9 Aralık 2015 Çarşamba

KİTAP: ANKARA GÖNÜL ERLERİ; Sıddık DEMİR


ANKARA GÖNÜL ERLERİ




SIDDIK DEMİR




ANKARA




ANKARA GÖNÜL ERLERİ
Sıddık DEMİR


KUĞU KİTAP

Dizgi ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK

ISBN:
978-605-XXXX-XX-X

Sertifika No:
14721

1.Basım, ANKARA 2014

Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2 No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com



Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.




1959 yılı K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım hayatına başladı. Bilahere aşagıda adı olan eserleri kültür dünyamıza kazandırdı.

1-Afşin’li DERDİÇOK (Derleme)
2-Gündemden Kesitler (Deneme)
3-Ankara Gönül Erleri (Araştırma)
4-Dirgen Ali (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Tesbit,tahlil)
6-En Uzun Gün (Belgesel roman)
7-Şahan (Hikayeler)


“Ankara’nın manevi mimarları” konusunda yaptığımız bu çalışmanın büyük bir yer dolduracağına dair inancım tamdır. Her şeyin bir sebebi var ise bu eserin hazırlanması da öyle bir sebebe dayanmaktadır. Birtakım kültürel mahfillerde yapılan beyin fırtınası neticesinde bazı dostların, Başkent’te yaşamış ve halen yaşamakta olan gönül erleriyle ilgili “Ankara’nın gönül erlerini içine alan müstakil bir çalışma yok. Bu konuda yapılacak olan bir çalışma geniş kitlelere ulaştırılmak suretiyle bir boşluğu doldurma noktasında hizmet edilmiş olur” gibi tespitler bu konuda harekete geçmemize vesile oldu.
O günden itibaren yaklaşık altı ay, Ankara ve ilçelerinde medfun olan veya yaşayan nokta isimleri belirledim ve bunlarla ilgili kaynak tespit etmeye koyuldum. Yeterli olgunluğa gelince, Cumhuriyetin kuruluşundan önce ve sonra diye sınıflandırarak çalışmaya başladım. Hakkında kaynak bulunan ‘Gönül erleri’ aynı zamanda en meşhur olanlardı. Bizde meşhur olanlardan bir demet yapalım dedik. Kaleme aldığımız gönül erlerini bizzat makamlarında ziyaret ederek maneviyatlarından izin aldım.
Son dönemlerin ‘Gönül erleri’nden bir kısmını bizzat tanıyordum. Diğerlerini ise tanıyanları tanıdığım için kaynaklara inme noktasında fazla zorluk çekmedim.
Abdulhakim Arvasi’yi üstad Necip Fazıl’ın, İbrahim Ethem’i torunu Galip beyin, Mustafa Asım Köksal’ı rahle-i tedrisatında bulunmuş dostlarının ve damadının, Hasan Burkay’ı ve Ahmet Kayhan’ı çok yakınında bulunmuş birinci derecede dostlarının dilinden ve yayınlanmış eserlerinden, Mustafa Yardımedici’yi akademik çevrelerden, Hacı Galip Kuşcuoğlu’nu ise şahsen kalbi rikkatlerimle, daha ötesi aşk ve muhabbetlerimle kendi şahitliğimde ifade etme, anlama ve yorumlama şansına sahip oldum.
Tabi ki onların hallerinin gerçek boyutu yazılamaz. Ancak müsaadeleri nispetinde zahiriye yansıttıklarının ifadesi olarak, kendi zaviyemizden bu role soyunmaya cüret ettim. Niyetimiz hayır olduğundan amatörlüğümüz, gerek kitaba konu olan manevi mimarların ruhaniyetlerinde, gerekse okuyucu çevrelerinde dikkate alınarak değerlendirilmesini arzu ederiz.
Bu konulara ilgisi olanların zevkle ve muhabbetle, özel ilgi duymayanların merakla okuyarak faydalanabileceği bir çalışma ortaya koyabildiysek yüce Allah’a hamd-ü senalar ederiz.

