20 Ocak 2016 Çarşamba

PÎR-İ GÂLİBÎ (roman) Sıddık DEMİR,2015-ANKARA-Kuz Başında Sesleniş

PÎR-İ  GÂLİBÎ
  (roman)

  Sıddık DEMİR  
      2015-ANKARA

  


      KUZ BAŞINDA SESLENİŞ
     Sıddık DEMİR

 Yazar Hakkında:
1959 yılı K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım hayatına başladı. Bilahare aşağıda adı olan eserleri kültür dünyamıza kazandırdı.

1-Afşin’li DERDİÇOK (Derleme)
2-Gündemden Kesitler (Deneme)
3-Ankara Gönül Erleri (Araştırma)
4-Dirgen Ali (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Tesbit,tahlil)
6-En Uzun Gün (Belgesel roman)
7-Şahan (Hikayeler)
8-Kuz Başındaki Çığlık(Belgesel Roman)

Giriş
Hayattayken kendisine “Efendim iyi bir senaryo, iyi bir romandan hareketle yazılır. Gelecekte, hayatınız ve mesajlarınız geniş kitlelere ulaştırılmak istenirse, senaryo yazılırken romana ihtiyaç duyulur. Müsaade ederseniz hayatınızın romanını yazmaya çalışalım” dediğimizde, cevaben “Benden sonra evladım. İnşallah o zaman yazarsınız” İfadesinin muhatabı olduk. Zaman akıp gitti, bu işin kolay olmayacağı yönünde üstü kapatılmak istenirken, manevi bir işaretle yapılan uyarıya, vira bismillah dedik. Hayırlara vesile olur inşallah.
Elinizdeki kitap bir romandır. Yazarın kendi zaviyesinde yazdığı bir eserdir. Anlatımda ve tasvirde, gerçeğe bağlı kalındığı için belgesel olarak da değerlendirebiliriz. Ana arterler işlenirken kırmızıçizgilere vefakâr davranılmıştır. Uzun bir araştırma sonucu sözlü ve yazılı kaynakların taranmasıyla ve onlara ilaveten yapılan yorumlarla mana âleminin incitilmemesine önem gösterilmiştir. Pir Efendinin ebediyete intikal ettiği güne kadar, bulunmuş olduğu mekânlar ve iştigal ettiği konulara ilaveten, özel yaşamına da cesaretle değinilmiştir. Bir mana devi olmasının yanında, aynı zamanda dünyevi olduğunda, aile hayatının da nispeten anlatıldığı bir eserdir. Hayatını en çok sürdürdüğü Ankara’yı ilk dönem, daha kâmil olma noktasında üstüne çok şey koyduğu Antalya’yı ikinci, final denilen İstanbul’daki kısa zaman dilimini de son dönem olarak ele alınarak işlenmiştir. Pir Efendinin, ulaşabildiğimiz en yakınından olanlarla ikili olarak görüşülerek, onların metafizik zuhurlarına da bol bol yer verilmiştir. Pir Efendinin, kendi kitaplarında geçen yaşanmış hallere pek müracaat edilmemiştir. Çünkü onlar bilindiği için, yazılan bu romanda tekrara düşülmüş olurdu. Buna rağmen bazı örnekleri de göreceksiniz. Esas olan, kitabi, hayata geçmeyen birtakım zuhur atların, işlenerek kayıt altına alınması, tarihi bir görev telakki edilmiştir. İsabetli veya yetersiz yorumlar olabilir. Bu durum okuyucudan okuyucuya değiştiği gibi, ihvandan ihvana da değişebilir. Herkesin keyfine yönelik beklentiden ziyade, bir yazar olarak kendi birikimimizi ortaya koyarak böyle bir çalışmayı vefa olarak telakki ediyoruz. Eksiklerimiz mutlaka vardır. Mümin’ce tavır, bardağın dolu tarafına yönelik yaklaşım tarzıdır. Bunun dışında bazı kişilerle ilgili oluşturulan algının üstünün kapatılmasının, arızanın olmadığının göstermez. Şeytanın mesaisi son nefese kadar olacağı bilinir. Bu tür hassas konularda dahi kalem oynatma cesareti gösterilmiştir. Elinizdeki bu eser, belki de bu alanda çok sık görülmeyen çalışmadır. Pir Efendilerin yalnız mana tarafları ele alınarak böyle çalışmalar hazırlanır. Ailevi hayatları pek işin içine girerek işlenmez. Biz bu konulara lokal olarak girerek, daha sağlıklı bilgiler ışığında yorumlar yapmışızdır. Roman bir bütün olarak ele alınmalıdır. Önemli olan,  Pir Efendinin, bir ömür üzerinde durduğu konulara ilaveler yapılarak, o konuların sıhhatine zarar vermeden,  yakınlarının bir kısmının bildiği, kültürel ve hayati duruş hakkında, sağa sola çekiştirmeden okuyucuya vermek istenenin verilmesidir. Bu eser, Pir Efendinin bütün hayatı hakkında en sağlıklı çalışma olma açısından önemlidir. Kendini tanıyan ve tanımayan eski ve yeni kuşakların vazgeçilmezleri arasında olacak iddiasında değiliz, velakin bir ilk olması açısından önem arz etmektedir. Zahiri ilmin gücü demek, aklın gücü demektir. Eğer bu güç, manaya hizmet için varsa,  başımız üzeredir. Bunların sınırlı dengesinin bu alana hizmet etmesi temennimizdir. Bu eserin oluşma vetiresinde kendileriyle birebir görüşerek, telkinleriyle beraber müsaadelerini aldığımız Posnişin Şeyh Atıf Efendi ile Şeyh Ali Efendilerin yanında, Pir Efendilerin mahdumu Abdulkadir Efendi başta olmak üzere, bir Özer, bir Rıfat, bir Tarık ve Bülent, bir Süreyya, bir Hasan, Murat, Yılmaz, Veysel, Kerim, Uzun Ahmet ve Mustafa Nevruz Efendilere katkılarından dolayı minnettarlık duyarız.

BÖLÜM 1

Allah’tan başka İlah yoktur, illa Allah vardır diyen Müslümandır.

                Pir Hacı Galip Kuşçuoğlu


       Emanetin sahibine doğru:
     “Maraş bize mezar olmadan, düşmana Gülizar olamaz.” İnancıyla hareket eden vatan evlatlarının mertliği ve sertliğiyle işgalcilerin neye uğradıklarını bütün el âleme duyuran mücadele ruhunun baş mimari, Kadri Şeyhi sıfatıyla Kürsü vaizi Ali Sezai Efendidir. Verilen mücadelenin yorgunluğu ve kazanılan zaferin getirdiği haz ve huzurla kaldığı yerde irşada devam eder Ali Sezai Efendi.
     Yediden yetmişe bütün Maraş halkının saygınlığını kazanmış olan Ali Sezai Efendi, nihai ömründe, kendinden sonraki görevlileri, yani temsil ettiği yolun devamında rol alabilecek gönül mimarlarını belirler. Ökkeş Efendi ve Mustafa Efendi. Her ikisi de birer kıymet olan bu iki kişinin halifeliğe seçilmiş olması Ali Sezai Efendi’nin şahsi tercihi değil, onun dillendirmesiyle oluşan Rabbani tasarruftur. Bir dervişin uzun müddet çalışması, gayreti, ibadet ve taatı, daha önemlisi samimiyeti neticesinde aldığı yol sonunda, kendisine böyle bir görev ancak mana isterse verilir. Efendisi kanalıyla tevdi edilir.
     Kumaşları farklı da olsa hedefleri aynı olan bu iki kişi, Ali Sezai Efendi dergâhında olabilecekleri kadar olgunluğa ve kemalata erişirler. Usul, erkân, adap vs. yanında, zahiri ilimlerle de kendilerini yetiştirirler. Maraş’ın kurtuluşunda merkez insan olarak görev üslenen bu insanlar, milli mücadelenin bütün vatan sathında en ön saflarda olmasına rağmen, akabinde olamayışları büyük eksiklik oluşturmuştur. Savaşta olup da, barışta olamama durumu. Savaşta olmayıp da barışta olanların mücadelelerinde kaybetmeleri. Başka bir zihniyetin yeni bir Devlet oluşumu esnasında kendini kabullendirmesi. Kısacası milli mücadelede akıtılan terlerin, verilen canların, onca emeklerin temsil ettiği zihniyetin Devlet olamayışı, sıkıntıların çekilmesine zemin hazırlar.
     Alın teri olmayan kadroların, teamüllerini oluşturduğu bu yeni Devlet de Ali Sezai Efendilerin veba mikrobu gibi algılanmaları, ister istemez kendilerini daha ketum, yani aleni olmayan yapılanmaya itmiştir. Ali Sezai Efendi’nin Hakk’a irtikalinden sonra irşat makamına oturan iki halifesinden biri olan Ökkeş Efendi ki kendisine Sofu Ökkeş Efendi de denir. Bir ömür bahsi olan endişeden dolayı dergâhta mevcuda ilaveten bir tane dervişi olur. Çünkü aleniyet yok. Sıkıntı var, baskı var. Devleti kuran iradenin koymuş oldukları teamüller bu insanlara hayat hakkı tanımaz. Ali Sezai Efendi’nin dergâhı o dönemin karakterine uygun Sofu Ökkeş Efendi ile devam etmesi, diğer halife Mustafa Efendi’nin korunması anlamı taşıyor olsa gerekir.
     Mananın nasıl ve ne zaman tezahür edeceği bilinmez. Ali Sezai Efendi’nin Sofu Ökkeş Efendi ile temsil edildiği kol öylece kalır. Ahir ömründe bir kişi den başka, yakınında bu anlamda kimsenin olmayışı, bu manevi dalın kuruması demektir. Öyle de olur. Diğer kol, henüz o da işin farkında değil ama bir şekilde yetiştirilir. Geleceğe hazırlanır. Çok prensipli, şekle şimale düşkün, derli toplu ve temizliğe son derece dikkatli olduğu için akranları ve yakın çevresinde olanlar ona “Süslü Mustafa” der. Boy, pos, endam, yüzündeki güzellik ve iri gözler, geniş ve dolgun yanaklarından ötürü de “Apalak Mustafa” olarak bilinir.
     Apalak Mustafa çok küçük yaşlarda kendini dergâhta bulur. Ali Sezai Efendi’nin dizinin dibinde, birçok şeyine vakıf olarak yetişir. Her derviş’in eğitimindeki usullere o da riayet ederek gereken tasavvufi veya İslami kaideleri öğrenir. Şeyhi ona hep farklı nazarla bakar. Bunu o da hisseder. Onun içindir ki, ilgi ve iltifata daha fazla samimiyetle layık olmaya çalışır. Henüz altı aylık bir çocukken babasını kaybettiği için, bu alandaki boşluğu da Şeyhinden bulur. Manevi ve cismani şefkat elinin hep kendi üzerinde dolandığını hisseder. Böyle bir hayat, onu manevi sarhoşluğa bile iter. Başka biri olur, ayakları yerden kesilip sema vatı dolaşan, başka biri olur, eşini ve çocuklarını unutarak yeryüzünü seyri âlem yapan perdeler açılır önünde.  Bir sırrın kendisi ile geliştiğini görür.
  Köprü ve nurdan yumak… Açılmaya ramak kalan bir koza, dokunmak kâfi. Yeryüzünde emsali zor bulunan çiçek. Büyük açılımlara gebe, klasik bilinen değerlere ilaveten değişimin sembolü mana. Ver bir “Er” kişi…
     Sarhoşluğun tesiri geçer ama nasıl bir haz verir, ancak Apalak Mustafa bilir bunu. Dilinden hiç düşürmez onu. Tespih gibi sürekli “ Bir er kişi” der durur. Sofu Ökkeş Efendi sembolik görevini sürdürürken, Apalak Mustafa korunaklıdır. Birbirlerine olan muhabbetleri sonsuz. Velakin böyle bir tasarrufa da uymanın gerekliliğine zahiren inanırlar. Genç Devletin oluşturduğu rüzgârdan olumsuz etkilenmemeleri için Apalak Mustafa, öz de kendi çocukları ve aile efratları başta olmak üzere yakın çevrelere, tekke ve zaviyedeki eğitim ve dini hayatın normal akla sahip insanların kabulleneceği şekliyle uyarılara devam eder. Çünkü estirilen rüzgâra göre halkın büyük çoğunluğu, gençlerin ekseriyeti tarikat ve benzeri cemaatlere olan düşmanlıkları aleni sürmektedir.
  Bu endişeyle yaşayan, bu işin merkezi sayılan yerlerle öyle veya böyle bağlantısı ve hatta duygusal yaklaşımı olanlar, dünyevi sıkıntılarının yanında, imanı zafiyetlerinde zuhur edeceği endişeler hat safhada. İşte buna benzer algıdan dolayı Apalak Mustafa, bir gün çocuklarını toplar başına. Diyeceğini kelimelere yüklemeden, eyleme geçer. Önceden hazırladığı cam parçalarını ağzına alır ve çatır çatır ezmeye başlar. Çocukları pür dikkat kesilir ve Apalak Mustafa ezilmiş, ufalmış camları ağzından bir tepsiye tükürür. Ağzını açarak onlara “Bakın evladım, ağzımda hiç kanama olmuş mu?” diyerek hemen elini, içinde önceden kömür atılarak yakılmış mangaldaki nar gibi kızarmış korları, yani ateş olmuş malzemeleri avuçlayarak karıştırır.
  Çocuklarına dönerek;
 “İşte evladım olay budur, Allah istemezse bu ateş senin elini yakmaz. Bu cam parçaları ağzını kanatmaz. Sakın dışarıdaki aleyhte propagandalardan etkilenmeyin. İmanınızı gavi tutun. Burası sözün bittiği yerdir. Ancak inanılır. İşte babanız ve şahsında tasavvuf budur” gibi en zor olan metodu uygulayarak, öncelikle dinsizlik cereyanında çocuklarını korumak ister. Bu olay üzerine kısa bir zaman geçmiştir ki çocuklarından biri, aynı oda da uyuyan kardeşlerinin yanında henüz yatağa sokulmuşken, birden kapı aralanır. Biri uzun diğeri orta boylu iki kişi içeri girer. Çocuk; aile sakinlerinden biri olup olmadıklarını çözmeye çalışırken, uzun boylu olanı:
 “Evladım korkma, biz aile fertlerinden birileri değiliz. Sana ve senin kanalınla kardeşlerine diyeceğimizi deyip gideceğiz. Diyeceğimiz odur ki; babanız çok iyi bir adamdır, onun kıymetini bilin.” diyerek gözden kaybolurlar.
  Ertesi sabah Apalak Mustafa’ya bu olay anlatılır. Mustafa Efendi çocuklarına hitaben “Şükürler olsun, şükürler olsun… İşte evladım geçen günkü öğüdümüzün devamı olan bu zatlar sizlere görünerek, tamamlayıcı mahiyette öğütler vermişlerdir. O zatı muhteremler babanızın şahsında temsil ettiği manaya atıfta bulunarak, sizi bu konuda şereflendirmişlerdir. Ne mutlu size ki o kişilerin muhatabı olmuşsunuzdur. Hemen belirteyim;  O iki zatın, uzun boylu olanı Abdulkadir Geylani, orta boyda olanı da Ahmet El Rufai Hazretleridir, bilmiş olunuz yavrularım” diyerek devam eder. “Efendimizin ölümünden sonra mana ehli yetişmem hususunda çok gayret ediyorlar. Sanki dağlar kadar fark oldu. Çok değişik haller yaşıyor, çok değişik mekânlar geziyorum. Yetiştiriliyorum. Eğitim süreci halen devam ediyor. Ne zaman nerede ortaya çıkacağımı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, o da gayri bu beldeden, bu çevreden başka bilinmez yerlere savrulacağımız zaman yakın. Apalak Mustafa veya Süslü Mustafa’dan, Mustafa Yardımedici’ye sıçramamız murat ediliyor. Bir doğuma hazırlanmamız lazım. Şu anki halimizle kendi kozamızdaymışız gibi geliyor bana. Görelim Yüce Rabbimin tasarrufu nasıl inkişaf edecek. İnşallah hayırların fethi doğrultusunda ki tecelli yatın eri oluruz da bu yolun kutlularına ermiş oluruz.”
     Apalak Mustafa Efendi için ‘uzlet’ ten ‘halvet’ e geçme suresi uzun sürmeyeceğe benzer. O bunun farkında olarak Maraş’ta mütevazı hayatını debbağ cılık uğraşının bir kolu olan Köşkerlik sanatıyla alın teri ürünü ayakkabılar imar ederek geçimini sağlar. Fazladan ürettiği ayakkabıları civar illere giderek tüketir. Çocuklarından bazıları da para kazanacak, aile geçimine katkıda bulunacak noktaya geldiği için, Mustafa Efendi’nin daha rahat bir hayatı olur. Fazladan imal ettiği ayakkabılardan bir kısmını Adana pazarında satmak üzere bu şehre sabah namazına müteakip vardığı sırada, namazın edasından çıkışta “Adınız Mustafa Efendi mi?” sorusuyla kendisine yaklaşan güzel yüzlü birisine “Evet evladım” cevabı üzerine “ Buyurun sizi Sami Efendi bekliyor. Beraber kahvaltı yapmanızı rica ediyor” sözüne tereddütsüz refakat eder. Hâlbuki o güne kadar, zahiren ne tanışmışlığı, ne karşılaşmaları, ne de başka bir şekilde yani dolaylı olarak birbirlerini bilişleri vardır. Aynı sofra etrafında bulunuşlarını görenler, sanki bin yıldır birbirlerini tanıyorlarmış da bu buluşmayla hasret gideriyorlar zannederler. Muhatabın böylesi, ancak öyle bir çağrışım yaptırır görenlere.
   Mahmut Sami Hazretleri çok ulu bir zattır. Nakşi Şeyh’idir, ama ‘halvet’ dönemini yaşamaktadır. Henüz ‘uzlet’ çağında olup kendi dünyasındaki ailesinin geçimi ve çocuklarının eğitimiyle uğraşan Apalak Mustafa’ya karşı bu kadar ilgi, onun Halvet çağında nelere gebe yaman bir pehlivan olabileceği hususuna dair, mana âleminden gördüklerinden dolayı olsa gerek.
  Kahvaltıdan hemen sonraki muhabbetleri esnasında Hacı Sami Efendi Nakşi tarikatında, kendisi de ona Kadiri tarikatında ders verebilecekleri hususunda mukabelede bulunarak, yıllar boyu oluşacak dostluğun temeli o gün, sabah kahvaltısında atılmış olur. Hacı Sami Efendiyle o günden sonrada birbirlerine ilgi ve iltifatların yanında, yatılı olarak da ziyaret ederek hoş sohbetlerde bulunurlar. Böyle bir sohbet esnasında Sami Efendi, zaman zaman sohbetin insicamı dışına çıkarak, “Mustafa Efendi senin geleceğinde müthiş bir aydınlık görüyorum. Bir büyük inkılaba köprü oluyormuşsun gibi bir hal var sende. Ama çok karışık. Bu durum sana da malum oluyor mu?” diye sorar. Mustafa Efendi de bu soruya cevap vardır, velakin şahsına ait mahrem bir sır gibi telakki ettiği için, çoğu zaman üzerinde durmadan geçiştirerek, sohbetin gidişatına ayak uydurur. O da bilir ve yaşatır ki, insin ve cinnin elinin ayağının çekildiği nice anlarda, ruh bedenle bin bir türlü güzelliklerin gösterilerek yaşatıldığı seyahat esnasının bitiminde “ İşte er kişi” denilerek kapatılan perdeyi… Yolunun zirvesi olan ‘Er kişi’ sancı, merak ve müthiş inkılaba gebe.
  Irmağın ummana doğru seyri, kaynağına olan saygıdandır. O saygı olmamış olsa, haset ve ihtirastan bir mum gibi erir gider insan. İşte bu akış o saygıdandır. Ummana ulaşmak için gösterilen gayret, ona ulaşmak veya kavuşmanın vermiş olduğu lezzet tarif edilebilir mi? Bu lezzetin, bu tadın, bu halin resmi yapılabilir mi? Mümkün atı yok.
   Emanetin yerine ulaşması, yeni ve güçlü bir karakterle evrensel mesajların verildiği, yenidünyaların oluşmasına köprü vazifesi olmak… Kendi rolünü en iyi şekilde oynayan oyuncu pozisyonunda olmak…
Yaratılış umdelerine bağlı bir hayat çizgisiyle, fizik ötesi âlemlerin sırrına vakıf olmak. Er kişilerin gösterildiği mekânlara ışınlanmak. Tabi ki, zahiriye göre bunlar olabilecek durumlar değildir. Aklın havsalası bunları çözmede çaresiz kalır. Vahiy olayı, akılla çerçevesi çizilebilir mi? İnanılır veya inkâr edilir, o kadar.  Mustafa Efendi, Sami Efendi’nin sohbet arasında sorduğu soruyla böyle bir âleme kanat açsa da, sanki bu kendine ait özel sır olup, Sami Efendiye de malum olacağını tahmin etmemesinin mümkün olmayacağını bilmesine rağmen, tedbiri elden bırakmayarak kendi halini açmamakta kararlı görünür.
     Rabbani bir cilve, Mustafa Efendi’nin oğlu Şerafettin, Ankara-Ulus civarındaki bir caminin imam hatibi olarak göreve başlar. Bulunduğu mekânın Maraş’a göre devasa bir şehir olduğunu gördüğü için, çok çocuklu ailesiyle geçim sıkıntısı içerisindeki babasına sürekli yanına gelmesi doğrultusunda telkinde bulunur. Hatta “ Babacığım Maraş, buraya göre bir köy görünümündedir. İmkânları ve diğer standartlarıyla beraber istikbal vaat eden bir belde değildir. Ankara çok çok farklı bir yerdir. Lütfen tası tarağı toplayın, kardeşlerimin istikbali için buraya hicret edin. Bakınız benimde sizlere kol kanat gereceğimi bilmenizi, bilmem hatırlatmama gerek var mı? Üstelik orada sürdürmüş olduğun ayakkabıcılık mesleğine burada da devam edersin” gibi Ankara’ya avdete sebep olacak alt yapıyı örer. Şerafettin nereden bilsin ki, Rabbani bir tasarrufa çeşnilik yaptığını. Zahiride rolünün gereğini adam gibi oynayan sorumlu bir evlat görünümünün vermiş olduğu rahatlık ona yeter.
    Uzlet’ten Halvet’e seviye değiştirme yılı 1950. Şerafettin’in isteği doğrultusundaki bir hayat çizgisi, bundan böyle Ankara da devam edecektir. Bundan böyle Apalak veya Süslü sıfatıyla değil, doğrudan doğruya Mustafa Yardımedici adıyla Halvet hayatı, bu belde de işlerlik kazanacaktır.
  Koza açılmaya başlar. Yörünge değiştirmek gibi bir şeye benzer bu durum. Yol değiştirmedeki irade de nispeten insan aklının bir rolü vardır ama kozanın gizemli halinden aleniyet hale geçmesindeki mana, insan iradesi ürünü değildir. Sırrın ifşa olması, bu alanda “ İznimizle bu da vardır” denmesi gibi bir irade ortaya konma tasarrufu,  İbrahim Hakkı’nın “Görelim Mevla’m neyliye, neylerse güzel eyleye” özdeyişinde belirttiği gibi bir haldir.
     Maraş’ta bilinmeyen Şeyh Mustafa Efendi, Ankara’da artık halkın arasında. İbadullah cami veya Hacı Bayram Camisinde kılınan namazlardan sonra, ayakkabıcılık mesleğini devam ettirmek maksadıyla tutmuş olduğu dükkânda, günleri gelip geçmektedir. Çıkrıkçılar yokuşunda tutmuş olduğu dükkân, fazla iş yapmasa da Mustafa Efendi’nin tanınmışlığına mekân teşkil etmesi açısından önemli görev üstlenmiştir. İbadullah Camisi iş yerine yakın olduğundan, cami çıkışı sohbetlere mekân olan dükkân, aslında aşığın-maşukuna kavuşma yerine gebe olması açısından “Dönemeç” yeri olarak da anılacaktır.
  Cuma namazları, Hacı Bayramda eda edilir. Demokrat parti iktidarı dönemi olduğu için, halk üzerindeki baskı nispeten biraz azalmış, o istibdat denilen ‘milli şef’ dönemine göre. Görünen bir rahatlık hemen her kesimde kendini göstermektedir. Cuma günü Hacı Bayram camiinde bu rahatlıktan istifade eden nice gönül mimarları, aveneleriyle beraber saf tutarak kendilerini gösterir ve birbirleriyle tanışır, kaynaşırlar. Kimler oraya gelmez ki;
Bir Süleyman Hilmi Tunahan, bir Hacı Sami Efendi, bir Bediuzzaman Sait Nursi, bir Mustafa Asım Köksal, bir İskilipli İbrahim Ethem, bir Yuvalı Hatip Hoca…
     Mustafa Efendi’nin en fazla teşriki mesaisi Adanalı Hacı Sami Efendiyle olur. Yuvalı Hatip Hocanın da vaazlarını sürekli dinler. Güçlü bir Şeriat ilmine vakıf olan Yuvalı Hoca’yla muhabbetleri zamanla daha da gelişir. Ancak Yuvalı da noksan olan bir şey vardır, o da kemalat. Kendisi de bunun farkında olduğu için Mustafa Efendiden icazet alarak onun Dervişi olur. Yuvalı Hoca Mustafa Efendiye intisap etmeden önce bayağı sıkıntılı dönemlerden geçer.
    O dönemin Ankaralılarının iyi bildiği Yuvalı Hatip Hoca Efendi, zahiri ilminin zirvesinde dir ama bu işin tasavvufsuz olmayacağı kanaatine kapılmıştır. Bunun için mütemadiyen bir arayış içine girer. Hatta o dönemin meşhur ve şöhretli Âlimi Bediuzzaman Sait Nursi’nin ikamet ettiği Emirdağ’ına kadar gider. İki üç gün misafiri olur. Sonunda Sait Nursi’ye benim geliş sebebimdeki muradım sana intisap etmektir. Lütfen sizin dervişiniz olmak istiyorum deyince, Sait Nursi;
  “Aman Efendim, benim böyle bir salahiyetim yok. Beni yanlış tanımışsın. Ben bir Nakşi dervişiyim, o kadar. Salahiyetimin olmadığı noktadaki bu talebin bile beni zor durumda bırakır, dediğini Yuvalı Hoca her yerde anlatır. Nihayet Sami Efendi kanalıyla Mustafa Yardımediciye intisap eder de rahatlar.
  Tıpkı Bursa Kadısı Aziz Mahmut Hüdai’nin zahiri ilmin zirvesindeyken, Üfdade Hazretlerinden icazet alarak ömrünün sonuna kadar, ihtişamlı hayatına zıt bir münzevi hayat yaşadığı gibi. Öyle bir vuslat olmamış olsaydı, günümüzde Aziz Mahmut Hüdai’nin esamisi okunur muydu?
 İşte olay bu. Bu iş nasip meselesi. Yuvalı Hoca Ankara’nın en önemli imam hatibi iken, her gün, her vakit değişik camilerde planlı programlı sohbetler ederek, halkının gözünde saygın bir yer edinmişken zahiri ilme göre ümmi olan bir Mustafa Yardımedici Efendiden ne bulmalı ki onun dervişi olmuştur.  Şu an itibariyle Yuva’lının Mustafa Yardımediciyle anılması bile bu soruya cevap teşkil eder nitelikte sayılmaz mı? Sorunun içinde olan cevap.
  Ankara yılları onun halkla kaynaştığı yıllar olur. Zamanla Devlet ricaliyle de görüşür. Onlara nasihat ve telkinlerde bulunur. Birçok kişinin hidayete ermesine vesile olur. İnsanların gönlünde, zihinlerinde, inkılap yapmaya vesile olur. Bundan böyle koza değil açılmış bir güldür o. Çekim alanı oluşturan, değişik albenisi olan, gözü gönlü açan, rengi ve kokusuyla, bin bir türlü canlı ve cansızlara göz kırpan bir açılımdır bu.
  Öyle ki;
Zamanın Genelkurmay başkanı Rüştü Erdem Hun, Başbakan yardımcısı Celal Yardımcı, diyanet işleri başkanı Hüsnü Erdem, teşriki mesai yaptığı kişiler arasına girer. Çok hızlı gelişen yüksek bürokrat ilgisinin asıl sebebi, dilden dile dolaşan bir kerametin inanır lığına olan tutkudan dolayıdır. Halkının gönlünde taht kurmuş olan devrin Başbakanı Adnan Menderes, Uluslararası ilişkiler mücadelesinde, milli çıkarlarına ters düşen teklifleri elinin tersiyle iterek, bir başka bloka kararlı bir şekilde yönelmesinin hazımsızlığı ve suikast.
  Tarihin derinliklerine süpürülmek istenen yıldız. Londra semalarında uçarken düşürülen yolcu uçağı. Yolcuların birçoğunun ölmesine rağmen, Türk Başbakanı ve beraberindeki bazı şanslı kişiler, bu kazada burunları dahi kanamadan kurtulması olayı…
    Kazada kurtulanlara malum olduğuna göre, sanki bir tepsi üzerindeki çay bardaklarının, içindeki çayları dahi dökülmeden yavaşça, müsait bir ortama indirilmesi gibi bir durumu yaşatan tasarruf sahibinin Allah’ın izniyle Mustafa Yardımedici’nin olması.
  Başbakan işin farkında, dışişleri yetkilileri işin farkında... Ülkesine döndükten sonra Mustafa Efendiyi makama alarak izzet ikram ve minnettarlık sunulması, Devlet ricali tarafından da kulaktan kulağa duyulduğu için, saygınlık ve merak artmıştır, Mustafa Efendiye karşı da ondandır bu kadar iltifat.
   Kızılay’da, bir esnaf ziyareti esnasında Mustafa Efendiyi uzaktan gören Başbakan, eliyle işaret ederek; “İşte o, işte bize yardım eden o, lütfen Efendim sizin kereminizi gördüm, sizinle tanışmak istiyorum” diyerek ayaküstü olan yakınlaşmayı bilahare samimiyete dönüştürecek kadar geliştirme gayreti gösterir. Kaza olayında bahisle sohbetlerini ilerletirler. Bu durum defalarca tekrar edilir. Halk bu samimice yapılan görüşmelerden kulaktan kulağa haberdar olur. Bunun içindir ki, oturmuş olduğu Akdere mahallesindeki ahalinin müşkülatlarını “Halka hizmet, Hakka hizmet” anlayışıyla çözmeye çalışır. İnsanlara faydalı olmaktan imtina etmez.
     Mustafa Efendinin iş yerinin hemen yanı başındaki cami imamı, Kurra Hafız olarak bilinen zatı muhteremde yakınları arasındadır. Aralarında oluşan samimiyete binaen bir ara; “Kurra Hafız kardeşim, ben manevi olarak görevliyim. Gel benden ders al ve Dervişim ol.” gibi önerilerine Kurra Hafız hoca, alaycı bir eda ile cevap verir ve öneriyi her defasında reddedermiş.
  Bir sabah namazı ezan okumaya ramak kala yatağından uyanan Kurra Hafız hoca, o kış günü boy abdesti almaya ihtiyacı olduğundan sağa sola “Eyvah, geç kaldım, cemaate mahcup oldum” diye çırpınırken, bir an eli içi su dolu güğüme değer. O da ne… Güğümde sıcacık banyo yapacak kadar su… Hemen o su ile banyosunu yaparak biraz gecikmeli olarak da olsa camiye ulaşır ve ezan okur. Namazı kıldırırken dili sureleri okur ama kalbinde “ o sıcak su” var. Nasıl olmuştur, anlaması elbette mümkün değil ama bir sır, amma ne sır.
  Devam eden günlerde Mustafa Efendi ile sohbet ederken aynı teklif ile karşılaşır. Kurra Hafız hoca da aynı bildik vaziyet almak üzereyken “Bak bir daha suyunu ısıtmam” diyerek laf atan Mustafa Efendi’nin eline öpmek için çöker. Sır çözülmüştür. İntisap etmemesi mümkün mü? Kurra Hafız hoca da bu şekilde Mustafa Yardımedici’nin Dervişi olur.  Hacettepe Tıp Fakültesinde kardiyoloji Profesörü Naci Bor ve Kayserili Hüseyin Kara da Efendi hazretlerinin bağlıları arasındadır.
      Artık Ankara bundan böyle Mustafa Yardımedici’den haberdardır. Mustafa Efendi’nin çekim alanı artık ileri aşamaya, ileri safhaya ulaşmıştır. Oğlu Şerafettin’in Hacı Bayram camisine imam hatip olması da isminin daha çok duyulmasına ve tanınmasına sebep olur. Ama o Maraş’tan Ankara’ya hicret etmesinin mana ve ehemmiyetini unutmaz. Sami Efendinin bile manasını meşgul eden “geleneğe köprü olma” durumu… Emanetin ehline teslim edilme durumu ve O “ Er kişi”.
  Yöresel veya kavmi değil, bütün insanlığın hayır ve selametine çalışacak olan “Er kişi”. Bütün Evliyalar Varis-ül Nebi’dir. Ama bu aranan ‘Er’ kişi başkadır. Görevin tevdi zamanı ve mekânı “Dönemeçte buluşma”… Vuslat. Böyle bir haleti ruhiye içinde Mustafa Efendi onu aramaktadır. Bulmaya ramak kala, neşeli ümitli ve şanslı…


BÖLÜM 2

Tasavvuf dinin dışında değil, bizatihi dinin kendisidir.

                                    Pir Hacı Galip Kuşçuoğlu

Veliahttın doğuşu:
     Sene 1919. İki kız kardeşin erkek kardeşleri dünyaya gelir. Aile de sevinçle karşılanan bu durum,  manayı bile rahatsız edecek şekilde ihtişamla kutlanır. Çorum’un en büyük hamamı olan Paşa Hamamının işletmecisi Hasan Efendi, mali durumunun müsait olması dolayısıyla çok az görülen kutlama programıyla erkek evlat beklentisindeki ailesinin de desteğini alarak “Daha az bile” dedirten bandolu, müzikli, yemekli kutlamaları, birden çok gün sürdürmüştür.
  Battal bedenli doğan bu çocuğun adı “ Galip”. Ön adına da babasının adı olan Hasan verilir. Hasan Galip’in dünyaya teşrifi aileye inanılmaz saadetler verir. İki kız evlattan sonra olan Hasan Galip’in üzerine titrenilir.
  Türk aile geleneğinde ailenin gelecekle ilgili yapılanması erkek evlat üzerinde kurgulandığından önemi çok büyüktür bu çocuğun. Kızlar bir başka ailenin ocaklarının tütmesine vesile olacağı için bu durum da onların kaderidir. Evlatlar arasında gerek iaşe ve ihtiyaçları, gerekse eğitim ve yetiştirilme konusunda fark gözetmeyen, İslam’ın bu yönünün farkında olan bir aile ortamı var, ama erkek evlada olan düşkünlük, bu anlamda bir kültür olduğu gereği de garipsenemez. Özellikle de tarım toplumunda. 
     Galip’in Fatma anası da babasının yedinci kızıdır. Doğum esnasında çocuk kız olduğu için ebelik yapan kadın kaçmış. Zavallı anası da sanki kendi suçuymuş gibi büyük bir mahcubiyetle, kocasının sesini duyunca yorganı başının üzerine çekerek üzüntüsünü bu şekilde bildirmiş. Öyle bir anlayış ki bu işin tek müsebbibi peşinen kadındır. Erkek sütten çıkmış kaşık gibi tertemiz. Bunun Tertibi ilahi olduğuna bazı aileleri inandırmak ne mümkün.
    Hey Hak;
   Bu doğumda beklenen tepki olmadığı gibi “Aç yorganı hanım, bu suç değil. Neden korkmuş gibi başını saklıyorsun? Hayırlısı böyle imiş. Üstelik bu gece manamda bu çocuğumuzun da kız olacağı bana gösterildi. Güzel yüzlü insanlar sürekli “Ya Hak” diye zikir çekiyorlardı. Bu çocuk benim için erkek evlattan daha hayırlı olacaktır. Ben böyle bilir, böyle söylerim. Sakın, el âlemin dedikodularına itibar etmeyesin. Günahkâr olursun hanım. Hadi kızımı kucağıma ver de kulağına ezanını okuyayım. Adını da Hazreti Meryem’den sonra kadınların en hayırlısı, Efendilerin Efendisinin kızı Fatma ananın adını vereyim” diyerek hanımını rahatlatmış.
    Fatma ana kendi anasının mahcubiyetini, ezikliğini daha fazla yaşamadığı için şükürler eder. Birden çok erkek çocuğun ortamına bir kız çocuğu bu şekilde teşrif etse, ilgi ve iltifatın boyutu aynı olmaz. Kaygılar farklı olunca, kaygılar aynı olursa ve kaygı denen bir şey yoksa istikbalin şekillenmesine göre aynilik veya farklılık olmaktadır evlatlar arasında. Hasan Efendi ve ailesi bunu bilirler ve her cana bu şekilde davranırlar. Az bulunana pozitif ayrılığın olması da bu durumla karıştırılmamalıdır. Fıtri bir hükümdür o.
     Her çocuk gibi küçük Galip de bağırır, çağırır, debelenir geleceğin yetişkini olayım diye. Anne Fatma Hanım, Galip’ine abdestsiz süt vermemeye gayret eder. Önceki çocuklarında görmediği doğum serüvenini Galip de yaşamıştır. Son derece rahat ve eziyeti de az olan bir doğum bu. “İmrenilecek bir durum” der kendi kendine. Bu çocukta bir şey var. “Baksana dünyaya gelişi, geldikten sonra sanki büyümüşte küçülmüş gibi görünen ağırbaşlılığı, eziyet etmemeye itina etmesi, günün her vaktine veya özelliğine göre rahatsızlık bildirmesi, sanki geceyi gündüzü biliyormuşçasına uyumasını programlayan bu çocuk, sıradan biri değildir inşallah diyerek gururlanır.
        Kamil bir kadındır Fatma Ana, manayı yaşayan, şeriata önem veren, ameli yüksek olan. Böyle analardan doğar tarih. Onların doğurdukları tarih yapar, tarih yazar. Ahıskalı olarak bilinen bir gönül mimarının evladıdır o. Hasan Efendi ile beraber Ahıskalının manevi tasarrufu altındadırlar.
   Küçük Galip ile ilgili Ahıskalı Efendinin de telkinleri vardır. Bu çocuktaki farklılığa çoğu defa özel olarak dikkat çeker Ahıskalı. Şeyh Ali Haydar Ahıskalı adıyla da bilinen bu zat,  aynı zamanda çocuk Galip’in amcası Mevlevi Şeyhi Hacı Bekir Kuşçuoğlu’nun halifesi olur. Onun için Şeyh Ahıskalının telkini ve işareti, çocuk Galip’in anne ve babası için çok önemlidir.
     Hasan Efendi, yapısı gereği soğuk olduğu için küçük Galip’in gelişme seyri üzerinde Fatma ananın etkisi daha fazla olur. Yeterli bir din eğitimine vakıf olduğundan, çocuk Galip’in yetişmesi üzerinde çok durur. Her Ebeveyn gibi mutlaka o da bu konuda çok zorluk çekmiştir. Çünkü küp geniş, ne kadar doldurursan dışarı sızdırsa da verileni alıyor.
   Sonra üzerinde çok büyük tasarrufların olduğu da belli. Fatma ana öyle hissediyor. Efendisi Ahıskalı’nın dua ve niyazı de bu doğrultuda. Sonradan olma değil doğuşta var olan bu potansiyel, Ahıskalı’ya gösterilmeyip de kime gösterile, Fatma anaya hissettirilmeyip de kime hissettirile…
  Derler ya “Âlem iç içe, ama tek olmuş” zaman bu, olduğu yerde durmaz. Çocuk Galip artık Fatma ana ile gezmeye başlar. Arkadaşlar bulur. Sokakları okumanın farkındadır artık. Her şeye merak eder hale gelmiştir. Özellikle fen kafasını geliştirir. Eşyanın tecelliyatını bir mucit anlayışında incelemeye başlar. Arkadaşı Behiç ile birlikte kafa kafaya vererek neler yapmazlar ki…
  Fatma Ananın eğitim metoduna bu şekilde çevre faktörü de girmiş olur. Çocuk Galip göz açıp kapayıncaya kadar ilkokulu bitirir. Zamanla ailede sorumluluk almaya başlar. Mesela Paşa hamamını müşteriye hazırlamak için, günün erken saatlerinde orada olup vazifesini aksatmadan yerine getirir. İlk ateşi yakan kişiye “külhancı” denirmiş. Galip uzun müddet külhancılık yaparak babası Hasan Efendi’nin gözüne çoktan girmiştir bile.
     Bir sabah arkadaşı Behiç “Fatma ana Galip hamamdan geldi mi, geldiyse kendisini bizim evde bekliyorum” diyerek gider. Galip evdedir ve sesin geldiği yöne, yani arkadaşı Behiç’in evine seğirtir. O günün şartlarında, beraber yaptıkları küçük bir minyatür topun içine barut konularak, kimseye çaktırılmadan atış denemesi yapacaklar. Tedbir gereği soba borundan yaptıkları namlunun ağzını pencerenin iç kısmında tutturarak fitile kibriti çalınca, barut infilak ederek evin penceresini ileriye doğru fırlatmasına sebep olurlar. Deney çevreye zarar vermiştir ama çocuk aklı ve merak denilerek olay kapatılır, büyükleri tarafından.
   Buna benzer meraklı projeleri çok olur Behiç ile. Bunlardan biride, İlk mektep de öğrendikleri elektrik bilgileriyle, o günün aydınlanmaya çare olarak löklanşe adı verilen pil yaparak elektrik üretmeyi kafalarına koyarlar. Bu fikrin mucidi Galip’tir. Buldukları işe yaramaz bir takım araç ve gereçlerle uzun bir uğraş sonucunda bu işi başarırlar ve elde ettikleri elektrikle sembolik olarak aydınlatma düzeneği gerçekleştirirler.
     Fatma ana, eskisi gibi Galip’e nüfuz edecek zamanı bulmakta zorlanır. Çünkü o arkadaşlarıyla beraber her türlü bireysel veya ekip olarak yapılan sporlara ilgisi artmıştır. Ruhi ve bedenen gelişmenin en önemli sosyal itesi olan eylemlerde bulunmaktadır.
  Bu yönüyle de kısa zamanda akranları arasında “olmazsa olmaz” durumuna gelmiştir. Ele açık, verdiği sözün ardında duran, iyilik yapmayı ve ikram etmeyi seven, diğer taraftan ibadet ve taatını ihmal etmeyen bir kişilik terkibidir Galip. Gerektiği zaman hamamda, gerektiği zaman Fatma ananın özel mahareti olan sağlıkla ilgili iştirak ettiği alanda, özellikle de varlıklı ailelerin vücutlarında ki pis kanların, yani hacamat denilen mesleğin uygulanmasında Galip sorumlu bir aile ferdi olarak, üzerine düşen sorumluluğu gereğinden fazla yerine getirir.
    Fatma ananın bir takım sağlıkla ilgili mahareti olması sebebiyle aranılan bir kadın olması, Galip’in sosyalleşmesine katkıda sağlamaktadır. Anasının fakir fukaranın işlerine koşması, Galip’in arkadaşlarıyla ilişkisinin artmasına vesile olduğu için,  yaşının üzerinde bir olgunluğa geldiği gözlerden kaçmaz. Bu boy, pos ki Galip’i bütün sporlara yatkın kılar.
     Babası Hasan Efendinin Paşa hamamına ilaveten Samsun Amasya arasında bulunan Beke hamamının da uzun müddet işletmeciliğini yapmasından dolayı, aile efradı ve dolayısıyla genç Galip o bölgeyi de bilir. Uzun müddet Samsun da ikamet ederler. Yüzmeyi orada öğrenir. Anası denizden korktuğu için oğlu Galip’i esirger. Zamanla telkinlerde bulunsa da gittiği yerde, bulunduğu her ortamda, liderlik özelliği olması sebebiyle aranılan, sorulan, emin bir insan görünümü gün geçtikçe gelişir, güçleşir.
     Samsunda ki hamam işletmeciliği beş yıl sürer. Akabinde tekrar Çorum’a, eski iş yeri ve eski çevreye göçer Hasan Efendi. Çorum da bir takım değişiklikler olmuştur. En önemlisi de Hasan Efendi ve Fatma Ananın manevi olarak kanatlarının altında hissettikleri Şeyh Ahıskalı, ebediyete intikal etmiş, yerine halifesi Mustafa Anaç oturmuştur.
  Yedi tarikattan icazetli Mustafa Anaç Efendi, Hasan Babaların sohbet arkadaşlarıdır. Ailecek iyi görüşürler. Birbirlerine karşı son derece saygılı olmuşlardır. Şeyh Ahıskalı’dan sonra postnişin olması, mana âleminin tertibi ilahiyesidir mutlaka.
  Bundan böyle Kuşçuoğlu ailesi O’nun sohbetlerinden istifade etmeye çalışırlar. Şeyh Anaç Hazretleri, Samsun’dan yeni dönen arkadaşının oğlu Galip’teki değişen görüntü ve ağırbaşlılığın karşısında latife olarak “Maşallah, Allah nazarlardan saklasın, bu çocuk çok yakışıklı olmuş. Hatta tam evlenecek, iş kuracak, iş ve eş sorumluluğu taşıyacak yaşa gelmiş Hasan Efendi.” demekten kendini alamaz.
   Böyle sportif vücuda sahip, oldukça gösterişli, yüzü nurlu ve ihtiraslı bir delikanlı, kimin gözünden kaçar ki. Yeni Rufai Şeyhi Anaç Hazretlerini celbeden bir başka şeyde Galip’te ki gizemlilik, derinlik, zahiri görüntüsünün daha ötesini görene huzur ve rahatlık veren zenginlik… İlmi ledün ile keşfe amade görüntüsü, merak edilen bereket…
     Allah’ın Evliya kullarının imtihanı çok ağırdır. Bazıları için Allah sevgisi gibi olmayıp, cismaniye yaklaşan gönlün terbiyesi veya sadakati için en sevdiği kişi ile denenir. Şeyh Anaç Hazretlerine de böyle bir sabır denemesi uygun görülmeli ki, on yedi yaşındaki erkek evladına Hak vaki olur.
     Onlar bilir ki, veren de O alan da O. Kendilerine sabır düşer. Var olanla yetinmeyi varlığın yarattığı ilahi aşka göre tanzimde ve tazimde bulunma üslubunu bilirler. Acı veren emarelere şükürleri bundandır. Genç bir delikanlı hiç de zamanı değilken, Şeyh Hazretlerinden koparılmışsa mutlaka bir hayrı vardır.
     Genç Galip’in hayat çizgisindeki kırılmanın zamanı geldiğini Fatma ana bilir. Çok yönlü fayda getireceğine inandığı için Galip’in baş göz edilmesi lazım. Ara sıra kendisine bu mevzuyu anlatan Fatma Ana, hafif bir esneklikle karşılaşınca bir gün aday kızın ismini ağzından kaçırır. Uzaktan bir de gösterilince, Galip kıpırdayamaz olur.
   Fatma Ana:
  “Oğlum bak şu işe, gelinimizin adı da Fatma’dır. Ana Fatma, gelin Fatma. Bu ne tesadüftür oğul. Şeyhim Ahıskalı’nın himmeti bu. Tasavvufi kültüre vakıf bir gelin. Allah’ıma ne kadar şükür etsem azdır.” diye sohbete devam eder.
     Genç Galip “Anacığım, babası da Şeyh’tir, Mustafa Anaçtır. Onun himmeti olmadığını nereden bilelim. Zamanın tasarruf sahibi o’dur. Mahdumuna en iyi ve hayırlı eş seçiminde himmet etmez mi?” gibi ana oğul sohbete devam ederler. Bu durum Hasan Efendiye arz edilir. Söz birliği üzerine Şeyh Mustafa Anaç’ın kızı Fatma, Galip’e istenir.
  Beklendiği gibi iki tarafında “ Hayırlı işten acele ediniz” sözünden hareketle, Genç Galip henüz on dokuz yaşındayken dünya evine girer. Hasan Efendi’nin mali durumu iyi olduğundan ister ki bir an önce Hak vaki olmadan çocuklar örnek bir aile olsunlar, işlerini güçlerini kursunlar. Galip’in hamam işletmeciliğinde gözü olmadığını bilen Hasan Efendi, Samsun dönüşünde Galip’in de isteği üzere mobilya imalathanesinde çalışması, zaten çoktan uygulamaya konulmuş olup bayağı yol da alınmıştır.
      Galip Usta olarak piyasa da yer tutmasına ramak kala askerlik için celp kâğıdı gelmez mi? Zaten işi başından aşkın olan Galip, askerlikte bütün işleri askıya almayı hesaplamayı lüzumsuz bulur. Bu işin hesapla kitapla olmayacağının farkındadır. O dönem askerlik kırk sekiz ay, uzun bir süre bu.
   Çorum şehir kulübü futbol takımında oynadığı için bu alanda ilerlemesinin akamete uğrayacağını düşünür. Şehir kulübü but bol takımı olarak İlçelerle beraber civar Vilayet takımlarıyla karşılaşmalar yaparlar. Rakip takımı yenerlerse, maçtan sonra onlara ikramlarda bulunarak gönderirler, eğer yenilirlerse bir güzel patak la ödüllendirirler. Hele bir maça çıkışları olur. Şehir merkezinde futbol severleri de ardına alarak belli bir disiplinle oyun alanına kadar yürüyen oyuncuların, sanki surları yıkmaya namzet bir eda içinde oldukları görünür.
   İyi bir mobilya ustasının ortaya koyduğu özel çalışmalarla kendini kabul ettirme fırsatını kaçıracağı için üzülür. Dahası yeni evli, sorumluluğunu üstlendiği Fatma Hanıma hasretlik çektireceği için üzülür. Ve dahası anası Fatma Hanımdan, büyük saygı duyduğu babası Hasan Efendiden, onların kendilerine ihtiyaç duyduğu zamanlarda uzun müddet ayrı kalmak, vatani görevde olsa kolay almaz tabi. Çaresiz, yerine getirilecek kutsal görevdir bu, biran önce aradan çıkarılmalıdır.


