilik,
canlılık.
Kemalat: Olğunluk, gelişmişlik.
İskembe: Ayakları kısa ve
yaslanacak yeri olmayan oturak.
Çeşnilik: Çeşitlilik, renklilik
manasında.
Lafza-i Celal: Allah’ın isimlerini toplu olarak belirten telaffuz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)