2014- Keçiören
Sıddık DEMİR



Bilindiği gibi Anadolu insanında sofi Müslümanlık hemen her zaman diliminde hâkim olmuştur. İnsanın doğası gereği olağanüstülüğe olan teslimiyeti sofi Müslümanlığın hâkim olmasının sebeplerinden biridir. Öyle ki, binlerce cilt zahiri ilimlerin toplandığı kitapların yapmış olduğu getiri, bir gerçek sofinin zamanla yaptığı veya halde yapacağı olağanüstü bir işaretin getirisi kadar olmamaktadır. Sofilikte, bir şimşeğin çaktığı zaman diliminde insan, eşyanın sırrını çözerek gayelerin gayesine olan inancını güçlendirdiği halde, zahiride uzun zamanlar alan çalışmalar, teoriler, tefekkürler, kitaplar neticesinde varılarak bilinen gaye ve alınan mesafe…
Aklı küçük gören sofiliği ve sofiliği, yani tasavvufu yok sayan aklı elbette eleştirenler olacaktır. İslam akıl merkezli bir dindir. Amma her şeyi de akılla izah etmek, idrak etmek mümkün değildir.
Tasavvufsuz din de kemalat, akılsız da şeriat olmaz.
Dinler arası uzlaşmaya rıza gösterenler sırf gelişmiş devletler, kalkınmış milletler diyerek onların inançlarına hoşgörü ile bakanlar, neden kendi insanları arasındaki dini yorumlama ve yaşantılara tahammül edemezler.
Çalışmayı yaparken, şahsen bu endişeyi taşıyorduk. İlm-i ledün sahiplerinin aynı zamanda zahiri ilme sahip oldukları varsayımı akla dahi gelmeden, bir takım zevatların hemen taarruz etmesinin ne faydası olacaktı. İnsanlığın tamamına yakınının fizik dünyalarında cereyan eden olayların derdinde uğraş verirken, minnacık bir grubun metafizik âlemlerinde, fizik dünyasındakilere faydalı olabilmek için bütün tasarruflarını kullanmaktadırlar.
Bir Hacı Bayram-ı Veli, bir Ali Semerkandi, bir Bünyamin Ayaşi, bir Tacettin Sultan, bir Hüseyin Gazi hazretleri ebediyete intikal ettikleri halde, olağanüstülüğün bütün güzelliklerini yansıtan menkıbeleri sayesinde insanlık, bu abide şahsiyetlerin halen devan ettiğine inandığı tasarrufları ile imanını güçlendirmekte ve ateist cereyanların etkisinde daha az kalmaktadır. Diğer taraftan bu şekilde inanmak işine de gelmektedir. Uzun uzun kitabi bilgiler ve felsefe, güçlü bir imanı anlayıştan sonra gelen akli ürünler olmalıdır.
Yönetenlere rağmen yönetilenler ahde vefalıdırlar. Değer yargılarını bütün olumsuzluğa rağmen yaşatırlar. Güzelim Başkentimiz’de veya bütün Ülke hayırlı ve güzel ömür yaşamış bu insanlara hep sahip çıkmış ve yaşatmışlardır.
Çevremize şöyle bir bakacak olursak; yerleşim alanları, camii, türbe ve diğer sosyal amaçlı yapılan eserler merkezlidir. Ankara’nın en temiz ve buram buram maneviyat kokan yerlerinden biri Hacı Bayram-ı Veli semtidir. Bu ‘ulu canlar’ kendilerini korumaktadırlar. Birinci dünya savaşında şehit düşen Ankaralı askerlerin defnedildiği, bu günkü Numune hasta hanesi ve eski Türk ocağının bulunduğu Namazgâh Tepe’deki şehitlerin coğrafyası hariç,   Ankara’nın Müslümanlaşmasında çok büyük görevler üstlenen ‘Gönül erleri’nin yoğunlukla defnedildiği bir Ulucanlar semtine bu ismin verilmesi ve adları hürmetine halen yaşatılması ahde vefa gereğidir.