BÖLÜM 3
İlim toplayıp yığmışsın, gönlü ihmal etmişsin. Acırım o kaybettiğin servete.
                                 Pir  Hacı Galip Kuşçuoğlu

  Veliahttın seyri:
  Galip’in askere alınması tam da dünya harbinin patladığı dönemdir. 1938-1945 arası. Yeryüzü kan ve gözyaşıyla dolu, barut ve top sesleriyle inlemektedir. Bereket ki Ülkemiz bu savaşta doğrudan yer almamıştır. Yeteri kadar kan, can veren, ıstırap çeken, dolayısıyla bin bir çeşit zulümlerle yokluğun pençesinde kıvranan Anadolu insanı, belki de korunmuştur. Devlet büyükleri istese de Ülkemiz insanı, bu bitmişlik haldeyken savaşa zaten giremezdi.
     Asker Galip, tam dört sene askerlik görevi ifa eder. Bu zaman sürecinde üç defa izinli olarak, evladı ayanı ve ana-babasını görmeye gelir. Sene 1945 Galip terhis olacaktır. Hanımı Fatma üç kız çocuğuyla, ana Fatma da ömrünün son demlerinde olduğunun farkında olduğu için, “Allah’ım Galip’imin geldiğini görmeden canımı alma” dualarıyla bekleyiş sürmektedir. Hasan Efendi yeni bir kaplıca işlettiği için, aile fertleri de onu yalnız bırakmayarak hep beraber olarak kaplıcada bulunurlar.
     Çorumun biraz uzağında bir yerde, işinin sıklığından ötürü Hasan Efendi, yıllardır kırık-çıkık ve hacamat alanında konuya-komşuya hizmet eden Fatma Ananın hastalığına bir türlü baktıramaz. Fatma Ana bu hastalığın kendi eceline sebep teşkil edeceğini anladığı için dualarında “Galip’imin terhisini görmeden emanetini alma” diye hep söylenmesi bundandır.
     Öyle bir abdest al ki su bile sarhoş olsun. Galip’in öyle bir askerlik yaşantısı olur ki zamanı bile sarhoş eder. Hak, hukuk, adalet, temsil kabiliyeti, ihlasla görev yaptığı askeri kesimde unutulmayan bir tat bırakarak, nihayet terhis olur. Dört koca yıl serüveni de bu şekilde kapanmış olur.
     “Ya Rabbim bir gün oğlum Galip’i göreyim, ondan gayri dileğim olmaz. Emanetini alırsın.” diyen Fatma Ana, terhis olmuş oğlunu karşısında görünce “Duam kabul oldu.” diye şükürler ede dursun, Hasan Efendi, Galip’in gelmesiyle fırsat bu fırsattır niyetiyle Fatma Anayı Çoruma hastaneye götürür.
  Doktorlar Lösemi teşhisi koyarlar. Fatma Ana bu teşhisten birkaç gün sonra hakkın rahmetine kavuşur. Öleceği gün “Bugün benim düğün günüm” diyerek ellerine kına dahi yaktırır. Galip’inin kayınpederi, gelininin babası, kendisinin Derviş olarak Ali Haydar Ahıskalı’ya intisap etmesine vesile olan komşuları Şeyh Mustafa Anaç Hazretlerini hastaneye çağırtarak “Mustafa Efendi, bu gün ben vefat edeceğim. Tövbe istiğfar verdirir misin?” diye ricada bulunur. Gereği yapıldıktan sonra Hak vaki olur.
 Böyle genç Galip’in hayatında bir tel kopar, ahenk geçicide olsa bozulur. Su akar menzilini bulur derler ya, bundan böyle Galip Efendi için hayat örgüsü öyle oluşacak ki, açılmak için güneşi bekleyen çiçek gibi, bin bir türlü sancılı hayat, oradan oraya savrulacaktır. En sessiz, tıpkı bir defter sayfası gibi dümdüz görünüm oluşturan denizlerin, bu hale gelmeden önce, gök kubbeyi yıkarcasına oluşturdukları dalgalar gibi.
    Rabbani tasarruf, onun bu yolculuğunda çekim alanına doğru yol kat etmesini sağlayacaktır, sessizce ve derinden. Çünkü bu ayrılık, kanatlı bir özgürlük duygusu düşürür Galip Efendi’nin ruhuna. Bütün maharetlerini bir tarafa iterek tekrardan eski işi olan mobilyacılığa döner.
  Artık kendisi de üç kızıyla beraber büyük bir ailedir. Müstakilleşmek gerekir. Kendi kararını alacak olgunlukta bir esnaftır o artık. Şahsına ait açmış olduğu mobilya imalatında para da kazanmaya başlar. Böylece mobilyacılık alanında aranılan bir usta olur. Bir başkasının uzun zamanda almış olduğu yolu, o çok kısa sürede kat eder. Zekâ ve hafıza. Bu servet ondan vardır. Fakat yol da vardır. Mekân değiştirme de vardır.
   Sebepsiz kuş uçmazmış derler ya, iyi bir iş teklifi alır Çankırı’da. İşin hacmi çok büyük olduğundan, “Bu böyle olmayacak, en iyisi atölyemi Çankırı’ya taşımalıyım” düşüncesiyle ön görüşme yapmak için oraya gider ve bir iki haftada gereken altyapıyı kurar ve atölyesiyle beraber tası tarağı da toplayarak bu beldeye intikal eder.
   Henüz Çorum’dayken almış olduğu işe ilaveten, daha fazla olan talepleri zar zor ulaştırmaya başlar. Çok çalışır, çok para kazanır. Galip Efendi, atölyenin kapasitesini büyüterek hizmet vermeye uzun müddet devam eder. Çankırı da sevilen esnaf olur. Eş dost, para pul, aile saadeti, üstelik üç kıza ilaveten dördüncü kız evladı da aileye katılmıştır.
     Fakat bir şeyin eksikliğinin verdiği iç huzurun olmayışı, her başını yastığa koyduğunda ne kadar yorgun ve bedenen sağlıklı olursa olsun, saatlerce kıvrandırır onu. Sağlıklı bir uyku uyuması zor Galip Efendi için. Zaman zaman iş yerine gelen esnaf arkadaşlarıyla veya müşterileriyle dini sohbetlerle memleket meseleleri de görüşülür.
      Milli Şef dönemi olduğu için, Devlet denen aygıtın merkezde estirdiği rüzgârın etkisiyle oluşan, fikri ve manevi algı Galip Efendiyi rahatsız eder. Pek o tür sohbetlerden hoşlanır görünmez. Ancak o, işiyle iştigal etmekten hoşlandığı için sohbeti mesleğe getirerek ortamın insicamını bozar.
     Özellikle esnaf arkadaşları, Galip Efendiye “Senin işin gücün bizden iyi, bizden de çok öte iyi bir ustasın. Dost sözü olarak bilesin Galip Efendi, sen çok daha iyi, çok daha büyük yerlerde tezgâhını açmalısın. Çankırı’nın potansiyeli ne ola ki, yerinde olsam Ankara’ya akşamdan sabah varırdım.” gibi telkinlerde bulunurlar.
   Galip Efendi’nin “Yapmayın arkadaşlar, sizler mutlaka benim iyiliğim için bunları söylersiniz, velakin bir yerden bir başka yere bizim gibi esnafların taşınması bu kadar kolay mı?” diye mukabele etse de akşam yastığa başını koyduğunda “Neden olmasın. Belki de iç huzura kavuşurum. Mekân değişikliğiyle yeni ortamlara nüfuz ederim. Üstelik Başkent buraya bir taş atımlık mesafede. Çankırı oraya bakarak bir köy durumunda olmalıdır. Hesabımı kitabımı iyi yapmalıyım.” gibi insani yorumlar yaparak hikmete doğru hazırlanır.
    Galip Efendi’nin Ankara’ya itilmesinin alt yapısını oluşturan arkadaşları mananın tecelliyatına, büyük buluşmaya hizmet etmiş otomatik hücreler gibi vazifelerini yaptıklarının idrakinde olmaları elbette beklenemez.
  Sene 1950’ler de, memlekette önemli siyasi gelişmeler var. Milli şef İnönü uzun dönem iktidar olduğu için halkın gözünden düşmüştür. Çok partili döneme adım atılan ülkede, halkın nazarında Menderes kurtarıcı bir lider olarak görülür. Henüz işin başında ama hissedilen gelişmeler hayat buluyor. Halk kendine güveniyor. İbadet hayatı daha da özgürleşmiş. Türkçe okunan ezan orijinal haline getirilmiş. Kısaca Devlet halkıyla barışacak bir takım adımlar atarak, kendini sevdirmeye çalışmaktadır. Bu normalleşme ve öz güven, hayatın her alanını kapsamaktadır. Sanki ülkenin üzerine yeni bir güneş doğmuş gibi bir şey bu.
     Böyle bir siyasi ortamda gönlünden Ankara geçenlere, Ankara zemin hazırlamaktadır. Daha önceleri birkaç defa gelerek mobilyacılar sitesine ve bu site hayatına göz atan Galip Efendi, son gelişinde kesin verilmiş hüküm doğrultusunda, atölyesini kuracağı, merkezi bir yer olarak Akköprü’yü tercih eder. Böylece ilk esnaflığa bir müddet bu civarındaki mobilyacılar sitesinde başlar. İş hayatı bu semtte uzun sürmez. Kısa bir süre sonra uzun müddet iş yeri olarak kullanacağı yere gelir. Burası daha merkezi bir yerdir. Denizciler semti Pala sokakta mesleğini icra etmeye devam eder. Kısa sürede itimat ve güven kazanır. İşi gücü yerinde olup birden çok kişiye de iş verecek duruma gelir.
     Yan taraflarındaki iş yerlerinden biri boş, diğerinden de Artin Efendi adıyla tanınan esnaf bir komşusu vardır. Artin Efendi İsevi’dir. Diğer Muhammedi komşuları Artin ile şekli olarak iyi geçinirler velakin ardından “Pis gavur” gibi ezici ve üzücü ifadeleri fütursuzca sarf ederler. Ama Artin Efendi son derece iş namusuna sahip, yalanı dolanı olmayan mütevazı biridir. Samimi de İsevi’dir. Bir aşk derecesinde İsa Efendimize bağlı görünümü ile dindarlığı tartışılmaz. Galip Efendi ile de muhabbetleri iyidir.
     Takdirini kazanmış olmalı ki; bir sabah “Şöyle bir demli çayımızı içmez misin Artin Efendi” diyerek sehpayı gösterir Galip Efendi. Artin Efendi Allah’tan ararmışçasına teklifi kabul edip gösterilen iskembeye oturur. Çaylar içilirken Galip Efendi;
   “Çok dürüst, son derece iyi ve kendi Şeriatına da bağlı birisin Artin Efendi. Kusura bakma ama bana göre tek bir eksikliğin var. O da şehadet getirerek Müslüman olman. Bu kadar zor mu Müslüman olmak?  Sen zaten tıpkı bir Müslüman gibisin. Ve çok da iyi bir Müslüman gibi yaşıyorsun. Allah var, şu Pala sokaktaki Müslümanım diyenin çoğundan Müslümansın” gibi nazikçe davetine Artin Efendi; “Çok iyi, çok hoş, çok güzel dersin Galip Efendi. Şu sokakta gördüğümüz Müslüman geçinenler gibi Müslüman olmaya zül kabul ederim. Senin gibi de Müslüman olamam. Çünkü senin işine ve Müslümanlığına hayranım. Ancak beni sen anlarsın Galip Efendi.
   Demem o ki; Sizin Peygamberinizi de severim. O’na inanırım da, velakin inandığım Allah’a yemin olsun ki, iki kalbim olsaydı birini de Muhammed’e verir ve onu Muhammed’in sevgisiyle doldururdum. Kalbim tek olduğu için, İsa’nın aşkı orayı doldurmuş. O da sizin kitabınızda bahsedildiği gibi büyük bir Peygamberdir. Beni en iyi sen anlarsın Galip Efendi dememin sebebi işte budur” diyerek sohbete ara verip işlerinin başına dönerler.
     Artin Efendi bu ifadeden sonra rahatlamıştır ama Galip Efendi pek öyle gözükmez. Artin Efendi’nin saygınlığı nezdinde daha da artmıştır.
     Galip Efendi bundan böyle Ankaralıdır. Çankırı Ankara’ya göre hakikaten köymüş. Çankırı bundan sonra Onun hayatında sadece anılarda kalınan bir yer olarak bilinecektir. İş hacmi, insan kalitesi, çok farklı. Galip Efendi gibi de bir usta pek bulunur değil hani.
     Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Ulemalar’ la yaptığı toplantıdan sonra onlardan biri “Sultanım, ‘Fethi Mübin’ bizim dualarımız olmasaydı kolay kolay müesser olamazdı” diye başlayan sözleri üzerine Fatih Sultan Mehmet “Doğrusunuz, Allah sizlerin himmetlerinin katkısıyla fethi nasip etti. Ama (kılıcının üzerine elini koyarak) bunun da hakkını unutmayınız hocam” diyerek verilen ders gibi… Ankara büyük, Ankara’da iş hacmi ve işçilik kaliteli, velev ki Galip Efendinin de ustalığı ve esnaf ahlakı unutulmamalıdır.
     Galip Efendi bir sabah iş yerine geldiği vakit,  aylardır boş duran hemen yanı başındaki dükkânın kiraya verildiğini görür. Biraz merakla içeri göz gezdirince, hazır yapılmış birkaç çift ayakkabı ile ayakkabı imalatında kullanılan alet ve adavetleri görür. “Yeni bir komşumuz olmuştur” der kendi kendine. Farkında olmadan birden bire garip bir psikolojik halede girer. Tecessüs belirir. Sanki olağanüstü bir şey yaşamış gibi etkilenir. “Boş kalacak değildi ya, elbette birileri gelip çoluğunun çocuğunun rızkını çıkaracaklar” diyerek işinin başına döner.
     Pala sokakta ki iş yerinin hemen üzerindedir evi. Dört kızına ilaveten beşinci çocukta beklenmektedir. Fatma Hanım, itikadı sağlam bir Hanımdır ama yine de “Keşke bir oğlum olsa “ diyerek iç geçirir. Böyle bir düşüncenin esiri olmadan yapılan talebin masumiyetini bilir Fatma Hanım. Koskoca bir mana erinin kızıdır o. İlahi tavassuta ram olma feraseti onda vardır. Öyle de olsa kadındır. Kadınca taleplerinin içinde hep vardır bir erkek evlat. En azından çeşitliliğin bir nimet olduğunu, bunun da yaratılış kanunu olduğunu bilir. Çünkü Allah çeşitliliği sever. Öyle olmasaydı her birinin amacı farklı, bunca canlı cansız varlık olur muydu?
     Galip Efendi eşinin her doğumundan önce ona yardım etmek için atölye işlerinde fırsatlar oluşturur. Hanımına mutfak başta olmak üzere hiçbir yardımını esirgemez. Kazak erkek anlayışı yoktur bu hanede. Karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan birbirlerinin sınırlarını zorlamadan işlerlik kazandırdıkları kurum. En iyi yaptığı yemek balık mamulleri olurmuş. Palamut pilakisinin yanında yeşil soğanlı zeytinyağlı yumurta salatasını pek güzel yaparmış. Üstelik kendisi de bu yemeklere bayılırmış.
     Yine böyle vazifelerini aksatmadan yüksünmeden devam ederken beşinci misafir de kız çocuğu olarak haneye teşrif eder. Aysema, Ülker, Rabia, Suna ve Meral. Aysema en büyükleri olduğu için eli işe erişince, Dedesi Anaç Hazretleri ile beraber Anneannesini yalnız ve hizmete ihtiyaçları olur düşüncesi ile onların yanına Çorum’a gönderilir.
  Bakalım Galip Efendi’ye Allah daha ne canlar verecektir. Pala sokakta ayakkabıcılık ile uğraşmak maksadıyla tutulduğu intibaı oluşan dükkânda, maksadına uygun faaliyetin olmaması, diğer komşu esnafında dikkatini çektiği gibi, Galip Efendi de bu kiralanan yer için “Allah Allah bunca güzel bir yer, bunca bedeli ödenerek kiralanan dükkân, neden çalıştırılmaz? Neden bu güzelim iş yerinde bir şeyler üretilmez? Ya bu insanlar delidir ya da vardır elbet bir bildikleri. Baksana beş altı aydır tık yok. Ancak, her vakit sonunda bazı kişilerce sohbet edilip çay içilecek mekân olmasa gerek.” diyerek sessizce söylenmez de değil.
     Giren çıkan insanların güven verici nurani taraflarını görür de ona göre de “Bekle gör, ne çıkacak altında” diye düşünür. Selam Aleykümselam haricinde birbirleriyle ilişkileri ileriye de gitmez.
                              ***
      Mustafa Yardımedici manasında, şekli şemalı, işi gücü ve mekânı bildirilen “Er kişi” yi bildiği halde zahiren de aramaktan geri durmaz. Hatta birinde “Oğlum Şerafettin, senin cemaatinde Çorumlu marangoz Galip usta adında biri var mı? Ben onu arıyorum. Bulursan beni irtibatlandır” diye tembih de eder. Kendisinin bir emanetçi olduğunun farkındadır Mustafa Efendi. Onun içindir ki Ankara’ya savrulmuştur.  Onun  “Dönemeç”de vuslata erişeceği mekândır Ankara.  Böyle bir gizemli göreve memurdur O. Kendisi de sabırsızlanmaktadır. Tıpkı veli ahtı gibi. Bir an önce yükümü yüküne katsam gayreti bu.
    Günü saati ne zaman bilinmez. Hâlbuki kendisi Efendisinin dizinin dibinde, gözünün önünde bu evreleri yaşamıştır amma bu başka herhalde. Rabbani tecelliyeydi ki çeşitlilik nasıl ve ne zaman zuhur edeceği bilinmez. Tıpkı Ahmet Yesevi olarak bilinen mutasavvıfa henüz doğmadan, üç dört yüzyıl önceden bir işaretle uygun görülen vazife.
     Denilir ki;
   Peygamber Efendimizin, bir sabah namazı bitiminde, halaka halinde otururlarken, Cibril Aleyhiselam olduğunu yalnız kendisinin bildiği Melek tarafından, sahabe sayısınca, cennetten getirilmiş hurma sunulur. Her bir hurma, bir sahabeye aittir. Ama ikram edilen tabakta bir adet sahibi olmayan hurma kalır. Efendimiz bu artan hurmanın, kendilerinden çok sonraları, bu günkü Türkistan’ın Yesi şehrinden dünyaya gelecek olan Ahmet isminde birinin nasibi olduğunu söyler.
  Merak edilir, burada ne işi var bu nimetin diye. Efendimiz “Bu hurmayı sahibine ulaştıracak bir gönüllü var mı” deyince çok bilinmeyen problemle karşı karşıya kalan sahabeden hiç ses çıkmaz.
   Sahabe içerisinde Aslan Baba olarak bilinen biri içinde; “O bölgelerin insanıyım. Çocukluğum ve delikanlılığım hep o bölgede geçti. Üstelik Yesi şehrini de iyi bilirim. Keşke bu emaneti sahibine ulaştırma görevi bana nasip olsa” gibi hayallere kapıldığı an, Efendimiz;
   “Yaklaş Aslan Baba, bu emaneti sahibine ancak sen ulaştırırsın” diyerek yanına çağırır. Hurmayı tükrükleyerek “Aç ağzını” deyince, ağzını açan Aslan Baba’nın avurduna yerleştirir. Aslan Baba gönlünden geçirdiği gerçekleşince bu defa da bencil davrandığı için mahcup olur. Bu mahcubiyetle “Efendim nasıl bulacağım” sorusunu sorar. Efendimiz “Merak etme zamanı geldiği vakit o seni bulur. Yeter ki sen onun coğrafyasına vaktinde var” önerisiyle mesele kapanır.
     Bilenler bilir ki;
    Bu mucizevi olaya taşıyıcılıkla görevli kılınan Aslan Baba, çok uzun yaşamış bir sahabedir. Gel zaman git zaman, bir işaretle Aslan Baba zamanın geldiğini düşünerek, aylarca yol aldıktan sonra bir Pazar günü Yesi şehrinde bulur kendini. İnsanlar alışveriş yapmaktadır. Aslan Baba pazar yerinin girişinde bir duvara yaslanıp ümitsizlikle “Şimdi nasıl bulacağım bu çocuğu” diyerek sıkıntı yapmaktayken “O seni bulur” sözü şimşek gibi gelir aklına ve rahatlar biraz. Bunun üzerine kısa bir süre geçer ki bir ses mesafesi uzakta, kendine doğru gelen bir çocuğun yüksek sesle “Aslan Baba, Aslan Baba emanetini istiyorum” dediğini işitince secdeye kapanarak şükreder.
  Yükün sahibi olan Ahmet, adını da bahşedince o tarihten sonra ölünceye kadar, sonradan Piri Türkistan da olarak bilinen Ahmet Yesevi’nin Hocası olur.
     Mana bu…
     Mustafa Efendi bu hallerde Galip Efendi ile vuslatı bekleye dursun, Galip Efendi de benzeri haller taa Çorum’da başlamıştır. Anlam veremediği huzursuzluk. Bir manevi boşluk. Bu anlamda yapılan ibadetlerden fazla zevk alınamayan sarhoş bir görünüm hat safhadadır.
     Geçimi ve aile saadeti son dere iyi olan Galip Efendi, ne gündüz beş vakit kıldığı namazda, ne de geceleri yaptığı nafile ibadetlerde huzur bulamaz. Tasavvufi kültürü son derece yüksek bir aileden gelmiş olması, dertlerine çare olabilecek kişiye olan beklentisini arttırır. Hâlbuki ailesinde Kara Şeyh namıyla bilinen Ulu bir zatın yanında, amcası Şeyh Hacı Bekir Kuşçuoğlu’na ilaveten Şeyh Ali Haydar Ahıskalı’yı ve onun Halifesi, üstelik aynı yastığa baş koyduğu hanımının babası Şeyh Mustafa Anaç Hazretleri kendisine bir nefes kadar yakınken, manevi buhranına ilaç olamayışları zahiren garipsenecek durumdur.
     Her işin bir sınırı vardır. O sınır aşılırsa sonunun nereye varılacağı bilinmez. Bu sınır çoğu zaman süfli sebeplerden ihlal edilir. Bu durumda ahiri berbat olur insanın. Nefis ve ihtiraslara şeytanın mesaisi de eklenince huzursuzluk hat safhaya yükselir.
    Galip Efendi de aylardır zuhur eden manevi buhran, iç huzursuzluğu onun o gece “Dayanamıyorum yeter artık, ya ilacımı gönder ya da al canımı” diyerek secdeye kapanıp saatlerce ağlaması, sınırı aşmak olarak algılanır ki sonucunun “Ohh” dedirtecek hayırlara vesile olabileceğini bilemezdi. Onun o isyan hali aşk üzere olduğu için merhamet melekleri o gece saf saf Galip Efendiyi kuşatmış olmalılar.  Çünkü öyle bir ruh haliyle,  öyle bir mana diliyle Rabbine müracaat etmiştir ki zamanın sarhoş olmaması mümkün mü.?
      Kendinden geçmiş olarak secdeden başını kaldırır. Güne güneşle doğduğunu görür. Nispeten rahatlamış haliyle Fatma Hanımın hazırlamış olduğu kahvaltıya oturur. İşe giderken daha pratik, daha kavi, daha istekli olduğunu hissederek “Hayırdır inşallah, bugün bir şeylere gebe” diye söylenerek işçilerinden önce dükkânını açar.
     Kısa bir süre geçmişken, iş yerinin giriş kapısının gıcırdamasını “İşçilerden birileri gelmiştir herhalde” düşüncesiyle başını kaldırıp da içeri girenlere bakmayan Galip Efendi, gür bir sesin “Galip evladım, destur var mı ben geldim” uyarısıyla başını kaldıran Galip Efendi, aylardır yalnız selamlaşmaktan başka tanışmışlığı olmayan, herhangi bir alışverişi bulunmayan, hemen yanı başındaki ayakkabı dükkânını kiralayan adamın, elinde Kuran ile girerek konuşmasına;
   “Evladım Galip usta, ben senin için taa Maraş’tan geldim. Gün bugün, an bu anmış. Senin aradığın bendedir evladım. Ankara’ya geldiğim günden beri seni bilirim ama yine de hep seni ararım. Sen bana yıllar öncesinde gösterilen ‘Er’ kişisin. Nihayet kavuştuk. Aşık, aşıkla vuslata varınca birisi maşuk olur. Bundan böyle emanetini benden bil” gibi sözlerine ilaveten Galip Efendinin dertlerine merhem olacak daha neler denmez ki.
     Galip Efendi’nin o andan itibaren âdete şavkı atar. Manevi buhranları, neşter atılmış cerrahlık yara gibi vuzuha kavuşur. Efendisine kavuşur. Yıllardır çektiği ıstıraplar son bulur. Sanki yeni doğmuş insan gibidir. Her şeye tozpembe bakan, o gözle sema vatı tespih eden. O idrakle “Buldum buldum ballarım yağma olsun” diyen Yunus’u hatırlatan Galip Efendi, ne kadar şükürler etse azdır Yaratanına.
   Keşke bütün sınırların zorlanması, netice itibariyle böyle olsa. Sonunda merhamet dalgalarının cisim cisim, mahlûkatı kaplayacağına vesile teşkil eden sınırı aşma…
     Mustafa Efendi “Evladım bundan böyle irtibatı kopartmadan senin eğitimin için uğraşacağım. Beni mahcup etmek manayı mahcup etmekle aynı değerdir bilesin” diyerek görüntü itibariyle halden hale geçen Galip Efendinin ayakları yere basıp kendine gelince oradan ayrılır. Giderken ardın sıra büyük bir nezaketle Efendisini takip eden Galip Efendiye “Evladım daha çok görüşeceğiz, ben buralardayım. Takibi bırak da işinin başına dön” uyarısıyla, gerisin geri yavaş adımlarla ofisine gelir.
      Bir kahraman edasıyla uğrunda verilen bunca savaşın lehine sonuçlanan bir insan haleti ruh iyesiyle işinden evine gitmeye hazırlanır. Çünkü o gecenin sabahında secdenin başındaki manevi çığlığa, tek şahit evdeşidir. Geceleri mısır patlatılmış bir hal gibi, bir türlü sağlıklı uyuyamayan, dolayısıyla evdeşini de uyutmayan Galip Efendi’nin bu sıkıntısına şifa bulma müjdesini, ilk duyanda o olmalıdır.
     Galip Efendi hep tevekkül etmiştir. Tevekkülün manası vekil tutma, bel bağlama veya intisap etme anlamına gelen dini bir terimdir. Bir iş için sebeplere dayandıktan sonra Yaradan’a bel bağlayıp itimat etmek ve ondan başkasına kalbin kapılarını bütünüyle kapatıp, işin sonunda ondan gelene rıza ve teslimiyet göstermek demektir. Buna bedenin kulluğu, kalbin ise ilahi sevgiye kilitlenmesi denebilir. İnsan ruhu, ilahi kudretin sonsuz desteği ile kazandığı moral gücünün doruk noktasına, tevekkül ile ulaşabilir. İnsan yaratılış icabı aciz olup, bela ve musibetlere maruz kalabilir.
  Bu noktadaki tevekkül, boş ve anlamsız güven değil, sistemli ve dikkatli bir gayrettir. Tevekkül eden bir kişinin mükâfatı iç huzura kavuşmak ve Yaradan’ının yardımına mazhar olmaktır denilebilir. “O insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayeti, Galip Efendi’nin durumunu ne güzel açıklamaktadır.

Bölüm 4

Kalbi gözyaşıyla suladığın zaman yaptığın duayı Kâinat bilir. Bu yaşa kıyamayanlara aşk yolunda sefer haram kılınmıştır.
       Hacı Galip Kuşçuoğlu

Dönemeçte vuslat:
“Allah için kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman müracaatını tüm dünya bilir” Evet bütün kâinat bilir de Mustafa Yardımedici bilmez mi. Vuslat, vuzuha kavuşmuştur nihayet. Bundan gayrı Galip Efendi o izi takip edecek, Mustafa Efendinin gözü her zaman onun üzerinde olacaktır. Yeri ve zamanı gelmeden yükseklerde kopan bir taş parçasının, ortalığı toz dumana katarak, tabandaki kendisine tapulanmış deliği kapatmaması mümkün mü?
     Evet, her şeyin bir zamanı bir oluş şekli vardır. Dalından kopan bir yaprağın akıbetini tayin eden bir irade nasıl tesadüf olur. Bir işaret üzere taa Maraş’tan çıkılan yolculuktaki yol, bin bir zorluklar aşarak Çorumdan gelen yolla dönemeçte vuslata ermesi, şeksiz şüphesiz o iradenin eseri olmalıdır.
     Manevi sözleşmenin olduğu günden itibaren Galip Efendi, Efendisinin beş vakit namazlarını eda ettiği İbadullah Camisini boş bırakmaz. Efendisinin sohbetlerine iştirak ederek onun birinci derece yakın arkadaşları arasına girer. İşlerinin yoğun olduğu zamanda dahi, çekim alanında olma iştiyakı ona zaman buldurur. Mustafa Efendi;
  “Nerede kaldı Galip oğlumuz biraz daha bekleyelim” gibi meclislerde hep bu lafa benzer sözler ederek gözleri onu arar. Yeri, gittikçe önemsenen Galip Efendi de bu durumun farkında olarak hata yapmamaya gayret eder. Verilen dersleri aksatmadan, bir su içer gibi şifasını hissederek yapmaya gayret eder. Zevk alır bu durumdan. İster ki her an onunla, onun meclisinde olsun.
   Huzurunda bulunduğu bir gün “Efendim sizinle buluşunca bütün yorgunluğumdan ari oluyorum. Yanınızdan hiç ayrılmak istemiyorum” diyerek duygularını ifade eder. O akşam sohbetten sonra Mustafa Efendi;
  “Yarın akşam namazını Hacı Bayram da kılacağız. Bilahare bir arkadaşımızın evinde vereceği ikramda buluşacağız, onun için namazda mülaki olalım” der. Bir gün sonra akşam ezanına ramak kala iki müşterisi, sipariş ettikleri mobilya işinin nasıl gittiğini görmek üzere Galip Efendinin ofisine gelirler. Galip Efendi tam çıkmak üzereyken gelen müşterilerine ilgi ve iltifatın yanında mecburen ikramda da bulunur. Müşteriler Devlet ricalinden olduğu için, hatırları sayılır cinstendir. Derken akşam vakti girmiştir. Müşteriler halen kahvenin biraz soğumasını bekliyor, Galip Efendi çaktırmıyor ama tiken üzerinde. Nihayet kahveleri biter. Gerekli önerilerde bulunduktan sonra çıkarlar.
     Galip Efendi zevahiri kurtarma ümidiyle müşterilerinin ardın sıra yıldırım gibi fırlar. “Gayri namaz vakti geçmiştir. Gideceğim yerin adresini de bilmiyorum. İnşallah cemaatten birilerini bulur da en azından adresi alır giderim.” Niyetiyle doğru adı verilen camiye seğirtir. Kapıdan içeri girer ama gördüklerini tanıyınca kii, Mustafa Efendi ve tanıdık olan herkesin orada olduklarını fark edince, bir hoş olur.
     Müezzinin gameti bitince, yanına usulce yaklaşarak “Niçin geciktirdiniz namazı” sualine müezzin “Ne geciktirmesi Galip usta, iki dakika erken bile okudum, gidilecek yere geç kalınmasın diye” cevabını alır. Müezzin değil ama Galip Efendinin müşkülatına ve samimiyetine karşı “Zamanın durdurulması” yaşatılır.
  Galip Efendi kendi kendine “Sen samimi olmaya bak Galip usta, Allah isterse böyle zamanı da durdurur, sırtını padişahlara da kese yaptırır” gibi mırıldanırken zevkten de dört köşe olduğunu hisseder. Bu hissiyatla davet edilen evdeki zikir halkasında Galip Usta’nın ‘lafzai Celallerin’ lafzında, Mustafa Efendinin eliyle “Biraz aşağıdan al” dercesine, ilaveten de gözleriyle Galip Efendinin uyarıldığı dahi olur. O zikirdeki tadın, lezzetin, manevi ziyafetin feyzi halkadaki her bir ferdi sarmaz mı?
     Günler ayları, aylar yılları takip eder. Göz açıp kapayıncaya dek Galip Efendi, manevi makamları geçerek seyri sülükün son aşamasına doğru samimiyetle yol alır. Mustafa Yardımedici Efendi de bu gelişmeyi görüyor ama aceleci davranmaz. Bir manevi işaretle omuzundaki yükü kaldırıp onun omuzuna yüklemek için, mananın tecellisini bekler. Bu alanda usul, adap, yol, yöntem böyledir. İşaret fişeği atılmadan, siyasette olduğu gibi “Ben yaptıysam demek ki öyle olması gerekiyormuş” gibi dil, burada olmaz. İlla ki tecelliyat, olmazsa olmaz.
     Sabırla koruk, helva olurmuş derler ya, işte sabrın sonuna gelmiştir Mustafa Efendi. Hemen haber gönderir müstakbel Halifesine. Haber ulaşır da Galip Efendi ulaşmaz mı? Mustafa Efendi;
   “Evladım Galip Efendi, mübarek olsun yeni vazifen. Bundan böyle sen yine benim evladımsın. Velev ki artık müstakilleşmenin vakti gelmiştir. Allah’ında melaikeler ininde huzurunda mananın tecelliyatına açıklıyorum. Evladım bundan böyle benim varisimsin. Senin Halifeliğini vermeye, bunu yüzüne karşı söylemeye memur edildim. Hayırlı uğurlu olsun evladım. Gel seni bu şevkle musafaa edeyim” diyerek ayağa kalkıp Galip Efendinin alnından öper.
      Sene 1956 mevsim yaz. Zuhur eden vuslat ve ürünü… İkinci kozanın ‘uzlet’ten halfet’e seyir defterinin yazılmamış beyaz sayfası. İlk beyaz sayfaya basılmış mühür “Şeyh Galip” Kadri-Rufai tarikatının istikbale uçmaya açılmış ilk günü. Ama Efendisinin halen tasarrufu altındadır. Bazen her sabah bazen de ara sıra Efendisi yanına gelerek;
   “Yaz oğlum, mevcut dersine ilaveten, şunu da, bunu da yaz. Dersinin çok ağır olduğunu biliyorum, ama yapılacak bir şey yok. Böyle olması isteniyor. Benim bir ömrümde yüklenmiş olduğum ders, sana şu kısacık zamanda veriliyor. Demek ki sen bu sıkleti kaldıracak babayiğitte olmalısın. Bunun için şanslısın evladım” diyerek uzaklaşır. Bu yetmez, birde Anaç Efendi “Yaz” diye ders vermek ister. Fatma Hanım babasına “Baba zaten dersi çok ağır, birde sen…” diyerek Evdeşine acıdığı için babasını uyarır.
     Veren de alanda memnun ve mutmain. Hele yükü hafifleyen yok mu, bahçesine diktiği fidanın onlarca emek verilerek meyve verecek hale gelmesine katkı sağladığı bahçıvan gibi “Elhamdülillah bu iş buraya kadarmış” dedirten rahatlık. Ekin ve ürün. Ya ürün olmasaydı, ya meyve vermeyen bir fidan olsaydı, yani kısır olsaydı… Ya bu yolun önü, istikameti kapansaydı. O zaman kahrolurdu Mustafa Efendi. Bir düşünün, onca emek, onca zaman harcanarak hedeflenenin aksine ziyanda olunacak. Şükür, sevinç bunun için olmalıdır.
     Bir iş çıkışında yorgun argın evinin ziline dokunduğu an kapının kızı Aysema tarafından açıldığını gören Galip Efendi gülümseyerek “ooo kızım gelmiş. Bende diyordum ki Fatma Hanım yerinden doğrulacak, üstünü başını düzeltecek, ondan sonra pencereden zile dokunan kişiye bakacak ve bilahare kapıyı açacak. Zaten yorgunum, o zaman bende oturduğum merdiven başından zor kalkarım herhalde gibi düşünüyordum. Geldiğin belli oldu kızım. Diğer kardeşlerine de anan kapıyı zor açtıracağından herhalde sana sesi çıkmamıştır. Bundan böyle siz olmasanız bu kapılarda çok bekleriz herhalde” diyerek öpülen elin ardında muhabbet edilerek içeri girilir.
    Aysema kayınpederi Şeyh Mustafa Anaç’ın yanında yetiştiği için, onun yanındayken de Çorum da ikamet eden bir er kişi ile evlidir. Galip Efendi damadının da içeride olacağı zannıyla evin salonuna geçer kii kayınpeder Anaç Hazretleri ile karşılaşır. Sürpriz olmuştur onun için. Zira uzun zamandır yan yana gelememektedirler. Yemekler yenilir içilir ve muhabbete geçilir. Yedi tarikattan icazetli olduğu için Anaç Hazretleri, yolunun varisinin olmadığını bu anlamda manada hiçbir işaretin görünmediğinden bahsederek “Bizimle bu iş kapanacak” endişesiyle üzüntülü görünür.
     Üstelik Galip Efendinin seyrini kendisi daha eve gelmeden kızı Fatma’dan işitmesi, Galip Efendi’nin Şeyh’inden bahsetmeden “Efendinle yarın tanışalım” talimatına “İnşallah baba” karşılığı ile sohbet noktalanır. Şeyh Anaç kendi dergâhında damadı Galip Efendi gibi kemalata ermiş birileri gözünün önünden geçer. “Toprak çorak, elle ham bu yol çıkmaz sokak. Keşke Galip benim Dervişim olsaydı” diyerek iç geçirir.
     O gün öğle namazında İbadullah Camisinde Şeyh Anaç ve Şeyh Mustafa Efendiler tanışırlar. Sık sık buluşalım temennileri ile cami çıkışı Mustafa Efendinin dükkânına gelirler. Tanıdık bütün simada oradadır. Kurra Hafız, Hüseyin Kara, Yuvalı Hatip Hoca ve cemaatten birçok kişi. Galip Efendi büyük bir zevkle bu insanların karnını doyurur. Çaylara geçilmeden muhabbete başlanır. Şeyh Anaç Hazretleri bu ortamı çok sevdiği için, uzun bir müddet Çorum’a dönmez. Dönse bile Ankara ikinci bir Çorum gibi kabullenilerek sık sık damadının çevresinde bulunmayı kızına ve torunlarına yakın olmayı arzular. Damat kendisinin ya, onu birazda Efendisine karşı kıskançlığa benzer hallere de girer zaman zaman.
    Çocukları, bu günün yetişkinleri olduğu için ev ve mutfak işlerinde hanımı Fatma’ya yardımcı olma görevlerini üstlenmişlerdir. Galip Efendi altıncı çocuğuna gebe olan eşine bu alanda yardımcı olmayı gereksiz görmektedir. Çünkü bu boşluk çocukları tarafından fazlasıyla yerine getirildiği için ona ihtiyaç duyulmaz. İşlerin sıklığı ve yapılan siparişlerin zamanında teslimatı dışında bundan böyle zikir halakalarının  idaresi de ona verilir. Çok yoğundur Galip Efendi, çok da bereketlidir maşallah. İşi, aşı, bunlara bağlı olarak da çocuk artışı…
   Nihayet altıncı çocuk, dünyaya beş kızdan sonra teşrif eden bir erkek… Bu zevkte tattırılır Galip Efendiye. Fatma Hanım mutlu, kız kardeşler sevinçli ve Galip Efendi umutlu. Ne mutlu bu çocuklara ki Şeyh dedeleri var ve Şeyh babaları var. Böyle bir saadet, böyle bir kısmet, böyle bir nimeti bilenler nasıl kıskanmaz ki…
     Birkaç gün geçer, çocuğa adı verilecektir. Galip Efendiye zaten manasında erkek bir evladının olacağı işareti verilmiştir bile. Gavs’ul Azam Abdulkadir Geylani Hazretleri, kucağında yeni doğmuş bir çocuk olduğu halde yanına gelerek, bu çocuğu kucağına bırakır. Onun içindir ki pek sürpriz olmaz. O halde onun ismi konmalıdır diye niyet eder.
Galip Efendinin niyeti böyle ama Şeyh Babalarda evde hazır. Mustafa Efendi sağ kulağına ezan okuduktan sonra “Senin adın Abdulkadir, senin adın Abdulkadir, senin adın Abdulkadir” diye üç defa seslendikten sonra Galip Efendi Rahatlar. Sıra öbür kulağa verilmesi gereken gamete gelinir. Şeyh Anaç kucağındaki torununun sol kulağına gamet getirdikten sonra, oda “Abdulkadir, Abdulkadir, Abdulkadir” diye seslenerek duasını yaptırır. 
    Galip Efendi’ye Rabbı bir erkek evlat vermiştir de ona yolunun, Pirinin adı verilmez mi? Abdulkadir’in doğumundan sonra evin beti bereketi, gerek maddi gerekse manevi olarak daha da artacaktır.
   Kayınpeder Şeyh Anaç Hazretleri Ankara’ya çok ısındığı için ara sıra Çorum’a gider olmuştur. Bir garip ümitsizliğe düştüğünden dolayı zorunlu haller dışında Ankara’yı mesken tutar.  Mustafa Efendi ile sık sık görüşür. Damadı Galip Efendi ve ailesi üzerindeki Mustafa Efendi’nin tasarrufuna, zaman zaman müdahale eder. Bundan dolayıdır ki çekim alanında çizgilerin karıştığı veya çatıştığı da görülür.
    Mustafa Yardımedici Efendiden Kadri-Rufai, Anaç Efendiden de Rufai icazeti alan Galip Efendi, iki mimar arasında kalan usta bir siyasetçi rolünü ister istemez oynamak zorundadır. Birkaç ay sonra Fatma Hanım, Abdulkadir’in sünnet olma durumunu aile ortamında dile getirir. Yakın çevresinde veya eş dost arasında ballandırılarak anlatılan sünnet merasimini Fatma Hanım da kendi çocuğunda görmek istediği için heyecanlıdır. Sırası değil, uygun zamanı kollayalım veya çocuk daha çok küçük kendi sünnet düğününü hatırlayacak yaşa gelsin gibi laflar, altı delik kaba konmuş su gibi gelir geçer.
     Bir kere dillenmeye görsün, hele de evin hanımının taraf olduğu olayda, biran önce karşı bahaneler üretilerek istenilen olmaz mı? Sünnete karar verilir, verilmesine de bu defa hangi yöntemle yapılacağı hususu Şeyh Anaç dede ile Şeyh Mustafa dede arasında tatlı bir çekişme olur. Anaç Efendi torununun sünneti zikirle olsun, Mustafa Efendi ise mevlütlü olsun isterler. Galip Efendi orta yolu bulmakta mahir olduğu için, iki tarafı da incitmeden iki tarafında mutmain oldukları yol üzere Abdulkadir’in sünneti gerçekleşir.
     Şeyh Anaç, çoğu zaman iç geçirir de manayı sorgulamanın hadsizliğini bilir. İster ki Galip Efendi Halifesi olsun. Hadi Galip Efendiyi mana Yardımedici’ye Halife etmiştir, Anaç Efendinin dergâhından neden ses yok. Mana suskun, yoksa yedi tarikattan icazetli Anaç Hazretlerinin dergâhı kapanacak mıdır? Ümit Allah’tan kesilmez ama Şeyh Anaç’ın derin derin nefes alarak hayıflanması bu korkudandır. Kendisi de bunu bilir ve kabullenir. Şayet Halife işaret edilseydi şimdiye kadar çoktan hissettirilirdi. Galip Efendiye düşkünlüğü de bundandır.
  Mustafa Efendiyi tanıdıktan sonra “Haza şeyh’dir” sözlerinin ağzından çok çıktığı vakıadır. Ölene kadar da Mustafa Efendiye rağmen tasarruf etmekten vazgeçmemiştir. Bu duruma vakıf olan Galip Efendi sohbetlerinde “Bir dervişin, bir Şeyhi, bir Efendisi olur. Lakin birden çok kişiyle terbiye edilmesi normal, sakıncalı bir durum arz etmez. Bu durum manaya ters düşmez” gibi ifadeleri çok kullanır.
    Benzeri davranışlar insani zafiyetlerdir. Sıradan bir vatandaşta olabileceği gibi ulu bir maneviyat erinden de olabilir. Bu yolun yolcuları bunu bilirler ve fazla uzatmadan ana eksenden ayrılmazlar. Mesela Mustafa Efendi’nin evindeki bir eşyanın yenilenmesi veya onarılması hususunda, Galip Efendi’den talebi olduğu halde bu talebin gecikmesi durumu karşısında, ziyaretine varanlara Galip Efendi’nin adını anarak hayıflanması, insani bir durumdur. Efendisinin kendisine gönül koyduğunu anlayan Galip Efendi’nin bu durum kulağına gelince “Ben onun gönlünü alırım, siz merak etmeyin” gibi tavırları da fıtridir. Bu,  yoldaki işaret taşları için garipsenecek bir durum değildir.
   Galip Efendi’nin manevi Efendisi, yetiştiricisi Mustafa Efendi olmasına rağmen kayınpederi Anaç Efendi en az onun kadar damadını korumakta ve kollamaktadır. Sene 1966 Çorum’dan haber gönderir. “Şu, şu evrakları hazırlayıp göndersin, hacca gideceğiz” diyerek, Çorumdaki müracaat işlemlerini yaptırır. Bundan dolayıdır ki kutsal topraklara ilk defa ayak basarak Hacı Galip olmasına Anaç Efendi sebep olur.
                                     ***
    Atölyesinde çalışmayı aşk mesafesinde seven Galip Efendi, işi başından aşkın, ne kadar personelle takviye etse,  yine de iş yetiştirmekte zorlanır. Bütün siparişleri fifti fifti, yani son anında teslim eder. Sağlam ve dürüst bir esnaf olduğu için, alakada ona göre olur. Yabancı şirketlerden birine geçmişte yaptığı mobilyaya ilaveten yenilerinin yapımı taahhüdünü almıştır. Zamanında teslim edeceğinden emindir. Mobilyanın kaplamasında kullanılan adına ninalyum denilen parça haricindeki her iş tamamlanır. Ninalyum denilen kaplama maddesi ithal mal olduğu için daha önceki teslimini yaptıkları siparişlerde piyasada bol miktarda bulunduğundan sıkışacaklarını endişe etmez. İş bu kaplamaya gelmiştir. Piyasa araştırması yapılır. Ankara’dan sonra İstanbul’a ekipler giderek ararlar. Ancak aynı malın yerli cinsi için imalata hazırlık çalışması olduğundan ithali yasaklanmıştır.
  Oysa Galip Efendi’nin şart namesinde ninalyum belirtildiğinden ötürü sipariş veren firma haklı olarak şartnameye uyulmasını ister. İngilizcesi iyi olan bir Türk kökenli şirket tercümanı kanalıyla sıkıntısını ne kadar anlatırsa anlatın, en başta Türk tercüman çok üzücü ifadeler kullanarak kendi milletini küçük düşürmek için onlarla adeta yarışır.
 “İşte biz böyleyiz, siz beceriksizsiniz. Söz ve iş namusu bizim insanımızda yok. Bu insanları hep böyle kandırıyorsunuz” gibi aşağılayıcı ifadelerine çok bozulan Galip Efendi der ki; “Şirketiniz mümkünse bu malzemeyi Amerika’dan getirsin. Maliyeti ne ise biz çekelim” ifadesi bile işin çözümünde bir mana teşkil etmez.
   Oldukça üzgün ve çaresiz bir şekilde, alternatif tedbirleri düşünerek iş yerine varmak için bir dolmuşa biner. Gideceği yerle alakası olmayan bir durakta “İnecek var” diyerek dolmuştan iner. Olduğu yerde;
   “Allah Allah, ben bu durakta niye indim, oysa daha çok yolum vardı, daha önce de bu durakta hiç inmedim ki alışkanlık yapmış olayım” diye maluhulle ederek sağa sola bakarken, hemen dibinde durduğu inşaat malzemeleri satan bir dükkânın önündeki kocaman balyalanmış ninalyum kaplama malzemesini görür. “Her halde serap görmüyorum inşallah” diyerek yaklaşır ve o malzemeye eliyle dokunur.
   Büyük bir sevinçle dükkân sahibine “Bu ninalyumlar satılık mı?” diye sorar. “Evet, be kuzum, satılık olmayan bir malzemenin dükkânda ne işi var”  cevabı üzerine Galip Efendi mal bulmuş mağrip gibi rulo halinde sarmalanmış ninalyumu açtırarak ölçtürür. “Aman Allah’ım, tam da ihtiyaç duyduğum kadar ninalyum, ne bir santim fazla ne de bir santim noksan. Şükürler olsun ki müşteriye mahcup olmaktan kurtulduk” diye sevinir.
     Dükkân sahibine sorar “Bu malzeme ne zamandır sizde.” Esnaf  “ Evladım senden kısa bir süre, yani önününüz sıra, bir vatandaş benim adıma şunu satar mısın Efendi diyerek bırakıp gitti” cevabı Galip Efendi’yi nasıl mutlu etmez ki.
   Kul daralmayınca Hızır yetişmezmiş. Galip Efendi bu malın kimin gönderdiğini biliyordu. Onun için kendisine ait şu sözü tekrar etmekten büyük keyif alır. “Kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman duanı kâinat bilir.”  Bilahare bütün personel gerekli gayreti göstererek mobilyaları şartnamelere uygun hale getirilerek alıcıya teslim edilir.
     O akşam öyle bir gönül rahatlığıyla evinin yolunu tutar ki sanki sırtında karlı dağlar kalkmış gibi hisseder kendini. Üç beş kilo meyve ve sebzenin yanında Abdulkadir ve son kertiğimiz dediği kızı Mürüvet’in çok sevdikleri çikolataları da almayı ihmal etmez. Eve varmaya az bir mesafe kala tanıdık bir ses;
   “Galip Efendi, Mustafa Efendi İbadullah Camisinde, bütün ihvanla yatsı namazı kılacak, sen de hazır olacakmışsın” haberini vererek geldiği istikamete geri döner. Eve gelince kapıyı Abdulkadir açar. Ardında gölge gibi duran “Babam gelmiş, babam gelmiş” diye babasının kucağına ağabeyinden fırsat bulup atlamak gibi bir hal içindeki küçük Mürüvet, Galip Efendi’nin teslim ettiği iş dolayısıyla zaten mutlu olan dünyası, bu çocukların melekçe cıvıldamaları, maneviyatına neler katmaz ki.
   Allah ne verdiyse, çoluk çocuk, yemeklerin yenmesinden sonra Galip Efendi “Hanım bana müsaade yatsıya ulaşmam lazım, Efendim de orada olacakmış bilmiş ol” demesiyle evden çıkması bir olur. Namazdan sonra yabancılar çıkınca Mustafa Efendi kendi dervişlerine “Şöyle safları sıklaştırın evladım” ifadesiyle saflar sıklaşır. Vasiyet gibi olacak konuşmasına başlar;
   “Evlatlarım, gün geçtikçe sayımız artıyor. Önceleri beş on kişiyle halaka kurarak anca zikir yapardık. Şimdi söylememe gerek yok. Yalnız kendimize ait sabit bir mekândan mahrumuz. Ya arkadaşlarımızın evlerinde veya anlayışlı İmam Efendilerin camilerinde halaka kurmaktayız. Rabbime şükürler olsun, ileride bugün arzu edilen sistem kurulur, yerimizde olur, yurdumuzda olur inşallah.
  Söylemek istediğim bunlar değil. Bu dergâhın Şeyhi, manevi yetkilisi olarak derim ki; önümüzdeki ayın sonuna doğru kutsal mekâna hac farizasını ifa etmek için, nasip olursa gideceğim. Bizim olmadığımız bu zaman zarfında dergâhın manevi olarak yetkilisi Galip Efendidir. Onun etrafında kenetlenin. Halakaların aynı disiplin içerisinde kurulmasını sağlayın. Olur ya, gelin bindi deveye gör kısmetin nereye diye bir söz vardır. Gidip de gelmemek ihtimal dâhilindedir. Bir de şunu hemen belirtmek istiyorum, bana intisap eden Dervişlerim, evet, intisabınız benim şahsımda mutlaka manayadır bilirim. Velakin ben dahi bazı arkadaşlarınızın intisabını Galip Efendi adına aldım. Bazılarınızı  (Yuvala Hatip Hoca’yı, Hüseyin Kara’yı işaret ederek) bu durumdan haberdar ettim. Böyle yapmaktan bir terslik yoktur. Gerisini artık siz anlayın.
    Hac kafilesi bizi Maraş’tan alacaktır. Yarından itibaren Maraş’a yani memleketime gitmek üzere yola çıkacağım. Büyük Şeyh Efendimiz Ali Sezai Hazretlerinin huzuruna varıp helallikle beraber iznini alacağım. Eş dost hısım akraba ve diğer kardeşlerimi ihmal ettiğimi biliyorum. Bir daha nasip olur mu bilmiyorum, Hak vaki olmadan bu vazifeyi önemsiyorum. Sizden de bu konuda helallik istiyorum. Hakkınızı helal edin evlatlarım. Benden sadır olmuş haller için ise hakkım helal olsun. Hadi şimdi son halakamızı yapalım” diyerek gür bir şekilde ayağa kalkılır.
     Ve “Maraş bize yar olmadan, düşmana Gülizar olamaz” diyen Edeler diyarına, Ali Sezai Efendi’nin makamının bulunduğu coğrafyaya uğrayarak Mekke-i Mükerremeye avdet amacı olan yolculuğa çıkar. Takip eden günlerde Mustafa Efendi’nin veda hutbesi sözlerinin etkisi altında kalan Dervişler, fırsat buldukça Galip Efendi’nin atölyesine vararak ders alırlar. Özellikle de Doktor Naci Bor, ipi ilk göğüsleyenlerden olur. 


Bölüm5

Gönül gözü gönle rab olunca, gönül yolunu samimiyetle görür. Gerçek şeriat, marifet, hakikat bu tertibi İlah iyenin karargâhında yaşanır. O vakit gönle bağlı kalıp Arşı ala olur.

                                            Hacı Galip Kuşçuoğlu

Sahabenin Oluşması:
     Denizciler Pala sokaktaki atölye ihtiyaca cevap veremez duruma gelince Galip Efendi daha ferah çalışabilmek için sitelere taşınır. İşten fırsat buldukça esnaf komşularını ziyaret ederek malum konularda sohbet ederler. Manen sıkıntılı bulduğu bazı komşularına “Ben Şeyhim istersen dersini vereyim” diye aleni görevli olduğunu söylemekten imtina etmez.  Bazı esnaf onun bu açık sözlülüğünü dikkate almadığı gibi gülüp geçer, bazıları da saygı duyulacak kişiliğini tanıyınca intisap ederler.
    Bunlardan biride Tevfik Efendidir. O da Galip Efendi’nin yaptığı işle iştigal eden bir esnaftır. Tevfik Efendi Mustafa Yardımedici Hazretleri’ni de tanır. Ama Galip Efendi’nin ilk göz ağrısı olan arkadaşlarının arasında olur. Elli yıllık arkadaşlığının olduğu, hemen her zaman aynı samimiyetle yakınında bulunduğu bilinir. Dervişliğinin ilk yıllarında Rıfat adında bir arkadaşının manevi burhanlar yaşadığına da şahit olur. Bir takım olağanüstü hallere malum olan Rıfat Efendi, zuhur eden hallerine cevap aramaya başlar. Derin bir âlimin sohbetinden sonra, içinde bulunduğu hali dile getirir. Cevaben “Akli ilimler yetersizdir, sizin derdinize çare olmaz. Mutlaka bir Mürşidi Kâmile müracaat ediniz.” Uyarısı üzerine Tevfik Efendi vasıtasıyla Galip Efendiye bağlanır. Hırdavatçılık yapan Süreyya Efendi de önceleri gülüp geçerken bilahare görmüş olduğu bir rüyanın yorumundan sonra Galip Efendiye bağlanır.  Süreyya Efendi ilk dörtlere girer. Mali durumu da son derece iyi olduğu için bu anlamda Galip Efendi’nin işinin kolaylaşmasına zahiride katkısı olur. Emeğini esirgemez, dergâhın büyümesine gayret eder.
     Yine mobilyacı komşusu Hasan adında Elazığ’ dan sitelere intikal etmiş bir işçi çocuğu esnaf vardır. Feleğin çemberinden geçtikten sonra bu işte karar kılar. Kendisi beynamaz birisidir. Şiddetle tarikat denilen yapıya karşıdır. Onları son derece zararlı bilir. Çevresindeki bazı esnafın tarikat konusunda olumlu yorumlarını dahi polise rapor etme noktasında düşmanlığa dahi tevessül eder. Ama kendisinden olmayan bu sıfattan dolayı, birden çok yerde tarikatçılıkla itham edilir. Bazen yüzüne karşı bazen de aleyhinde bu lafları çok duyar. Rahatsızlığı manasına bile yansır. Tam psikolojisi allak bullak olmuş, tepesinin tası atmaya ramak kala bir arkadaşı “Rahat ol Hasan, istersen seni itham ettikleri ocağın Şeyhine götüreyim de bir gör adamı. Ne söyleyeceksen ondan sonra söyle, ne görmek istersen yakinen görüp dönersin. Bir kerecik görmekten bir şey çıkmaz.” telkini üzerine Galip Efendi’nin huzuruna çıkılmak istenir. Ve öylede yapılır.
  Ancak Galip Efendi yerinde yoktur. Karşılaştıkları insanlarca gösterilen ilgi ve iltifat karşısında biraz mahcubiyet belirir siluetinde. Bir gün Ulus sebze pazarında “Galip Efendi şu adamdır” diye işaret edilince hemen yanına varıp elini tutarak “Neredesin Galip Efendi, sitelerdeki yerine de uğradım iki aydır sana ulaşamıyorum” serzenişi ile samimiyetini göstermiş olur.
   Galip Efendi “Ben yazıhaneme gidiyorum Efendi, istersen buyur beraber gidelim. Sohbete orada devam ederiz” teklifine balıklamasına atlayan Hasan bir ömür aşk ve muhabbetle yakınında bulunan sahabesi olacaktır.
     Komşusu Berber Yılmaz, Hasan’da ki bu değişimi “Hayırdır Hasan, sen de oltaya takılmışsın duyduğuma göre. Ne oldu hep atıp tutuyordun. Demek ki gericilik senin ruhunda varmış. Hangi çağda yaşıyorsun da direnemedin. Yazıklar olsun sana yobaz herif” gibi ithamlarını başını önüne eğerek karşılayan Hasan, içinde “İnşallah sana da nasip olur. Çünkü özde sende çok iyi birisisin Berber Yılmaz. Haklısın çok ileri gitmiştim. Ama tokatı yedim. Bu durumu anlayıp bana hak verecek zamana sende tez el de ulaşırsın” temennisini gönlünden geçirir olmuştur hep.
   Berber Yılmaz’dan da görünen tecessüs yani merak zamanla kendini gösterir. Yanında birileri olduğu halde ara sıra merakını gidermek üzere Galip Efendi’nin ofisine uğrayarak ikramlarını alıp sohbetine iştirak etmeden kulak misafiri olur. Solcu bir aile efradından geldiği için onların etkisinde kalmıştır Yılmaz. Dünyaya sol pencereden bakar. Dine ve onu yaşayanlara şaşıdır hep. Teyzesi Deniz Gezmiş’in ODTÜ’ de yakın arkadaşıdır. Aile ileri gelenlerinin de teyzesinden farkı yoktur.
   İşte böyle biri Yılmaz. Tabi ki Hasan komşusuna yüklenecektir. Kalelerin bir bir fethedildiği gözünün önünde cereyan etmektedir. Ama merak bu, ne olup bittiğini de görmek ister. Yılmaz’ın bir başka ziyaretinde Efendiye anlatılan manalar dinlendikten sonra “Bende sizi manamda gördüm” diyerek ilk defa söze iştirak eder. Galip Efendi Yılmaz’ın manasını dinledikten sonra “Evladım güzel bir mana, seni tebrik ederim. Bu fakir de manada yetkili biridir. İstersen dersini vereyim” teklifini Yılmaz duyumsamazlıktan gelerek kendisini alel acele meclisten dışarı atar.
   Akşam aile meclisinde bu karşılaşmadan ve tekliften söz açan Yılmaz “Üstelik dersini vereyim, biz manada görevliyiz diyerek teklifte bile bulundu” diyerek meclistekilerin fikirlerine başvurur. Nasıl davranacağı hususunda aile meclisinin görüşleri ne olursa olsun, Berber Yılmaz’ın içine düşen ateş safları sıklaştıracağa benzer. O günden itibaren Berber Yılmaz sık sık huzura varıp kendini gösterir.  Ve öyle bir an gelir ki dersini alarak bu kervana katılanlardan olur.
     Rıfat, Tevfik, Süreyya, Hasan, Yılmaz ile birlikte büyük Efendi Mustafa Yardımedici’ye ziyaret yapılır. Haftada en az bir defa yapılan ziyaretle Efendi Hazretleri ihya edilir. Yılmaz, Mustafa Efendi’yi ilk defa gördüğünde kendisini daha önce tanıdığını söyler. “Efendim yıllar önce siz bana sürekli gel, gel diye tebessüm etmiştiniz.” Mustafa Efendi “iyi ya oğlum bak gelmişsin hayırlı olsun” diye iltifata ilaveten “Müşteri günü düşünen değil, zamanı idrak ederek yaşayandır. Bu hayatı süren müşteri de aşk ehlidir” der.
    Galip Efendi’nin hemen yanı başında bulunan esnaf dervişlerinden biri de Nurettin’dir. Nurettin çok samimi ve dürüst bir insandır. Komşuları tarafından emin bilinir. Bir vakit diğer esnaflarla selamlaşıp geçerken Murat isminden biri “Nurettin kardeş bir şeyi itiraf etmek istiyorum” diyerek önünü keser ve “Kardeşim her sabah seni görünce ben bir hoş oluyorum. Onun için güne seni görerek başlamak bana huzur veriyor” deyince Nurettin bu samimi duygunun kendisinden ve ifade ediliş biçiminin etkisinde kalarak hiçbir cevap vermeden ağlayarak iş yerine geçer. Ağlamasına bir mana veremeyen Murat, Nurettin’in ardı sıra baka kalır.
    Etraftakilere “Ağlayacak, üzülecek bir şey söylemedim” değil mi arkadaşlar diyerek onlarında şahitliğini alır. Vakit öğleye doğrudur. Nurettin yanına Murat’ın da tanıdığı Rıfat Efendi’yi alarak Murat’ın çayını içmeye varırlar. Akabinde ne konuşurlar bilinmez ama üçü birden çıkıp Galip Efendi’nin huzuruna…
     İlk defa Galip Efendi’yi gören Murat onun huzuruna çıkınca “Çarpıldım” diye yüksek sesle söylenir. Bir sonraki huzura varışta ders alma gibi emareler gösterince, Galip Efendi’nin “Oğlum istersen bir istişareye yat” önerisini dikkate alır. Takip eden günlerde istişarede gördüklerini Galip Efendi’ye şöyle anlatır;
  “Bir ayak izi gördüm. Dediler ki bu Peygamberin ayak izidir. Takip et dediler, takip ettim. Nihayet izin sonu sizin ofisinize çıktı Efendim.” deyince Galip Efendi “Oğlum buna ilave edecek veya yorumlayacak daha ne ola ki, her şey çok açık ve net. Yaklaş hemen dersini vereyim. Sen bizim bundan sonra manevi olarak evladımızsın, arkadaşımızsın. Hayırlı olsun” diyerek bu kutlu yola onu da dâhil eder.
   Galip Efendi bereketlidir maşallah. Yakın sahabelerinin birçoğu, Mustafa Efendi henüz hac dönüşü yapmadan oluşur. Ve Mustafa Efendi önce Maraş’a, biraz dinlendikten sonra da Ankara’ya intikal eder. Ancak sağlığı bozulmuştur. “Üşütmüştür herhalde” derler aile efradı.
   Hac dönüşü kabullerinden eski halinin olmadığı yakınları tarafından müşade edilir. Artık halakaya zar zor çıkar. Bir ara Gülhane Devlet Hastanesine yatırılır. Kendi Dervişi, kardiyoloji Doktoru Naci Bor, onun tedavisine başlar. Mustafa Efendi bu sebeple emin ellerdedir ve durumu da iyiye gitmektedir.
  Ziyaretine gelen Gelip Efendi, önceden yer ayırttığı kaplıcaya gitmekten vazgeçtiğini söyler. Çünkü Galip Efendi’nin ailecek her sene giderek on-on beş günlüğüne kaldığı Bursa-çekirge kaplıcalarını kendisi de bilir. Bin bir türlü faydasının olacağını da bilmektedir. Bu rezervasyonu Galip Efendi’nin iptal ettirmesini istemez. Bilakis “Oğlum bunca ağır çalışman karşısında, kısa bir süre iş sıkıntısında uzak dinlenmen hem kendin, hem ailen, hem de dergâhımız için iyidir. Sağlam kafa sağlam benden de bulunur. Çocuklarında zaten her sene gidildiği için bugünü iple çekmektedir. Gitmen lazım. Ben iyim Elhamdülillah, endişeye gerek yok” diyerek Galip Efendiyi teşvik eder. Galip Efendi kaplıcaya gidedursun;
    Birkaç gün sonra doktoru Naci Bor tahliller elinde Mustafa Efendi’nin yanına gelerek cerrahi bir müdahalenin, mutlaka yapılmasının gerekliliğini söyler ve onun için hazırlıklar yapmaya başlar. Doktoru dışarı çıkınca yanında bulunan Hasan Efendi’ye;
   “Evladım bunlar vücudumu yaramayacaklar, göreceksiniz. Ben zamanın dolduğunu biliyorum. Gözüm açık gitmeyecek. O’nun huzuruna sağlam, neşter atılmamış bir vücutla çıkmak istiyorum.  Evladım Hasan, size öyle bir dev bırakıyorum ki eşi benzeri az bulunur.  Onun için mesut, bahtiyarım. Siz de o kadar şanslısınız ki, böyle bir mana erinin dervişi olmak nasip olmuştur. Onun kıymetini bilin” gibi sözlerle Galip Efendi’nin manevi derecesine işaret eder.
   Aynen öylede olur. O gece geç vakitte ruhunu teslim eder. Haberi alan yakın veya uzak dostları, dervişleri hastaneye koşarlar. Galip Efendi’ye de haber edilerek tatilini yarıda kesilmesi sağlanır. Bir devir bu şeklide kapanmış olur. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun, O’ndan geldik O’na gideceğiz. Cenazeyi Hasan Efendi yıkar.


Bölüm 6

Medeniyet ve teknolojiden ilerlemiş, Allah’a şirk koşmadan yaşayan fert ve toplumlar, İslam’ın bu yönünü anlamış örnek insan ve örnek toplumlardır.