Türk devlet geleneğinde sık görülmeyen, yöneticiliğin daha çok güce dayandığı bir dönemde, bir kültür oluşumu olan Ahilik’in ve Ahilerin, zamanla Ankara’nın yönetiminde bulundukları, insanları dış ve iç tehlikelerden koruyan, onların hak ve hukukunu ön planda tutan bir anlayışla, tasavvufi Müslümanlıkları yanı sıra yöneticilik de yaptıkları bilinmektedir. Bölgede yaşayan insanların burunlarının dahi kanatılmasına sebebiyet vermeden, güçlü bir ilmi siyaset anlayışından hareketle hizmet verdikleri tarihi hakikattir.
Sofi Müslümanlığa saygı duyan, hatta idarecilikte tamamlayıcı faktör olarak görülen bir anlayış her daim yönetilenlere huzur vermiştir.
İdareci ve idare edilenler kaynaşması olmuştur. Aksi durum hali hazırda görünmektedir:
Çatışma kültürü…
Gerek Moğol istilasında, gerekse Anadolu Selçuklu devletinin parçalanması aşamasında ortaya çıkan beylikler dönemi, hâkimiyet mücadelelerinin gırla gittiği dönemlerde, Ankara halkı hiç başıboş kalmamıştır. Boşluktan istifade eden rantiyeci veya eşkıya taifesi Ankara tarihinde görülmemektedir.
Merkezi otoritenin zayıflaması ve zaaf göstermesi karşısında kontrolü hemen Ahi Şeyhi alarak en azından Ankara insanına devletsizliği yaşatmadıkları gibi, şehrin sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde çalışmaların yanında, bayındırlık işleriylede uğraşmışlardır.
Ulucanlardan kaleye doğru çıkarken, Aslanhane camisi ve Ahi Şerafettin, Ahi Elvan ve camisi, Ahi Yakup, sonradan Etimesgut olan Ahi Mesut ve diğer Ahi babalar her türlü kültür abideleriyle ayaktadırlar. Bu mübarek zatları günümüze taşıyan faktör bence sofi Müslümanlığıdır.
Ankara’nın tasavvuf hayatında Ahilerin dışında makamları olduğu halde haklarında fazla bilgilerin olmadığı onlarca ‘Gönül erleri’ de mevcuttur. Haklarında bilgilerin yaşatıldığı kişileri zaten müstakil olarak iç sayfalarda işlemiş bulunmaktayız. Diğer ‘Gönül erleri’nin isimlerini de burada zikredecek olursak:
Hacı Bayram-ı Veli’nin hocaları Şeyh İzzettin, Hallaç Mahmut, kale eteğinde Tıkrıkzade Hacı Hüseyin, Tezveren Sultan, İtfaiye meydanında Karyağdı Sultan, Şeyh Elvan, Kesikbaş, Zeynel Abidin, Kul Derviş, Direkli Baba, Gül Baba, Selçuklu komutanlarından Yeğenbey, Kızılbey, Şeyhülislam Yahya Efendi, Ayaşlı Zekeriya Efendi, Haymana’da Hüsamettin Ankaravi ve Cimcime Sultan, Beypazarı’nda İvaz Dede, Kalecik’te Kazanlı Baba, Alıçoğlu Baba, Davut Baba, Çubuk’ta Gül baba ve Kalenderi Veli, Ankara Hacettepe civarında bölgenin beyliğini yapmış mutasavvıf kişilerden Karacabey Paşa, Cenab-ı Ahmet Paşa, Ayaş’ta Muhittin Baba, Ali Rıza Acara ve Muhammet Zivrığ gibi gönül erleri sayabiliriz.