                                  Hacı Galip Kuşçuoğlu

    Ankaralı Yıllar
    Aşka uçarsan kanadın yanar:
     Her muhabbetin, her sevginin bir bedeli vardır ki o da ayrılık sürecidir. Ancak Galip Efendi bu bedel üzerinde genel olarak düştüğümüz bir hataya da dikkat çekmektedir. Bu yanılgı, çoğu zaman sevgi ve muhabbet bedelini âşıkların ödediği algısıdır. Böyle bir algı haline gelmiş olan vakıa, nerede bir âşık hadisesi varsa orada bir bedel ödemenin hükmü vardır. İster eşinizi, ister işinizi, işin içinde sevgi varsa muhakkak surette bir bedel ödeme de vardır.
   Galip Efendi, Efendisinin kaybına ilaveten, daha nice bedel ödeme dramıyla karşılaşacaktır. Onların kaderinde bedel ödeme olağandır.. Bu yolun yolcuları sevdikleri ile çok sınanır. Mesela Çorumlu Şeyh İbrahim Ethem Hazretlerine torunları çok sevdirilmiştir. Milli mücadele döneminin hüküm sürdüğü savaşın Milletin lehine sonuçlanması için yapmış olduğu müracaat neticesinde çok sevdiği torunuyla sınav olmuştur. Milletin selameti ve kurtuluşu için torunundan geçmelisin vurgusunu onaylamaması mümkün mü? Bu olay aşamasında ilk torun, bu sebeple Hakka yürümüştür. İkinci torununa da gönlünün kaymaması için çok uğraştığı halde elden değil o da sevdirilmiştir. Dostlarına;
   “Korkuyorum, bu torunumun da akıbeti aynı olacaktır” diye itiraflarda dahi bulunur. Sonuç ayrılık olarak tecelli eder. İlahi aşkın olduğu yerde cismani aşk yeşermez. Başka sevgilere fırsat verilmez. Aşk sahibinin hızını keser. Aşka uçarsan kanadın yanar.
   Belli bir süre Efendisinin bıraktığı boşluğa alışmaya çalışan Galip Efendi artık tam yetkili komutan durumundadır. Dervişlerinin üzerinde kendi disiplinini oluşturmak durumunda olduğunun farkındadır. Temsil kabiliyeti yüksek olan asabını zaten oluşturmuş olduğu için, dergâhın problemlerini görüşmek üzere istişare toplantısına çağırır.
   Kurulan halakanın zikir süresinin kısa tutulması da ondandır. Galip Efendi huzurdaki arkadaşlarına; “Kardeşlerim, malumunuz hazan dönemi yaşadık. Efendi hayattayken dergâhın gidişatına fazla müdahil değildim. Yaklaşık on, on beş senedir çoğunuzla tanışırız. Sayımıza bereket olsun ki epey çoğaldık. Evlere, küçük mescitlere sığmaz olduk. Daha önce Efendim Yardımedici’de bu konuya işaret etmişti hatırlarsanız. Öncelikle şu meseleyi halletmemiz gerekir. Bunun için görüş birliğinde olmamız lazım. Derim ki;
   Şöyle kenar semtlerin birinde alabileceğimiz kadar toprak alıp, özel imardan geçirerek dergâhımızın adını taşıyan bir külliye yaptıralım. Cami merkezli, her türlü sosyal ihtiyaçlara cevap veren, etrafı da isteğe bağlı evlerin olacağı bir yapı. Böyle bir yer için şu an itibariyle seferber olalım. Kim bilir belki ileride sırf derviş kardeşlerimizin ikamet ettiği mahalle oluştururuz. Neden olmasın, niyetimiz hayır olduğuna göre inşallah akıbette hayır olur.” diyerek sözü arkadaşlarına verir.
   Dervişlerin büyük çoğunluğu esnaf olduğu için mali durumları böyle bir yatırıma katkı sağlayacak durumdadır. Böyle bir ihtiyacı bu toplantıdan önceleri de kendi aralarında mütalaa ettikleri olmuştur. Onun için biz de sizin gibi düşünüyoruz. Durumu müsait olan arkadaşlarımız bu projeye omuz verecektir Efendim diyerek Galip Efendi’yi rahatlatırlar.
    O günden itibaren bu projeye uygun yer aranır. Özellikle sorumlu dervişler yoğunluklu olarak Mamak veya Altındağ ilçelerinin mücavir alanlarını tararlar. İsterler ki çoğunluğunun iş yeri siteler civarında olduğu için yakın olsun diye bu ilçelerin sınırları zorlanır. Ve nihayet Engürü’nün zirvesinde   önemli bir merhale taşı olan Hüseyin Gazi hazretlerinin metfun olduğu dağın eteğindeki arsanın uygun olduğuna ittifak edilir. Gerekli çalışmalar yapılarak kısa zaman da büyük bir toprak parçası dergâhın zimmetine geçirilmiş olur. Arsa üretmek için gereken bürokratik işlemler yapılarak, düşünülen külliyenin projesi çizilerek, teknik işlerinin takibi yapılacak vs. bilumum iş potansiyeli onları bekler.
  Site esnafı bu işin içinden çıkamaz. Bir bilen aranır. Kısa süre önce yeni derviş olan bir arkadaştan bahsedilir. Kim bu acaba diyerek düşünülürken Süreyya Efendi “Ben o arkadaşın dersini vermiştim. İnşaat Mühendisi genç bir kardeşimizdir. Yeni olduğu için sizler tanımayabilirsiniz. Adı Özer’di galiba. Hemen onu bulup bu işin mesuliyetini kendisine devredebiliriz Efendim” sözü üzerine Özer Bey’e haber salınır. Çalıştığı Devlet dairesi belli olduğu için Özer Bey bir gün sonra Galip Efendi ile karşılıklı olarak proje üzerinde konuşmaya başlarlar.
  Özer Bey teknik olarak bu işin uzmanı,  ama Galip Efendi karşısında uzmanlık alanında dahi ısrarcı olması mümkün değil.  Çünkü inşaat bilgisi hiç de yabana atılacak biri değildir Galip Efendi.
  Özer Bey henüz yeni olduğundan tasavvuf adabına uyma konusunda ikinci ve üçüncü kişilerin uyarısıyla kendini toparlar.  Mesela mevcut arsanın merkezine inşa edilecek caminin Galip Efendi tarafından oturum alanı olarak 15x15m. Olsun talebine Özer Bey, kendince yakın geleceğe göre konuşturulması gereken inşaatın oturumunun 25x25 m. olmalı görüşü etraftaki kaş göz işareti yapanların etkilemesiyle ısrar edilmekten vazgeçilmesi sağlanır. Galip Efendinin inşaat bilgisi Özer Bey tarafında göz ardı edilebilmesi mümkündür. Yoksa Galip Efendi de bilir ki arsa buna müsaittir. Ama o günün mali şartlarının bunu gerektirdiğini Özer Bey çok sonraları anlayacaktır.
    Ve caminin oturumu 15x15’ e göre temel atılır. İnşaatın bitimine kadar Özer Bey işin sorumlusu olur.  Bu zaman zarfında Galip Efendi ile cami ekibi çok yakınlaşır. Özer Beydeki samimiyeti ve sadakati gören Galip Efendi onu hep halkanın birinci sırasında tutar.
   Tanışmaları;
 Bir akrabasının psikolojik rahatsızlığına çare olur umuduyla Galip Efendi’ye gelen Özer Bey, akrabasının nasiplenmesine faydası olmaz ama kendisi oltaya düşer. Galip Efendi’nin işareti üzerine Süreyya Efendi’den dersini alır. Nasip bu ya, kime niyet kime kısmet. Başkasına çare arayan Özer Bey, çare aradığı adam vasıtasıyla selamete erer.
   Akılla bu iş nasıl çözülür bilinmez. Özer Bey’in öyle bir aile çevresi var ki, Devlet umuru görmüş ve halende Devletin en tepelerinde birinci sınıf zümreler arasındalar. Kendisi de bohem hayatı yaşayan sosyetik bir tip. Üniversite arkadaşları da hep öyle. Din, iman, ihlas ve muhafazakâr yapı sıkıntılı biri iken, yalnız meraktan dolayı dergâha gelir ve o geliş olur. Galip Efendi’nin dergâh içi eğitimi karşısında vermiş olduğu mesajlara çarpılır. Gün geçtikçe manevi olgunluğa doğru hızla seyir alır. Eski yaşantısındaki ana arterlerden uzaklaşır. Yeni bir dünya, yeni bir keşif. Özer Bey’in şekli şemalı değişmeye başlar. Özellikle bu külliye inşaatı biter ama Efendisi ile arasındaki gönül inşaatı ebediyete kadar son ses, son nefese kadar bitmeyecek temelin atılmasına vesile olur.
  Aradan onca sene geçer. Cami inşaası oturum olarak küçük gelmeye başlar. Galip Efendi bilgisine başvurmak üzere Özer Bey’le beraber Uzun Hüseyin Kalfa’yı yanına çağırtır. Çünkü Caminin inşaatında bir usta olarak, onunda görüşüne başvurur. Galip Efendi;
  “Evlatlarımızın sayısı tahmin edemediğimiz kadar çoğaldı. Mevcut camimiz de bu insanları almakta zorlanıyor. Size göre ne yapmamız lazım” der ve anlamlı bir şeklide gülümser. Özer Bey “Efendim on yıl önce söylediğim gibi yerimiz müsait. İnşaat alanımız 25x25 m. olmalıdır” deyince, Galip Efendi “Evladım önce 20x20, bilahare de senin söylediğin çarpım üzerinde gel anlaşalım. Hadi hayırlısı olsun” babında yarı şaka yarı ciddi işi Özer Bey’e havale eder. Hummalı bir çalınmanın sonunda inşaat olabildiğince kısa bir sürede biteceğe benzemektedir. Büyük kubbede biraz problem yaşanmıştır, velakin bilahare oda çözülerek işler yoluna girmiştir.
     Cami ve külliyesi nihayet bitmiş olup hizmete amade, kullanılmaktadır. Perşembe akşamları ve Pazar öğle vakitlerinde yüzlerce kişinin katılımlarıyla zikir halakaları kurulur. Halaka kurulmadan önce Galip Efendi Kadri-Rufai Şeyhi olarak Dervişlerini sıkmadan dini ve içtimai sohbetler ederek doğru din anlayışı doğrultusunda onların ufuklarına katkı sağlar.
   Adı bütün ülkede bilindiği için insanlar akın akın ziyaretine gelir. Şehir dışında dergâhın şubeleri açılır. Bu şubelerde görevliler oluşturulur. Bir takım hayır ve hasenat işlerin kendilerini sıkıntıya sokmadan uygulanabilmesi için Kuşçuoğlu Galibiler Vakfı’nın kurulması sağlanır. Bu vakıf adı altında gerek Ankara Hüseyin Gazi Semtinde, gerekse başka vilayetler de her gün fakir fukaraya nüfuslarına göre ekmek dağıtılır. Öyle ki sırf Hüseyin Gazi’de günlük olarak beş bin ekmek, vakıf kanalıyla dağıtımı yapılır.
   Zamanla civar vilayetlerde faaliyet gösteren şubelerin de teftişi yapılır. Süreyya Efendi’nin arabası olduğu için bütün seyahatlerde Galip Efendi’nin yanında mutlaka bulunur.
  Cami külliyatının civarındaki arsaların sahipleri dergâhın dervişleri olduğu için, zamanla bu arsaların üzerine cami ile beraber aynı anda yapılan veya bir kısmı sonradan oluşan, iki katlı evler yapılır. Galip Efendi’nin evi de külliyenin hemen yanındadır. Süreyya Efendi arsasını vâkıfa verdiği için, Galip Efendi’ye komşu olamamıştır. Galip Efendi’yi tanıdıktan sonra her türlü gayrı meşru işine son vererek ibadet ve taatla belki de ömrünün sonuna kadar hizmetine kendini adayan Uzun Ahmet de hemen alt komşusu olur.
     Aşka uçmaya çalışan onlarca insan ve bu insanların beklentileri ve eğitimi gibi temel ihtiyaçlarının karşılanacağı atmosferin oluşturulması için Galip Efendi, sürekli arkadaşları ile istişare eder. Bir meseleyi önce onlar önüne koyar, nihai kararı kendisi verir. Bu şekilde A takımını onurlandırır da.
   Mübarek günlerin öncesinde hummalı bir çalışma olur. Dergâhın mutfağında onlarca insan kimi aşçı, kimi aşçı yamağı, o günün akşamına yüzlerce kişi için yemek hazırlanır. Yemek listesi standarttır. Etli pirinç pilavı ve mercimek çorbası. Genelde niyetli olan yüzlerce derviş an için sofraların kurulmaya başlandığı saat ikindi vaktinden sonradır. Bir tarafta da sıraya girerek evine yemek almak isteyen mahalle sakinleri… Yemek almaya gelemeyen ihtiyaç sahiplerinin evlerine servisler yapılır. Bütün bu hizmetler verilirken kimse incitilmez.
   Denilir ki; bütün mübarek günlerde külliyenin etrafında mukim olmuş yüzlerce malikâne sahiplerinin hiç birinin evinde, o gün kazan kaynamaz. Dergâhın kazanlarındaki bereket bütün mahalleye yeter de ondan. Böyle ortamlarda bulunmak, bu güzel havayı teneffüs etmek her kula nasip olmaz. O akşam da iftarlar açılır, aynı düzen ve dikkatle ortalık temizlenir. İnsanlar Galip Efendi’nin sohbetine ulaşmak için yarışırlar. Sohbetten sonraki zikir halakası, insanı aşka doğru kanatlandırır.
     Dervişleri çekim alanından uzaklaştırmak ne mümkün. Geç vakitlere kadar Efendi ile dar mekânda sohbete devam ederler. Bazı dervişler, görmüş oldukları manalarını anlatarak yorumunu alırlar. Dervişlerin manalarına göre Kemal atları hakkında malumata varan Galip Efendi’nin bazı rütbelerin tevdi edildiği anda, o anlardan biridir. Emekli bir Albayın görmüş olduğu bir manayı anlattıktan sonra, Galip Efendi’nin “Çok güzel bir mana tebrik ederim. Bu manaya göre seni Çavuş yaptım evladım” deyince emekli Albaydan ani refleksle “Ama Efendim ben zaten Albayım”  Çavuş rütbesi de ne oluyormuş gibi çıkışına “Oğlum o rütbe ayrı bu rütbe ayrı. Bu yolun manevi rütbelerinin ilk basamağıdır çavuş olmak. Bilahare ihlas ve takvada ilerlersin. Naip, Nugâba ve Halifelikle seyri sülük tamamlanmış olur. Buradaki tasarruf tamamen maneviyata ait bir durumdur. Kişinin gayreti neticesinde alınan yoldur.
  Şimdilik Efendi Hazretlerinin Süreyya Efendi Halifesidir. Bu makam ve mevkileri hak ederek orada tutunmak çok önemlidir. Nefsaniyetle baş edilmez ise insan o noktada dahi perişan olur. Tıpkı ateşten bir gömlek gibi, bu yükü taşımak yürek ister. Bazı hallerde tıpkı köşker derisi gibi yerden yere çarpılır insan da halen ben, ben diyerek benliğini bir türlü o iradeye teslim etmekten zafiyet gösterir. İşte bunlardan biri olan Hüseyin Kara’yı sistem devre dışı bırakmıştır.
     Manalarının yorumlarının yanında espriler ile geçen beş on dakikalık sohbetle dünyevileşen ortamda Rıfat Efendi’den bir öneri gelir;
  “Efendim uzun zaman taşradaki dergâhların mensuplarını ziyarete gidemedik. Arkadaşlar size ulaşmakta zorlandıkları için bizleri arıyorlar. Bende onların hissiyatlarına tercüme olmak için sizi bilgilendirmenin yanında şöyle birde program yaparak ziyaretlerine gitsek olmaz mı?” sorusuna Galip Efendi “Neden olmasın oğlum. Organize olun. Önce Çorum’dan başlayarak, Adıyaman üzerinden Urfa’ya, oradan da Maraş, Adana, Konya üzerinde mekâna gelelim inşallah. Rabbim’izin izniyle sağlıklı bir yolculuk yaparak arkadaşlarınızı ve dergâhların durumunu gözden geçirelim. Yalnız her uğradığımız şehirde bir gece yatalım. Arabaları olan arkadaşları tespit edin. Dörder kişilik gruplar oluşturun. Biraz da kalabalık olmaya özen gösterelim Rıfat Efendi” diyerek talimatla gezi programı o an karara bağlanır.
  Sabah namazı Hüseyin Gazi dergâhında kılındıktan sonra Galip Efendi, Antepli Ali Usta’nın kullandığı araba daha görkemli ve lüks olduğu için, ittifakla o arabaya yönlendirilir. Bu yolculukta kimler yok ki, maşallah, bütün A takımı dervişler hep oradadır.
   Savaşa çıkan erat gibi tam tekmil konvoy halinde Çorum’un yolu tutulur. Galip Efendi’nin arabasını şereflendirdiği Antepli Ali Usta lokantacılık yapmaktadır. Yöresel Antep yemekleri ve tatlılarıyla site esnafının uğrak yeri olan işletmesine Galip Efendi’de zamanla uğrar. Onun için Ali Usta ile bu anlamda ünsiyeti olur. Gezi boyunca da samimiyetleri perçinlenir. Kendisi için çok dua ve niyazda bulunur.
  Yol boyunca mümkünse bilindik yerde ihtiyaç ve yemek molası verilir. Ali Usta’nın bir esnaf olarak gözünden kaçmayan Galip Efendi’nin bahşiş olayı olur. Garsonlara verilen bahşiş olayında o kadar cömert davranır ki, neredeyse bazı hallerde toplam yemek parasına yakın bahşiş verdiği gözden kaçmaz. Diyelim ki lokanta sahibi para almaz, ikramım olsun diye. Öyle hallerde o yemek parasına yakın ederini garsonlara dağıtılsın diye bırakır veya bıraktırır. Bu yönüyle de başta Antepli Ali Usta olmak üzere ihvanına örnek olur.
   Çorum’dan hareketle Urfa’ya, Peygamberler şehrine varırlar. Efendi Hazretleri her gittiği şehirde dergâh yetkililerinin belirlediği geniş mekânlarda halka açıklığı da dikkate alınarak önce uzun bir sohbet eder. Ardından zikir halakası ile manevi hava devam ettirilir.
   Urfa’dan da öyle yapılır. Merkezi bir camide yatsı namazına müteakip sohbete başlanır. Sohbetin konusu Maide suresinin 51. Ayetidir. Galip Efendi şimdiye kadar bilinen tefsirinin değişik bir şekilde ele alınarak tevhidin yani vahdetin sağlanması mümkündür. Semavi dinin içine fitne ve fesatlar girdirilerek Şeriatlar arası kavgaların olmaması için, hali hazırdaki din anlayışını eleştirmesi cemaatte rahatsızlık oluşturur.
     Galip Efendi’nin bilindik dini yorumların aksine, yeni yorumlarla yenileyici tavırlar ortaya koyması, Derviş anların dışındaki bazı cemaat mensuplarıyla sert tartışmalar yaşanması, zikir halakasından sonra ikametlerine açılan bir bağ evinde de devam eder.
  Muhalifler “Sen nasıl Yahudi ve Hristiyanları Müslüman edersin. Sen nasıl Edison’u cennete koyarsın. Sen nasıl gâvura gâvur demezsin” gibi itirazlara sebep olan İslam’ı yorumlar üzerinde yapılan tartışmaya, nokta koymak istese de Galip Efendi, muarızları tansiyonu yükselterek bir türlü ortamı terk etmez.
   En iyisi bize müsaade diyerek kendi kervanını sabahlamayı beklemeden yola çıkarır. Urfalıların gözleri dönmüş, farklı yorumlara, farklı manalara tahammülleri zırnık kadar yok. Bu halleriyle İslam’ın merkezinde “Kerameti kendilerinden makul” sanan klasik inanç sahipleri… Galip Efendi’nin ani bir kararla “Kervan yola” dememiş olsa belki de kan akacaktır.
     Her şeyde bir hayır var derle ya, işte Urfa olayı sonrası, Galip Efendi’de mana ilminin takviyesinde kullanılmak üzere yenileyici tavrını, yazı hayatına dökme merakı oluşur. Evet, bu iş felsefe değil ama vahyi herkesin dondurarak yorumsuz veya içti hatsız yaşamaya çalışması, zamanı dikkate almamak demek olduğunu Galip Efendi bilir. O halde doğru bilinen bazı yanlışlar üzerine, dille veya kalemle gidilmesi gerekliliğine, Urfa olayının bir daha yaşanmaması hususunda prensiplerin yazı olarak oluşturulması, kitap, mecmua veya broşürlerin önemine dikkat eder.
   Öyle ya “Habibim deki hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” hitabı üzerinde bundan böyle çok duracağa benzer. Aklı yok kabul etmenin aşırılığının, tasavvufa hor bakma gibi bir getirisi olacağı inancıyla, daha çok kitabi kaynaklardan istifade ile kendini de aşmaya başlayan Galip Efendi “Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik” noktasında ilk hamleye “Ya Allah Bismillah” diyerek bu gezi bitiminde hemen başlamak niyetiyle Maraş’a varılır.
   Ülke tarihinde Maraş’ın müstesna bir yeri vardır. Kendini kurtaran bir şehirdir Maraş. Milli mücadele yıllarında yedi düvele karşı koymak için teşkilatlanan Kuvayı Milliyecilerin organizeli bir desteği olmadan, durumdan vazife çıkararak, topyekûn yerel halkın, düzenli düşman askerlerine karşı koyduğu bir yerdir burası. Kalesinde düşman bayrağının dalgalandığı bir beldede Cuma namazı kılınmaz, diyen büyük cami imam Efendisi Rıfat Hoca’ların en başta kendisinin camiyi terk ettiği yerdir Maraş.
  İşgal komutanının eğlenmek için davulcu Abdal Halil’i huzuruna getirterek “Vur davulcu da eğlenelim” diye zorladığı Abdal Halil’in “Şu davulumun içini altınla doldursanız dahi vallahi bu tokmak bu davula vurmaz beyim, çünkü bu din iman bahsi de ondan” diyerek bütün zorlamalara, tehdite ve hatta fiziki darbelere maruz kalan Abdal Halil’in memleketidir Maraş.
  Ahır dağları eğilip yol verse de Afşin ovasındaki mağara yarenlerini saklayan mağarayı görebilse Galip Efendi. Kuran’ın Kehf suresinde geçen, tam on sekiz ayetle onlardan bahseden yedi uyurların sır olduğu Eshab-ı Kehf’i şerefle taşıyan, yaşayan Maraş. Dahası Milli Mücadele yıllarında kendi kendini kurtaran Maraş’lının manevi önderi, eylem adamı, Osmanlı’nın kürsü hatibi Kadiri Şeyh’i Ali Sezai Hazretlerini bağrında bir madalya gibi taşıyan Maraş. O mücadeleden sonra Kahramanmaraş olan Maraş.
  Çeyrek asır bir zamanda isyan edecek dereceye gelen Galip Efendi’nin İrşatçısı, Efendisi, yetiştiricisi Mustafa Yardımedici Efendi’yi doğup büyüten, yetiştiren, bin bir türlü hatıralarla kendini vatan yapan Maraş, nasıl bir günde ihya edilirsin.
  Galip Efendi mutlaka böyle düşünceler içerisinde hüzünlenmiştir. Velakin ekip sorumluluğu ve planlama gereği Konya’ya avdet şarttır. Olabildiğince gerekli temaslardan sonra Konya’ya varmak için yola koyulurlar.
     Evet, bu Konya ki nice aşk değerlerine mekândık yapmıştır. Ölümsüzlük suyu denen “Abu hayatın nasiplilerinin mevcudiyetini hala bağrında taşıyan bu şehir, bu mekân ne kadar öğünse azdır. Hallaçtan sonra aşkın zirvesinde bulunan bir Mevlana-Şems ikilisi, ‘Fena Fillah’ makamını göğüsleyen aşk adamı olmuşlardır.
   Galip Efendi ve takip eden konvoydaki dervişleri önce Mevlana’nın makamına uğrayarak gereken izin alınarak, manevi halleşmeden sonra kendilerini bekleyen ev sahibi evlatlarının rehberliğinde, Galib-i Vakfı’nın Konya şubesine varırlar. Kısa bir istirahatten sonra Galip Efendi kendisine ayrılan koltuğa geçerek pür dikkat kesilen kalabalığa hitap etmeye başlar;
   “Efendiler, derviş kardeşlerim. Uzun bir yolculuk sonunda nihayet bizi size kavuşturan Mevla’ma hamdüsenalar ederek, üç beş kelam etmek isterim. Aşk adamı koca Sultan Mevlana’nın makamı yanı başında ne söylenebilir. Bildiğiniz gibi Mevlana Hazretleri’nin değişik evreleri olmuştur. Hazreti Şems ile karşılaştıktan sonra ‘Fena Fillah’a ulaşmışlardır. Beşeri aşk kişinin kendini, ilahi aşk ise hem kendini hem de yaratıcıyı tanıma olayıdır. Kendini bilen Allah’ı da bilir. Allah’ın yeryüzündeki tecelliyatı olan insan, ondan işaretler taşır. Âdemin balçıktan olan vücuduna kendi ruhundan üfler. Böylece insan iki boyutlu, maddi olanı balçık ile manevi olanı da ruh boyutla şekillenmiş olur. İnsanın ‘Eşrefi mahlûkat’ olması bu ruh vücudundan dolayıdır. ‘Esfeli safilin’ boyutu ise maddi görüşümüzdür. İnsan hayatı boyunca bu iki unsurla daha doğrusu fizik, metafizik arasında bulunur. Fiziki boyuttan metafizik boyuta, ancak aşk ile geçilebilir. Koca Sultanın makamının yanı başında aşktan bahsetmeden olur mu. Evet, aşkın seyri sülüğü…
   Bu hali yaşamak nefsini, ruhunu ve gönlünü terbiye etmekle mümkündür. Gönlün terbiyesi de sevgiden geçer kii bütün kutsal kitaplar insanın yüreğine hitap eder. Zira yaratıcı “Kulumun kalbi hariç hiçbir yere sığmam” diyerek insanın en yüce yerinin onun kalbi olduğuna işaret etmiştir.
   Mevlana’ya sormuşlar Aşk nedir diye. O yüce insan da benim gibi olursan anlarsın demiş. Öyle ya nasıl anlatacaktı. Akılla bu anlatıla bilinir mi? Akıl aşkın şehrinde çamura batmış merkep gibi aciz kalır. İlaveten, akıl aşk sokağında yolunu kaybeder evladım” diyerek sohbetine devam eden Galip Efendi;
   “İlahi aşkın merhaleleri vardır. Bunlar aşkın kapıları olarak bilinir. Birincisi hepimizin bilip yaşadığı gibi şeriattır. İkincisi tarikat kapısıdır. Bu kapıya ulaşanlar mutlaka nefislerini terbiye derler. Üçüncüsü marifet kapısıdır. İrfan, ilham, ilmi ledün ve sezgi gibi halle eşyanın temelindeki sırra kapı aralamadır. Kendi gayretiyle vasıtasız hallere ermektir. Dördüncüsü ise görüntünün ardındaki örtülü mana, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanılarak sırların keşfi ile ortaya çıkan haldir. Bu mertebeye insanı kâmil olanlar ulaşabilirler ancak.
   Kâinatın yaratılış sebebi olan Nuru Muhammedi hakikatine ulaşmak kâmil insana karşı beslenen sevgi ve bağlılıktır. Kamil insan, bütün insanlığın göz bebeğidir. Kamil insanı sevmek, Nuru Muhammediyi sevmek, Allah’ın rahmet sıfatlarının tecelli ettiği mevkii sevmek, kısacası Allah’ı sevmektir. İşte makamının yanı başında bulunduğumuz insanı kâmil koca Mevlana’nın eriştiği hal bu haldir. Allah ondan razı olsun.” Vesselamünalel mürselin’den sonra Konya Galibi dervişlerinin özel durumlarının konuşulduğu ortama geçilir.
     Galip Efendi daha öncede Efendisi Mustafa Yardımedici, Kirazoğlu, Tevfik ve İzzet Efendilerle beraber Yuvalı Hatip Hoca’nın şoförlüğünü yaptığı bir vasıtayla Konya’yı ziyaret etmişlerdir. Bu gelişlerinde, daha bereketli bir ekibin olması dikkatleri çekmektedir. Gerek Devlet ricali gerekse Zülfi yârenlerine dokundukları kişi veya kurumların nazarlarını çekmemek ne mümkün.
     Konya Galibi’lerinin var olan problemlerinin yanında manalarının yorumlarında henüz kısa bir süre önce dersi verilmiş Atıf adında genç yaşta birine söz vermekle başlar. Atıf Efendinin anlattıklarını dikkatle dinleyen Galip Efendi “Evladım, yeni olmana rağmen çok anlamlı bir manan var. Sendeki bu istidat eğer yanılmıyorsam çok parlak olacaktır inşallah. Devam et evladım, önce samimiyet sonra gayret.
   Kuran okumasını bilir misin, ezberin var mı?” sorusuna “ Hayır Efenim” cevabını alan Galip Efendi “Bilirsin inşallah, ezberinde olur” dedikten sonra gözlerini sabit bir noktaya dikerek geçirdiği kısa bir suskunluktan sonra “Sana çavuşluk görevini veriyoruz. Allah mübarek kılsın ve hayrını gör evladım” diyerek elini uzatır. Uzatılan eli bir çırpıda öpen Atıf, yerine geçerken Galip Efendi diğer Konyalı dervişlerine “Evladım Atıf Efendi oğlumu sizin hizmetinizde bulunsun diye görevlendirdim” uyarısını yapma ihtiyacı duyar.
   O gece Atıf Efendi’nin gözüne uyku girmez. Bir derviş, çavuş olunca bu yeni duruma nasıl alışır. Bu durumun manen getirdiği sorumluluk ve diğer vecibeleri nedir? Ya vazifemi hakkıyla yapamaz da Efendi Hazretlerine mahcup olursam endişesi. İşin güzel tarafı aynı yerde istirahat eden Galip Efendi’ye Atıf Efendi’nin bu durumunun malum olması.
   Galip Efendi “Atıf oğlum” diye seslenir. Yanına gelmesini beklemeden onun odasına kendisi vararak bir takım müşkülatlarına yönelik şüphelerini giderir. Efendi’nin anlattığı çavuşluk vazifesini Atıf Efendi resmen verilmeden önce de yaptığını, çavuşluğun ekstradan bir görev yüklemediğine kanaat getirir. Galip Efendi’nin bir sonraki Konya ziyaretinde ismen hitabet ederek ilgi göstermesi taa o zamandan manevi köprülerin kurulmasına başlangıç olur.
     Urfa olayından sonra Konya’da morallerin düzelmesi, kafiledeki herkesi memnun etmiştir. Hele Rıfat Efendi, sanki yitik bir değerini bulmuş gibi sevinir. Efendi Hazretleri’nin aşk üzerine yaptığı konuşmadan tutun da, zahiri ilme olan ihtiyaca kadar vurgulanmasına, kitabi bilgilerin eksikliğinin nelere mal olacağı işareti, Şeyh Efendi tarafından üstüne basa basa ifade edilmesi, Rıfat Efendi’yi ayrıyeten çok mutlu eder. Öyle ya Allah aklı yaratmış, dili yaratmış, oku diye de emretmiş. O halde bu nimetler neden emri ilahiye hizmet etmekten diskalifiye edilsin. Böyle Tarık olmaz. Olsa da bu ancak vahşi Tarık’tır. İnsanın hayrına değildir. Gibi analizlerini yol boyunca konuşarak mekâna, yani Ankara’ya avdet ederler.
     Ankara’ya Pazar akşamı döndükleri için ertesi gün istirahat edilir. Galip Efendi delikanlı oğlu Abdulkadir ile yokluğunda olan işlerle ilgili istişare eder. Onun verdiği bilgiler doğrultusunda uyulması gereken talimatları da sıralar. Çünkü Abdulkadir artık kendisine güven duyulan ve sorumluluğunu bilen yetişkin bir insandır. İş kabiliyeti ve sorumluluk istidadı babasının güvenini kazanacak kadar gelişmiştir. Tuttuğunu koparacak görünümde ama bir o kadar da ağır başlı ve güven verici bir kişiliği vardır. Bu kişiliğe o sahip olmayacak da kim olacak, kanaati oluşturur tanıyan çevrelerde.
  Bir Şeyh çocuğu, bir Şeyh torunu olmak ne saadettir onun için. Salı günü sabah namazından sonra ‘Hatmi Rufai’ zikri mutat olarak yapıldığı için, ileri gelen bütün Dervişler Hüseyin Gazi’deki külliyede hazır olurlar. Özellikle birinci halakayı oluşturan dervişler, mecburiyet gibi hissederler katılmayı. Çünkü Galip Efendi Salı sabahı yapılan Hatmi Rufai’nin feyzinin çok yüksek olduğunu vurgular. İştirakçilerinde genellikle birbirlerini tanıyan emektar insanlardan oluşması çok güzel bir ibadet havasının rüzgârını estirir. Hatmi Rufai’den sonra her gün bir dervişin masrafını çektiği sütle beraber ikram edilen sıcacık su böreği ile kahvaltı yapılarak güne öyle başlarlar.  Özel veya umumi problemlerin ele alınma fırsatı da o gün daha yoğun olur.
   Efendi Hazretlerinin gözüne Özer Bey çarpınca eliyle “Özer oğlum sen yoktun tabi, bizi az daha Urfa’da bir şeye benzeteceklerdi. Yine ki orayı erken terk etme gayreti gösterdik. Allah şerlerinden bizi korudu değil mi Ali Efendi” diyerek yanına oturması için işaret eder.
   Belli ki Özer Bey ile daha başka şey konuşacak. “Oğlum, elhamdülillah cami külliyemizin inşaatı tamamlanalı çok oldu. Bu konuda çok büyük emeğin geçti. Gerçi en sonunda bizi dediğine getirdin. Öyle olacaktı tabi ki. İşin başında senin uzmanlık alanına dikkat etsek iyi olurdu velakin imtihan böyleymiş. Külliyatın çevre düzeni de bitti ancak şu ön taraftaki su damarını biraz daha derinliğine genişletsek de üstüne çeşme yapsak diyorum ne dersin?”
    Özer Bey’in de dikkatini çeken bu su, caminin giriş kısmında olup hiç de uygun görünmeyen bir durumda etrafa yayılır. Bu su zapturapt altına alınarak bir taraftan mahallenin istifasına sunarken, diğer taraftan caminin ön kısmının yılın on iki ayı eksik olmayan çamurdan kurtarılmış olur. Zaten suyun kalitesinin fevkalade iyi ve tam içimlik olduğunu bilen Özer Bey; “Çok yerinde düşündünüz efendim. Bende aynı sizin gibi düşünüyordum ama bunca emekten sonra zihniyet olarak yorulmuş olacağınızı tahminen açılmaktan çekiniyordum.” diyerek işin acili yetine binaen birkaç gün sonra toprak yarılmaya başlanır.
   Özer Bey, Efendisi ile beraber çalışanların başında durarak talimatlar verir. Mahalle sakinlerinden meraklılarda vardır. Bunlardan Yozgatlı Deli Mustafa adıyla bilinen, bir arkadaşının zoraki getirerek ders aldırdığı biri de var. Deli Mustafa caminin hemen karşısındaki önü bahçeli gecekondunun sahibidir. Adımını bahçenin dışına her attığında, ya Galip Efendi’yi görür, ya da onun etrafında “Hazret” diyerek bulunan dervişlerini.
   Adamın adı deliye çıkmış ya, deliliğini de yapacaktır herhalde. Bazen kendi kendine, bazen de etraftaki dervişlerin duyacağı şekilde “Hazretmiş, Efendiymiş, Şeyhmiş, ne farkı var lan sizden bizden. Bu kadar ilgiyi, bu kadar iltifatı, anasına babasına yapmayanlar buraya gelip bu adama yapıyorlar. Yazıklar olsun sizlere” gibi sözleri fütursuzca sarf ettiği Galip Efendi’ye kadar gelir. Buna rağmen arkadaş zorlamasıyla Dervişte olur ama kalbi yine öyle şeyler söylemeye devam eder.
  İşçiler, suyun kaynağına bir adam boyu kala toprağı yardıktan sonra ulaşırlar. Az bir iş kala Deli Mutafa işçilerin başında bulur kendini. Biraz uzaktaki Galip Efendi “Mustafa Efendi bir iki kazma vurmak sana da nasip olsun. Çünkü bu çeşmeye en yakın ev senin evindir. Dolayısıyla suyundan da en fazla sen istifade edeceksin. Bari biraz emeğin geçsin.” diye uzaktan söylenince, Deli Mustafa “Neden olmasın” diyerek kendini açılmış olan kanalın içine atar.
  Kazmayı başının üzerine kaldırıp “Ya Allah” diyerek indirmek niyetiyle havaya kalkmış olan kazma, daha havadayken sapından kayarak sivri tarafı Deli Mustafa’nın kafasına çakılır.
   Deli Mustafa’nın şar telleri atmıştır. Tepeden aşağı hortumdan su akar gibi kan boşalmaktadır. Kazma kafatasına saplanmış öyle durmaktadır. Bu durumu gören Galip Efendi “Mustafa Efendi oğlum bana doğru gel” sesine doğru birkaç adım atar ki Galip Efendi’de ona doğru vararak ulaşır.
   Bir elini kazmaya bir elini de Deli Mustafa’nın vücuduna koyarak, Yaradan’ına öyle bir müracaat eder ki “Ya Rabbim, bu delinin canını bağışla. Göreceği yaşayacağı daha çok şey var. Bu kaza da ‘Kazma Burhanı’ olarak bilinsin” diyerek kazmayı kafatasından çekip çıkarır.
  Deli Mustafa’nın şart elleri açılmıştır. Hiç bir şey olmamış gibi bir haldedir Mustafa. Bu bir keramettir ve Deli Mustafa bu kaza ile kendi durumunun farkına varmıştır. Bir daha mı, aman Allah korusun. Galip Efendi’nin “Hemen evine git üstünü değiştir, tekrar bekliyorum Mustafa” uyarısı üzerine bütün baştan aşağı al kan içinde olan Deli Mustafa, doğru evine varır. En fazla yarım saat içinde hiçbir şey olmamış gibi geri döner.
   Evet, böylelikle Deli Mustafa sayesinde ‘Kazma Burhanı’ da yapılmış olur. Hâlbuki “Burhan Olayı” bıçakla, benzeri delici ve kesici daha naif metallerle olan bir durumdur. Ahmet El Rufai Hazretlerinin tarıkının belirli özelliğidir. Kıyamete kadar bu yol üzere olan gönül erlerinin bu metodu kullanmalarına ruhsat verilmiş olağanüstü haldir.
  Aklın, Burhan olayın da şapşallaştığı, yolunu kaybettiği ve hiç mi hiç izahat getiremediği durumdur bu. Çok sakat ve oldukça da sığ olan “trans” olma haliyle açıklayanlara Galip Efendi “Eğer trans diye kaçamaklı yola sapıyorsan bir iğneyi vücuduna sapla da kan çıkmasın. Hodri meydan.” diyerek meydan okuması o cenahtan hiç duyulmaz.
   Hatta 12 Eylül ihtilalinde Galip Efendi’nin de, içinde Burhan olayı olan zikir meclisinin basılarak içlerinde ülkenin en önemli kardiyoloji profesörlerinden Naci Bor ile beraber tutuklanmaları olmuştur. Profesör Naci Bor’a askeri zevat sorar;
    “Sen ki Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp hocalarındansın, sen ki bir ilim adamısın. Galip Efendi dediğin tarikatçılarla ne işin olur. Yoksa kafayı mı yedin Hocam” gibi acıma hissi ile yaklaşımları, tanıdıkça hayranlığa dönüşür. Burhanla ilgili meraklı sorularına Naci Hoca, Hocalığının da verdiği bilgelikle metafizik dünyanın gerçekleri olduğuna onları ikna eder mi bilinmez ama kısa bir tutukluluk süresince Galip Efendi ve arkadaşları tırnaklarına dahi zarar gelmeden tahliye edilirler.
    Bilindiği gibi Ahmet El Rufai Hazretlerinden sadır olan bir tarikat geleneğidir burhan. Hazreti Rufai, manevi bir işaretle Basra’dan hareketle hac farizasını yerine getirmek için arkadaşlarıyla kutsal mekâna vardıklarında, Peygamberi Ekber’in mezarını ziyaretlerinde olan bir olağanüstü durumdur burhan. Ahmet Rufai, mezarın başucunda öyle bir aşk ile “Aylarca çok uzaklarda yol kat ederek huzuruna nihayet gelebildik Ya Resulallah. İçimizdeki yangının bir nebze hafiflemesi için sana dokunmak arzusu hat safhadadır. Onun için uzat elini öpeyim” dediği zaman mezar yarılıp, Peygamberimizin elinin uzatıldığı görülür. Uzatılan elin büyük bir manevi sarhoşlukla öpüldüğünü gören arkadaşlarının cezbe kapılıp yanlarında bulunan bıçak ve benzeri metalleri, kendi vücutlarına sokup çıkartarak delik deşik etmelerini nice sonra kendine gelen Ahmet Rufai Hazretleri fark edince “Bu hal kıyamete kadar benim ashabımın ve yolumun takipçilerinin özelliği olarak devam etsin Ya Resulallah” diye yakarmasıyla bu durum tarıkının bir geleneği olur.
    Rufai Tarık’ının bu geleneği yapılmadığı zaman, yapmayanları mana tarafından sıkıştırılan bir duruma dönüşür. Bu konulara kafası basmayanlarca “gösteriş” olarak algılanması veya İslami hayatın aleyhine kullanılma hatası, bazen fitneye sebep olmasın diye terk edilir. Kadri Rufai Şeyhi olan Galip Efendi elbette değişik mekân ve değişik ortamlarda, değişik yaşta insanlar üzerinde şiş Burhanını uygulamıştır ve uygulamaya devam eder.
                                                  ***
      Şu Urfa olayı Galip Efendi için kırmızıçizgiler oluşturmasına neden olur. Sistemli olarak, bundan böyle, bütün toplantı ve sohbetlerinde, öncelikle işlenecek konuları sıralar kafasında. Söz uçar yazı kalır anlayışıyla da bir taraftan yazmaya başlar. Yazmanın önemli bir maharet olduğunu, çok büyük mesuliyetli bir iş olduğunu bilgisayarın başına oturunca anlar. Konuşurken çok rahat duygu ve düşüncenin ifadesi yapıldığı halde, basit bir olayı kâğıta yani yazıya dökmenin, üstelik bilgisayar denilen teknolojinin kullanılarak yapılması zorların zorudur.
  Yaz, boz, konuyu baştan al, olmada şu kelime değişecek, olmadı nokta virgül vs gibi uzmanlık alanı olmayanların istisna hariç iştikal etmeleri yapılacak iş değil. Sohbetlerde üzerine basa basa işlenen konuların zenginliği Galip Efendi’nin tek sermayesi olur. Zamanla “Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik” adı verilen kitabın nihayet basımı gerçekleşir.
   Bir kitabın ham olan çıktısı alınarak işinde uzman olan birine havale edilir. İmla hataları, kelime düşüklükleri, konunun anlamına zarar verecek veya tam açıklamaya yetmeyen cümle kurgularının düzeltilmesi gibi, alana tashih denir. Daha ilk kitabın bu merhalede geçerken görevini yapmaya çalışan tashihçilere “Aman değiştirme, aman oraya noktayı koyma, büyük harf olduysa öyle devam et, cümlenin devrikliğine dokunma, Şeyh Efendinin kaleminden nasıl çıktıysa mutlaka doğrudur, senin düzeltmene hakkın yok. Oradaki eksiklik bile keramettir” gibisinden çokbilmiş, çok saygılı yaklaşım tarzı, ilk kitabın maddi hatalarla dolu basımına neden olur. Bereket Efendi Hazretleri kitabın başında uyarı mahiyetinde “Ben yazar değilim. Bir takım noksanlarım mutlaka olacaktır. Onun için tenkide kalkma da manayı anlamaya çalış” cümlelerini koymuştur.
     Galip Efendi’nin ‘Halfet’ hayatı çok canlı geçmektedir. Bir taraftan yazarak ihvanını eğitiyor, bir taraftan da sohbetleriyle. Dinin ikinci bininin yenileyicisi olarak bilinen imam Rabbani ve Şeyhül-Ekber Muhittin İbn’ül Arabi’den sonra içtihat sız geçtiği, üzerinde çok durmaya başlar.
    Maide suresinin 51.ayetinin bilinen tefsirine katılmadığı, bu ayete kendine ait yaptığı yorumu bir ömür boyu işleyecektir. Bu konuda klasikleşmiş anlayışı muhafaza eden yapıların saldırıları olsa da…
  İşte Urfa olayı “Neden gâvura gâvur demiyoruz” Müslüman Zombi bunlar. Dinlemeye bile tahammülü olmayan İslam’ın bu yönüne hiç uğramamış kör kütük bir savunma, güya inancına hizmet eder biliyor kendini. Bilse ki bu insanlar İslam’da içtihat müessesesi var. Zamanla insanlığın problemlerine cevap veremez hale gelen dinimizin, donmuş veya dondurulmuş kanallarının önünü açarak, dini hayatı “İnnet diynel indallahül islam” asrın insanlarının istifasına sunmak ancak ilim adamları kanalıyla olacağına dair haklı endişelerin sahibidir Galip Efendi.
     Ama adamlar Zombi. Bilindiği gibi Zombi yaşayan ölü demektir. İlker Afrika kabilelerinde görülür. Kabileler arası kullanılan en büyük silahtır Zombi’lerdir. O bölgedeki bir nehirde yaşayan bazı balıkların sırt yüzgeçlerindeki zehir alınarak, rakip aşiretin genç ve güçlü bireylerinin yemeklerine konulup, geçici ölümlerini sağladıktan sonra Zombi’ye dönüştürülür. Yavrularının normal ölümle öldüğünü zanneder aileleri. Defin işleminden sonra, tuzağı kuranlarca mezardan çıkarılarak tekrar hayata geçirme olayıdır Zombi’lik.
  Yemeğe konulan zehrin geçici ölüm oluşturduğu, müdahale ile tekrar hayata dönüştüğü bilinir. Zehrin etkisi hafızayı yok ettiği için, ilk terbiye edicisinin emrinde ömür boyu robotlaşmış bir canlı olarak hizmet eder Zombiler. Hatta öz ana veya babasını bile gözünü kırpmadan öldürürler. O dönemde bu zehir silahını bilen kabilelerin Zombi’lerden oluşan savaşçıları olur.
   Tıpkı Cengiz Aytmatov’un kitaplarında bahsi olunan ‘Mankurt’ veya Hasan Sabbah’ın oluşturduğu ‘cennet fedaileri’ gibi. Düşünme yok, (okumayınca düşünemez insan) tefekkür yok. Hangi merkezden nasıl kurgulanmışlarsa o kurgunun etkisiyle Allah diyerek dökülen bunca kan, bunca gözyaşı ve bunca ahh… Kullanılmaya müsait Zombiler, Mankurtlar, Haşhaşiler olduğu müddetçe bu böyle. Dünya var olduğu müddetçe de devam edeceğe benzer.
     Asrımızın ve Müslümanların bu türde hastalığına Galip Efendi reçeteyi sunmuştur. Ona göre kişi “La ilahe illallah” dediği müddetçe kanı katli bize haram olup o bizim kardeşimizdir inancını, bir ömür, içini de doldurarak cümle âleme duyurur.
  Semavi din tektir. İsevilik, Musevilik ve Muhammed ilik, ayrı ayrı din değil, tek olan İslam’ın kollarıdır der. Her Şeriatın bir Peygamberi vardır. İnsanların tekâmülüne göre Şeriatları verilmiştir. Bu anlamda en kâmil olan Şeriat elbette Muhammed iliktir. Sonraki gelen bir Şeriat öncekini iptal etmez. Dolayısıyla Şeriatlar arası farklılıklar kavga sebebi olmamalıdır. Mutlaka hoşgörü ve anlayışla bu Şeriat mensupları birbirleriyle tanışıp konuşması gerekir.
   Günümüzde görülen Şeriatlar arası diyalog meselesi, hafızamıza yer etmiştir ama bu iş onların kanalıyla zor olur. Bu işe mana ehli el atmadığı müddetçe başarı kaydedilemez. Çünkü onların işinde nefis ve ihtiras vardır. Bir gün ‘Ben neymişim be abi’ anlayışıyla kaş yapayım derken göz çıkarırlar. Onun için Galip Efendi “Bu iş bizim işimiz. Bir gün mutlaka başaracağız” vurgusunu yapar.
  Yine bir Pazar sohbetinde Galip Efendi “Adamlara asırlardır gavur dedik, gavur dediğimiz insanlarda aynı hatayı yaparak bize gavur dediler. Hâlbuki bir Allah’a iman etmiş insanlar, sırf Şeriatları farklı diye birbirlerine  “Allahsız, kitapsız” anlamına gelen gavur der mi hiç.
Bunu, diyelim ki öbür Şeriat mensupları bilmiyor. Ya bizler, elimizde yüce kitabımızın oluşu, onlara galebe çalmamıza sebep değil mi? Her abdest alırken okuduğumuz Amentü’de Peygamberlerine, Kitaplarına iman ettik denmiyor mu? Diyoruz da neden bir Allah’a iman edenlere kendi Şeriatımızda değil diye gâvur diyoruz.
   Maide 51.ayetin “Siz Hristiyanları, Musevileri ve Sabileri kendinize dost edinmeyin. Onlar size dost olmazlar. Ta ki onların dinine dönünceye kadar” bilinen mealin doğruluğuna iman edersen elbette onlara gâvur dersin. Bu mealin yeniden içtihada ihtiyacı vardır. Bir defa “Dost” kelimesi ‘Evliya’ kelimesi anlamında kullanılıyor. Çeviriminde bir büyük hata işleniyor. Öyle olunca anlam bozuluyor. Yüce kitabımızın zaviyesinde değil de kendi zaviyemizde değerlendiriyoruz. O zaman da hataya düşülüyor. Diğer Şeriat mensupları bu işi bizim kadar bilmeyebilir. Çünkü bizim elimizde koskoca Amentü var. Amentü’müzü Maide 51.ayetle neden çatıştıralım. Birbirinin anlamına yok eden Allah kelamı olur mu?
 Ülkemizin çok önemli bir bilim adamı da bu konuda şöyle beyanda bulunur; “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmemeyi emreden ayet genel değil, Müslümanlara düşman olan, İslam ile savaşmakta olan Yahudi ve Hristiyanlar hakkındadır. O ayetin bulunduğu bağlam iyi düşünülürse bu durum gayet iyi anlaşılır. Nitekim söz konusu ayetten sonra gelen 57’nci ayette “Dininizle alay eden kitap ehli ve müşrikleri dost tutmayın” buyurulmaktadır. Demek ki dost tutulmaması emredilen kitap ehli, kötü niyetli insanlardır ve Müslümanlara saldıran İslam ile alay eden düşman kimselerdir. Yoksa en son surelerden olan Mümtehine’de “Allah sizi din hakkında, sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adalet üzere olanları sever. Allah sizi ancak din hakkında, sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.” Ankebut suresinin 46’ncı ayetinde de “Haksızlık edenleri dışında, kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlarla en güzel tarzda diyalog kurulması” buyurulmaktadır. Nitekim Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman kitap ehli olan Yahudilerle savunma ittifakı kurduğu gibi hayatlarının sonlarına doğru çıktığı Tebük seferinde de birçok Hristiyan kabilelerle saldırmazlık ittifakı yapmıştır”.
   Kısaca, kim Allah’a inanıp bunu da ikrar ederse, ister Muhammedi, ister İsevi, isterse de Musevi olsun fark etmez, onlara gavur kelimesini layık göremeyiz. Üstelik Maide 51.ayetin bize göre meali şöyle olmalıdır “Siz Yahudi, Nasranî ve Sabilerin Evliya’larını kendinize Evliya edinmeyin. Onlar ancak kendilerinin Evliyasıdır. Böyle tefsiri olan Maide 51 Amentü ile çatışmadığı gibi bir bütünlük arz eder.
   Sonraki gelen Şeriatı kabul ettikten sonra evvelki Şeriatın Evliyaları senin Şeriatına lütfedilmediği için senin Evliyan değildir. Sen kendi Evliya’na tabi ol.
   Mesela; Hatay tarafında mukim olan Müslümanlarca da çok sevilen, hürmet edilen bir İsevi Şeriatı Evliyası vardır. Hazreti İsa Efendimizin döneminde yaşamış, herkesin öldürmek için Havarileri aradığı zaman da, o onları korumuş aşk ehli Habibi Neccar adında bir kardeşimiz, İsevi Evliyasıdır. Müslümanların hürmette yücelttiği bu insanı günümüzde Evliya edinen bir Muhammedi var mı? Kendi Şeriatının Evliyasıdır o. Allah rahmet eylesin.
   Bilge kişiler yeniliklere gözünü kapatıp, kulağını tıkarsa temsil kabiliyetleri zayıflar. Alıcıları olmaz. Çünkü tahammülü güç bir takım hadiseler hayatı çekilmez hale getirir. İnsan dünü düşündüğü gibi yaşadığı hayatı idare eder. Allah’ın tertibi tanzimi böyledir. İnsanın görünümü de, hücreleri de daima değişir, yenilenir. Bir kararda kalan daima Hazreti Allah’tır” diyerek sohbetini tamamlayan Galip Efendi tamamlayıcı mahiyette olacak olan bir konuyu da ‘Anlatmama müsaade edin, yeri ve zamanı gelmişken’ diyerek;
   “Ehli kitap arasındaki düşmanlıkların ortadan kalkması için bizim gibi düşünen mana ehlinin yalnız mı kaldığını düşünüyorsunuz? İsevilikte de tek tük böyle işaretler almaktayız, iyi dinle. İkinci Dünya Savaşın da İspanya’nın Gırnata şehrinde bulunan Kur tuba Camisinin avlusunda oynayan, biri on diğerleri yedi sekiz yaşlarında üç çocuğun, oyun alanın da bembeyaz elbisesi olan bir kadın belirir. Bu kadın çocukların sırtını sıvazlayarak, ebeveynlerine ulaştırmak üzere şunu söyler;
  “Yavrularım korkmayın benden. Benim adım Fatuma’dır. Size Meryem Ana’dan selam getirdim. Meryem Ana; Allah’a inanan bütün insanlar yani ehli kitap, birbirleriyle kavgayı bırakıp inanmayanlara karşı mücadele etsinler” sözünü aktardıktan sonra kaybolur.
  Çocuklar etkisinde kaldığı bu olağanüstü olayı birbirlerini şahit göstererek büyüklerine anlatırlar. Büyükleri bu durumu büyüterek kiliseye kadar götürürler. Papazlar Hazreti Fatma işin içinde olamasa olayı kabul edecekler ama bu şekliyle mümkün olmayan bir kabul olacaktır onlar için. Çocukların bedenine cin girmiş olabilir diye bir takım cin çıkarma tütsüleri yapılsa da nafile.
   Velhasıl olay zamanla kapanır. Ama bir şey olur. Üç çocuktan en büyüğü Lucia adında bir kız çocuğudur. Onun idrakinde bu olay hiç kapanmaz. Gerekli ilim ve irfandan sonra Lucia bu olayı hemen her yerde anlatmaya başlar, sohbetler düzenler, paneller yapar. Ehli kitabın kardeşliğini yüksek sesle vurgular. Bu işarette anlam çıkaramayan kendi Şeriatının Zombi’lerini hep itham eder. Çünkü artık konuşacak ve dikkat çekecek yaştadır. Etrafında inananları oluşur.
   Böylece halen günümüzde “Melekler hareketi” olarak bilinen ve yaşatılan bir tarıkın bu günkü Avrupa’da kurulmasına vesile olur. Allah Lucia’dan ve ona inanıp Ehli Kitabın kardeşlik fikrine hizmet edenlerden razı olsun. Görüyorsunuz ya aklın yolu birdir. Sizler bu fakire iman ediniz evladım. İnşallah hep birlikte kurtuluşa ereriz. Vesselamünalel mürselin” diyerek Dervişlerine yol verir.
                                     ***
     Mobilyacılık mesleğini uzun süre sürdüren Galip Efendi sırf çeşitlilik olsun diye daha rahat bir alan olan kaplamacılığa geçer. Atölyesi ona göre dizayn edilir. İşçilerinin başında görkemli yapısıyla Abdulkadir vardır. Abdulkadir bir taraftan bu işle iştigal ederken diğer taraftan Yüksekokula devam ederek eğitimini sürdürür. Abdulkadir’in belli bir yaşa belli bir kemale gelmiş olduğu herkes tarafından bilinir. Galip Efendi arif bir aile reisi olduğu için, kızlarından olduğu gibi yol yordam dâhilinde Abdulkadir’in baş göz edilme durumunu düşünür.
   Müsait bir dille bu konuda ne düşündüğünü anlamak için Fatma Hanım’a konuyu açar. Daha önce “Hele bir okulu bitsin Galip Efendi” diye kestirip atan Fatma Hanım, bu defa bayağı iştahlı görünür. Dedik ya Galip Efendi arif insandır. Leb demeden leblebi diyeceğini bilir hanımının. Ona;
   “Fatma Hanım bakıyorum da pek sevinçlisin. Bu sevincinden şunu mu anlamalıyım. Münasip birini buldun bize onaylatacaksın, öyle mi” deyince Fatma Hanım “Galip Efendi aynen öyle vallahi. Yuvayı dişi kuş kurar derler ya ilaveten her yuvayı da dişi kuş kurdurtur. Erkek çoğu zaman tasdik makamında olur.” Galip Efendi’nin “Saadete gel hanım” uyarısıyla Fatma Hanım;
    “Şu bizim Kütahya’da ki Nugaba Ulvi kardeşimiz var ya, birkaç aydır ailecek zikir için ta Kütahya’dan gelirler. Seni görebilmek, sohbetinden istifade edebilmek için. Hanımının yanında kızını görürüm de pek hoşuma gider. Hatta ikinci gelişlerinde böyle bir niyetten dolayı kendilerine biraz daha yakınlık göstererek daha iyi tanıma fırsatı buldum. Evli mi, sözlü mü diye sordum.”  “Hayır, Hacı ana ne evli, ne sözlü. Üniversite de okuyor kızım” deyince daha bir içim kaynadı. “Galip Efendi, canımın içi, neşem bunun içindir. Herhalde sana da malum olmuş olacak ki gönlümün gündeminde olan bu hayırlı işin biran önce vuzuha kavuşmasını arzularım. Demek ki zamanı gelmiştir”
     Bir sonraki hafta beklenir. Olacak ya Kütahya Nugabası Ulvi Efendi yine Hüseyin Gazi’dedir. Sohbetten ve halakadan sonra “Efendi seni bekliyor” diye haber edilir. Hoş beşten sonra Galip Efendi;
   “Oğlum bak, seninle özel bir şey görüşeceğim. Peşinen söylemem gerekir ki diyeceğim konu hayırlı bir iş içindir. Senin bir kızın varmış evlilik çağında. Hacı annen çocuğumuzu görmüş pek beğenmiş. Ehh bizim de ellerinizden öper, belki görmüşsündür evlilik çağı gelmiş oğlumuz var. Hayırlısıyla baş göz etme gibi bir niyet üzerineyiz.
   Sende ailenle görüş, eğer sizce de uygun bulursanız, Kütahya’ya dönüşünüzde bana haber ediniz. Yalnız bir şeye dikkatini çekmek isterim. Malumun bu iş gönül işidir. Sakın haa kararını benim dahi etkimde kalarak vermeyesin. Çocukların birbirlerine olan denkliğini Hacı annen görmese zaten bu işe taraf olmazdım. Haberinizi bekliyorum. Eğer tamam derseniz biliniz ki haberin geldiği günün ertesi akşamı “Allah’ın emrini anmak üzere Kütahya’dayız. Bilmiş ol evladım” der ve bütün açıklığıyla noktayı koyar.
  Ulvi Efendinin “Senin bir kızın, benim de bir oğlum bu iş hayırlı olacak inşallah” sözünden sonra Efendi’nin takip eden konuşmasından ancak “Haber bekliyorum” cümlesi hafızasında yer alır. Heyecandan eli kolu bedeni titrer. Şeyh Galip Kuşçuoğlu’na kaderde dünür olmak da varmış. Bu ne bahtiyarlıktır Allah’ım diye yüksek sesle konuşmaktan kendini zor tutar. Elini öperek, yarın mutlaka ailece sizi ağırlama Şerefine nail oluruz Efendim diyerek ayrılır.
   Galip Efendi istirahate çekildiklerinde Fatma Hanım yanında bulur kendini. Çünkü oda gelin olacak kızı ve anasını görmüş ve hatta iltifat dahi ederek, dolaylı imalarda bulunmuş. Galip Efendi’nin de temasını merak eder. Niye yanında bittiğini anlayan Galip Efendi, Fatma Hanım’ın meramını anladığı için “Hanım o iş tamam. Açıkça söyledim. Yarın haber bekliyorum. Büyük bir ihtimaldir ki haberden bir gün sonra Allah izin verirse emrini anmak için Kütahya’dayız. Sen ne gerekiyorsa yarından tezi yok hazırlığını yap. Abdulkadir’i de bilgilendir” talimatı Fatma Hanım’ı tarifi mümkün olmayan bir havaya sokar.
    Fatma Hanım o hafta, buna benzer başka hazlarda yaşamıştır. Tanıdık Hanımların bir kısmıyla beraber günü birlik Cuma halakası için Polatlı ilçesine giderler. Şeyh Efendi’nin hanımı geliyor arkadaşlar diye Polatlı ihvanları tarafından karşılanırlar. Fatma Hanım yedi tarikattan icazetli Şeyh Mustafa Anaç’ın tek kızıdır. Manaya göre yaşantı nasip etmiştir Rabbi ona.
   Kendilerini karşılayanlar arasında “Hangisi Fatma, hangisi. Şu güzel ve boylu poslu olan mı.” Bir diğeri “Evet evet o güzel ve babayiğit olan” diyerek birbirleriyle yarışan Polatlı şehitlerinin seslerini aleni işitir. Gözyaşlarının niçin pınar olduğunu etrafındaki hanımlar ne bilsin ki, kafilenin şehitler tarafından karşılandığını. Arada perde kalktığı vakit sırlar ifşa olur. Bu hale Fatma Hanım layıktır herhalde.
     Akşam Evdeşi Galip Efendi’ye durumu anlatır. Galip Efendi eşini dinledikten sonra “ Hacım tabi ki öylesin, az bile söylemişler. Sen benim gözümde zaten hep öyle oldun, öyle de kalacaksın. Allah senden razı olsun, beni hiçbir zaman mahcup etmedin. Şimdiye kadar en ufak bir sorun yaşamadım. Rabbime şükürler olsun” diyen sözlerle Şehitlerin iltifatlarına ilaveten iltifat etmeyi sürdürür.
     Galip Efendi’nin üzerine güneşin doğduğu görülmemiştir. O gün de güne güneşten erken doğar. Doğru iş yerine zuhur eder. İster ki kafasından tasarladığı özel bir mobilya üzerinde çalışsın. Sanatıyla ilgili çalışmak özel zevkidir. Bir tarafta kaplama işi ededursun, onun elinde çıkması gereken özel bir çalışma var. Bir haftalık zamanda rahat bitirmesi gerekirken iki üç aydır bir dirhem yol alamıyor oluşu onu üzer.
   Ne zaman şevkle iş aletlerinin başına geçse mutlaka bir arıza çıkıyor karşısına. Ya telefona çağrılıyor ya misafiri geliyor ya da aile müşkülatı, ama mutlaka bir engel oluyor. O gün de aynı korku ile aletlere yaklaşınca içinden “Yine bir mazeret çıkacağından eminim. O halde bugünde ben arzumu yenip çalışmıyorum desem beni nasıl çalıştıracak acaba, doğrusu merak ediyorum” gibi duyguların dışa sözlü olarak yansıması “ iktidarımla bugün de ben çalışmıyorum, nasıl çalıştıracaksan göreyim” cümlesi dilinde döküldükten üç beş dakika sonra aynı sokakta mukim, daha önceleri tanışıklığı olan Niğdeli Mustafa’nın tekme ile kapıya vurarak içeri girdiğini görür.
  “Ne oturuyorsun Galip Efendi ayağa kalk ve peşime düş” emri öyle gür ve kararlı bir şeklide dile getirilir ki Galip Efendi’nin “Alet adevat lazımsa çantamı alayım” sözüne bile “Gerekmez sen gel yeter, gideceğimiz yerde bulurum” ifadesine “Eğer iş için beni götürüyorsan, yerime bak şu işçilerden istediğin kadarını yanına katayım” gibi korkudan ne söyleyeceğini bilemeyen Galip Efendi, “Hayır sen geleceksin” kararlılığını gösteren Niğdeli’nin ardın sıra peşine takılır.
   Ulus denizciler semtinde eski bir Devlet dairesinin alt katına sokularak, bütün duvarları ahşapla kaplı olan odaları işaret edilerek “Sök şunları” telaffuzuna, Galip Efendi uymak mecburiyetinde kalarak işe başlar. Niğdelinin kendisi de odanın ortasına sandalyesini atarak, iş bitimi olan gece saat yirmi ikilere kadar başında bulunur.
   Ter tabanında çıkar Galip Efendi’nin. Yaradan’ı ona “Çalışamamaktan isyan ediyordun, buyur sana iş” dermişçesine o gün Niğdeliyi başına bela olarak göndermiştir. Galip Efendi bu işin farkında ama Niğdeli ne bilsin, düzgün ve zavallı bir adam o. Daha sonra Niğdeliyi sokakta gören Galip Efendi sorar;
   “O gün seninle gelmeseydim niyetin neydi” diye. Niğdeli’den sadır olan mahcubiyet son derece büyük olduğu için Galip Efendi’nin gözüne bile bakamaz. “Bende bilmiyorum, sana, senin gibi bir adama nasıl o muameleyi yaptım. Halen hicran duyguları içindeyim. Ancak peşim sıra gelmeseydin kesinlikle seni öldürebilecek bir his vardı içimde. Allah’a şükürler olsun ki sen direnmedin. O yönüyle kendimi çok şanslı hissediyorum.”  diyerek cevaplar.  Galip Efendi mananın nazik bir cilvesinin bu şekilde tecelli yatını bildiği için Rabbiyle nasıl bir telafi yoluna gitmiştir, onu da kendi bilir.
   O söküm işinin akşamı,  nerede kaldın babacığım diyerek etrafını saran çocuklarına bu durumu anlatamaz, ama yorgun olduğu her halinden anlaşılan Efendiye Fatma Hanım “Kütahya’dan haber geldi, müsait zaman da bekleniyoruz” müjdesini damdan düşer gibi verir. İster ki yorgun görünen Efendi Hazretleri bu haberle sevinsin veya neşesi yerine gelsin. Nispeten Galip Efendi’deki memnuniyet, davranışlarına yansır ve organize için arkadaşlarına haber yollar.
   Bir gün sonra Kütahya yolculuğu hazırlığına başlanır. Evlatları hazır, arabaların müncer atı hazırlanmış, Galip Efendi ve Fatma Hanım’ın arka tarafına oturduğu arabanın şoförü ve sahibi Süreyya Efendidir. Rıfat, Tevfik, İshak ve İzzet Efendilerde diğer bir arabada, Abdulkadir de evin öbür sakinleriyle bir başka arabayla konvoy halinde “Ver elini Kütahya” diyerek devam ederler.
   Ve Kütahya’ya intikal ederek gereken formaliteler yerine getirilir.  Aynı ekip biraz daha kalabalık olarak kısa bir süre sonra aynı yolu bu sefer de gelin almak için alırlar. Galip Efendi’nin emridir. Gelin alındıktan sonra hiçbir şekilde zorunlu ihtiyaç dışında durmak yok. Doğru Hüseyin Gazi’ye denir ve öyle de olur.
  Zikir halakasından sonra yeni evliler için uzun bir dua yapılır. Böylelikle Abdulkadir dünya evine girmiş olur. Evin bekâr veliahttı böylece evliliğe adım atmış olur. Hacı Fatma Hanım’ın kızı Mürüvvet’ten başka dünyevilik ne kaygısı kalır ki.
   Yalnız enteresan olan bir mana yaşanmıştır. Zahiride bunun bilinmesi elbette mümkün görünmez. Fatma Hanımın gelininin yazgısı bir başkası olduğu halde, bu yazgının değiştirilme olayının şahidi yine Galip Baba’dır. Kendisine manasında gösterilmiş olan bu durum, bu tecelli yat Rabbani bir cilvedir muhakkak.
                                ***
     Günlerden Cuma. Hüseyin Gazi Külliyesi sabahtan itibaren hareketli. Konya’dan, Adana’dan, İnegöl’den, Çorum’dan, Maraş’tan dergâhın Şeyh’ine gönül vermiş, otobüsler dolusu insanlarla dolar. Tanış olanlar kendi aralarında, diğerleri ise tanışıp kaynaşmak için bulduğu ortamlarda sohbet edip, şakalaşırlar. Görevli kişiler görevli olduklarına dair giydiği elbiselerle hizmet vermektedirler. Aynı zamanda ilk halkada bulunarak zikir ayininin daha güzel ve disiplinli geçmesi gibi asli hizmetleri olacaktır. Antalya’da Tarık Bey ve arkadaşları çok rahat Nugaba’larla sohbette, en çok da Rıfat Efendi ile yakınlaşması gözden kaçmamaktadır.
   Ezanın okunmasına müteakip namaza geçilir. Cuma ve diğer namazlar Külliyede çok pratik kılınmaktadır. Efendi Hazretleri namazda sonra sohbete başlayacaktır. Bir işaretle dergâhta özel elbiseleri olan Dervişleri ile ilk halaka hemen oluşuverir. Sonraki halakayı oluşturanlar biraz sağa sola yaylanırken halakada ki düzen tamamlanır.  Efendi Hazretleri, o gür ve insanı tabanına kadar etkileyen “Falemennehu” diyerek işe başlangıç yapan sesi duyulunca ortamın tam hazır hale geldiğine şahit olunur.
   Belirli bir disiplin içinde görünen dervişlerine yönelik sohbetine başlar. Sohbetin konusu Cuma namazı üzerinedir;
    “Kardeşlerim, daha önce de üzerinde çok durarak iyice anlaşılması yönünde çok konuştuk. Belki duymayan anlamayan veya duyduğu halde alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemeyen kardeşlerime derim ki, Cuma namazı on altı rekât değildir. Cumanın rekâtları arasında ‘Zuhru ahir ve vaktin son rekâtlarında kılınan iki rekâtlı sünnet namazı yoktur’. Bunlar uydurmadır. Şeyhiniz olarak üzerine basa basa söylüyorum bunları. Mesuliyeti tamamen bana aittir bilesiniz. Ne Allah’ın Resulü, ne de arkadaşları, ne hayattayken ne de hayattan sonra ki Asrısaadet dönemlerinde böyle “zuhru ahir” diye bir namaz kılınmamıştır. Sonradan uydurulan bidatlerdir bunlar. Resulallah Efendimiz dört rekât ön sünneti, farzdan sonrada çoğu zaman dört rekât daha namaz kılardı. Ashabı da öyle.
  Hal böyleyken neden yüce dinimizin emirlerini orijinali neyse öyle yerine getirmiyoruz. Bu fazladan kılınan namaz neyin nesi. Söyleyeyim de sizde bunu bilesiniz;
   Tarihte dinsiz bir kavim olarak bilinen Moğollar, bütün dünyayı fethetmek için ardında binlerce, on binlerce ceset bırakıp, yakıp yıkarak geldikleri Anadolu’muzda, İslam’a en büyük zarar vermişlerdir. Bu afetin karşısında durmak şöyle dursun, yanında ittifak ederek bile durmanın mümkün atı olmayan vahim durumda, ehlisünnet âlimleri, günlerce toplanarak bu durumu konuşurlar. Böyle bir olağanüstü bir durumda İslam milletinin nasıl bir dini hayatı yaşamalılar diye günlerce istişare ederler.
   Hukukçular, mevcut duruma göre “Darül islam mı, Darül harp mi?” üzerinde ittifak edemezler. Sizin anlayacağınız “Darül İslam” üzerinde anlaşmış olsalar Cumanın sıhhatine helal gelmeyeceği hükmü uygulanacaktır. “Darül harp” kararı çıkarsa Cuma namazı Müslümanların üzerinden düşeceği için vakit namazı ile telafi edilecek hükmü hâkim olacaktır. Görülür ki böyle bir karar üzerinde ittifak edemezler. Ancak her iki hükmün beraber uygulanması üzerinde karar çıkar. Yani “Darül Harp” değilmiş gibi Cuma namazı normal kılınacak, hemen ardına da “Darül harp” miş gibi öğlen namazının farzı eda edilecek…
   Aynı vakit içinde iki farzın kılınamayacağı hükmü de vaktin farzına “Zuhru ahir” gibi niyet edelim denmiştir. Şayet Darül İslam’sa Devlet, bu şekilde Cuma zaten kılınmış olacak, eğer Darül islam değilse Zuhru ahir ile vaktin son öğlen namazının iki rekâtı kılındığı için, manevi olarak her iki uygulamaya göre borçlanmadan namazlar kılınmış olacaktır.
    Nitekim öyle olur. Âlimler bu on altı rekât namazı geçici olarak, tedbirden alırlar. Tabi düşman tehdidi uzun bir zaman devam ettiği için bu halin Müslümanlarda alışkanlık yapmış olması,  günümüze kadar gelen bu bidatin kaldırılmak istenirse de mümkün atı olmaz.
   Bizim dergâhımızda böyle bir namaza yer yok. Bizim evlatlarımızda böyle lüzumsuz bir namazı cumanın rüknüymüş gibi kılamaz. Diyanet İşleri Başkanlığını uyardık. Halen de uyarmaya devam ediyoruz. Başta Başkan Efendi olmak üzere çalışanların çoğu bizi onaylıyor.
  Velev ki cemaat arasında olumsuz tepkiler olur diye çekiniyorlar. Bir gün inşallah bütün Anadolu Müslümanları bizim çizgimize gelir. Zaten elliye yakın İslam ülkesi içerisinde yalnız bizden “Zuhru ahir” namazı vardır. Ehh onlarında başında “ Moğol” denilen afet olsaydı nasıl tedbir alırlardı bilinmez.”
   Sohbeti Cuma namazı üzerine olur Efendi Hazretlerinin. Tekrar verilen bir işaretle hazır bulunmuş halaka ayağa kalkarak en az yarım saat zikir çekilir. Duası toplanır. Süreyya, Rıfat, Tarık, Bülent vb. sağ ve sol tarafındalar. İhvan sıraya girerek teker teker Efendilerinin elini öperler, manalarını anlatırlar.
  Külliyenin alt katında hanım ihvanı olduğu için görevliler erkekleri dışarı çıkartarak hanımları yukarı alırlar. Onlarda Şeyh’lerinin hal ve hatırlarını sorup manalarını anlattıktan sonra, başta Galip Efendi olmak üzere herkes işine gücüne dağılır.
   Galip Efendinin ‘Zuhru ahir’ namazına yönelik görüşü, akranı olan bazı Mutasavvıflarda değişik tepki toplar. Bunlardan biri olan Hasan Burkay Hz.leri “Zuhru Ahiri’yi yok kabul eden Şeyh Efendi’yi bende yok kabul ederim” gibi bir sözünü Galip Efendiye anlatırlar. Bu sözü işiten Efendi “o halde bende onun Şeyhliğini alıyorum” diyerek mukabelede bulunur.
  Efendinin bu sözünü yine çağdaşı olan “Hızır Baba” adıyla bilinen bir gönül erine anlatırlar. Hızır baba “Arkadaşlar, Galip Efendi zamanın hâkimidir. Onun böyle bir tasarrufu olduğunu bizler biliyoruz. Dediği doğrudur. Yapar mı yapar. Hasan Burkay Efendi de bunu bilir. Lakin niçin böyle bir söz sarf etmiştir bilemem. Sanıyorum aralarında zuhur eden bir cilve olsa yeridir” diyerek meraklıların merakını gidermiş olur. Arada aylar geçer, Galip Efendi Antalya’dadır. Derler ki Efendim misafiriniz geldi. Gelen Hasan Burkay Efendidir. Özür yazır üzerine olan kelamla taşıdığı sıfat tekrar iade edilir.
                         ***
     Abdulkadir artık ağaç kaplama işini bırakıp gıda işi ile ilgilenmektedir. İş yeri yine sitelerde olup bir kısmında bu işi yaparken bir kısmını da ofis olarak kullanır. Galip Efendi Cuma namazından sonra mutlaka diğer günlerde de ara sıra oğlunun ofisine giderek sohbeti orada sürdürür.
  Yakın dostları onu nerede bulacaklarını bildikleri için onlarda ardın sıra orada olarak Efendi’yi yalnız bırakmazlar. Sohbetler her zaman hep ciddi konulardan olmaz. Nasrettin Hoca karakterine uygun espri anlayışı Dervişlerin arzuları olur çoğu zaman. Birçok yakını edeptendir sınırı aşamaz ama içlerinde dişçi mesleğini icra eden biri var ki bu sınırları çoktan aşmış olarak ortalığı kahkaha alanına çevirmekten mahirdir. Bu durum şu misalle çok daha iyi açıklanır;
   Adam okul müdürü. Müstahdemlerini ezmez, hep korur kollar. Okul dışında da arkadaş gibi davranır. Bir gün Müdürün odasındaki telefon çalar. Arayan üst amir veya velidir. Müdür odasında olmadığı için müstahdem telefona bakar. Karşıdaki kişi kendini tanıtarak “Müdür beyle mi görüşüyorum” der. Müstahdem “Hayır ben müdür değilim ama aynı zamanda müdür sayılırım. Müdür demek ben demek, ne diyeceksen bana de” diye cevap vermesi gibi sınırı aşması olayı.
  Mukallitliğinde bir sınırı olmalıdır. Bazen okum derken b..kum der insan ve gözden ebediyen düşer. Hani der ya şair “Bir tel kopar ahenk ebediyen biter.” İşte öyle bir şey…
    Bu sohbet esnasında Galip Efendi kafasını biraz kaldırınca Konya’dan Atıf Efendi ile Antalya’dan Tarık Efendi’nin hemen yanı başında  Ali Efendi’nin  oturduklarını görür. Ali Efendi nasıl olsa hep yanındadır. “Atıf Efendi nasılsın oğlum. Halen Konya’dasın değil mi?” sorusunu yönetir. Atıf Efendi; “Efendim, müsaadenizi almaya geldim. Gayrı bundan böyle Konya’da işim kalmadı. Malum biz sahil çocuğuyuz. Denizin iyodunu özledim. Onun için İstanbul’a geçip kendi işimi kurmak isterim. Bugün özellikle izninizi almak için geldim” diyerek boynunu eğer. Efendi Hazretleri “Neo Konya’yı fethettin herhalde” gibi şakalı sözünün ardında “Tabi ki öyle olacak evladım, isabet etmişsin. Bizde dua edeceğiz. Bizden İstanbul’un sahiplerine selam söyle” gibi temennilerini sunduktan sonra Antalya ekibindeki Tarık’a dönerek belli bir müddet onunla karşılıklı konuşur. Sohbet esnasında Tarık Efendide ki derinliğe diğer Dervişlerde şahit olur.
      Tarık Efendi aslen Ispartalıdır. Gençliği çok kavga etmekle geçer. Gayrı İslami hayata da yabancı değildir. Buna rağmen askerdeyken ara sıra esrar partilerine bile iştirak ettiği olmuş. İnancı sağlamdır. Bir kavga sonunda kendi nefisini sığaya çeker. “Ben kimim? Niçin varım? Eğer ben varsam beni bulmalıyım?” diye kendini aramaya başlar o olaydan sonra. İnsanın yaratılışı üzerine eline ne geçerse okur. Daha çok da tasavvuf ağırlıklı kitaplardan kendine yaklaşır.
   Okuduğu eserler onu iç âleminde fırtınaya tutulmaya sevk eder. Garip garip mana görmeye başlar da anlamını sonradan bulacağı bir akıntı onu bir yerlere sanki sürükler. Antalya TRT’de memur olarak görev yaptığı için, iş yerindeki arkadaşıyla gördüğü rüyalar hakkında sohbet ederler bol bol.
    Bir akşam evinde yarı uyanık yarı uykulu bir halde iken kendisini “Mevlana” olarak tanıtan biri parmağına nurdan bir yüzük takarak “Hayırlı olsun evladım” der. O günden sonra Tarık Efendi’yi artık normal yapmış olduğu ibadetler kesmez. Aşk ehli olur bir nevi.
   Bir gece anasından öğrendiği duaya benzer “Ya selam, ya selam, ya selam” diyerek dua ederken, “Aleykümselam, aleykümselam, aleykümselam” gülerek selamını alan canlı bir adam görür. Korktuğu için hemen yorganın altına sokar başını. Arada bir bakar aynı adamı “Aleykümselam, aleykümselam, aleykümselam” demeye devam eder görür.
    Büyük bir korku içerisinde sabahı zor eden Tarık Efendi, bu hali iş yerindeki masa başı arkadaşıyla mütalaa ederler. Arkadaşı Kadri-Rufai Dervişi olduğu için halden anlar. Onun ‘mutlaka bir Mürşide intisap etmen lazım’ ısrarı üzerine, o arkadaşının kanalıyla Kadri Rufai tarikatının Dervişi olur. Arkadaşı Kadri Rufai Mürşidi Galip Efendiden uzun uzadıya bahsettikten sonra, önceleri “Gel sende derviş ol” gibi defalarca ısrarına “Yok daha erken, ben böyle iyiyim” gibi teklifini geçiştirmesi çok olmuştur.
   Bir ay gibi bir zaman geçer, bir hafta sonu aniden Ankara’ya varmak için yola koyulurlar. Anasının iznini almak isteyen Tarık Efendi “Oğlum ne hediye götüreceksin” uyarısına “Giderken bir şey alırız” cevabına anası “Oğlum öyle değil, mana olarak Efendine ne götüreceksin, onu söylerim” der.
   Ankara Hüseyin Gazi yolculuğu tamamlanır. Tarık Efendi heyecanlı, çünkü Galip Efendi’nin nasıl biri olduğunu merak ediyor. Ve Galip Efendi’nin elini öpmek için henüz atak yapamadan “Ve aleykümselam ve aleykümselam ve aleykümselam” oğlum diyerek tebessüm etmez mi.
   İki ay evvel Tarık Efendi’nin selamını gülerek alan adamın sesi de gülüşü de görünümü de aynı. “Bu O’dur”  diyen Tarık Efendi elbette çarpılacaktır. Bundan böyle bulduğu kıymeti koruyup kollayıp ve geliştirmesi ona bağlıdır artık. Kişinin içinde olan cevherin dışa yansıtılmasının zeminini hazırlayan mürşididir. Bu yolculukta Dervişin rehberidir Mürşidi. Bundan gayrı ne ararsan kendinden aramalısın Tarık” diyerek en büyük zevklerinden birini tatmış olur.
      Efendi Hazretleri’nin manadan aldıkları yol kadar zahiri ilimlerden de derinlik kazanan Rıfat Efendi’ye ilaveten Tarık ve Özer Efendiler gibi ismi pek öne çıkmayan nice canların, kendilerinin oluşturdukları divanda, bilgi alışverişleri de devam etmektedir.
   Haftanın belirli günü ve belirli saatler de yalnız Ankara’da, en az elliye yakın semtlerde zikir halakası kurularak sohbetler edilmektedir. Dergâha girmesi yasaklanan iki hassasiyetten biri siyaset, öbürü de ticarettir. Çünkü siyaset ve ticaretin olduğu yerde fitne mikrobu eksik olmaz. Şeytan sürekli mesai yapar. Bu konuda Şeyh Hazretlerinin emri kesin ve katidir. Müsamaha gösterilemez. Emre uymayanlar uzaklaştırılır. Bektaşilerde olduğu gibi “Düşük” ilan edilir. Bir de Devlete düşmanlık yapanlar tespit edildiği vakit diskalifiye edilir.
   Bunun dışında zamanla Devlete de çağrı yapılarak “Bizim görünen veya görünmeyen niyetimiz Allah’ı zikretmektir. Hiçbir art niyetimiz yoktur. Onun için bizi rahat bırakın. İçimizde görevlilerinizin olduğunu biliyoruz, olmalı da. Biz bu kadar açığız. Bütün buna rağmen bizimle ilgili olumlu olmayan tedbir alırsanız, yer altına çekilip yine Allah’ı zikrederiz. Bunu böyle bilesiniz” gibi çok açık ve net duruş gösterilir. Çünkü bu görevlilerden biri Galip Efendi dergâhının “Hizbul Tahrir” cemaatiyle ilintileme gibi bir şüphenin olabileceği yönünde takibe alındığı bilgisini ifşaa etmesi, Efendi’nin net mesaj vermesini sağlar.
    Devletin uhdesi dâhilinde olan her türlü kurum ve kuruluşları kontrol etmesi bu niyetle onların içine görevli yerleştirerek olabilecek kontrolün sağlanması, tehlikeli pozisyonlarda müdahale ederek Dini veya Kamu hakkını korumak için tedbiri elden bırakmaması Devlet olmanın gereğidir.
  Galip Efendi bu şuurda olan bir Şeyh’dir. Gerektiği zaman Devletin dini hayata müdahalesini onaylar. Ancak art niyetli, dini hayatı ortadan kaldırmak için oluşmuş bir Devlet anlayışını da düşman bilir. Her inancın, her dini yaşama biçiminin aşırılıklara kapılmadan, Devletin kırmızıçizgisinin aşılmadan, özgürce kendilerini ifade edebilecek özgürlükleri, olmazsa olmaz kabul eder. Sivil toplum unsurlarıyla beraber aynı hedefe kürek çeken Devleti kutsar. Sivil toplum unsurlarıyla çatışan Devlet zihniyetine de “Allah ıslah etsin” diyerek sabır tavsiye eder. 
     Galip Efendi’nin ashabının belki de kendine yakın son halkalarından biridir Bülent. Genç yaşta Derviş olmak nasip olmuştur. Seksenlerin fırtınalı hayat yaşayan gençlerinden gelmektedir. Siyasi arena da “Öl de ölelim, vur de vuralım” protipi biridir o. Bir arkadaşının ölümü üzerine çok etkilenir. Kendi nefsine “Kalk lan iki rekât namaz kıl. Bak bu dünya boşmuş. Tıpkı bir varmış, bir yokmuş gibi insan” telkini ile Allah’ın bol, kulunun olmadığı bir yerde sözünü yerine getirir.
   O haleti ruhaniyeti içinde kılmış olduğu namazdan öyle bir haz alır ki; eski Bülent’in yerine yeni Bülent’e kapı aralanır. Sonra temin ettiği tasavvufi bir kitaptaki bilgilerin etkisinde kalarak “Allah’ım bu yolu bana nasip kıl” müracaatı manaya ulaşmış olmalı ki, sokakta karşılaştığı çok eski bir arkadaşı vasıtasıyla, ona eşlik ederek Galip Efendinin zikir meclisine ulaşır. Ömründe ilk defa farklı yakarışların, farklı ritimlerle tam bir disiplin içinde “Falemennehu” diyerek kükremiş bir aslan gibi görünen Şeyh Efendi’yi görür. Öyle bir manevi ziyarettir ki bu durum, bir sonraki zikir gününün zamanını sorar. Bu arada dersini alarak derviş olur.
   Bu seferde kendisi arkadaşının kapısına vararak “Yürü geç kalmayalım” talimatlarıyla bu seansları hiç aksatmaz. Şeyh Hazretlerine yakın olan ashaplarının çoğunu kısa sürede sollayarak Efendi’nin vazgeçemeyeceği kişiler arasında yerini alır. Ondaki samimiyeti gören Efendi Hazretleri de bu potansiyeli genelde gözünün önünde veya en yakınında tutarak gelişimini sağlar.
   Artık Bülent aşk ehli bir esnaftır. Unlu mamuller üzerinde aranan bir usta olması yanında, iki adet ticari taksisi de bulunmaktadır. Geçim sıkıntısı olmadığı için bu konuda göz önünde bulunma fırsatı daha çok yakalayan Bülent’in yirmi otuz yıl yakınında bulunmuş insanların kazanımına yakın bir gelişimi gözden kaçmaz.
   Efendi Hazretleri’nin böylece en yakınında yer edinme şerefine, saadetine ulaşan son halka olması ihtimali dikkatleri celp eder. En genç, en diri, en şeffaf ve belki de en samimi bildik kabullerin dışında bir insan olur Bülent.

Bölüm 7

Sonraki gelen Şeriat evvelkileri iptal etmez. Zira hepsi semavidir.

                                        Hacı Galip Kuşçuoğlu

Saadetli Coğrafya:
     Zaman geçtikçe, binlerce manevi evlada sahip olan Şeyh Galip Efendi, gelen yoğun talep üzere bir sonraki seneye kutsal mekâna gitme kararı alır. Şartları müsait olan Dervişlerin, biran önce gereken muamelatları yaparak vakıf merkezine bildirilmesi istenir. Daha önce de Efendi Hazretleri ile umreye giderek bu zevki yaşayan Dervişler, adeta birbirleriyle yarışırlar. Farklı uçaklarla veya kara yoluyla peyderpey gitme durumunda olanlar, kutsal mekânda belirtilen yerde toplanarak, bu ibadetin beraber yapılması arzulanır.
   Önceleri umreye kara yoluyla gidildiği için yol boyunca Bağdat, Basra ve daha nerelere uğrayarak halaka kurmazlar ki. Hatta bu ziyaretin olmazsa olmazı Kutbul azam Abdulkadir Geylani ile Ahmet El Rufai Hazretleri’nin türbeleri başında bir huşu içinde yeri göğü inletircesine yapılan zikrin tadı damaklarında kalmış olan arkadaşları, bu defa Efendi’nin uçakla gitmesine üzülmüşlerdir bile.
   Hele Basra’da Ahmet El Rufai Hazretleri’nin mekânında yapılan “Burhan” unutulur gibi değil. Bu makamda, Muzaffer Özak Hazretleri de bulunur. Aynı anda şiş burhanı yapılmak istenir. Muzaffer Özak Hazretleri çok ince yapıda olan şişlerle bu seansı uygulamak isterken zorlanır. Bunu gören Galip Efendi, arabalarında her biri parmak kalınlığındaki şişleri getirterek ‘Şiş Burhan’ını başarıyla tamamlar. Etrafındakiler “Efendim, bu iş yarışmış gibi algılanır. Baksanıza Özak Efendi bozulur gibi oldu”  uyarısına Galip Efendi “Evladım, bu işin ocağı biziz. Özak Efendi bizden müsaade almalıydı. Sonra yarış veya gösteriş olsun diye yapmadığımızı Allah biliyor” sözleriyle aklın, hafızanın alamayacağı metafizik olan bu eylemi hayata geçirmiş olur.
     Yaklaşık üç yüz müşteri taşıma kabiliyeti olan bir uçağının yolcularının hepsi de Dervişlerden oluşur. Galip Efendinin yanında muhterem eşleri Fatma Hanım bulunmaktadır. Boş olan bir koltuk için “Yok mu bir babayiğit” deyince balıklamasına uçar gibi kendini koltukta bulan Özer Bey ile üçlü sıra tamamlanır.
    Sabah saatlerinde hareket eden yolcular, öğle vaktine doğru Mekke’de ki otellerine yerleşirler. Gereken kurallara hep beraber uyulacağı için daha önce belirtilen buluşma yerinde toplanırlar.
    Hacerül Esvet’in etrafı sanki mahşer yeri gibidir. Yere bırakınız iğneyi, adam düşse bulunmaz, ezilir gider. İnsanlar sanki ‘Tusunami’ de oluşan dalga gibidirler. Kimsenin bir başkasının gözünün yaşına bakması mümkün değil. Öyle bir insan yığınına organize eksikliği de eklenirse, ibadet çileye dönüşür. Tavafta her Hacı adayının muradı Hacerül Esved’e yüz sürmektir. O kalabalıkta bu olay, o kadar zahmetli bir iş ki, defalarca tur yapsan, elinin bile dokunmasıyla ardını getiremeden o muazzam insan dalgası seni metrelerce öteye fırlatır. Ama bir şekilde de bunun gerçekleşmesi gerekmektedir.
    Galip Efendi yüksek sesle “Bizim kafile, kol kola yanaşık düzene gir. Merak etmeyin, Allah’ın izniyle hepinizin Hacer’ül Esved’e yüz sürmenizi sağlayacağız” sözünün ardında öyle bir “Falemennehu” çeker ki kendi ekibi dışındaki binlerce yabancı hacı adayları, mutlaka korkudan olmalı, oldukları yere çiviyle çakılı gibi hareketsiz kaldığı görülür. Alanda yalnız yol alan Galip Efendi ve sayısı üç elliyi bulan dervişler çok rahat hareket ederler. Bu rahatlıkla istisnasız her dervişe Hacer-ül Esvet’e yüz sürmek nasip olur. Galibi Dervişlerinin işi biter bitmez diğerler insanların eski hallerine döndüğü müşahede edilir.
   Tabi bu durum resmi yerlerin de dikkatini çeker. Suudi yetkilileri tavaf esnasında şar tellerin anında inmesi gibi bir durumla karşılaşmalarını nice sonraları müdahale ederek soruştururlar. Galip Efendi’nin otelinde, tarif edilen adamı ararlar. Onlar, tariflere göre son derece görkemli, sanki insan ölçülerinin çok çok üzerinde birini aramaktadırlar.
   Öyle birini bulmaktan da pek mahir olmadıkları için yetkililer işi kapatmak mecburiyetinde kalırlar. Galip Efendi’nin yeleli bir erkek aslanın kükremesi gibi “Falemennehu” açılışıyla başlayıp, hep bir ağızdan söylemeye devam ettikleri ‘Kelimeyi Tevhit’ ile, sanki büyülenmiş olabilirler intibahı oluşur. Mekke’deki mecburi kalış süresinde yapılması gereken Hac farizası vazifeleri hep beraber disiplin içinde geçer. Sair zamanlarda da şen şakrak, güle oynaya zaman geçirirler.
    Efendi’nin mukallidi dişçi Sedat, henüz uçakta iner inmez Efendi’ye yaklaşarak yüksek sesle “Efendim inşallah  gelmişken kırmızı balık ziyafeti çekersin” gibice sinde şaka yapınca.. Efendi de çantasını göstererek “Bunun içi para dolu, neden olmasın. Yiyeceğiz oğlum” cevabını verdiğine diğer Dervişler de şahit olmuştu… Mekke’de, Haccın şartlarını yerine getirdikten sonra Medine’ye hareket eden kafile üç gece orada kalıp dördüncü gün akşamı memlekete uçma hesabı yapılır.
   Dişçi Sedat’ın kafasında kırmızı balık var. Bir fırsatını bulup tekrar hatırlatma imkânı olmayınca “Herhalde Efendi sözünü unuttuğu için bize balık nasip olmayacak” gibi evhamla uğraşırken bir haber gelir. Medine’de işletmecilik yapan bir Türk vatandaşı Galibi’lerin zikir halakalarından etkilendiği için onlara yemek ziyafeti vermek ister.
   Davete icabet sünnetullahtan olduğu için, Efendi Hazretleri kabul eder. Kalabalık grup, ziyafet verilecek mahfile varırlar. Menüler merak edilirken, nar gibi kızarmış ete benzeyen kırmızı balıklar masalara servis edilir. Her Derviş istediği kadar kırmızı balık yer. Bilahare iş yeri sahibine teşekkür edildikten sonra, mahcubiyetle Efendi’ye yaklaşan Dişçi Sedat henüz konuşamadan “Hem de birden çok porsiyon kırmızı balık yediniz. Afiyet olsun. Şunu bilin ki, Allah bizi mahcup etmez evladım. Sözümüz yerine gelmiştir, değil mi?” diyerek mesele kapatılır ve dönüşe hazırlanmak niyetiyle otellerine varırlar. O gecenin sabahı ver elini Türkiye.
    Haccın Galip Efendi şahsında bereketi o kadar çok olur ki, hepsini ifşaa etmesi mümkün değildir. Ancak biri vardır ki bundan sonraki sohbetlerinde onu çok işleyecektir. Mekke’deyken sabah namazından önce Allah’ın Resulü, Efendi Hazretleri’ne manasında “Ümmetime söyle, geçmiş zamana göre değil, yaşayacakları zamana göre hazırlansınlar” hadisi en büyük kazançtır onun için. O günden sonra bütün sohbetlerinde bu hadisi işleyecektir Galip Efendi.
     Aşk ehli insanların, birbirleriyle uzakları yakın ederek buluşmalarından daha doğal bir şey yoktur. Metafizik olguların fizik şartlarında mütalaası yapılamadığı için inanılır veya inkâr yoluna gidilir. Galip Efendi’nin halden olduğu gibi geçmiş yıllarda da çok defa buna benzer olayları olmuştur. Mesela;
Bir seferinde Resulü Ekrem Efendimiz, yanında Hazreti Ebubekir, Hz Ali ve ilaveten birden çok kişi ile beraber, Galip Efendi’yi imtihan ederler. Peygamberimiz Hz Ebubekir’e hitaben “Yaz Şeyh Şirazi” deyince, Galip Efendi içinden “Yav bu Şeyh Şirazi çok gerilerde yaşamış bir gönül eridir. Neden böyle dediler acaba” diye düşünürken Peygamberimiz “İkinci Şeyh Şirazi” diyerek onaylar. Bundan dolayıdır ki Galip Efendi’ye ikinci Şeyh Şirazi de denilir.
     Hacı kafilesinin geleceği saatlerde Esenboğa Havalimanı tıklım tıklım dolar. Her saat başı bir büyük uçağın alana inmesi, alandaki işlemler, kısa sürede doldur boşalta müsait olmadığı için ortam çok kalabalıktır. Abdulkadir ve eşi, çocukları Hasan ve Ömer’in ellerinden tutarak kalabalık arasında kendilerine uygun bir yer bulma telaşındalar. Hemen yanı başında abisini takip eden Mürüvet ve elini tuttuğu oğlu Bilal.
   Alandaki bütün bekleyenler, yakınlarından ziyade özellikle Galip Efendi’yi görmek, uzaktan da olsa ‘Hoş geldin Efendim’ demenin özlemi içinde, kendi yakınlarına kavuşsalar dahi O’nu beklemektedirler. Oysa yakınını alıp gitmek varken, aldığı yakını ile birlikte Efendi Hazretlerini uzak da olsa görmektir muratları.
    Maşallah, iri yarı bir fiziğe sahip olduğu için taa gerilerde olanlar bile Efendi Hazretlerini gözle takip edebilmektedirler. Torunu Hasan, küçük olduğu için babası Abdulkadir’in omuzlarında Dede ve Ninesini ancak görmektedir. Her ne kadar Ömer ve Bilal Hasan’ın bu rahatlığını kıskanmış olsalar da, o daha küçük olduğundan imtiyazlıdır.
   Nihayet geniş alana intikal edince torunlarının figan ederek “Dede, Nine” demeleri ve onlara sarılmak için gayret etmeleri, diğer bekleyen Derviş ve yakınları nezdinde farkına bile varılmayan durum oluşturmaktadır. El öpme seansları, başlangıçta daha karışık ve izdiham olacak şekildeyken, ileri gelen Dervişler tarafından insanlar, uyarılarak belli bir düzene girildiği görülür. İşte o an Abdulkadir ve çocukları anne ve babalarına ancak ulaşarak hasret giderirler. Ömer ve Bilal, Efendi Dedelerinin birer bacağına sarılmış durumdadır. Hasan Babaannesinin kucağına atmış kendini, o şanslı maşallah. Efendi Hazretleri elleri boş kaldığı vakit bacağına sarılan torunlarının başlarını okşayarak, en az bir saat sonra kendilerini bekleyen arabaya ulaşır ve doğru Hüseyin Gazi’de ki evine varmak için yola koyulurlar.
     Galip Efendi o akşam aile efradıyla özlem giderir. Ertesi gün Cuma olduğu için görüşemediği manevi evlatlarının huzuruna Cuma namazına müteakip çıkmayı arzulamaktadır. Yüzlerce insan Efendisine hoş geldin diyecektir. Galip Efendi yalnız kuru bir “Hoş bulduk” demeyecektir elbette. Cuma namazına doğru hurma ve zemzemle beraber, ufak çocuklara hediye babında eşyaları beraberinde getiremedikleri için özel kargo vasıtasıyla yetişmesini ummaktadır. Fakat en büyük hediye “Ümmetim kendi zamanlarına göre değil, gelecek zamana göre hazırlansınlar” hadisinin Anadolu coğrafyasında eğitim öğretim açısında değerlendirilmesidir.
   Galip Efendi’nin irşat anlayışında çok önemli kilometre taşlarından biri olacaktır bu kutlu söz. Ülkü ’süz insan çamurdan farksız derler ya, bundan gayri çocuk eğitimi başta olmak üzere, eğitime ihtiyacı olan her ferde yönelik düstur olacaktır bu kutlu söz. Bu kutlu söz, Efendiler Efendisinin yakamoz halindeyken Galip Efendi’ye itham olarak söylenen sözdür. Bundan böyle es geçilmesi ne mümkün. Saadetli bir aile ortamında yetişen torunları öncelikli olarak bu eğitimin ilk pratiği olmalıdır.
Cuma saatine doğru, nitekim beklenilen kargo, nevale ve oyuncakları getirir. Galip Efendi’ye haber ulaşınca Ahmet Efendi’yi yanına çağırtarak, hurma ve zemzem ikramı için hazırlıkların yapılması talimatı verir. Öğle vakti, gerek Cuma namazı gerekse Efendi Hazretlerine ‘Hoş geldin’ demek için gelenlerden cami içi ve dışı iğne atsan yere düşmez.
   O kadar kalabalık oluşur. Nitekim tam saatinde Efendi Hazretleri’nin iştirakiyle Cuma namazı eda olur. İkramlar namazdan önce çoktan yerine getirilmiştir bile. Varsa, küçük çocuklar sevindirilmiştir. Namazdan sonraki sohbeti bekleyenler istifade edeceklerdir. Beklemeyenler Efendi’nin siluetini yakından gördükleri için gönülleri rahat olarak işlerine güçlerine gideceklerdir. Namaz kılınıp, kısa bir sohbetten sonra ortalık biraz sakinleşince manaları olan Dervişler manalarının yorumlarını almak için safları sıklaştırırlar.
   Efendi Hazretleri’nin çok iyi tanıdığı Muharrem adındaki dervişi ilk önce manasını anlatandır. Anlatılan mana Efendi Hazretlerini çok heyecanlandırır. “Evladım bir daha, ağır ağır, bir daha anlat” deyince Muharrem Deveci, aynen istenileni istenildiği gibi anlatır. Benzeri işaretlere kendisi de yarı uyanık, yarı uyur halde son zamanlarda vakıf olmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini iyi bilir velakin nefsani bir durum olabilir mi diye, zamanı mayalandırmaya bırakmıştır. Son olarak Muharrem Efendi’nin manası bardağı taşıran su misali “Galibilik” adının konulmasına vesile olur. Galip Efendi Hac dönüşü Efendi’mizin hadisine ilaveten Kadiri-Rufai kolunun terkibinde “Galibilik” in zuhur ettiğini Dervişlerine açıklar.
    Bundan böyle Galip Efendi Kadiri, Rufai ve Galibi Şeyhi veya Meşayıhı, dervişleri ise Galibi olarak bilinecek ve tarih öyle kaydedecektir. Şimdi bu ocağın Pir’idir Galip Efendi. İslam âleminde gelmiş geçmiş on iki Pir ’ana ilaveten Galip Efendi on üçüncü Pir’dir. Yani kendi adının verildiği manevi kolun kurucusu pozisyonunda bir durumdur.
  Evet, Allahu Teala Hazretleri, Galip Efendi adının kıyamete kadar yaşatılması hususunu kendi kucaklayıcı sıfatından bir ikram olarak lütfetmiştir. Galip Efendi bu durumun tecellisinden sonra manevi evlatlarının da layık Dervişler olduğuna dair ne kadar şükürler etmiştir elbette bilinmez. Rabbi ile kendisi arasında bir durum. Yol almış Dervişlerin bir kısmı o an geciktirmeden Galibilik den ders alır. İlk dersini alan Tarık Efendi olur. Takiben Galibilik den “virt” ve ilaveten ‘Kevser’ suresinin derslere eklenmesi, görülen mana üzerine yerine getirilir.
   Tasavvuf tarihinde kendi adlarıyla anılan manevi kolların kurucularına “Pir” denilir. Günümüzde halen adları yaşayan, takipçilerinin o adla kendilerini tarif eden, on iki yol vardır. Galip Efendi’ye lütfedilmiş bu yol ile sayı on üç olmuştur. Gelecekte bu sayıya ilaveten bir on dördüncü, on beşinci olabilir mi denecek olursa, neden olmasın mana bu, denebilir.
   Kadirilik, Rufailik, Şazelilik, Bedevilik, Bektaşilik, Bayramilik, Sadiyelik, Dussukilik, Celvetilik, Nakşibendilik, Halfetilik, Mevlevilik ve şimdide son olarak Galibilik olmak üzere isimlendirilir. Bundan böyle bu yolda postnişin olanlara Galibi Şeyhi denecektir. Tıpkı Kadiri Şeyhi veya Nakşi Şeyhi denildiği gibi.