Hacı Bayram-i Veli
Ali Semerkandi
Bünyamin Ayaşi
Taptuk Emre
Tacettin Sultan
Hüseyin Gazi



Evliya’ya münkir olan hak yoluna asidir
O yola asi olan gönüllerin pasıdır

Yunus Emre


HACI BAYRAM-I VELİ

(Ulus - Ankara)


Asıl adı Numan’dır. Ankara’nın Çubuk çayı üzerinde kurulmuş eski adı Zülfadıl (Solfasol) köyünde doğmuştur. Yıl 1352, ondördüncü yüz yıl. Anadolu’da tam Türk hâkimiyeti sağlanmış, hatta Trakya dahi Türk vatanı olmuş ama O bir yer… Ancak O yer henüz alınmamış. Rabbani bir tasarruf, kıyamete kadar bizim olması gereken, O yerin dokusunu örmek için Hacı Bayram-ı Veli’ye daha doğar doğmaz büyük bir yük yüklenir ki ancak o kalkar altından. Zaman göstermiştirki ilahi iradenin yardımıyla en şerefli bir şekilde vazifeyi ikmal eden şanslı adam olarak görüyoruz ‘Sahibi Zaman’ hazretlerini.
Gençlik dönemi pek bilinmemektedir. Ancak iyi bir eğitim alarak şeriat ilminde kısa sürede büyük bir şöhret kazanan genç alim, Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medreseye müderris olur. Uzun bir dönem hocalık yapar. Kısa sürede halk tarafından sevilen, sayılan ve her sözüne itibar edilen bir insan haline gelir.
İlimden oldukça iyi bir yerde olan müderris Numan’ın ruhunda sürekli bir sıkıntı vardır. Ruhundaki bu sıkıntının ilacını da bildiği için hep bekler durur, nasip olmadan dayak bile yenilmeyeceğini… Bunun için mutlaka sebeplere sarılmanın zahiri de gerekliliğini bilir.
Nitekim bir gün dersten çıktığında, yanına adının Şüca-i Karamani olduğunu söyleyen bir zat yaklaşır. Kendisinin Kayseri’den geldiğini ve bir haber getirdiğini söyler. O devirde Niğde, Aksaray gibi birçok yer Kayseri’ye bağlıdır. Müderris Numan yıllardır içinde var olan sıkıntının giderilmesi ve bir mürşidi kâmile intisap olabilecek olan bu haberde ki davete hemen icabet eder ve yola çıkarak Kayseri’ye ulaşır.
Kendisini çağıran, meşhur Emir Sultan’ın ortaya çıkmasına sebep olan ve Somuncu Baba lakabıyla bilinen Şeyh Hamididdün-i Veli hazretleri ile bir kurban bayramı buluşurlar.
Şeyh Hamididdün, iki bayramı bir anda kutluyoruz ifadesiyle müderris Numan’a ‘Bayram’ adını koyar. O tarihten itibaren beraberlikleri devam eder. Hatta hacca da beraber giderler. Manevi terbiye açısından seyri sülukünü tamamlar. Bundan böyle halk arasında Hacı Bayram-ı Veli olarak anılır ve bilinir. Somuncu baba ona zahiri ve bâtıni ilimleri ve halleri öğreterek yaşattıktan sonra, hoş görülü bir yaklaşımla “Hangisini murat edersen onu seç” dediğinde Hacı Bayram-ı Veli, Evliyaullah’ın yüksek hal ve derecelerini gördükten sonra kendisini tasavvufta verir. Hocasının da yardımıyla zamanın en büyük Velilerinden olur.
Hamididdün-i Veli, Hamididdün Aksaray’ı ve Somuncu Baba ayni kişidir. Hatta Malatya Darende’de medfun Şeyh Hamididdün Veli’de ayni kişi olup Somuncu babadır. Bu Evliyalarla ilgili bir tasarruftur.
Hacı Bayram-ı Veli, şeyhi Somuncu babanın Aksaray’da ölümü üzerine tekrar Ankara’ya döner ve irşada devam eder. Gün geçtikçe talebelerinin sayısı artar, ünü bütün civar illere, Emirlere ve Beylere kadar yayılır.
Kendisinin müderrisken ki hali gibi bir ruh sıkıntısında olan, Osmancık medresesinde müderrislik yapan Akşemseddin adında biri Ankaralı Şeyh hazretlerinin namını duyar ve bu beldeye kısa zamanda gelir. Çarşıda dolaşırken huzuruna varmak istediği zat-ı muhteremin talebeleriyle esnaf esnaf dolaşarak ihtiyaç duyulan iaşe veya paranın tahsiline çalıştığını görür. Ve “Bu kadar ünlü, mertebesi bu kadar yüce biri, esnaf esnaf gezip para toplamamalıdır” diyerek başka bir şeyhe intisap için Şam’a doğru yol alır.