Bölüm 8

 Tarikatlar Tasavvufun kollarıdır. Mezhepler ise görüşleridir. Bunları inkar cehalettir.
                                                Hacı Galip Kuşçuoğlu

     Kuz Başında Avcının Çığlığı
     Çevre illerinden gelen uzun dönem yol arkadaşları, pazar günü yapılacak olan sohbete katılmayı bekledikleri için Efendilerinin huzurlu coğrafyasından ayrılmak istemezler. Zaman canlı bir varlık gibi akınca beklenen gün ve saat tez gelir.
   O gün kuşluk vakti Galip Efendi’nin zaten caminin dibinde olan evinin etrafında insan kümeleri oluşmaya başlar. Süreyya, İshak, Rıfat, Özer, Murat, Hasan ve Yılmaz Efendiler kendi aralarında sohbet ederken, bir taraftan da Efendilerinin kapısını gözlemektedirler. Dışarıda oldukları bilindiği için içeriye çağırılmayı biran önce murat etmektedirler.
    Yanlarına yaklaşan Antepli Ali Efendi ile musafaa yaptıktan sonra Ümit Efendi ile beraber yaklaşan Tarık ve Bülent Efendiler gözlerine çarpar. Bülent en gençleri ve belki de en samimi olmasındandır muhakkak, öbür yol büyüklerinin bekledikleri haberi umursamadan doğruca kapıya yönelir.
   Kapının Bülent’e açıldığını gören diğer grup da nihayet o günün vuslatını gerçekleştirmiş olurlar.  Ezan vaktine kadar muhabbet edildikten sora vaktin edası için camiye geçilir. Yine cami dolu, yine insanların gözlerinde pırıl pırıl canlılık var. İmam Efendi’nin tespihten sonraki son sözü Efendi Hazretlerine vererek namazın bitimi sağlandığı için “Velhamdülillahirabbilalemin” diyerek mikrofonu Galip Efendi’ye uzatır. O da her zaman olduğu gibi…
    Galip Efendi çoğu zaman Ümmeti Muhammedin hayır ve selameti için diyerek bitirdiği duayı “Bütün insanlığın hayır ve selameti için” diyerek kapatır. Evrensel bir mesajdır bu. İnsanlık âlemine, kendi Şeriatının duruşundan hareketle bütün yaratılanlara yönelik temennidir bu. Bütün insanlığın selametinde hayır olmazsa bir grubun, bir Milletin veya bir Şeriatın istikameti sağlıklı olur mu hiç?
    O halde niçin inanan bütün insanların ittifakı olmasın. Her Şeriat mensubu kendinden başkasını yok kabul eder, noksan kabul eder, hatta küfürde kabul ederse yaratılış fıtratına uygun mücadelede başarı sağlanır mı? Ehli kitabın kardeşliğine helal getirmek ne kadar manaya faydası olur düşünmek gerekir. Bu iştiyakla Efendi Hazretleri zikirden önceki sohbetine başlar.
    Galip Efendi;
 "Sevgili kardeşlerim, sürekli söylerim tekrar etmekten de fayda gördüğüm bazı konulara yine değineceğim. Âdem safiyullahtan kıyamete kadar Semavi olan tek din İslamiyet’tir. Peygamber Efendilerimiz ayrı ayrı din getirmediler. İnsanların kemalatlarına uygun Şeriat getirdiler. Getirdi demekte doğru değil aslında. Şöyle desek daha iyi olur;
  Peygamberlere ayrı ayrı din değil, tek olan dinin Şeriatları verildi. Her verilen Şeriat o Peygamberin adını taşıdığı için, İsevi, Musevi ve Muhammedi olarak bilinir. Şeriatlar, tevhit inancının şubeleridir. En mütekâmili olan şüphesiz “Muhammed’ iliktir”. Dolayısıyla Şeriatların cümlesi İslamiyet üzere geldiler. Bu gün insanlığa bu mesajı duyurmaktan kendimizi mahrum etmeyelim. Manayı, tasavvufu inkâr cehalettir. Bu gerçeklerin ilanını İslami yönüyle anlatabilirsek,  Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik ve İnsan Haklarını bu güzellikler dışında mütalaa etmek, saptırmak, İslam’a vurulan en büyük darbe ve gerçekleri tahrif olur. Şeriatların biri diğerini, sonraki gelen öncekini iptal etmez, hükmünü ortadan kaldırmaz. Sonraki gelen Şeriata tabi olma nasip meselesidir. Bu Şeriatı seçme, kulun bilgi ve görgüsü ile güzelliklere hayran olma maharetinde görülür. Bütün güzellikler zamana göre insan için yaratıldı. Onun için insan gafil olmayıp bu güzelliklere layık. Onu bulmaya yani keşfetmeye memurdur. Peygamber Efendilerimizi ilahlaştırmak, Elçiliklerini farklı görmek, Allah’ın Kur’an’da ki emrine ters düşer. Çünkü meziyetleri, bilgileri, geliş ve gidişleri, şahsi farklılıkları kendi güçleriyle değil, kendi tercihleriyle değil, tertibi ilahiyenin tanzimine göredir. O halde;
   “Allah vardır” diyen her kul Müslümandır. Kanı katli birbirinize haramdır. Tekrar ediyorum; İmanın zirvesi “Kelimeyi Tevhit’dir” yani bir Allah’a iman etmektir. Bu olursa, burada samimi olunursa, sonraki tamamlayıcı unsurlar zaten kendiliğinden oluşacaktır. Her Şeriatında mutlaka Evliyaları olacaktır. Kâfirden Evliya olmaz. Eğer olur diye kâfirin küfrünü “Hikmet” diye anlıyorsan ve bu konuda inat ediyorsan, bu durum sizin için aleni küfürdür.
   Bir Evliyaya veya bir Mürşide intisap, o Mürşidin şahsına olmayıp Şeriatı ile yükümlü olduğu Peygamberine intisaptır. Yeryüzüne Elçi göndermediği vakit, her Elçinin ‘Varisül nebi’ denilen Evliyalarını arayıp bulmak ve ondan istifade ederek Peygamberini tanımak, sonunda Allah’ı bilmektir murat olan.
    Ey insan olmaya namzet ‘Beni âdem’ gafil olma, Mürşidini bul. Eğer halen bulamadıysan Allah’a rücu et. O en güzel yol gösterendir. Aşırı akılcılığa kaçarak sakın laf ebeliği yapmayasın. Dini, aklın ve mantığın içine sokmak ve onun boyunduruğu altında tutmak doğru olmayıp, bu şekilde hareket etmek insanı yanlış yerlere sevk eder.
  Evet, muhakkak ki akıl çok büyük nimettir. Mahlûkatın akıl verilenine Din verilmiştir ki tanınsın diye, bilinsin ve güzelliklerin yanında çirkinliklerin bilumumun karşısında olunsun diye. Ama aklın sınırı da çizilmelidir. Bizim bu konuda endişemiz, aklın putlaştırılmasınadır. Akıl dogma değildir. Dogmalar vahiydir. Vahiy ise emirdir, inanılır ve ona göre yaşanılır.
   Aklın ürettiği bilumum bilgilere zahiri bilgiler denilir. Yalnız zahiri ilmi olan ve onunla yetinen toplumlar zalim, sadece ahlaklı olmaktan başka bir özelliği olmayan toplumlar mazlum ve fakir, hem ilmi hem ahlaki olan toplumlar hâkim ve mesut olurlar. Burada aklın rolünü yadırgamak bir Müslümana yakışmaz.  İlmen yakın olma anlayışıyla yaratılış hikmetini çözemeyiz. Aynel yakın bunun aşaması ve Hakkel yakındır kemalatı. Aynel yakından Hakkel yakına seyretmek, bu aşamalara vararak Hak’kı keşfetmek, saadetlerin en büyüğüdür şüphesiz. Bu yolun keşfinde, mutlaka manayı yaşayan gerçek mürşitlere ihtiyaç duyulur. Mürşit, arayanlar için zaten kıyamete kadar vardır. Mürşidin yokluğu dünya için de mana için de zulümdür. Yalnız dikkat etmelisin, her gördüğün sakallıyı Deden zannetmeyesin.
  Hani Şair diyor ya; “Bıçak soksan gölgeme sıcacık kanım damlar, gir de bak âleme başsız başsız adamlar.” Ne güzel demiş. Mahlûkatın her uzvu canlı… Canlıdır ki mahlûkat olmuştur. Bizim muhatabımız o mahlûkatın Efendisi olan Hazreti insandır. İnsan ‘Eşrefi Mahlukat’tır. Yeryüzünde yaratıcısının halifesidir. Onun seferi, diriliğiyle kaimdir.
   Ama bütün vücudun üstündeki baş var ya baş, işte Şairin dediği gibi hem var görünür hem de yokmuş gibi. Diğer mahlukatlarla aynı hizada görünmesi bizi rahatsız eder. Tamamen hayvani duyguların sergilendiği bir yaşama biçimin muhatapları, insanlığın ezici çoğunluğunun oluşturduğunu ne yazık ki bugün itibariyle görmekteyiz.
İşte evlatlarım, Galibi Dervişleri olarak işiniz hem zor, hem de kutsaldır. Sizler dünya işlerinin tasarımında manayı da unutmayarak, kendinizi sürekli yenilemek kaydıyla, hem cinslerinize bu halinizle görünmek bile rahmet damlalarının bütün Semaya yayılmalarına sebep olursunuz. Onun için, bu fakirin sözüne itimat edin. Hoşgörü ve tevazuuyu elden bırakmayın. Temsil kabiliyetinizi geliştirin. Yaratılanı yaratandan ötürü saygıya değer görün. Senin gibi düşünmeyeni, senin gibi yaşamayanı dışlamayın. Hele hele düşmanlık hiç yapmayın. Her çirkinlikte mutlaka bir güzellik vardır onu görün.
   Zaten marifet budur. Farklı Şeriat mensuplarına gâvur, kâfir demeyin ki onlar da aynı sözü size kullanmasın. Çocuklarınızın eğitimiyle çok ilgilenin. Çünkü geleceğin dünyası onların omuzlarındadır. Onlara öyle bir eğitim verin ki çağın icaplarıyla yarışsın.
   Kutsal mekânda size hediye olarak getirdiğim hadis, kulaklarınıza küpe olarak kalsın da zamana göre eğitim anlayışı uygulamaktan imtina etmeyesiniz. İçtihatsın kalan dinimizin, içtihat ihtiyacına uygun beyinlerin yetişmesi, bu konuda dondurulmuş olan kanalların açılarak bütün insanlığın ifadesine sunulma hizmeti nasip olsun. Yoksa dondurulmuş prensip ve duyguların hükmü geçtiği halde halen ona dokunamam korkusu veya kutsallaştırma, Hazreti insanın yaratılış gerçeğine aykırıdır.
   İnsan yaratılmıştır ki istikbale zaman içinde aksın diye. Akışta demetlenmiş bunca müşkülatlar neden yine insan tarafından sıkça yok edilerek berraklaştırılmaz. Yalnız haldeyken yolunu zan ve tahminden ibaret, kalple beraberken temaşa ve hayranlıkla, sağlıklı ve istenilen durumda olan aklı Din eyleyip, manevi teşkilatı inkâr, metafiziği inkâr, tasavvufu ve Tarık’ı inkâr, İslam’ın beş şartını işlemeyince Müslüman olunamayacağı inancıyla ne farkı vardır.
   Neymiş Efendim İslam’ın beş şartı varmış. Hadi oradan tekelci zümre. Nerede çıkartıyorsun, nasıl kalıplaştırmışsın bunu. Hiç Allah’tan korkmaz mısın sen? İslam’ın tek şartı olduğunu bildiğin halde, kendi Şeriatının yanlış temsil edildiğini bilmez misin.
    Bir insan “La ilahe illallah” dediği zaman Müslümandır. İman’ın zirvesi bu. Dolayısıyla din’e girmenin tek şartı apaçık görünmektedir. Peki, Şehadet dışındakiler nedir derseniz;
   Onlar Mümin’leşme şuurudur. Bunlara ne kadar dikkat edilerek yaşanılırsa, insanı kemalata götürür, dindarlaştırır. “İslam’a girdik desinler, çünkü onların henüz kalplerine iman yerleşmedi” Kuran ahkâmı üzerine alınan yolun sonunda Mümin’leşme şuuru gelişirse insan kemalata ulaşır.
  İşin başında güya İslam menfaatine, Dinin beş şartını ileri sürenler, bu işi ne kadar katılaştırdıklarının farkındalar mı acaba. Şart dedikleri beşe, beş de eklenir, on da eklenir.
   Mesela, ana baba hakkı, kul hakkı, yetim hakkı, konu komşu hakkı, sılayı rahim şartı, ahde vefa şartı, küçüklerin korunması ve yaşaması hakkı, Dünyayı düzene sokma şartı, vatan savunma hakkı veya şartı, hepsi dinde yok mu? Vardır elbet. O halde neden beş şart üzerinde ısrar etmek. Külliyen yanlış evladım. Allah bu tür hata üzere ısrar edenleri ıslah eylesin. Onlar bilmiyorlar. Hiç Allah kör atış yapar mı?” diyerek konuşmasını bitirir.
    Efendi Hazretleri sanki bir ömür savunduğu Din anlayışının özetini çıkarır gibi yapmış olduğu bu konuşma dinleyicileri mest etmiştir. Başkent’in bir semtinde birkaç binden oluşan bir cemaatin şahsında bütün insanların ufuklarına, idraklerine doğru yapılan bu konuşma sanki “Kuz başındaki avcının çığlığı” gibi dir. Asırlara veya asırların getirdiği problemlere yönelik, inanmış aydınlara yönelik yüksek sesle söylenen çığlıktır bu konuşma. Velakin bu çığlığın bugün için kaosa yönelik boş şeyler olduğunu iddia edenin akıl sağlığında şüphe edilir. Bir gün insanlık bunun elbette farkına varacaktır.
     Evet, Galip Efendi’nin “Faalemennahu” işaretiyle halakalar kurulur. O cennet bahçelerindeki ritimli mananın yaşanmasına başlanır. Melekler gökyüzüne dizilirler saf saf. İmrenerek seyrederler o ritimli havayı her şeye inat. Galip Efendi’nin sağ ve sol tarafında Süreyya Efendi, Ali ve Atıf Efendiler özellikle de uzun saçlarıyla kendine has bir profili olan Rıfat Efendi’nin hemen yanı başında Bülent ve Tarık Efendiler var. Yaklaşık kırk beş dakika yapılan zikir, dualarla toparlanır. Galip Efendi’nin “Bütün insanlığın hayır ve selameti için” diyerek o gün ki ibadetin son noktası konmuş olur.
   Tevhid Camiî’nin hemen yanındaki “Kuşçuoğlu Eğitim Bilim ve Kültür Vakfı”nın merkezinde bir süre müşavere edildikten sonra Siteler’e geçilir. Belli ki Efendi Hazretleri burada sohbete devam edecektir. Tam da çaylar ikram edilmek üzereyken, Efendi Hazretleri Mustafa Nevruz adındaki dervişini görür görmez “Ve aleyna aleykümselam evladım, getirdiğin selâmı peşinen almış, bahusus hürmet ve muhabbeti kabul etmiş olayım” dedikten sonra Mustafa Nevruz’u kucaklar, yanaklarından öper ve bizzat işaret ettiği sağ tarafına oturtur. Mustafa Nevruz pek şaşkındır, anlatacağını da anlatma fırsatı bulamaz. Ancak Galip Efendi “Hacı Bayram Efendi ve Gül Baba’ya da selamı ilettiniz değil mi Mustafa Efendi oğlum?” diyerek sözüne devam eder. Bu selâm olayını aracısız yaşamış olması Mustafa Nevruz’a “O halde, bu hadisede benim görevim ne ola ki” dedirten gerçek yaşanır.
       Akılla bu işin resmi yapılabilir mi?
       Mustafa Nevruz Bey ve arkadaşları dışında, burada hazır olan hiç kimsenin muttali olmadığı bir vakıaya sanki içindeymiş, yüz yüze görmüş, bizzat yaşamış gibi Galip Efendi Hazretleri’nin “Ve aleyna aleykümselam evladım, getiren götüren sağ olsun” ve “Hacı Bayram Efendi ve Gül Baba’ya da uğrayıp selamı ilettiniz değil mi Mustafa Efendi oğlum? demesinden hiç kimse bir şey anlamamıştır. Fakat orada bulunan herkes, ortada olağanüstü bir vakıanın yaşandığının adeta farkındadır.
     Aslında olay şudur;
     Mustafa Nevruz Bey ‘Merkezi İstanbul’da olan Altı Nokta Körler Federasyonu’nun, Türkiye çapında bütün şubelerini kapsayan Olağan Büyük Kongresi’ne “Divan Başkanı” olarak davet edilir. Kongre İstanbul, Üsküdar’da bir büyük salonda kurulur. Mustafa Nevruz Bey ile Ankara Şubesi Delegeleri Trenle İstanbul’a giderler. Kongre açılır, Divan Başkanlığına Mustafa Nevruz Bey seçilir. Çok başarılı ve fakat olaylı geçen yorucu bir Genel Kurul’u müteakip; Altı Nokta Körler Derneği Genel Başkan Yardımcıları ve Federasyon Temsilcileri, özellikle Eyüp Bey ve eşi; (Ankara’da görüştükleri ve sözleştikleri üzere) kendilerine mükâfat, sevap ve moral olsun diye; İstanbul’un banisi olarak bilip, tanımladıkları Eyüp Sultan Hazretlerinin Türbesine gitmek isterler. Ancak, Haydarpaşa’dan topluca Trene binip Ankara’ya dönüş saatine az bir zaman kalmıştır. Hemen vapura biner, karşıya geçer ve sür’atle yola revan olurlar. Fakat yollar kalabalık, trafik tıkanıktır. Ne kadar acele etseler de, mesai saati dâhilinde mübarek makama ulaşamazlar. Eyüp Sultan Hazretlerinin Türbesine vardıklarında ise, mesai bitmiş, akşam olmuş ve Eyüp Sultan Camii cemaati, akşam namazından çıkarak dağılmış, üstüne üstlük Türbe de ziyaretçilere kapatılıp kilitlenmiştir.
    Eyüp Bey, Eşi ve arkadaşları ile Mustafa Nevruz Bey, Türbenin kapalı olduğunu görünce büyük bir hayal kırıklığına uğrar, mahzunlaşır ve üzülürler. Zira pek fazla vakitleri yoktur. Bir sonraki güne kalmaları da mümkün değil. Aynı gece ilerleyen saatlerde tekrar Ankara’ya hareket edeceklerdir. Öyle ki, İstanbul’dan dönmeden önce Eyüp Sultan Hazretlerini makamında ziyaret etmeyi, ta Ankara Garından beri hayâl etmiş, arzulamış ve adeta bu an için yaşamışlardı…
    Ama nafile. Dış Şartlar, atılan taşın yerine nasıl ulaşmasını engellerse bu da öyle bir şey. Akşam namazı kılınmış, cemaat dağılmış, türbedar, bekçi ya da başka görevlileri bulmak ve kapıyı açtırmak mümkün olmaz. Mustafa Nevruz ve beraberindekiler kâh caminin bahçesinde, kâh Türbe kapısında çaresiz. Yegâne arzuları, mübarek türbe kapısının açılıp Eyüp Sultan Hazretlerinin sandukasına varıp el sürerek dua etmektir, ama ne mümkün!..
       Bu arada Mustafa Nevruz Bey, Eyüp Sultan Camiî’nde akşam namazını eda eder ve Eyüp bey ile arkadaşlarının yanına gelir. Vakit çok geç olmuş, kalan süreleri azalmıştır. Çaresiz geri dönmeye karar verilir. Yaşanan olumsuzluktan dolayı kendini mahcup hisseden Mustafa Nevruz Bey’de Dernek mensuplarından özür dileyerek “Haydin binin arabalara, kısmet değilmiş, dönelim” demeye ramak kala, tam da Türbe kapısından doğru, sevimli bir ihtiyar çıka gelir. Çok sempatik bir tavır, tatlı dil ve güler yüzle: “Hoş geldiniz Mustafa efendi, Eyüp Bey, hepiniz hoş geldiniz.” Herkes sesin geldiği yöne dönünce ihtiyar Mustafa Bey’e elini verir. Bir yandan tokalaşır, arkadaşlarını selâmlar ve şöyle der:  “Sizler, O’nu ziyarete geldiniz ve Türbeye girmek  istiyorsunuz?, Mustafa Nevruz: “Evet, elbette, lâkin çok büyük bir ümitle geldik. Fakat geç kaldık, Mübareği ziyaret edemedik. Çok üzgünüz” deyince ihtiyar “Hayır, hayır üzülmeyin, nükedder de olmayın. Siz O’na gelirsiniz, fakat bulamazsınız. Amma O size gelir… Ziyaret edemedik diye gam edip üzülmeyin.  Şimdi siz Ankara’ya sağlıcakla dönün. Allah’a emanet olun, sizleri burada daha fazla tutmayayım” der ve Mustafa Nevruz Bey’e dönerek, elleri ellerinde olduğu halde devamla; Oğlum, evlâdım Mustafa Efendi, ne olur Ankara’ya dönünce Hacı Bayram-ı Veli’ye uğra, O’nun hemen aşağısında mukim Gül Baba’ya, kii biz ona Mustafa Efendi deriz bizden hassaten selam götür…” İhtiyar tam bunları söylerken Mustafa Nevruz tuttuğu elin çok yumuşak olduğunu fark eder. Karşı tarafa fark ettirmemeye çalışarak eğilip baktığında; Ellerin billur gibi parlak, aynı zamanda kemiksiz, şeffaf ve yumuşak olduğunu görüp meseleyi anlar, ayıkır gibi olur. Tam başını kaldırıp, o zat-ı muhterem’in yüzüne bakacakken; “Cuma günü Galip Efendi’ye gittiğinde, bilhassa selâm, sevgi ve muhabbetlerimi ilet…” dediğini duyar, ama kimseyi göremez. Sesin sahibi bir anda ortalıktan yok olmuştur. Mustafa Nevruz şaşkındır. Eyüp Bey ve eşi halâ İhtiyara hitaben konuşup bir şeyler anlatmaktadırlar. Derken onlar da yok oluşun farkına varır. Hep birlikte öteye beriye koşuşturup İhtiyar adamı ararlar. Ancak, aradan saniyeler geçmesine rağmen kimseyi göremez, bulamazlar..
       Ankara’ya gelene kadar bu hadiseyi düşünürler kendi kendilerine. Özellikle Mustafa Nevruz Bey, hayretten hayrete düşer. Çok ta şaşırmıştır. “Ben hiç bahsetmediğim halde nereden bildi Galip Efendi’yi tanıdığımı, bağımı, üstelik neden ve niçin aniden yok olup gitti, bilinçle yüzüne bakmamı neden ve niçin istemedi…” İkide bir yanındaki arkadaşlarına sorar ve siz de bu ihtiyar adamı gördünüz mü, sesini, konuştuklarını duydunuz mu der durur. Mukabil olarak aldığı cevaplar hep “evet’tir. Evet, elbette biz de duyduk, biz de konuştuk” derler…
     Eh bu selam işi, emanettir. Mutlaka bu emaneti getiren kişi yerine teslim etmelidir. Mustafa Nevruz  Bey de o gün kendi şartlarını zorlayarak önce Hacı Bayramı Veli Hazretlerine ve Gül Baba’ya, bilahare Hüseyin Gazi’de ki Kuşçuoğlu camiine, yani Galip Efendi’ye ulaşır. Ve ilk fırsatta selamı ileterek emanetten kurtulmak ister. Daha kapıda kendini gösterir göstermez “Ve aleyna aleykümselam evladım, getiren götüren sağ olsun” demesi, Mustafa Nevruz’u şaşırtmasın, hayretten hayrete düşürmesin de ne olsun!..
     Derler ya; Bilen bilir de bilmeyen bir dal mercimek sanırmış. Tıpkı Hacı Bayramı Veli’nin Bursa’ya gitmek üzere yola çıkan Dervişine, Emir Sultan’a iletilmek üzere verilen üç adet havlunun akıbeti gibi. Yolculuk o günün şartlarında günlerce sürdüğü için, Derviş Efendi ihtiyaca binaen havlunun birini satarak sıkıntısını giderir.
   Emir Sultan’ın huzuruna vardığında geri kalan iki havluyu bırakarak Efendisinin selamını söyleyince, Emir Sultan hemen yanı başında üstünde örtü olan sandığın örtüsünü kaldırır ve Hacı Bayram Veli Hazretleri görüntülü olarak karşısında “Üstad, bize kaç havlu gönderdin” deyince “üç” cevabı üzerine birazda bozulan derviş, öfkeli bir biçimde “Meğer bu kadar birbirinize yakındınızda bana neden ihtiyaç duydunuz” feveranıyla dışarı çıkar.
  Mustafa Nevruz bey’in durumu da böyledir. Manada verilen rolün hakkını vermek babında, onlar da imtihandan geçmişlerdir herhalde.
   Galip Efendi Mustafa Nevruz’un iç fırtınasını sezmektedir. Ama onun gözünde İstanbul, onun ruhunda İstanbul özlemi, çok gerilerde gelen bir arzudur. İstanbul’un ruhunun kendisine çok uygun olduğunu sürekli yakın çevresine söyler, bazen de mırıldanır. “Haydi, bul, bul, ille de İstanbul, İstanbul” diyerek.
  Tam sohbetin bittiği anda Rıfat Efendi Galip Efendi’ye yaklaşarak bir haber ulaştırır. Efendi Hazretleri “Ya, öyle mi, buyursun evladım, o gün için hazırlıklar yapalım. Eğer vaktinde gelirse Cuma’yı da burada kılar Devletli” diyerek mukabele eder. Rıfat Efendi yanından uzaklaşırken “Oğlum bu işin gizlisi saklısı olmaz. Bari siz de arkadaşlarınıza duyurunda kalabalık görünelim.
  Devletli Cumhur reisimiz bu işin yabancısı değil. Bizim Mehmet Zahit Kotku Efendinin dervişidir kendisi. Şu aşağı mahalledeki şehitlik okulunun açılışını yapacakmış. “Galip Efendi’ye de haber edin, açılıştan sonra kendisini de ziyaret edelim”, diye haber göndermiş. Başımızın üstünde yeri var. Bizi ve dergâhımızı şereflendirir.
    Ne yazık ki belirtilen günden daha erken bir saatte okulun açılış günü olur. Galip Efendi hazırlıksız yakalanmıştır ama oğlu Abdulkadir başta olmak üzere bazı dervişlerdeki aşırı heyecan gözünden kaçmaz. Onlara “Evlatlarım, sakin olun lütfen. Ziyaretimize gelen kişi ülkenin en büyük makamının sahibidir. Üstelik kendisi de kişilik olarak orayı dolduran tam bir sultandır. Sıradan biri olmadığını biz de biliyoruz. Dergâhımızı bu anlamda şereflendirmeye namzet en yüce kişidir. Eyvallah. Velakin bizde buranın Sultan’ıyız. Misafirimiz hoş gelmiş, selametle gelmiş. Fazla telaşlanmaktan hata yapmayasınız diye bu gerçeği söylüyorum, bilesiniz” gibi yapılan telkinden sonra Devletli sinyali caminin girişinde kendini gösterir.
   Büyük bir saygınlık ve edep kuralları dâhilinde biraz da resmi olarak ziyaretin bir çay içimlik kadar kısa sürüşü, iki tarafı da manen yeteri kadar memnun eder. Galip Efendi tarafından Devletliye yol verilir. Devletli kalabalığı, vakıftan ayrılıktan sonra dergâh mensupları rahat bir nefes alırlar.
   “Oh be hepsi bu kadarmış” diyen diyene. Hüseyin gazi Türbesi’nin eteğindeki yerleşim yeri, kendi adıyla anılan Ankara’nın varoşlarından sayılır. Onun içindir ki Devlet hizmetlerinin en geç gittiği yer oralarıdır. Nüfuzlu insanlar sayesinde nispeten bazı hizmetler zamanından önce gelir. Bu işler ne yazık ki hep öyle olur. Galip Efendi’ye yakın olan müritler bu niyetle kendilerince söze “Efendim keşke bir takım hizmetler talep etseydik. Dergâhın yolu bozuk, sular verimli akmıyor, çevre kirliliği var. Keşke Cumhurbaşkanımızın zamanı olsaydı da bunları şikâyet babında değil ama nezaketen dillendirseydik.” gibi konuşmaya devam ederler.
   Galip Efendi, benzeri sızlanmaları dinledikten sonra “Dilinizi şikâyetten saklayın. Bu hali özünüze benimsettikten sonra her şey size hoş gelir. Size hoş gelen her şey de geleceği güzelleştirir. Şer olsa bile ondan korkma. Seni ibadet yolundaki felaketlerden Hak saklar. Bir takım beladan dolayı seni halka rüsvayı etmez. Bir takım hizmetler, göz açıp kapayıncaya kadar gelir veya gider. Yeter ki sabırlı olasınız. Sabır insanın önünü aydınlatır.
   Baksanıza etrafta güzel işler de yapılmaktadır. Onları örnek alanlar mutlaka o hizmetleri buralara da layık görürler. Ha üç gün önce, ha üç gün sonra. İnsan mutlaka talebine ulaşır. Geç olsun, güç olmasın derler ya, koskoca Cumhur reisi dergâhımızın bulunduğu yeri keşfettiğine göre, bizim belediyeler hayli hayli, bundan gayrı buralarla ilgileneceklerdir. Bekleyin görün” sözleriyle Dervişlerine moral verir.
    Bu arada Özer Bey kaşla göz arasında “Efendim yarın ameliyata giriyorum. Onun için duanızı benden esirgemeyin” diyerek huzurunda çıkmak üzereyken Galip Efendi “Evladım, başka taraflarına neşter attırmayı bırak da bademciklerini aldır” ifadesini kullanır.
   Özer Bey, “Allah Allah, Efendim neden durup dururken hiç de benim hastalığımla ilgisi, alakası olmayan bir öneride bulunur ki” düşüncesiyle evine doğru yol alır. Bir sonraki gün erken saatlerde ameliyat olacak hastaneye varır. Kendisi gelmeden önce randevulu olduğu için hazırlık zaten yapılmıştır. Özer Bey, gençliğinde boks sporuyla uzun bir müddet uğraştığı için, burnundan kaynaklanan bir arızanın, diz kapaklarına vurduğu teşhisi konulmuştur. Bütün film ve tahliller böyle olduğunu gösterir. Bademcikle hiçbir ilgisinin olmadığına dair bir yığın tetkik ve tahliller ortadayken Özer Bey’in kafası karışmıştır.
   Bu haldeyken ameliyat masasına alınır. Yetkili doktor narkozdan önce hastasının yanına elindeki dosyayı inceleyerek gelir. Ani bir kararla hemşirelere “Hastanın bademciklerine bir bakalım” diye alet veya benzeri şeyleri alarak “Aç bakalım ağzını” ifadesiyle bademciklerin incelenmesine müteakip Doktor “ Burun ameliyatını iptal ediyoruz. Hastanın bademcikleriyle ilgili operasyon yapacağız. Masayı ona göre düzenleyin” talimatını verir.
  Özer Bey, bu tür hallere alışık olduğu için işin ehemmiyetini bilir bilmesine ama bunu ameliyat masasındaki sağlıkçılara nasıl izahat edebilir ki. İşte  bir metafizik olayı. İşte bir keramet.  Ancak Allah’ın veli kullarında zuhuru görülebilen hal. Özer Bey’in, Efendisine karşı bağlılığı ve samimiyetinin ölçüsü olarak gösterilen bu zuhurat karşısında Rabbine imanı alevlenmez mi?
     Galip Efendi o akşam oğlu Abdulkadir’in evinde olacaktır. Gelini sevdiği yemeklerden hazırlar. Özellikle yufka ekmek içine konularak yenilen yumurtalı salata mutlaka vardır. Yufka Ekmeği de çavdarlıdır mutlaka. İnsanın ağzında sakız gibi olmayan ekmek hani. Galip Efendi’nin derdi yemek değil. Onun bahanesiyle torunlarıyla vakit geçirmektir. Gitmeden önce ayrı ayrı hediyeler alarak onları sevindirmektir muradı.
   Üstelik kızı Mürüvet Hanım da, oğlu Bilal de orada olacaktır. Kısacası bir aile toplantısıdır bu bir araya geliş. Ömer maşallah büyümüştür. Özel Alp Kolejine gitmektedir. Eli yüzü temiz yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı olmuştur. Hasan ise abisi Ömer’i çok gerilerde takip etmektedir. Şeyh Dedeleri kapıdan içeri adımını atar atmaz Hasan hemen üzerine atlar. O haldeyken içeri geçerler.
  Galip Efendi herkesle hoş beş ettikten sonra torunu Hasan’ı kucağına oturtarak “Söyle bakalım Hasan Can, nasıl biraz dil problemini hallettin mi” deyince Hasan o masumane tavrıyla Dedesine sokularak “Olmuyor Dedeciğim, olmuyor. Halen çok zorlanıyorum. Bazen arkadaşlarıma karşı çok mahcup oluyorum” diye ağlamaya başlayınca Galip Efendi, zaten yanına yaklaşmış olan Hasan’ın başını bağrına yaslayarak kendisi de ağlamaya başlar.
   Bir müddet öyle kalınır. Galip Efendi’nin gözyaşları içerisinde manevi halden hale girdiği,  başta Atıf Efendi olmak üzere aile sakinleri tarafından müşaade edilir. Galip Efendi o ana kadar üç kızının ölümünü yaşamış da bu kadar üzüntülü görünmemişti.
   Nice sonra “Sofraya buyurun babacım” uyarısıyla herkes yerini alır. Yenilen ikramdan sonra aile ortamının da getirdiği rahatlıkla aile efradı, özel tüzel konuşmalarına devam ederken Mürüvet Hanımdan olan torunu Bilal “Dedeciğim, Hasan iyileşti. Önceden çıkaramadığı kelimeleri rahatlıkla akıcı olarak kullanıyor” müjdesini, Hasan da yaklaşarak “Evet Bilal’in dediği doğru, şükürler olsun Allah’ım. Sana da teşekkür ederim Dedeciğim.” diyerek, önce Dedenin bilahare Atıf baba, Ana,  Hala derken sevinçli bir aile saadetine hizmet edilmiş olur. Bundan böyle Hasan tam olmasa da, dil problemini Dedesinin himmetleriyle Rab’bının çözdüğünü bilir ve ona göre daha düzenli, daha ihlaslı, daha moralli yaşamaya başlar.
  Kızı Mürüvet’in ertesi gün Atıf Efendiyle İstanbul’a gideceği bilindiği için helalleşerek ayrılmak istenir. Torunu Bilal, Dede’sinin yanına gelerek küçücük ellerini onun üzerinde gezdirmeye başlar. Sanki bir şey istiyormuş da diyemiyormuş gibi bir hal. Galip Efendi “Oğlum bir şey mi var, varsa bir sıkıntın gitmeden çözelim” deyince, Bilal;
  “Hayır, Dedeciğim, bir sıkıntım da yok bir isteğim de. Lakin Seni, Anneannemi çok sevdiğimi bilin istedim. Bana kalırsa yanınızdan hiç ayrılmak istemem, ama Allah çağırıyor beni Dedem, o’nun için gitmem lazım” diyerek son noktayı kormuş gibi Dedesi kendini öpmeden o Dedesinin elini öper ve başına götürür.
  Mürüvet Hanım, Galip Efendi’nin çok sevdiği Atıf Efendi ile iki senelik evlidirler. Atıf Efendi Mürüvet Hanım’ın ikinci kocasıdır. Bilal ilk kocası İshak Efendinin oğludur. İshak Efendi de Galip Efendi’nin ihvanıdır. Öyle münasip görüldüğü için taraflar birbirlerini hiç üzmeden ayrılık yaşamışlardır. Atıf Efendinin çok uzun bir zaman yatalak yaşayan hanımını kaybetmesi neticesinde bu hayırlı olay yaşanır. Mürüvet Hanım’ın oğlu, Atıf Efendi’nin de kızları yetim ve öksüz kalmıştır.
   Bu evlilikle huzurlu ve dengeli bir yuvanın kurulması sağlanmıştır. Hatta Şeyh’inin kızıyla böyle bir izdivaç yapmayı Atıf Efendi rüyasında görse inanmaz. Bu imtiyazlı evliliğin Atıf Efendi fazlasıyla kıymetini bilir. Kendisinin işyeri İstanbul olduğu için Mürüvet Hanım’la evine dönme mecburiyetinden dolayı o sabah yola çıkılır. Galip Efendi’nin kızları arasında kendisine her konuda en önde olan kızı Mürüvet Hanımdır. Onun için Şeyh kızıyım gibi bir yaklaşımı ne Atıf Efendi’ye ne de önceki hayattaki çevrelerine kullanmamıştır.
   Kızlarının içinde de Fatma Anaya en çok benzeyen odur. Galip Efendi ve Fatma Ananında evlat olarak en fazla muhabbet ettikleridir. Hele Bilal yok mu Bilal, sanki büyümüşte küçülmüş, o yaşta ehli kâmil insan görüntüsündedir. Büyüklerinin yanında ayrı bir yeri vardır. Hatta bir burhan seansında yaşı çok küçük olmasına rağmen vurulan şişten sonra kanın zor durdurulması olayı, Dedesini tam on yıl ihtiyarlatmıştır. Dedesi bilahare “Oğlum o olay ömrümden tam on yıl götürdü” serzenişinde dahi bulunduğu söylenir.
   Galip Efendi rahatsız “İnşallah tecelliyat fazla ağır olmaz. Bugün bir şey olacak. Yoksa bu kadar ağır bir baskı altında olmazdım. İnşallah ne olursa hayırlısı olur Allah’ım” gibi nice düşüncelere dalar. Evet, Galip Efendiyi rahatsız eden kara haber tez gelir. Kızı Mürüvet ve torunu Bilal trafik kazasında rahmetli olmuşlardır. Atıf Efendi kazayı hafif bir sıyrıkla atlatır ama onunda küçük kızı yaralanmıştır.
   İşte sevginin bedeli.
   Galip Efendi metanetlidir, metanetli olmasına ama, buna benzer kaza ve kader kıvrımları ve zuhuratları, ne büyük tahripler yapar ancak yaşayan bilir. Hayattayken küçük sabi kızı Sevil ile beraber Galip Efendi’ye reva görülen bu dördüncüsüdür. Henüz kendisi hayattayken dört evladın, dört canın genç yaşlarda kara topraklara düşmesi… Bu Galip Efendi’nin imtihanıdır.
    Bilal’in sözleri kulaktan kulağa unutulur mu? “Gitmek istemiyorum Dedeciğim ama Allah beni çağırıyor” sözü. Ama ilahi adalet böyle tecelli edecekmiş. Gitmek istemediği yere varamadığı doğrudur. Gerisin geri Ankara’ya getiren İrade belki de bu “Gitmek istemiyorum, ama Allah çağırıyor Dedeciğim” sözünde kendini ele vermektedir. Ve son uğrak yeri olan Cebeci Asri Mezarlığı…
                                              ***
      Aradan uzun bir zaman geçer. Galip Efendi’nin Dervişlerinin sayısı hızla artar. Haftanın belirli saatlerinde dergâhın merkezi ile aynı saatlerde Ankara’nın her semtinde zikir halakaları kurulur, sohbetler edilir. Buna paralel olarak, merkezde de bazı gelişmeler olduğu görülür.
  Nugaba sayılarında artış vardır. Süreyya Efendi tek halifedir. Ancak en az onun kadar gayretli, çalışkan belki de bir düzine yetişmiş mana eri oluşur. Diğer vilayetlerde de teşkilatlanma böyledir. Her şeyleri hizmettir. Merkezi teşkilatta hangi iş veya faaliyet varsa, taşra teşkilatlarında da aynı oranda olmasa da buna benzer bir şeyler yapılmaktadır. Birçok ilde Galip Kuşçuoğlu Vakfı’nın üstlendiği cami külliyatları, ‘Tevhit cami’ adı altında, inşaatları ya bitmiştir ya da bitmek üzeredir. Her vakıf şubesinde yoksullara aksatmadan, günlük dağıtılan ekmekten tutunda, öğrenci bursları dahi tedarik edilmektedir.
    İstismar edenler bu teşkilatta barınamaz. Dergâhta siyasete ve ticarete müsaade yoktur. Bölge sorumluları vardır. Mesela Atıf Efendi İstanbul’dan, Ali Efendi başta kendi memleketi Gaziantep olmak üzere Adana, Urfa ve Maraş’tan sorumludur. Antalya’dan Tarık Efendi vs. Merkezin yükünü de kendisiyle beraber Süreyya Efendi başta olmak üzere Rıfat, Özer, Tevfik, Hasan, Ümit, Yılmaz ve Bülent gibi yakın arkadaşları sorumluluk alarak, her zaman göz önünde bulunan onca insandan bazılarıdır.
   Yapılanmanın gün geçtikçe idaresi de güçleşir. Esas amacın dışına çıkma durumu azda olsa görülür. Şahsi çekişmeler ve kıskançlıklar da olmaz değil. Göz görülür bir büyümeden mütevellit bazı işler istenildiği gibi gitmez. Bazı yanlış gidişatlar Efendi Hazretlerine ulaşılmasın diye engellenir. Ama araya konulan engeli yıkarak en yükseğe ulaşmakta tabi bir seyirdir. Onun için Galip Efendi istenilmeyen bazı problemlerin bu şekilde zuhuratına üzülmez değil.
  Çare yok. İnsan varsa bir yerde bu türden nefsani arızada olacaktır. İnsandaki fıtri olan nefis ve ihtirasların ne zaman nasıl çıkarak her şeyi allak bullak edeceği bilinmez. En yakınında olan Süreyya Efendi hakkında bile bazı Dervişlerin bir şeyler varmış gibi ıkına sıkına yarım yamalak anlatmaya çalıştıkları meseleye, önce kulağını tıkar görünürken bilahare ilgilenmeye başlar. Bir, iki, üç, beş derken zafiyet oluştuğunu anlar. Olayın iç yüzünü kendinden dinlemek için çağırır.
   “Süreyya Efendi, dergâhımız mensuplarınca hoş karşılanmayan bir takım şeyler geliyor kulağıma. Önceleri dikkate almadım. Ama baktım şikâyet artıyor. Bunun üzerine seninle konuşmaya ihtiyaç duydum. Kusura bakma, eğer problem dergâh dışı ticari bir şey ise bizi birinci derece ilgilendirmez. Ya öyle değilse, yani dergâh içi ise…
  Ne dersin Süreyya Efendi?” deyince, Süreyya Efendi; “Efendim doğrudur. Birçok arkadaşlardan kısa süreli mali ilişkilerim olmuştur. Ancak zamanında ödemeler yapamadım. İşler ters gitti. Arkadaşlara ödemede geç kaldığım için haklı olarak onlarda endişelidirler. En kısa zamanda bu işi halledeceğim Efendim. Siz gönlünüzü rahat tutun” diyerek meramını bir güzel anlatır.
   Galip Efendi’nin “İnşallah halletmelisin. Yoksa bu iş sıkıntı yaratır Süreyya Efendi. Sen de en azında bizim kadar dergâhımızın akçe işine bulaştırılmayacağını bilirsin” diyerek bu işe nokta kor. Onun içindir ki Galip Efendi bu tür olayların çekilmez hale geldiği zaman sırf kışı geçirmek bahanesiyle Antalya’ya gider. Önceleri kısa tutulan Antalya hicreti ileride belki de bir tutkuya dönüşecektir.
    Sene 2000’lere doğru akar. 2000’e iki kala ülkede siyasi bir kriz çıkar. Millet iradesine karşı hukuksuz bir kalkışma olur. Samimi veya mütedeyyin Müslüman kimliğe karşı düşmanca eylemler gerçekleşir. Siyasi iradenin üzerinde ona bir takım antidemokratik dikteler dayatılır. İçinde milletin göz bebeği olarak gördüğü silahlı veya silahsız kurum ve zümreler, basın veya yayın organları, İslami gelişmelerden rahatsız oldukları düşüncesinden hareketle bu gelişmelere teşne gördükleri siyasi hareketlere kesin uyarı verirler.  Bu durum Ülkede istikrar ve huzursuzluğa vesile olur.
  Ahtapotun kolları gibi, hemen her alanda zavallı Müslümanların yani muhafazakâr vatandaşların, hürriyetlerini kısıtlayıcı korku ve panik yaratırlar. Böyle bir ortamda Galip Efendi’nin dergâhı da nasibini alır. Bu değirmenin suyuna malzeme toplamak için basın elinden geleni yapmaya başlar. Olayları çarpıtarak veya asılsız yani asparagas haberler üretirler. Maksatları milli iradeyi temsil edenlerin üzerinde vesayet oluşturmaya çalışan kurumlara malzeme hazırlamaktır.
  Onların haklılığına yönelik, kendilerine göre materyal oluşturmak, hesap bu. Ancak bu zavallıların Allah’a kadar uzanan “Ahh” ları konusunda bilgisiz olduklarından, mazlumun hakkını her “Ahh” çekilişte işiten, gören Allah’ın da bir hesabı olduğunu bilmezler. Bırakınız sade vatandaşların “Ah” larını, Allah’ın “Evliyama savaş açana savaş açarım” hitabını da zaten hiç duymamışlardır. Bilselerdi eğer “Donkişot’un yel değirmenine savaş açtığı gibi, Şeriat düşmanlığı adı altında Allah’a savaş açmanın bir fayda etmeyeceğini de bilirdi bunlar. Sonuç, yel kayadan ne anlarsa öyle olur.
    İşte bu kollardan birinin üç silahşoru, kameralarıyla, yazarçizer aletleriyle, ses kaydedici teknoloji unsurlarıyla Hüseyin Gazi’de ki dergâha dayanırlar. Zikir ayinlerinin kayda alınması için izin verilmesini talep ederler. Dönemin hassasiyeti gereği Galip Efendi, bu ekibin taleplerini kabul etmez. Bütün ısrarlarına rağmen onlara gösteri mahiyetinde her hangi bir canlı oluşum sergilemekten imtina eder. Gerekçesini de yüzlerine karşı “Evladım, hoş ve sefa gelmişsiniz. Niyetinizin halisane olmadığına dair şüphelerim var. Umarım hislerim beni yanıltmaz. Bizim her şeyimiz ortadadır, gizli saklı ilkeleri olan cemiyet değiliz. İşimiz Allah’ı zikretmektir. Eğer Devletimiz bunu engellerse, yer altına girer oradan devam ederiz. Allah’ı zikretmemizi de evvel Allah kimse engelleyemez. Sonra bu suçta değil. Hadi siz varın gidin işinize” diye meramını anlatır.
  Ama ekip başı olan zat kendi gazetesinin yayın organı olan tv de Moderatör olduğu için ısrarından vazgeçmek istemez. Galip Efendi’de bu kadar ısrarcı olan misafirlerine tek bir şart koşarak görsel medyada yayınlanmasına müsaade eder. Çünkü başka türlü ellerinden kurtuluş yok.
   Galip Efendi;
 “Bizi doğru olarak yansıtacaksınız. Hakaret etmeyeceksiniz. Milletin gözünde küçük düşürücü, bizden olmadığı halde bir şeyleri bizim üzerimize yükleyerek, varmış gibi yansıtmayacaksınız. Kısacası siz gazetecisiniz. Bizim gerçeğimizi bilmeyen yoktur. Özellikle Burhan olayını olduğu gibi vereceksiniz. Bu konuda size dokümanlar vererek yardımcı olalım. Sözünüzü tutmazsanız, bize düşmanca tavırlar içerisinde olursanız akıbetine bir şey diyemem. Bizim ah’ımız Allah’a tez varır yavrum.” gibi karşılıklı konuşma sonucunda tv ekibinin sözünde duracağına dair yemin aldıktan sonra, daha önce zikir seanslarından birinin kayıtlı olduğu kaset verilir.
    İki gün sonra bir tv programında yayınlanacaktır bilgisini vererek giden ekip, belirtilen saatte programı kamuoyunda paylaşmaya başlar. Bir takım fotoğraflarla beraber yapılan zikrin, vurulan Şiş Burhanının öyle olumsuz bir dil kullanılarak anlatımı, Galip Efendi ve diğer muhataplarını derinden üzer. Gazetecilerin sözlerinde durmadıkları gibi dergâhın Pir’ini incitici çok ağır laflarının yanında, üzerinde oynanmış nice görüntülerle burunlarının göğe değdiğini zanneden bu zatlar, kör kütük cahil olduklarından  “Evliyama savaş açana savaş açarım” uyarısını, en azında kendilerini korumak için sözünüzde durun, diye aşırı ısrarcı olunsa bile nafile olur.
  Evet, Devlet gazetesi olan Hürriyet’in bu mümtaz olan şahsiyetleri ittifakla, irticacı ekibin ipini pazara çıkardık zannıyla o gece ne kadar rahat uyumuşlardır. Kim bilir ne kadar çevrelerinde iltifat ve takdir almışlardır. Kim bilir patronlarının gözüne, dolayısıyla milli iradenin üzerinde vesayet oluşturan antidemokratik zorba yapılanmaya nasıl katkıları olmuştur acaba... Kim bilir… Kim bilir…
     O gencecik denmeyecek yaşta ama sağlıklı ve gösterişli tv yapımcısı, o zehir zemberek yayından iki gün sonra, daha önce hiçbir belirtisi olmadığı halde kalp krizinden öte tarafa gider. Diğer iki kameramanda Ankara dışı seyahatte Moderatörden bir hafta sonra trafik kazasında eks olurlar. “Evliyama karşı savaş açana savaş açarım” denmektedir. Veya “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste”  olarak bilinen bir halk sözü gelir insanın aklına. Mananın tasarrufudur bu. İntikam böyle alınır.

Bölüm 9

Din terakkiye mani değildir. Bizatihi Terakki yettir.
                         Hacı Galip Kuşçuoğlu

     Küçük Kıyamet:
     Zaman akarda, insanı bir yerden bir yere taşımaz mı? İndir bindir, doldur boşalt dünyasıdır bu dünya. Bu günün çocuğu yarının büyüğü, öbür günün bin bir türlü meşakkatlerine göğüs gererek yaşamaya çalışan ihtiyar savaşçısı olsa da bir tel kopunca ahenk ebediyen bozulur.
  Her yaratılan, bu zaman vetiresinde geçtikleri için mahlûkturlar. Varlığın, mahlûku tasarımıdır bu. Galip Efendi’nin torunları Ömer ve Hasan bir sonraki kuşağın bekçileri. Hayatı gün itibarıyla tozpembe gören, aşkları platonik, sevgileri değişmeceli, gerekli olan yol yordamlar, inişler çıkışlar… Piran Dedelerini keşfetme merakı vs.
   İnsan bu, su misali, zaman misali, akar durur. Şairin dediği gibi “Akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat, şu çıkan buluta bak şu inen suya inat” işte öyle bir şey. Hayat da öyle bir döngüdür. Dün Abdulkadir Efendi’yi baş göz için giden ekip, bugün oğlu Ömer için aynı görevi ifa edecektir. Ömer’in değişmeceli bir aşk sarhoşluğundan sonra ayağı yere basan talebi, adabı muaşeret kuralları dâhilinde yerine getirilir. Aile dostlarının devreye girerek münasip gördükleri bir hatunla evlendirilir. Daha önceki bir gönül olayı Ömer’i çok sarsmış olduğu için Dedesinin telkinleriyle yeni duruma uyumu kolay olur. Abdulkadir Efendi, kayınpeder olmanın vermiş olduğu sorumlulukla kendini huzurlu ve bir o kadar da rahat hisseder. Zaman akınca böyle izler bırakarak kırınımların yaşanmasının da normal olduğu şuuruna zaten sahiptir.
 Şayet bu Dünyada birileri göçüyorsa, yerini dolduracak birileri de mutlaka geliyordur. Hayat denen zaman zarfında, ömrü emredildiği gibi yaşamak ideal olanıdır. Bugün Pir Hazretleri yarın onun çocuğu. Bu işler sırayladır. Doğar, büyür, bu zaman zarfında ödevlerini yapar veya yapamaz, ama nihayetinde tıpış tıpış gider insan, direnemez, kanun bu. Çünkü o mahlûktur, varlık değil. Nitekim Ömer’in de çocuğu olmuştur. Kayınpeder olan Abdulkadir Efendi göz açıp kapayıncaya kadar Büyük Baba bile olur.
     Zamanın akarken geride ne büyük tahribatlar yaptığını, ne büyük kaleleri yıktığını bilen Galip Efendi, geleceği ile ilgili Hak vaki olursa, naçiz vücudunun konulması için yerini hazırlar. Dergâhın giriş kısmının hemen solundadır. Onun muradı, terki Dünya olduğunda Fatma Hanımla beraber aynı yere defnedile. Neye niyet neye kısmet derler ya. Beklenip görülecektir. Dergâha gelen binlerce manevi evladı Pir Hazretlerine Hak vaki olduğu zaman defnedileceği yer olarak bilirler orayı. Gerek Fatma Ananın, gerekse kendisinin yaşı epey ilerlediği için böyle bir hazırlık yapmayı, evlatlarına ölümü hatırlatması açısından da hoş karşılanma mesajı…
  Bir de yokluğuna alıştırmak için, ani sürpriz olarak değil de beklenen son intibası oluşturmaktır. Kendisi daha büyük olduğu halde beklenmedik bir anda, Fatma ananın ani rahatsızlığı ortamın tadını bozar. Ümitsizlik… Yaşın ileri seviyede olması beklenen sona rıza göstermek, Hocanın dediği gibi büyük küçük kıyametler. Galip Efendi için küçük kıyamet zuhur etmiştir artık. Beklenen sondur Fatma ana için ölüm. Kara haber tez duyulduğu için bütün manevi evlatları Hüseyin Gazi’ye huruç eder.
   Cenaze işlemleri için girişimler olur. Dergâhın kendileri için hazırlanan bahçesine defnedilmek istenirse de resmi onayın alınması mümkün olmaz. Nasip değilmiş orası Fatma Anaya. Kızı Mürüvet ve torunu Bilal’in yattığı yer olan Cebeci Mezarlığı alternatif seçenek olarak düşünülür. Binlerce kişinin kıldığı cenaze namazından sonra Fatma Ana’nın naaşı Asri Mezarlığına defnedilmek üzere götürülür. O günden itibaren kendini evdeşi Fatma Ana’dan ayrı düştüğü inancıyla Galip Efendi, kendisi için tespit edilen yere defnedilmeye sıcak bakmaz.
 Evet, Galip Efendi’de olsa bu kıyameti yaşamaktan ari olmayacaktır insan. Zamanı dolan her yolcunun bu yola çıkmasının engellenmesi mümkün mü? Geride bırakan boşluğun büyüklüğüne göre yaşatılmaya veya yaşamaya devam eder ancak.
   Derler ya “Avazei şu âleme Davut gibi sal, baki kalan kubbede yalnız bir hoş Sad’a imiş” ne güzel derler ama. Hoş bir sa’da dan başka şeylerde bırakılır bazen, oda daha çok seçilmiş insanlar için olsa gerekir. Fatma Ana merhumu da özelde Galip Efendi ve aile efradının, genelde tanıyanları nezdinde hoş bir sa’da bırakarak Hakka yürüdüğü.  O bir Pir’in aynı yastığa en az atmış, yetmiş yıl baş koyduğu hanımıdır. O bir yedi tarikattan icazetli Şeyh Efendi’nin tek kızı, gözünün bebeğidir. Meziyetleri pek ifşaa olmamıştır ama bu yönüyle seçilmiş, Allah’ın sevgili kulları arasında olmaması için zahiride hiçbir neden yoktur.
    O ki Galip Efendi’nin birçok sırrına vakıf hafızasıdır. Galip Efendi’nin “Turusinam” olarak değerlendirdiği bütün perdelerin aralandığı tıpkı Hz. Musa’nın Tur Dağında yaşadığı örneğe benzer, küçük bir olağanüstülüğe şahit olan kutlu hanımdır. Rabbi ile arasında geçen iletişimin şekli şemali Fatma anaya hissettirilmeye bilinirdi. Ama o, gecenin şafağında Galip Efendi’nin Rab’bıyla kurduğu iletişim neticesinde, sanki güçlü bir deprem olmuş da tek ağızdan yüksek sesle “Ben senden memnunum devam et kulum” nidasını işitip Efendisinin odasına gözyaşı içerisinde dalan Hanımdır o. Bu Hanımın bıraktığı boşluk kolay kolay dolacağa benzemez. Kıyamet kii ne kıyamet.
   Ama hayat devam ediyor. Sırf günlük meşguliyetlerin ahenkli tanzimi için, hayatın kolaylaştırılıp yaşanılır halde, günlük rutin işlerin yerine getirilebilmesi için, yeni bir nikâhında yakında görüldüğü kaçınılmazdır.

Bölüm 10

Şeriatlar kulların tekâmülüne göre ihsan edilir.
                               Hacı Galip Kuşçuooğlu

     Aşka Uçmayan Kanat Neye Yarar:
     İleri yaşta olan bir insanın hele de bu bir erkek olunca ne kızının ne de gelininin yanında huzur bulması mümkün değildir. Üstelik Galip Efendi gibi bir Pir’in böyle bir şeye uyum sağlaması düşünülemez. Onun için yakın arkadaşlarının tavsiyesiyle yeniden nikâhlanır.
  Yeni eşi ile yaklaşmakta olan kışı Antalya’da geçirmektir muradı. Ankara’nın kışını bahane ederek Antalya’ya ağırlık verdiği gözden kaçmaz. Ankara’nın olur olmaz bir yığın problemi ve günlük gaileleri onu sıkmaya başlamıştır artık. Gayrı ömrünün büyük bir kısmının bin bir türlü hatıralarla geçtiği Ankara yeteri kadar huzurlu bir yer değildir onun için. Antalya’ya vardığı zaman daha çok rahatladığı için “Burası benim ‘Medine’mdir’ diyerek rahatlar. Bu topraklarda rahatlıyorum” sözleriyle niyetini ifşaa ettiğini Antalya’da ki arkadaşları Tarık, Bülent, Yılmaz, Nurettin, Hasan Efendiler çok duymuşlardır.
    Antalya’ya girişin sol tarafına düşen Ahatlı semtinde inşaatını yeni bitirdikleri Tevhit Cami mevcuttur. Galip Kuşçuoğlu vakfınca yapılan camilerin adı “Tevhit Cami” olarak bilinir. Bir başka özeli ise hepsinin minareleri iki tane olup, minareler arasında olabildiğince belirgin “Allah” yazılı mahyanın olmasıdır.
   O’nda birlik, O’nda dirlik, gerisi teferruat. Onun içindir ki cami olarak hizmet veren bu yapının iç yüzündeki bütün yazılar ‘lafzayı zül celal’dendir. Birliğin, tekliğin, varlığın kendisidir bu. Ankara’da ki dergâhın içindeki yazılara bu kadar dikkat edilmediği halde, Antalya’da bu hassasiyetin gösterilmesi Pir Hazretlerinin kemalatındaki espriden dolayıdır. Antalya’da kendini yenileme durumu daha belirgin olup bu durum arkadaşlarının gözünden kaçmaz. Bu beldeden bundan böyle, gayrı aşk yaşanacaktır. Pir Efendi’nin ashabı da onu anlayacak durumdadır. Bir Tarık ve Bülent Efendiler Antalyalı yıllarda Pir Hazretlerinin vazgeçilmez dostları olur.
  Evet, Antalya Pir Hazretlerinin Medine’si olmuştur. Çevreye alıştığı için mecbur olmadan Ankara’ya dönmek istemez artık.
    Yazları Antalya’nın bunaltıcı havasından kaçar. Birkaç ay Hüseyin Gazi’de bulunarak dünyevi hayatını sürdürür. Antalya’ya “Benim Medine’m” diyen Efendi Hazretleri için merak edilir, acaba Mekke’si neredir diye. Nihayet bir sabah namazından sonra manasında Hz. Allah Fetih Suresini okumasını emreder. Galip Efendi bu işaretten sonra gözünü oraya diker.  Mana olarak zaten nihai hedefinde orası olduğu önceden de gösterilmişti. Tıpkı Somuncu Baba gibi. Bursa’dan Aksaray’a, oradan Malatya Darende’ye, yaptığı yolculuk.
   Şöhret, tanınmışlık afettir anlayışı onların mihenk taşıdır. Onların manalarına zarar veren nefsani duygulardır. Ne zaman bu atmosfer oluşmaya başlar, vebadan kaçar gibi kaçış muktedir olur onlara. Galip Efendi de Ankara’dan Antalya’ya, Antalya’dan da Fetih Suresindeki işaretle oraya varmak elzem görünmektedir. Fatih’ten Eyüp Sultan’dan sonra oranın manevi olarak üçüncü defa fethine memur edilme işareti, Fetih Suresinin okunması emri ile başlar.
   Fetih Suresi ilk üç ayeti şöyledir; “Gerçekten biz sana apaçık bir fetih açtık, böylelikle Allah geçmiş ve gelecekteki hatalarını bağışlayıp üzerindeki nimetin tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola çıkaracaktır, eşsiz bir zaferle. Allah sana yardım edecek ve üstün kılacaktır.”
     İstanbul’da dergâhın yetkilisi Atıf Efendidir. Efendi Hazretlerinin talimatıyla Beylikdüzü’nde ki arsanın alınımında gecikilmez. Antalya’dan Ankara’ya seyahatinden daha çok Galip Efendi, artık Antalya’dan İstanbul’a seyahat etmektedir. Galip Efendi için Antalya kemal attır. Ülkesinin dış dünyaya açılmış çok önemli bir kapısıdır Antalya.
   “Kişi Allah’a inanıyorsa Müslümandır” esprisinin taban bulacağı çok önemli bir coğrafyadır Antalya. Yılın her günü özelliklede yaz ayları Antalya’nın yerli nüfusunu sollayan turist sayısı, yerli sermayenin onlarca katı büyüklüğünde döviz girdisi, buna bağlı olarak Türk insanının misafir perverliği ve hoş görü kültürünün tanıtımı, hepsinden önemlisi de Galip Efendi’nin temsil noktasında baş gösterdiği İslam algısının, tanıtımı veya paylaşımı için büyük bir imkândır bu belde.
   Çok değişik inançta insanların, doğru inancı yakalama noktasında önemli bir imkân sunar Antalya. Onun içindir ki Ankara’da yorulan Galip Efendi bu zenginlikler içerisinde yaşanılan Antalya’da dinlenir.
   Antalya’nın serin havası yavaş yavaş yerini, her zaman olduğu gibi bunaltıcı ve sıkıcı bir ortama bırakır. Efendi Hazretlerinin nispeten yazlık olarak kullanmaya başladığı Ankara’ya gitme vakti gelmiştir.
  Dikkate değer bir olayın olabilme ihtimalini de hep hesap etmektedir. Önünü kesen bir meczubun “Galip Efendi senin ömrün şu tarihte bitecektir. Öbür âlemde görevlendirildin” diyerek tarih ve saatte verilir. Bahsedilen tarihe yaklaşık bir ay kala Antalya’ya şöyle bir defa daha nazar edilerek Ankara’ya gelinir. Meczubun söylemine Tarık ve Mehmet Şen’de şahit olduğu için Efendinin aile efradı ile beraber bu kişilerde Ankara’ya gelirler.
    Meczubun söylemine Efendi Hazretleri inanmış olmalı ki o günün gelmesini heyecanla beklemektedir. Çevresindeki kişilere sanki o gün Hak vaki olacakmış gibi oldukça sönük ve kendinden geçmiş gibi bir görüntü verir. Ve beklenen günü takip eden geceyi arkadaşları tiken üstündeymiş gibi geçirirler. Tam tan vaktinin ağırlığıyla dirençlerini kaybeden arkadaşlarından kimi sandalye üzerinde, kimi altına aldığı bir eşya üzerinde, kimisi de bahçedeki ağaçlara bellerini vererek uyuyanları yine kendisi, “Kimse yok mu, aloo” diye seslenerek uyandırır.
  Arkadaşları telaşlı bir şekilde toparlanarak karşısında gördükleri Pir Hazretlerine sorarlar “Efendim bu gece ne oldu?” Galip Efendi cevaben; “Evladım, bu gece ruhumu cesedimden çıkardılar. Epey seyri âlem yaptırdılar. Tekrar yerine iade ettiler. Tecelliyat böyle oldu” ifadesiyle hiçbir şey yokmuş gibi şakalaşarak kahvaltı yapılacak salona geçerler.
   Meczubun söylediği sözlerin tecelliyatı ya böyle olmuş veya aslı esası yoktur. Boşuna böyle bir beklenti içine girilmiştir. O günün akşamı Ali Efendi’nin sitelerdeki lokantanın üstündeki büroya davetliler. Ali Efendi Gazianteplidir. Dergâhında Gaziantep ve civarından sorumlu halaka şeyhidir. Malum, Antep deyince mutfağı akla gelir. Son haftalarda sadır olan Efendi’de ki hüzün, mutlu bir güne çevrildiği için Ali Efendi bu güzel haber adına ziyafeti verir. Tabi ki Gaziantep yemeklerinin üzerine baklavası da cabası. Böyle bir ikram kaçırılmaz.
   Ve nitekim yenilir, içilir, sohbet edilir. Ali Efendi’nin yıldızı parlamaktadır. Hali vakti yerinde olduğu için dergâhların çoğunun masrafına katkısı olur. Bu konuda oldukça cömert davrandığı bilinir. Efendisi ile gerek dergâhta gerekse birbirlerine olan ziyaretlerle aile ortamlarının vermiş olduğu daha iyi tanışmışlıkla samimiyetleri artar. Özellikle de Ankara dışındaki vakıf şubelerinin ziyaretinde mutlaka bulunur. Gereken infakı da yapar.
    Ankara’ya gelmişken sağlık kontrolünden geçmeyi de ihmal etmeyen Galip Efendi son olarak Yüksek İhtisas Hastanesinde kalp uzmanına muayene olur. Lüzumlu tahlilden sonra acilen müdahale kararı çıkar. Efendi’nin hastanede oluşunu duyan ihvanlar Yüksek ihtisasın önünde birkaç gün kamp kurarlar.
  Göğsün açılması gerekir. Velakin hasta seksen yaş üzeri olduğu için tereddütler oluşur. Ameliyatsız olma ihtimali araştırılır. Başka bir hastanede muayenesi yapılır. Yeni doktoru vücudun yarılmadan kol veya kasık arasından girerek kapalı olan damarı açacağını söyler. Yani anjiyo yapılarak hastaya eziyet verilmeden sağlığına kavuşacağı bilgisi, olurunu alabilmek için kendisine ve yakınlarına bildirir. Olur, alındıktan sonra gereken operasyonla iki üç gün yatılı tutulur ve hayati tehlikesinin olmadığı kabul edilerek, bilahare taburcu edilir.
   Daha hasta hanedeyken, Efendi Hazretlerinin ilerlemiş yaşı dolayısıyla hastaneden çıkamama durumu ihtimaldir ki olabilecektir. Şayet öyle bir durum zuhur ederse postnişin kim olacak beklentisi Süreyya Efendi’ye çağrışım yaptığı için, onun etrafında bir hareketlenme olduğu görülür.
   Denilirki;
   Efendi’nin değil ama mananın ilk fiskesi o sıralarda tecelli etmiştir. Üstelik mağdur olan kardeşlerin bir an önce gönlünü al ve bu işi kapat dediği halde, sıkıntılar bunca zaman geçmesine rağmen ortadan kalkmamıştır. Efendi Hazretleri “Oğlum oturduğun apartman dâhil başka gayrimenkullerin de var. Bunların iyi para ettiğine dair duyumlar alıyoruz. Bir an önce bunların bir kısmını paraya çevirerek borçlarını kapa” önerisini sanki Efendi hiç söylememiş gibi bir durum halen devam etmektedir. Efendi’nin ikinci halifesi olmasına rağmen bu konuda yetkisinin kullandırılmayacağı hükmü, bu olaydan sonra dedikodulara konu olur. Üstelik mananın bu konuda Galip Efendiyi uyarmasına rağmen gösterilen tolerans…  Çünkü o Efendinin yol arkadaşıdır, hatır gönül, tuz ekmek hakkı var.
  Ama hassas bir konu olduğu için gör geç anlayışıyla hareket eden Dervişlerden bu durum, bir sıkıntıya mahal vermez. Onlar mananın böyle tecelli yatına şeksiz şüphesiz inanarak Süreyya Efendi sayfasını kapatırlar.
     Galip Efendi yazları Ankara’nın havasına bayılır. Geceleri Rabbine yakarıştan arta kalan zamanı mütemadiyen yazarak geçirir. Muhtaç olduğumuz kardeşlik kitabına “Tasavvuf ve Zikrullah, Metafizik, Tesettür ve Hicap” isimli eserleri de ekler. Yayınlanmış külliyatın binlerce adet basımı yapılarak ücretsiz dağıtımı yapıldığı gibi, hakkında çıkan kitaplara da çok önem verir. Görsel ve yazılı basını çok önemser.
  Yenileyici tavrının geniş kitlelere ulaşması için medyanın gücünü bilir. Üniversitelerde lisans tezlerine konu olur. Özellikle Uludağ Üniversitesi ile Yüzüncü Yıl Üniversitesi ilahiyat fakülteleri hocalarının istekleriyle Galip Efendi yüksek lisans tezine konu olur. Piran ve Ankara Gönül Erleri adındaki kitaplarda da Galip Efendi’den bahsedilir.
   Dünya görüşü, tasavvuf anlayışı, yenileyici tavrı bu eserlerde dikkatleri çeker. Hele hele Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki olumlu kanaatleriyle büsbütün dikkatleri çeker. Kendi içine kapalı bir toplum yerine dünya milletleriyle ilişkilerini geliştiren bir Müslüman Türk modeline vurgu yapar. Şeriatlar arası diyalogun mutlaka mana ehli gruplarla başarılacağı ve bu günün insanlığının buna muhtaç olduğuna inanır. Zaten “Muhtaç olduğumuz kardeşlik” kitabı da bu amaçla ele aldığı bilinir. Bütün insanlığın huzur ve selametine açılan meşalenin öncülerinin mutlaka Galibi’lerin olmasını hedef gösterir. Demokrasi ve laiklik konusu İslam’ın vazgeçeceği değerlerden olmadığı gibi bu evrensellikleri çağın insanına sevdirerek Dini İslam’ın yeryüzüne hâkim olacağına inançla bu doğrultudaki gayretleri sürekli destekleyeceğini beyan eder. Ve daha neler neler…
     Galip Efendi o hafta sonu sohbetini sağlık nedeniyle iptal eder. Çocuklarıyla aile meclisinde dinlenmek ister. Torunlarından Ömer’e daha düşkündür. Çünkü Ömer torun olarak ilk göz ağrısıdır kendi statüsünde. Ömer, Hasan, Bilal rahmetlisi derken, yaklaşık on kadar torun sahibi olmuştur.
   Yetişme süresinin her anında Ömer ve Hasan’sız geçen çok az günü olduğu için onlara fazlasıyla duygusal yaklaşım gösterir. Hatta o akşam Ömer’in evlilik yıldönümüdür. Fakat bir sıkıntı vardır ortada. Dede eski dede, baba eski baba, Galip Efendi eski Galip Efendi velakin bu kapılar neden eskisi gibi destursuz açılıp kapanmaz. Neden randevulu veya kodlanarak açılıp kapanmaya görünüm arz etmektedir.
   Fatma Ana merhumu varken böyle bir tarife olabilirmiydi. Yeni kural ve kaidelere uyma mecburiyeti Galip Efendiyi bile rahatsız eder durumda olduğu, özellikle Abdulkadir’in gözünden kaçmaz. Hiçbir şey yokmuş gibi davranışlara, birçok şey varmış gibi yüz hatlarındaki ifadeler yabana atılır gibi değil. Ama ev hali deyip geçip gidilebilir dışarıda gazel okuyanlar için.
  Bir de Dede’lerinin yanında kendilerini alabildiğine özgür hisseden torunların terbiye edilmiş resmi pozisyonları bile Galip Dede’nin farkında olduğu durumlardır. Bu iştiyakla açığı kapatmak için daha ilgili gözükür. Mesela o akşam Ömer’in evlilik yıldönümü olduğu için önceden hazırlatmış olduğu, içinde pırlanta yüzük olan çiçeği temennilerle torununa sunar.
  Ömer için bu şekildeki nazenin davranışlar yeni değil ki sürpriz olsun. Daha önceleri buna benzer bütün heva ve heveslerini giderici çocukça taleplerini belli dahi etmeden, Dede’sinin zamanında karşılaması, torunları nezdinde alışkanlık da yapmış olabilir. İlk bisikleti, ilk saati ve ilk gözlüğü aldığı gibi şimdide bir çiçeğin içine kamufle edilmiş yüzüğü tamda zamanında vererek ilk evlilik yıl dönümünü kutlaması, Ömer’in dünyasında ne büyük moraller oluşturur.
   Dergâhın hemen her yerinde Dede’sinin dizi dibinde büyüyen Ömer, Dede’sinden Derviş olma talebi hep ötelenmiştir. Ta ki evlenip çoluk çocuk sahibi olarak otuz yaşını aşıncaya kadar. Ömer’de ki gelişimi takip etmiş olmalı. Dede’sinin kıymetini bilme noktasında olan Ömer artık ölümden bile korkmaz. Çünkü onu, zamanın durdurulduğu bir anda alıp, metafizik âleme seyri sefer yaptırılarak, bütün aile efradı olmak üzere, mananın büyük Sultan’larının makamları gösterilir. Dede’sinin makamı ile beraber “İşte burası da senin” denilerek işaret buyurulduktan sonra sema vattan yer yüzüne indirilen Ömer, elbette kamilleşecektir. Kendi yerini gördüğü için elbette korkmayacaktır.
  Ölümden sonraki hayat hakkında kaç şanslı insan olsun ki genç yakışıklı Ömer gibi olsun. Fatma babaannesi hayattayken, aile ortamındaki letafeti, samimiyeti, hazzı, ondan sonra bulmak hayal gibi bir şey olacaktır. İşte buda şanssızlığıdır onun. Hayat bu, kusursuzluk illaki yoktur
    Bunun içindir ki Galip Baba çocuklarına daha yakın olmak için sitedeki oğlu Abdulkadir’in işlettiği markete gider sürekli. Oradaki makamında ziyaretleri kabul eder. Derinine veya yüzeysel sohbetin her türlüsü orada yapılır. O gün tornacı Kerim Usta ki kendisi Efendi’nin göz bebeği gibi değer verdiği bir dervişidir. Onu çok farklı konumda tanımıştır. Yeni sanayide torna atölyesi vardır. Emrinde çalışan insanları Cuma namazına teşvik için, iş yerinin hemen yanındaki lokantadan yemek ısmarlar. Galip Efendi’nin birkaç kişi ile lokantaya geldiğini görür. Merak edince kim olduğunu öğrenir. İçi kaynar o anda, jest olsun diye onların da yemek parasını verir.
  Birkaç hafta sonra Galip Efendi yine aynı gün, aynı yere, aynı kişilerle gelir. Kerim Efendi yine para ödetmez. Üçüncü defa da olunca Galip Efendi haber eder. “Sağ olsun ama mahcup oluyoruz, bu sefer ödemesin” der, demesine ama tutan kim. Bilahare komşu esnaftan bazıları Galip Efendi’ye intisabı oldukları için bir defasında, Kerim Efendi’yi de gönüllü gönülsüz dergâha götürüp, Süreyya Efendi’den ders alması sağlanır.
   Verilen dersleri yapmaz ama gönlüde yavaş yavaş ısınır.  Ta ki uzun dönem karın ağrılarına teşhis konulamadığı halde, Galip Efendi’nin içirdiği bir tas sudan hemen sonra bu teşhisin konulması.  Zuhur eden karın ağrısıyla kaldırıldığı hastaneden kesin teşhis konup, operasyondan sonraki hasta yatağında “Söz Allah’ım, dersimi bundan böyle aksatmadan yapacağım” diye kararını verir.
    Bu olaydan sonra Galip Efendi’yi görmeden duramaz. Adeta aşk ehli olur. Külliyenin şadırvanından tutun da daha nice işlerin yapımında çok büyük katkı sağlar. Efendisinin yakın çevresinde haklı olarak yerini alan gönül adamıdır.
   O gün Cuma namazından sonra Galip Efendi’nin rahleyi tedrisatından bir şeyler almak için uğramıştır. Yanı başında Veysel Öztekin ve Kazım Efendi başta olmak üzere bir grup ihvan oradadır. İmam Hasan Efendi ve Rıfat Efendi de cemaate intikal etmek üzeredir. Rıfat Efendinin ihvanlar arasında ayrı bir yeri vardır. Tıpkı Tarık ve Bülent Efendiler gibi.
   Zahiri ilmin noksanlığından dolayı bir kısım derviş anların temsil kabiliyetlerini geliştirememelerinden dolayı dergâha olan zararlarına değinir Rıfat Efendi. İnsanın hoşuna gitmeyen bir olayda, esas aranılanı unutarak nefsine hoş gelen eylemlerin zararlarından dem vurur. “Her geçen gün kendinden bir şey koyarak şekilciliğe hizmet eder insan. Kalıbın kutsallaştırılması insanı özden uzaklaştırır. Sohbet kendi hayatımızın arızalarının izahı olmamalıdır” gibi fikri tespitlerini İmama Hasan’a onaylattırarak marketteki makama varırlar.
    Hoş beşten sonra Veysel Bey müsaade isteyerek bir bilginin paylaşılmasına memur olduğuna güvenle; “Efendim, sizin hastanede olduğunuz tarihte bir derviş kardeşimizin iş yerine, Adanalı olduğunu beyan eden bir avukatın “Size birini soracağım” diyerek çat kapı girer. “Galip Kuşçu adında birini arıyorum. Bana sitelerde eğlenirim demişti” diyerek sizi sorar. Arkadaşımızda hemen eliyle yan duvarda asılı olan sizin resminizi göstererek “Bu adamımı arıyorsun” deyince “Evet evet işte bu, nerede nasıl görebilirim,”  heyecanlı bir şekilde peşi sıra birçok soru daha sorar.
   Arkadaşımız iyice meraklanır “Şu sıra görmen mümkün değil Avukat bey, kendisi hastanede, bir operasyon geçirdiği için zorunlu olarak tutulmaktadır. Ancak şunu söylemeliyim, evet adı Galip Kuşçuoğlu’dur. Burada resmini görmeni hemen kan bağımızın olduğuna yormayın Avukat bey. O bizim sultanımızdır. O Kadiri, Rufai, Galibi Şeyhidir. O yalnız benim değil şu gördüğünüz site esnafının çoğunun sayıp sevdiği biridir. Kısaca o Mana âleminin yaşayan erlerinden biridir. Umarım mutmain olmuşsunuzdur.
    Şimdi siz niçin onu sordunuz? Benim merakımı da siz gidermez misiniz” diyerek unutulan ikramları servis etmeye başlar. Hafifçe toparlanarak manevi huzurundaymış gibi bir vaziyet alan Avukat Bey sözlerine; “Zaten bilmeliydim. Öyle bir yerde maruzatımı giderip, “Biz yolumuzu buluruz sen devam et” diyerek yol gösteren zatın böyle biri olduğunu anlamalıydım. O benim Hızır’ım oldu Beyefendi. Bundan beş sene önce, çocuğuma hamile eşimle Adana Pozantı üzerinde hayırlı bir iş icabı çıktığımız yolda mahsur kaldık. Gece eksilerin altında, ayaz mı ayaz, kafamızı kaldırınca Torosların eteğinde bembeyaz kar bütün heybetiyle bizi biraz daha üşütmekte. Arabayı bir türlü çalıştıramıyoruz.
  Çok geç olmalıdır ki, gelen giden seyrek ve kimse de haklı olarak durmuyor. Kendime değil ama arabadan inince beş on metre dahi atamayacak olan eşimin, ölüme veya donmaya ramak kala, yol kenarında, elinde çanta olduğu halde aheste aheste bize doğru gelen bu adam (duvardaki resmi göstererek) işte budur.
  Bana selam verdikten sonra şikâyetimi dinlemeden, yardımını dahi istemek için söz bulamamışken, “Arabanın kaportasını açar mısın” deyince can havliyle dediğini yaptım. Arızayı nasıl giderdi ne yaptı bilmiyorum. “İndir ve kontağı çevir bakalım” sözüne riayet ettim ve araba hiçbir şey yokmuş gibi çalıştı. Bir sevinç bir sevinç… Hanım benden daha fazla sevinçli, dudakları mırıldanarak her halde gözyaşları içerisinde bütün bildiği duaları okuyor.
    Arabada yer olduğu için “Buyurun gideceğiniz yere götüreyim” dedim. Bütün ısrarıma rağmen “Sana iyi yolculuklar kardeşim ben yolumu bulurum merak etme” diyerek hiç eyvallah bile etmeden aynı yöne doğru çantasıyla beraber devam etti.
   Arkasından hanımla baka kaldık. O kadar şaşkındık ki adını sormak bile bizden uzaklaştıktan nice sormaları aklımıza geldi. Ardın sıra “Sizin adınız ne, kimsiniz, nerelisiniz” diye bağırdığım zaman “Evladım adım Galip, Galip Usta derler bana. Ankara sitelerde eğlenirim” cevabını verdi.
   O gün bu gün bir türlü nasip olmadı aramak. Yarın Adana da çok önemli bir davam olmamış olsa gider hangi hastanede yatıyorsa kapısında yatar da kendisini görmeden gitmezdim. Lütfen Efendi, benim adıma şükranlarımı arz eder misin kendisine” diye konuşarak meramını anlatıp büyük bir mahcubiyetle arkadaşımızın ofisini terk eder.
  Veysel Beyin verdiği bilgiyi pür dikkat ilk defa duyan Kazım Bey başta olmak üzere, diğer bazı Dervişlerin gözyaşlarını tutamadıkları görülür. Beklenir ki Galip Efendi yorum yapsın. Ama O “Olur böyle şeyler evladım” diyerek geçiştirir. Ardında “Melaike bilmez ki yazsın, şeytanda bilmez ki bozsun” diyerek hep beraber ofisten çıkılır.
     Ankara da hava soğumaktadır. Galip Efendi’ye “Benim Medine’m” dedirten Antalya’ya hareket etmeye gün sayılır. Oradaki arkadaşları başta Bülent, Tarık ve Hasan Efendiler olmak üzere bir an önce gelmesini arzulamaktadırlar. Tarık Efendi zaten Antalyalıdır. İş yeri ve aile efradı da yanı başındadır. Bülent Efendi Galip babasının oluru üzerine oraya gitmiş, tıpkı Hasan, Nurettin, Yılmaz ve Murat Efendiler gibi muhacirdir Antalya’da.
  Efendimiz nerede biz oradayız diye tası tarağı toplayıp hicret ederler. Zaten Uzun Ahmet Turgut bir ömür boyu Galip Efendinin gölgesi altındadır. Ben bilmem merkez bilir anlayışında sadık bir derviştir o. Efendi Hazretlerinin Antalya ikameti kesinleşince bunlar da Ankara’da ki gayrimenkullerini satarak, iş yerlerini kapatarak, aile efradını da ikna ederek ahir ömründe Efendilerine hep yakın olmayı murat etmişlerdir. Öyle ya rızık kapısı her yerde açık olur. Önemli olan manevi bir huzurla mana rızkından istifade edebilmek için feyzinden istifade edilecek kişilerle beraber olmak. Velhasıl, Efendinin Antalya’da ki ashabından kemalat daha güçlü, daha şuurlu görülür, vesselam.
     Antalya, Antalya… Galip Efendi’nin “Aşka uçmayan kanat neye yarar” sözünü sık sık tekrarladığı yer. Antalya’ya iner inmez arkadaşları tarafından karşılanır. Yüzündeki canlılık, dilindeki dirilik, gözlerindeki fer, hakikaten kendini göstermektedir. Antalya onun için gam ve kederlerin atıldığı özel bir yerdir. Onun içindir ki burası bana “Medine” olarak gösterildi ifadesi kendisinindir.
     O gün, Cumhuriyetimizin ilan edildiği yıl dönümüdür. Antalya sokakları Albayraklarla donatılmış olup adeta nazlı bir gelin gibi Akdeniz’e höykürmektedir. Cumhuriyetimizin banisi ve arkadaşları gelir aklına. Bu toprakların suyunu içip havasını teneffüs eden her Türk vatandaşı gibi oda duygulanır.
  O akşam aynı zamanda mübarek gecelerden biridir. İki güzel olay aynı günde ihya edilmesi hoştur onun için. O akşam bazı konuları tekraren anlatmanın gereğine inanarak dergâhın yolunu tutar. Yıllar var ki, dergâhın merkezi olan Ankara Hüseyin Gazi, bütün çevre illerinden gelen misafirlerini ağırlardı. Bundan gayrı Ankara başta olmak üzere bütün diğer illerdeki arkadaşlarının pusulası Antalya’nı gösterir. Otobüsler dolusu evlatları mübarek gecelerin ihyası için Antalya’yı şereflendirir.
  Yine öyle bir günde dergâhının bahçesi ve içi tıklım tıklım dolu ve Efendi’lerinin sohbetini beklemektedirler. Derken akşam namazı kılınır. Galip Efendinin “Bütün insanlığın hayır ve selameti için” sözüyle bağladığı duadan sonra “Falemennehu” kükremesiyle saflar sıklaştırılarak alıcıların açılması bir olur.
     Galip Efendi söze “Hoş gelmişsiniz evlatlarım” diyerek şöyle devam eder:
 “İnsanlara feyz ruhu vermiş olan Şeriatımız İslam’ın son şeriatıdır. Çünkü bizim Şeriatımız akla mantığa ve hakikate uygundur. Eğer akla mantığa ve hakikate uyumlu olmamış olsaydı günümüze kadar sağlıklı gelemezdi. Hangi şey ki akla mantığa uygundur, biliniz ki o bizim inancımıza uygundur. Eğer bir şey akıl ve mantığa milletin menfaatine İslam’ın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın o şey dinidir. Eğer bizim inancımız aklın mantığın tetabuk ettiği bir din olmasıydı ‘Ekmel’ olmazdı. Ahir din olmazdı. Dinimize bizatihi hakikatlere nasıl inanıyorsam buna da inanıyorum” diyen Cumhuriyetin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözüne yine ona ait tespitlerle devam eder. 
    Biraz önceki sözler Mustafa Kemal e aittir. Yine ona ait olan şu “Laiklik dinsizlik demek değildir, laiklik vicdan özgürlüğüdür. Laiklik Dinin Devlet içerisinde sınırının çizilmesidir. İslam dini akla bilime ve fenne uygundur. Bizim Dinimiz en doğru ve en tabi bir Dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son Din olmuştur. Bir Dinin doğal olabilmesi için akla, fenne uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunların hepsine uygundur.” Sözüyle devam edelim.
    Yine o büyük Devlet adamına ait “Hepimiz müsaviyiz ve Dinimizin ahkâmını mütemadiyen öğrenmeye mecburuz. Her fert Dinini diyanetini imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”
    İşte işin özeti budur. Hal böyleyken ona Din adına atmadığımız çamur, etmediğimiz küfür kalmamıştır. Allah bu tür insanların şerrinden korusun. Atatürk’ü bizzat gören ve sualine ilişkin aralarındaki konuşmayı anlatan dönemin Beykoz İmamına kulak verelim diyerek devam eder;
    “Beykoz da Müftülüğün önündeki kahvede oturuyoruz. Birden üç dört adet resmi araç önümüzde durdu. İçinden inenleri ilk defa görüyorduk. Ancak Atatürk’ü tanıdık. Etrafını kalabalıklar sarmaya başladı. Bizde tam karşısındayız. “Beykoz İmamı burada mı” dedi. Ben tam karşısındayım, gelsin de biraz konuşalım deyince huzuruna vardım. Bana sol avucunda bulunan üzümleri göstererek “Hoca bu helalken neden bunun suyu haram” diye sual sordu. Birden bire şaşırmıştım. Bu zor suale nasıl cevap verebilirdim, bir an düşündüm, nasıl olduğunu bende bilmeyerek şu cümleler dudaklarımdan dökülmeye başladı. Paşam Hanımın sana helal de neden kızın haram dedim. Bu sözümü işitince hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı ve başını sallayarak “Hoca sen âlimsin, ben softaları arıyorum. Yarın saraya gel de seninle konuşalım” emrini verdi. Ertesi gün saraya geldim. Beni karşısına oturttu. Saatlerce bana Kuran da ayetler okutturarak tefsirini de kendisi yaptı.”
   Olayın bizzat şahidi İmam Efendinin sözleri üzerine bizimde koyacağımız elbet bir şeylerimiz var. Ancak ömrüm boyunca özellikle müntesibi olduğum dergâhın mensuplarına, söylemekten dilimde tüy biten kanaatimi, bütün dünya bilir. Hatta zatıma Atatürkçü Şeyh de denir. Yıllar var ki Atatürk hakkında söylediklerimi sizler bilirsiniz. Çoğu zamanda unutmayasınız diye defalarca tekrar ederim. Siz de aynı kelamı birden çok duymaktan rahatsız olursunuz, bilirim. Bu gün ben değil de ‘Elindeki notları göstererek’ bu notlar konuşacak. Belki de ilk defa bunları işiteceğiniz için iyi dinleyin. Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan Mahmut Balerdin’in şahidi olduğu bir konu;
   Atatürk Hafız Yaşar’a şiddetle bağırır “Sen neredesin be adam. Arattırırız da çoğu defa bulamayız.” Çünkü hafız Yaşar’a sesi güzel olduğu için Kuran okutturan Atatürk “Bir iskembe al da karşıma otur” emrine ilaveten Uşak makamında Kuran okumasını istedi. Hangi sureyi okumasını isteyince, ‘Ne istersen onu oku’ dedi. Hafız Yaşar okurken birden bire ‘Dur’ diyerek ‘hicaz makamına geç’ emrini verdi. Bunun üzerine Hafız, bir müddet tereddüt ederek geçemedi. Bu arada Atatürk yüzünü bana çevirerek “Mahmut Bey Kuran okur musun” diye sordu. Okurum cevabı üzerine ‘Buyurun sizi dinliyorum’ dedi. Ben gençliğimde iken ezberlediğim bir sureyi besmele çekerek tatlı bir makamla okumaya başladım. Bu okuyuşumun kendilerini de şaşırtmış olduğunu gördüm. Birden bire ‘Hicaz makamına’ geç dedi. Hüzzam makamıyla okumaya başladığım sureyi hiç duraklamadan Hicaz makamına geçtim. Okumam bittikten sonra Hafız Yaşar’a dönerek ‘Bak buraya, işte zekâ ile aptallığın müessesesi, sana Kuran oku dedim, hangi sureyi istersiniz diye sordun. Allah’ın kelamı bu, şarkı değil ki beğendiğini oku beğenmediğini okuma, ne diye soruyorsun, nereden istersen orada oku. Sonra Hicaz makamına geç dedim, makamı bulmak için yüce Kur’an’ın azametini ve zevkini berbat ettin, şaşkın herif” diye kızar. Hafız Yaşar’ı değil de beni takdir ederek ödüllendirdi demektedir.
     Evet, evlatlarım bugün size ayrı bir Atatürk’ü anlatıyorum. Bir ömür anlattıklarınız kafanızda yer etmiştir bilirim. Ama bugün duymadığınız, daha dikkat çekici yönüyle hakikati ben değil, kendi arkadaşları anlatıyor. Bakınız bu notlarda anlatılanlara ilaveten bende bir şey söyleyeyim;
   “İtalyan müşteşriki ‘Dozy’ adında bir adam, Peygamberimizi yerin dibine sokan bir kitap yayınlar. Bu kitap onun döneminde Doktor Abdullah Cevdet denilen üniversitede görevli bir zat tarafından Türkçeye çevrilir. Ve binlerce baskısı yapılarak dağıtılır. Bu kitaplardan biri Ata’nın eline geçer. Okuduktan sonra görüşünü almak üzere Profesör Şemsettin Günaltay’a tetkik için verilir.
   Zamanın geçtiği halde Hoca kitap hakkında görüşünü bildirmekten imtina ettiği için “Unutmuştur İnşallah” diyerek huzura çıkmaktan geri durur. Çünkü kitap içerisindeki bilgiye göre Hz. Muhammed’e düşmanca tavırlar var. Bu kitap çok tehlikeli dese Ata’nın tavrından çekinir, hayır çok faydalı, güzel tespit yapmış olarak kanaat bildirse Allah’tan korkar, Peygamberden utanır.
   Gecikmesinin sebebi her iki türlü de korktuğundan kaynaklanır. Nitekim korkunun ecele faydası yok derler ya, Atatürk bu durumu unutmaz ve Hocayı tekrardan çağırarak “Hepsi bir kitap, verilen süreyi çok aştın. Ne düşünürsün Hocam” dediği vakit Hoca, ‘olacak olur’ diyerek cesaretini toplar ve “Paşam; Böyle bir memlekette böyle bir kitabın çevirisi yapılarak dağıtılması çok büyük talihsizliktir” deyince, daha fazla tafsilata ihtiyaç duymayan Atatürk, hemen yanı başında oturan İsmet Paşa’ya dönerek “Bu kitabı piyasada acilen toplatın. Çevirisini yapan adamı ivedilikle Devlette görev yapıyorsa kovun, yapmıyorsa da bu imkânlarla ilgisini kesin ve hatta bir müddet takibe alın” emrini verir.
   Galip Efendi o an bir iç çekerek “İşte Atatürk, böyle bir adama yıllarca dinsiz dedik, kâfir dedik. Allah şerlerden korusun, Allah ıslah etsin. Peygamberimiz hakkında “O Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim senin adın silinir fakat sonsuza kadar o, ölümsüzdür” diyor.  Böyle diyen bir insanla biz nasıl ayrı gayrı oluruz. Algımız bir, hedefimiz bir olur ancak.
  Yakın arkadaşlarıyla orman çiftliğinde sohbet ederken bir arkadaşı Din hakkında görüşünü sorar.
    Atatürk; “Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam olan bir Dinimiz vardır. Malzemesi iyi, fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış, harçları döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hiç hissedilmemiş. Aksine birçok yabancı unsur binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerine yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır. Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır.” sözüne daha ne ilave edilebilir.
     Atatürk, içi boşalmış veya boşaltılmış bir dini terakkiyi yok etmek istemiştir. İçtihat sız bir din Ata’nın söylediği gibi harçları dökülmüş, zamanla yıkılmaya yüz tutmuş binaya benzer. Bizde hep bunu diyoruz evladım. Bizim Profesör Naci Bor Hocanın özel doktorluğunu yaptığı İstanbul Şeyhül Meşayıhı Nurullah Efendi’nin, Naci Bor’a anlattığı çok daha manidar olup, Ata’nın ve bizim yukarıda anlattıklarımızın paralelindeki tespitler değil mi?
    Nurullah Efendi köşkte Ata ile karşılaşır. Bir kenara çekerek “Efendi hazretleri, tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek mi bilmiyorum. Şayet ömrüm olursa günü gelince bunları yine ben açacağım” der. Yine Mevlana’yı ziyaretinde “Sen rahat uyu ey koca sultan. Bu icraatım sizlere değil” dediğini cümle âlem bilir.
     On asırdır Dinin yenilenmeye ihtiyacı var evladım. İçtihat sız bıraktıkları yüce Dinimiz gar dolabı dinine dönüştürüldü.  Hâlbuki din daima canlıdır. Hayatın akışına göre yenilenmesi gerekir. Cumhuriyetimizin banisi ve silah arkadaşlarını anmak ve onlardan yaptıkları işlere uygun bahsetmek bu mübarek güne nasipmiş” diyen Galip Efendi;
  “Falemennehuu” işaretiyle cami cemaatinin kendine gelmesini sağlar. Halakalar bu uyarıyla tez elden oluşur. Cennet bahçesi olarak tarif ettiği zikir ayinine başlanır. Sohbet biraz uzun olduğu için zikir uzun tutulmadan bitimine müteakip il dışından gelen Dervişlere “Mümkün atı varsa sabahleyin çıkın”. Hemen çıkmak isteyenlere de “lütfen dikkatli gidin” uyarısında bulunur.
     Yorulmuştur Galip Efendi. Tam toparlanmak üzereyken karı koca Alman bir turist çiftin yanlarında mihmandarları olduğu halde “Sizinle kısa bir an görüşmekte ısrar ediyorlar” diyen Uzun Ahmet’in haberine “Buyursunlar evladım, yalnız adamlar yabancı, rahat olmaları için siz şöyle biraz uzak durun da meramları ne ise dinleyelim” der.
   Önde mihmandar ardında Alman turistler huzura varır. Mihmandar; “Efendim bu turistler karı kocadır. İki gündür bunlarla beraberim. Tutturmuşlar, illa ki bir dervişle görüşelim, sohbet edelim diye. Bende size getirdim. Meğer gelmeden önce kendi memleketlerindeki bir kilisenin Papazı Antalya’ya seyahat edeceklerini duyduğu için onlara “Mutlaka bir Galibi dervişi ile görüşün” önerisinde bulunmuşta onun için ısrar ederler” sözü üzerine Galip Efendi ile turistler göz göze gelerek hal diliyle konuşmuşlardır mutlaka. Öyle olmalı ki huzurdan ayrılırken çok daha disiplinli, çok daha nazik, arkalarını dönmeden “Sizin gözünüzden Allah’ı görüyoruz. Ne iyi ettik de sizinle görüştük” diyen Alman vatandaşın kendi dilindeki Kanaat’ını mihmandar ayaküstü açıkladıktan sonra, Galip Efendi de evine gitmek için yol alır.
   Galip Efendi belki de daha evine varmadan dışarıda gelen evlatlarının çoğu gereken tedarikleri alarak çoktan yola koyulmuşlardır. Bunlardan biri de Ankara ekibinden Kazım Efendi’nin de içinde bulunduğu özel arabadır.
  Antalya’nın hemen çıkışındaki bir petrolde yakıt depolarını doldururlar. Yalnız her zaman ödenen ücretin çok daha altındaki parayla depo dolar ve taşar bile. Bu depodaki benzin ile iki defa Ankara’ya varılır.
  Birkaç yüz kilometre yol alındıktan sonra arabadaki sıkıntı herkese malum olur. Yol kenarına çekilerek araba çalışır haldeyken göstergelerin tabana vurduğu gözlemlenir. Gelirken hemen şuracıkta depo fullendi de şimdi ne oldu göstergeler dibe vurdu diye hayıflanırlar. Arabayı bir kenara çekip istop ettirdikleri için elektrikleri de gider. Ne kadar uğraşırlarsa da bir daha çalıştıramazlar. Gecenin o şartlarında başlangıçta işi ciddiye almadıkları için, bu durumla ilgili esprilerle belli zaman geçer. Tekrar tekrar kontak çevrilse de mümkün olmaz. Hava da gittikçe soğumaktadır. Bir gün sonra bir takım bağlantılarından dolayı menzile ulaşılmasına aşırı ihtiyaç hisseden Kazım Efendi ayağa kalkar ve yüksek sesle;
   “Herkese himmet ediyorsun Efendim. Dervişin dahi olmayan Adanalı avukatın dahi sıkıntısını gideriyorsun. Biz senin dervişlerin, biz senin evlatların değil miyiz ki, şuracıktaki sıkıntımıza derman olmazsın. Bizde himmet, bizde himmet istiyoruz” der. Kazım Efendi samimice duygularını bu şekilde dile getirerek manevi olarak oldukça rahatlamış görünür.
   İçten gelen bu maruzatın ardında arkadaşlarından biri hemen arabaya gelerek kontağı çevirmesi bir olur. O da ne, ortalık aydınlanmıştır. Sessizlik bozulmuş, arabanın saat gibi işleyen sesine ilaveten “Şükür Ya Rabbi” sesleri eklenir. Ekip daha sakin düşünmeye başlayınca bu işteki açık seçik olan “himmeti” görerek bağlılıkları daha da artar.
   Kim bilir, Galip Efendi’ye bu iş nasıl malum olmuştur. Arkadaşlarının samimiyetlerinin göstergesi olarak değerlendirme imkânı içerisinde “Sizi köftehorlar sizi” diyerek belki de kıs kıs gülmüştür, kim bilir.

Bölüm 11

Allah’ın istisnai yaratmış seçkin kulları, emri ilahinin bekçileridir. Onların bazıları irşada, bazıları ikaza, bazıları da ıslaha vazifelidirler. Atatürk ıslah ile vazifeliydi, şahidim.

                                          Hacı Galip Kuşçuoğlu

Aşka Varırsan Kanadı Kim Arar:
(Bayrak Düştüğü Yerden Kalkar)
Galip Efendiye Antalya’da kışı geçirmiş,  havaların bunaltmasıyla belki de son bir defa Ankara’ya gitmek nasip olacaktır. Ankara artık onun için bir mecburiyet, İstanbul ise mahkûmiyettir. İstanbul’un esir almadığı, alamadığı bir insan olabilir mi?
   Orası, tanıyanlar için her zaman finaldir. Haydi, bul bul, İlle de İstanbul, İstanbul, diyen Şairlerden tutun da “Orası elbet fetih olunacak. Orayı fetheden asker ne güzel asker, fetheden komutan ne güzel komutan” diyerek on dört asır önceden görülmüş gibi işlenmesi ne kadar büyük bir hedeftir. Ömrünün son döneminde “Ne güzel asker” den olabilir miyim diyerek taa bu topraklara gelen ‘Fethi Mübin’i’ görme arzusu olan Eyüp Sultan’ın ülküsü, hemen hemen aynı yaşlarda görünen Galip Efendi’den neden olmasın.
   “Ey İstanbul, İstanbul, senin iki yüzün var. Bir yüzün gülerken bir yüzünde hüzün var”  diye besteleri bile olan bu belde neden tekrar fethedilmesin. Neden hüzün dolu yüzlerin güldürülmesin. Neden gülen yüzlerin aşırılıkları alınarak mütedeyyin hale sokulmasın. Dünya’nın incisi olan bu şehir neden kendi haline bırakılsın. Sahipleri vardır mutlaka, ama neden yeni sahiplenme veya aidiyet duyguları geliştirilmesin.
   Yeryüzünün göstergesidir İstanbul. Bütün kriterleriyle yeniden mamul edilerek kendine getirilirse, yani yeniden fethedilirse “Bayrak düştüğü yerde kalkar” anlayışı, ülküsü yeniden insanlara verilirse, onların hâkimiyeti yeryüzünü yeniden kaplar. Birlik, dirlik, tevhit anlayışı ancak o zaman hâkim olur. Adalet dağıtan medeniyet yeniden ihya edilir. Öyleyse haydi, İstanbul… İstanbul…
     Galip Efendi bunun farkında olarak sürekli dergâhın inşaatını takip eder. Ara sıra da Bülent Efendi ile yerinde görmek için keşfe gider. Atıf Efendi gereğinden fazla ilgilenir ama çoğu zaman Efendi Babasının desteğine ihtiyaç duyar. Murat odur ki bir an önce tamamlansın. Denize nazır bir yerdir orası. İnşaat, henüz temelleri atılmadan bir takım zorluklar oluşturmuş ama netice itibariyle mana ehlini hizmete memur kılarak dizginlenmiştir. Yoksa bütün teknik adamların “Toprak kayması olur, uygun değildir” denilen arazide “Bu da bizim toprak burhanımız olsun” duruşuyla yapılan çalışmalar son derece sağlıklı gelişmektedir. Halaka Şeyhi Atıf Efendi de son derece fedakâr çalışmaktadır.
     İstanbul işini geçici olarak gündeminden çıkartarak yayla havasına yani meftun olduğu Ankara’ya atar kendini.
     Arkadaşları onu havaalanında alarak konvoy eşliğinde doğru Hüseyin Gazi’de ki ikametine getirirler. Yakın arkadaşlarıyla ayaküstü görüşerek aile efradıyla özlem gidermek üzere içeri geçer. Galip Efendi, kollarının altına aldığı torunlarıyla hal hatırdan sonra, öğüt verme babında şöyle bir konuşma yapar;
  “Yavrularım, başka din mensuplarını inançlarından dolayı kınamayacağınız gibi, örf, adet, gelenek, görenek veya yaşama biçimlerinden dolayı da hiç tenkit etmeyiniz. Siz kendi adet ve geleneklerinize bağlı olun, onları yaşayarak koruyun. Kültürel erozyon faaliyetlerinin yoğunlaştığı çağımızda, milli kimlik sizin için çok önemlidir. Örf, adet, gelenek, inanç gibi kültürel değerlerine sahip çıkın. Başka milletlerin kültürel değerlerini taklit etmeyin, sonra kendinizi kaybedersiniz. Onları tenkit de etmeyin, ederseniz düşman kazanırsınız. Bu hassas noktada prensibiniz taklit etmemek, tenkit de etmemek olmalıdır. Tenkit edersen düşmanlıklarını kazandığın gibi onların da sizin Dininize, diyanetinize saldırmalarına yol açarsınız. Bilmelisiniz ki dünya yüzünde saygınlık ancak kendi Dinini ve kendi kültürünü yaşamakla kazanılır. Hele şu konuştuğunuz dil yok mu, bu dil size ananızın ak sütü gibidir. Onu korumak da boynunuzun borcu olmalıdır.
    Bakın yavrum; “Bu dünyada rızkınız için endişe etmeyin. Rızık da insanın eceli gibidir, sizi hep takip eder. Hiç kimse rızkını bir başkasına kaptırmadığı gibi, bir başkasının da rızkını yiyemez. Onun için rızkın seni sürekli arar ve bulur. Aç kalacağım diye telaşa kapılmayasınız. Tabi ki bütün bunlar senin de gayret göstermen halinde seyreder. Bir de yavrum, arkadaşlarınızla mesafeyi iyi ayarlayın. Kontrollü yaklaşın, severken de kızarken de mutedil olun, ölçüyü kaçırmayın. Sırrınızı kimseye vermeyin, bu bir Peygamber öğüdüdür. Şayet bu konuda dikkat etmez iseniz sıkıntıya düşersiniz. Sır sizde kaldığı müddetçe sizin esirinizdir, onu başkasına açarsanız siz onun esiri olursunuz. Şayet biri size sırını açarsa onu başkasına söylemeyin sizde kalsın, zira o sır size emanettir. Emanete ihanet etmiş olursunuz ve bu durum Allah katında da kul katında da hiç hoş karşılanmaz. Bu mihver üzerine yaşamanız bizi ancak sevindirir evladım” der ve diğer aile mensuplarına dönerek oğlu Abdulkadir’in ve öbür torunlarının tek tek işi gücü sorulur. Kayda değer aile problemlerini dinledikten sonra kucağına Ömer’in çocuğu verilir. Bütün masumiyetiyle büyük Dede’sinin sakalını karıştıran çocuğu Dedesi de bir müddet sever. Bilahare “Evladım biraz istirahat etmeliyim” diyerek kendi odasına geçer.
    Bir gün sonra Cuma olduğu için dinlenmiş bir vücutla arkadaşlarının huzuruna çıkmayı umar.
     O gece görmüş olduğu bir mana ile uyanır. Manasında “Yarın sana biri gelip kendi görgüsünü anlatacak. Ona vazifesini ver” uyarısını emir telakki ederek bekler. “Ben zaten vazifemin başındayım. Benden sonrakine benim adıma görevleri yerine getiren, benim adıma ders vermeye ve tasarrufta bulunmaya kimi memur ettiysen elbette öyle olacaktır. Hüküm senin ey Sultanlar Sultanı” gibi dışarı yansımayan hal diliyle konuşur.
     Kuşluk vaktidir. Kapı çalınır. Gelen Gaziantepli Ali Efendi’dir. Ali Efendi, Efendisine çok yakın olduğu için, bütün aile çevresi de kendisini bilir tanır. Galip Efendi “Tecelliyatın zuhuru olacaktır herhalde” düşüncesine ilaveten “Ali Efendiyi bekletmeyin hemen içeri alın” diyerek kendisi de toparlanır.  Ali Efendi büyük bir heyecanla Efendi’sini görür görmez ellerini öpmek için gereken davranışı gösterir. Ardından “Müsaade buyurursanız Efendim bir manam var anlatmak istiyorum” deyince Efendi Hazretleri “ Buyur Ali Efendi seni dinliyorum” ifadesi üzerine, Ali Efendi;
   “Efendim sabah namazımı kıldıktan sonra dersimi ifa ederek yatmıştım. Merkez dergâhımızda namaz kıldırıyormuşum. Kardeşlerimizden biri gelerek Efendimiz seni çağırıyor, acele edin dedi. Ben emriniz üzerine kapınıza geldim ve içeri alındım. Siz yer minderinde nur gibi parlıyordunuz. Varıp elinizi öptüm. O an elinizi benim başıma götürerek kendinize doğru çektiniz. Hatta başımı tam da sakalınızın altına alarak döşünüze yapıştırdınız. Sakalınız ile kalbiniz arasında olan kulağıma o an bir ses işittirildi. O sese göre “Benim dergâhım benden sonra sana emanettir. Benden sonra dergâhımın mutasavvufu sen olacaksın” deniliyordu.
   Bu manadan sonra titreyerek uyandım. Gerek manamın yorumunu almak, gerekse mübarek yüzünüzü bir an önce görmek için erkenden huzurunuza geldim. Bu cüretimi bağışlayın” diyerek samimice görgülerini Efendisi ile paylaşır.
     Galip Efendi’ye de zaten “Yarın biri gelecek. Onun görevini ver” diye emir verilmişti. Mananın tecelliyatına uygun davranacaktır elbette. Ali Efendi oğlum diyerek söze başlar. “Bana da bildirildi. İkimizin de gördüğü mana aynıdır. Sana görevini vermem lazım bu durumda. Yanlış anlama, ben değil mana böyle istiyor evladım. Evet, sen benim bu günden itibaren Halifemsin. Hayırlı uğurlu olsun. Zaten benim dergâhımın halaka Şeyhiydin. Şimdide Halifem olarak benden sonra bu dergahın postnişini sen olacaksın.” dedikten sonra göz yaşları içerisinde sarmaş dolaş olurlar. Sene 2011’in yazı. Sonsuzluk kervanının yeni komutanının bu durumunu Cuma namazına müteakip Efendi Hazretleri ilan eder.
    Efendi Hazretlerinin duyurusu bazı arkadaşları nezdinde şok etkisi olur. Hakikaten beklenilmeyen bir şeydir onlar için. Çünkü Ali Efendi Güneydoğu illeriyle ilgili görevli olduğu biliniyordu. Pir Efendinin Ankara merkezi Nuga balardan oluşan bir grup idare etsin gibi yaklaşımı vardı. Böyle bir zuhuratı, sürpriz dahi olsa doğrusu kimse beklemezdi. Zamanla alışacaklardır elbet. Çünkü mana böyle istemişti, yapılacak bir şey yok.
    Evet, Ankara Galibilerin yeni Şeyhi Ali Efendidir. Galip Efendi, Kadiri, Rufai, Galibi Şeyhidir. Kadri Rufailikten, Galibilik verilen Pir olduğu için, Pir’den sonraki Şeyhler, gelenek icabı o Pir’in adıyla anılırlar. Ali Efendi de bundan böyle Galibi Şeyhi olarak tasavvuf tarihinde yerini almış olacaktır. Bütün camiaya hayırlı olur inşallah.
    Galip Efendi’nin üzerinde Ankara’nın yükü inince çok rahatlar. Çünkü o artık dünya nizamını tasarımlamak gibi bir takım görüntüler onu tatmin etmez. O bir Pir’dir. O bir aşk adamıdır. Ona birçok kalıp dar gelir artık. Mevlana Hazretleri gibidir. Anlaşılmak ve anlaşılmamak umurunda değildir. Aşka varınca kanadı kim arar, tamda bu noktadadır artık. Hallacı Mansur gibidir tamamen manaya dönüşen. Onun için çekmediği kalmayan.
  Bilindiği gibi Hallaç’ı önce döverler, yetmedi el ve ayaklarını çaprazlama keserler yetmez, dilini ve başını kesip, cesedini yakıp, külünü Dicle’ye atarlar. Atılan küller dolayısıyla Dicle’nin suları kabarır ve Bağdat’ı sel basmak üzereyken Hallaç’ın bir dostu onun hırkasını Dicle’ye atar ve sular durulur.
   Hallaç’ın bu dostuna bunu nasıl akıl ettiği sorulduğunda o henüz ölmeden önce “Ellerinin ve ayaklarının, takiben dilinin ve başının kesilip, cesedinin yakıldıktan sonra Dicle’ye atılacağını ve korkarım ki bu yüzden Dicle taşarsa hırkamı suya at ki öfkesi insin, zararı dokunmasın” dediğini söyler.
  Bu olay göstermektedir ki aşk ister mecazi olsun, ister ilahi olsun her zaman bedel ister. Aşkı için bedel ödemeyi göze alamayanlarsa sevemezler, âşık olamazlar. Onun aşkı makam ve saltanatı bırakıp bir asa ve bir çarıkla dolaşan İbrahim Ethem gibidir. Geçmişte İbrahim Ethem’in saltanatını bilen biri deniz kenarında oturmuş, bir elinde iğne ile yırtık elbisesini diken Ethem’i görünce “O saltanat bırakılıp da böyle perişan vaziyete gelinir mi hiç” diye laf atınca, İbrahim Ethem Hazretleri elindeki iğneyi denize atar. Tekrardan denizdeki balıklardan iğnesini ister. Birkaç saniye içinde balık ağzında iğneyi uzatır. Bu olaya şahit olan adama “O saltanat mı yoksa bu saltanat mı daha büyük” diye sorar.
     Galip Efendi’nin de ulaştığı ilahi aşk böyle olmalıdır. Onda gürleşerek gelişen İstanbul sevdası “Aşka varınca kanadı kim arar” anlamına uygun gelişir.  Sevdanın Ankara kanadı Galip Efendi için geride kalmıştır artık. Sıçrama yeri olan Antalya’dan finale ramak kalmıştır.
   Atıf Efendi’den gelen haber üzerine özlenen finale doğru “Ya Allah” denir. Bütün alt yapısıyla İstanbul Beylik düzündeki dergâh emre hazır, ayaklarının altına serilmiştir Pir’in.
    Bundan böyle Efendi Hazretleri kışında, yazında Beylik düzünde kalacakmış gibi görünür. İstanbul’a gidişinde, beraberinde Bülent Efendi’ye ilaveten “Ben bilmem merkez bilir” diyen Uzun Ahmet’i de götürür. Efendi Hazretlerini hep gölge gibi takip eden Uzun Ahmet son derece sadık ve muti biridir. Öyle bir kapıya kapılanmış ki “Git” dense de gidemez artık. Rabbani bir tasarruf, bazı insanları hiç ayrılmamak kaydıyla beraber kılarmış ya tıpkı nikâhlanmak gibi. İşte Uzun Ahmet’in de beraberliği böyle gözükür. Bir taraftan ketum, diğer taraftan özgür. İki bilinmeyenli denklem gibidir. Elbette onunda bildiği bir istikameti veya aldığı bir damak tadı vardır. Efendisi ile kendisi arasında gözle görülen muhabbetten, aleniyeti gören yok, bilinmez. Ama bir ruh gibi sanki onun bütün emniyeti tarafından sağlanıyormuş gibi bir havası olur. Takdire şayan bir bağlılık, en büyük zenginlik de böyle bir şey olsa gerek.
    Hani derler ya; meşhur Fransız Kralı Napolyon’un bir ömür kendisini ruh gibi takip eden, en ufak hizmeti dahi tarafından yapılan yaveri, Napolyon’dan sonraları ölür. Ölmeden önce vasiyetini resmi olarak karar altına aldırır. Vasiyeti şudur;
   “Ben ölürsem na’şımı Kral Napolyon’un mezarının ayakucuna dik olarak gömün. Ne olur, ne olmaz, mezarından kalkacak olursa beni dimdik ayakta görmelidir.” Bu vasiyet yerine getirilir.
   İşte bağlılık, işte sadakat, işte Uzun Ahmet’in Napolyon’un yaverinden neresi noksandır ki ondan daha fazla bağlılık numunesine riayet etmesin. Elbette Galip Efendi bu işin farkındadır. Ahmet Efendi’ye “Terk etmedi sevdan beni oğlum” der gibi her sabah, siluetinde bu duruş anlaşılır.
                           ***
     On üçüncü tarıkın kurucusu Pir’i Galip Kuşçuoğlu henüz Antalya’dayken mucizevi bir şekilde bilgisayarı açıkken “Kadri-Rufai-Galibi Meşayıhı” mahlası zuhur eder. O an kendisine yakın olan Tarık Efendiyi çağırır. Zuhuratın çıktısı alınır. İlk çıktıyı Tarık Efendi’ye verir. “Sende kalsın ben bir daha alırım” diye bilgisayarının başına tekrar geçse de bir daha o yazıyı alamaz.
  Kadri-Rufai-Galibi Meşayıhı olduğuna dair, son teknolojik anlamda vurulan mühür, çok önem arz etmektedir. Şeksiz şüphesiz “Pir” olduğu bu şekilde bir daha tescillenmiş olur. Benzeri tecelli yatlarda, Tarık ve Bülent Efendiler çok yakınlarda olduğu için ömrünün son demlerinde bu iki manevi evladı, onun Şemsi Tebriz’i durumundadırlar. Onun için şahit oldukları birden çok metafizik hadiseleri vardır. Hele Bülent Efendi, o nereye hicret etse, tıpkı Uzun Ahmet gibi o da oraya gitmektedir. Tarık Efendi Antalya’dan ısrarcı olmuştur. Ama Bülent kendisiyle Ankara’dan Antalya’ya, oradan da İstanbul’a takip ettiği halde Tarık Efendi Antalya’da çakılı kalmıştır. Bu onun tercihinden çok şartlarının el vermemesinden kaynaklanır.
   Efendi Hazretleri “Tarık oğlum İstanbul’a gel” diye zaman zaman ısrarcıda olsa o, tasarrufa riayet eder. Ve İstanbul’a gidemez. “Bari ara sıra gel oğlum, burayı ihmal etme” teklifine uymaya çalışır.
   Bülent Efendi İstanbul’daki hayatının üçüncü yılının sonunda Antalya’da ki işinin başına geçmek için geri dönse de hep oradadır. Aşığın maşukuna önemidir bu. Yalnız, Atıf Efendi ve Uzun Ahmet işin başından beri yakın sahabesi olarak hep yanında bulunurlar.
   Efendi Hazretlerinin, İstanbul’da sahabelerini oluşturmada sıkıntı çeker görünür. Yani yeni bir mekân, yeni insanlar, kemalatının zirvesinde bir manevi hal ve doksan yaşını devirmiş bir Pir’i Fani. Yalnız mana olmuş hali, bu hal elbette yakın olanları yakabilir. Pir Hazretlerinin yakınında olmak çok büyük manevi meşakkate göğüs germek demektir. Bu duruma hazır olmayanlar yakınında tutunamazlar. Atıf, Bülent, Tarık, Ahmet Efendiler gibi…
     Beylik düzündeki külliyede sabah namazına müteakip denizden kıyıya esen rüzgârın getirdiği iyot kokusuna, karasal bir iklimde doğup büyüyen Pir hazretleri de artık alışmıştır. Güneşin, denizin dalgaları arasından çıkıp, yüzeyi yalayarak külliyenin şadırvanında sohbet eden Pir Hazretlerinin siluetini nura çeviren o tablo unutulacak gibi değildir. Havaların müsait olduğu durumlarda güneşi hep öyle karşılarlar. Bilahare sohbete noktayı koyarak biraz ileride hazırlanan, kahvaltıya geçerler ki oradan itibaren espriler hırla gider.
     O gün yine namazdan sonra gözleri Atıf Efendi’yi arar. Hemen ileride gözüne çarpan Atıf Efendi’ye eliyle işaret ederek yanına gelmesinde acele etmesini sağlar. Çünkü kendisinin acelesi vardır.
  “Atıf Efendi oğlum” der, haz urunun huzurunda “Bu gece uykumu yedin. Hep seninle uğraştırdılar beni. Gel yanıma da seni bir kucaklayayım” diyerek vücut temasını yaptıktan sonra “Can ilinde öyle gökler var ki, Dünya göğüne iş buyurur. Evladım bugünden sonra sen benim Halife’msin. Bu görevi biran önce sana bildirmem için manen yetkilendirildim. Hayırlı uğurlu olsun evladım. 
  Ankara’da da bildiğin gibi Ali Efendi’ye bu görev nasip olmuştu. Bir iki sene geçmeden ikinci Halifemde senin olman buyruldu. Biz sadece aracıyız. Allah’ıma şükürler olsun ki; Dergâhımızda iki evladımıza Halifelik nasip oldu. Bundan sonra ne olur bilemeyiz ama sen de İstanbul Beylik düzü Galibi Şeyhi olarak şu an karşımda bulunuyorsun. Tecelliyat böyleymiş evladım. Nereden nereye. Sana taa Konya’dan ilk görev verişimizi hatırlıyorum da, o zaman da manevi bir ilhamla tak deyip çavuşluğunu vermiştik. Seyri sülüğün son halkası olan Halifelik görevini de şu an itibariyle tıpkı çavuşluğu verdiğimiz gibi, naipliğini, nuga balığını verdiğimiz gibi tak diye vermiş bulunmaktayım. Hayırlı olsun.
   Aniden gelişen bu durumda, bizim tasarrufumuz görevi tebliğ etmektir, o kadar. Yalnız oğlum Ali Efendi ile birbirinizin işine sakın ola karışmayasınız. Farklılıklarınız olsa da bir anlayışı, bir duruşu birbirinize dikte ettirmeyesiniz. İki Galibi Şeyhi olarak ancak birbirinize destek vermenizin yanında aranızdaki olabilecek iletişimsizliği kısa sürede telafi ederek kardeş olduğunuzu, aynı ocağın farklı malzemesi olduğunuzu unutmayarak kendinize ait kriterleri de tesis etme hakkınız elbette olacaktır. Bu da sizin imtihanınızdır.
   Ankara ilk dönem Galibi’lerinin Ankara’sıdır. Antalya olgunluğumuzun, İstanbul ise gelinen noktamızdır. Yani Ali Efendi işin başı, sen finalisin oğlum. Baş ile son arasında bir tarih vardır, bu durumu dikkate alarak geleceğe akmalısın yavrum.
   Dergâhımızda son iki yılda iki Halife’mizin olması, bizim şu fani dünyada vazifemizi tamamladığımıza da bir işaret anlamını çıkarmamak mümkün değil. Artık öteler, artık öteler denilen ötelerin içindeyim zaten. Yalnız, aşkın canı soluk alıp verdikçe, şu âlemi ateşe verir. Şu aslı olmayan âlemi zerreler gibi birbirlerine katıp kırar geçirir.
   Şu an ruh bedenimi dahi çekecek sıkletimin kalmadığını hissediyorum. Hâlbuki ruh bedenin, nur bedenin, fizik bedenin üzerindeki ağırlığı ne ola ki. Bu şu demektir, fizik beden artık yoktur. Bizler hayız, ölmeyiz. Ölen fizik bedendir. O da emanettir. Şükür Rabbime ki emanetini sağlıklı olarak teslim etmek tek emelimdi. Şu ana kadar bir sıkıntım olmadığına göre bunu da başaracağız inşallah.” diyerek az miktarda bulunan insanların huzurunda birçok mesajlar veren Pir Hazretlerinden biraz halsizlik olduğu her halinde gözlenir.
  Atıf Efendi dinlenmesi için yardımcı olur. Basit bir üşütmenin sebep olacağını düşünerek soğuk algınlığına iyi gelecek sıcak içkiler ikram edilir. Kendisini biraz iyi hissettiği an “Atıf Efendi oğlum, Antalya’dan bekleniyoruz. Gitmemiz lazım. Gereken hazırlıkları yapalım da bu akşam orada olalım” gibi talimatlarının yerine getirilmesini ister.
   O akşam itibariyle Bülent, Tarık, Hasan, yılmaz, Murat ve diğer yakın dostlarına kavuşur. Amacı dünya gözüyle son bir defa kemalatının mekânındaki dostlarını görmektir herhalde.
   Fakat geç vakitlerde fizik bedenin takati kalmaz, tükenmiştir. Hastaneye kaldırırlar. Yoğun bakımda tam on üç gün, on üç numaralı oda da kalır. Bu zaman zarfında on üç Dervişi, on üç gün mütemadiyen başında nöbetleşe dururlar. Hele Halifesi Atıf Efendinin canhıraş, cansiperane tavrı sadakatin bu kadarına pes dedirttirecek boyutta kendini gösterir.
  Mana âleminin on üçüncü Piri Şeyh Hacı Hasan Galip Kuşçuoğlu’nun büyük Atası, Sultan Sencer’in o günün şartlarında kurdurduğu gök bilimleri rasathanesinin büyük rasatçılarından Ali Kuşçu’dur. Fatih Sultan Mehmet’in döneminde İstanbul’a gelerek astronomi ilmine çok büyük katkıda bulunmuş bir âlimdir o.
   Rabbani tasarrufa bakın ki Galip Efendi’nin Antalya’dan daha çok naçiz vücudu, İstanbul’a yakışacaktır. Anadolu topraklarına Taa Acem’den gelerek o toprağın bağrında metfun olmuş Ali Kuşçu, torunu Pir Hazretlerini beklemiş olmalı. Böyle bir vuslatta gerçekleşeceğe benzemektedir.
     Cenazenin yıkanma işi oğlu Abdülkadir’in uhdesinde, Halifesi Atıf ve Bülent Efendilerin katkılarıyla olur. Cenazenin kefenlenmesi esnasında Pir Hazretlerinin sağ eli kefenden fırlar. Fırlayan el dervişleri tarafından teker teker öpüldükten sonra tekrar yerine konur. Henüz daha yıkama işlemi yapılırken Bülent’in elini sıkması ayrı bir keramettir.
   Vasiyeti gereği Dedesi Ali Kuşçu’nun toprağına, İstanbul’un yeniden fethine memur bir inançla götürülerek, Beylik düzündeki külliye merkezine defnedilir. On binlerce insanın gözyaşlarıyla bulundukları mekânı, mahşer yerine çevirdikleri görülür.
  Aradan tam on bir sene geçer. Pir Efendinin vasiyeti üzerine varisleri, Ankara Asri Mezarlığında metfun olan Fatma Ana’nın na’şını belli bir adabı muaşeret kaideleri içerisinde alarak Pir Hazretleri’nin makamı olan Beylik düzündeki külliyenin hemen yanı başına taşırlar.
  Bir cesedin etlerinin kemiklerinden ayrılma süresi en fazla bir sene olmasına rağmen, tam on bir yıl geçtiği halde cesedinin bozulmamış olması, Fatma Ana hakkında ki kanaatların ne kadar yerinde olduğuna dair çok önemli delildir. Pir Efendi hayattayken çocuklarına;
   “Benim için önce ‘Terki dünya’ olursa, annenizi yanıma korsunuz, anneniz benden önce vefat ederse yanıma taşırsınız” demişti de ondandır bu nakil işi.
   Böylece henüz on dokuz yaşında başlayan beraberlikleri, nerdeyse bir asır sonra, yine yan yana, yine koyun koyuna, yine el ele, nefes nefese olacak kadar yakın olarak yaşamaya veya yaşatılmaya devam etmektedirler.
 Vesselamünalelmürselin velhamdülillahirabbilalemin.
                                             

LUGATÇE:
Pir: Tarikatın kurucusu
Uzlet: Gizlilik, gizlenmiş, henüz ortaya çıkmamış
Halfet: Ortaya çıkmış, açıklık, alenilik.
Kurra Hafız: Kur’an’ın tamamı ezberinde olan. Ezberleyen
Varis-ül Nebi: Peygamberin mirasının sahibi, yolunun takipçisi.
Tecelliyat: Ortaya çıkış, yeni hal.
Seyr-i Sülük: Takip edilen yol, olgunluğa varmak için manevi seyir.
Gavs: Kutup, kendi alanında otorite.
Gavs-ul Azam: Zamanın tasarruf sahibi, merkezi insan. Manevi otorite.
Maluhulle: Hayal etme.
Derviş: Şeyhin manevi evladı veya bir tarikatın üyesi, bağlısı.
Engürü: Ankara’nın eski adı
Çavuş: Bir tarikatın Şeyhi tarafından vazifelilerine verilen ilk isim.
Naip: Bir tarikatın vazifelilerine Şeyhi tarafından verilen  çavuşluktan sonra gelen rütbe.
Nugaba: Naip likten sonra gelen manevi rütbe.
Halife: Nugaba dan sonra gelen Şeyhliğe aday olan makam.
Fena Fillah: Manevi olarak alınan yolun ileri aşaması.
Eshab-ı Kehf: Kur’an dan kendilerinden bahsedilen ve yedi kişiden oluştukları anlatılan inanmış kişiler. Mağara saklanmışlardır.
Eşrefi Mahlûkat: İnsanın yaratılış maksadına göre tavır alanlarına denir. Kulluğun icabına uygun görevler sergiler.
Esfeli Safilin: Şeytani bir tavır sergileyen ve bu yönüyle alçak işlere yönelen insana verilen sıfattır.
Hatmi Rufai: Hazreti Rufai geleneğine göre yapılan zikir ayininin adıdır.
Zombi: Geçici ölümle hafızasını kaybetmiş kişilerin sahiplerinin elinde ölüm makinesine dönüştürülmüş hali.
Mankurt: Zombi nin farklı versiyonu.
Haşhaşi: Hasan Sabbah adında birinin madde bağımlısı yaptığı insanlara verilen isim olup, zombi veye mankurt gibi aynı amaçla kullanılır. Onlardan farkı hafıza kaybı olmayışlarıdır.
Ehli Kitap: Kendilerine Allah tarafında kitap verilmiş olanların bütününe verilen isim.
Zuhr-u Ahir: Ahir zamanda kılınması gereken namaz.
Dar-ül İslam: Dini hayatın özgürce uygulanabildiği Ülke veya belde.
Dar-ül Harp: Dini hayatın yaşantısında sıkıntıya düşülen, eza veya cefa çekile belde.
Düşük: Dışlama, cemaate uzaklaştırma.
Hiz-bul Tahrir: Radikal bir Din anlayışı doğrultusunda oluşturulmuş bir cemaate verilen isim.
Kut-bul Azam: Zamanın otoritesi olan kişi.
Virt: Zikir, tespih at gibi Allah’ı anma hali.
Turu-Sina: Musa Peygamberin Allah’ıyla buluşmak için çıktığı dağın ismi.
Müsteşrik: Batılı gözüyle İslami yorumlar ortaya koyan kişiler.
Şeyh-ül Meşayıh: Zamanında herkes tarafında inanılan kişi, üzerinde ittifak olan.
Hayz: Ölümsüzlük, dirilik, canlılık.
Kemalat: Olğunluk, gelişmişlik.
İskembe: Ayakları kısa ve yaslanacak yeri olmayan oturak.
Çeşnilik: Çeşitlilik, renklilik manasında.
Lafza-i Celal: Allah’ın isimlerini toplu olarak belirten telaffuz.