Halep’e vardığı gece bir rüya görür. Rüyasında boynuna bir zincir geçirilmiş, zincirin ucu da Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin elindedir. Zincirin çekilmesiyle Akşemseddin kendini Ankara’da bulur. Uyanır ve anlar ki nasipli olduğu ocak Ankara’dadır. Pişmanlık duyar ve hemen yola koyulur.
Uzun bir yolculuktan sonra mürşidinin coğrafyasına intikal eder. Geldiği fark edilir ama olgunlaşması için önemsenmez. Bir müddet böyle gider, sonunda “Gel Köse” denilerek sağ ilk baştan yer açılır kendisine. Kısa zamanda manen terbiye edilir ve olgunlaşır.
Şanı şöhreti gittikçe artan Hazreti, hasetçiler çekemez. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Hemen II. Murat’a şikâyet ederler. Padişah o dönemde Edirne’yi başkent yapmış, İstanbul henüz alınmamış olup Ankara’ya uzaklık oldukça fazladır. Ama emir bu “Tiz getirile, gönüllü gelmezse zincir vurularak getirile” emri üzerine özel birlik Edirne’den yola çıkar. Gelibolu üzerinden Ankara’ya gelen birliği Hacı Bayram-ı Veli, Ankara’nın dışında Akşemseddin ile karşılar. Henüz emir tevdi edilmeden Şeyh, “Hünkârımızı bekletmeyelim evlatlarım, hemen gidelim” der ve yola koyulur. Bu yolculuk aslında dillere destandır. Kafilenin yol boyunca gördükleri, şahit oldukları her türlü güzellikler ilgi ve iltifatlar, tutsak bir suçlu değil de, sanki zaferden dönen bir komutan edasıyla yapılan yolculuk gibidir. İslami kültürümüze çok güzel eserler kazandıran Gelibolulu Bican kardeşler de bu yolculuk esnasında mürşitlerini bulur ve intisap ederler.
Hünkârın huzuruna varırlar. Daha ilk görüşte Hünkâr, içinden pişmanlık ve nedamet duymaya başlar. Karşısında halkı isyana teşvik eden, fitne fesat saçan bir kişilik bulacağını bekleyen Hünkâr, aksakallı, nurani yüzlü, görünüşte bütün güzellikleri tasvir eden bu zat karşısında ne yapacağını şaşırır ve ellerini öperek makama buyur eder.
Uzun bir süre sarayda sohbetlerde bulunan Hacı Bayram-ı Veli hz. Edirne’de de gerek halk, gerekse saray nezdinde saygı ve hürmet görmeye başlar. II. Murat ile sabahlara kadar sohbet eder. Gündüzleri halkın irşadı için camilerde minbere çıkarak vaazlar yapar.
Bir gece sohbetinde Padişah “Hocam Kostantiniye’yi fetih etmek bana nasip olacak mı?” sualini sorar. Şeyh, derin derin düşünür ve sabit bir noktaya takılır. Bir müddet sonra “Sultanım Kostantiniye’yi fetih etmek şu beşikte yatan masum, sabi Mehmet ile şu benim köse dervişime nasip ve müyesser olacaktır” der.
Beşikte yatan küçük Şehzade Mehmet’in tahsil ve terbiyesi için Akşemseddin’i Edirne’de bırakarak geldiği yol üzere tekrar Ankara’ya döner. Dönmeden önce padişah kendisini hediyelendirmek istese de “Dünya malı bizim neyimize” deyip geri çeviren Hazret-i Şeyh, Padişahın aşırı ısrarına dayanamayıp “Öyleyse murat ediniz, Ankara’daki dervişlerimden Devlet görevi beklemeyin, onları vergiden ve askerlikten muaf tutun” der. Ve isteği derhal bir fermanla duyurularak kabul edilir.
Bölğesine dönüşte tekrar talebeleriyle eğitim ve öğretime devam eder. Etrafında toplananların sayısı o kadar artar ki neredeyse Ankara’nın nüfusunun çoğu bu ocağa mürit olur. Zamanla şehirde ne vergi, ne de asker çıkmaz olur. Bölge ve civar illerin Emir’leri durumu Padişaha rapor ederler. Zor durumda kalan Padişah yine nezaket kuralları dâhilinde hareket ederek Şeyh hazretlerinden müritlerinin isim listesini ister.
Meselenin farkına varan Hazreti Şeyh, hemen bir oyunla kendisine gerçek bağlı olanları tespite başlar. Yüksek yerde iki çadır kurulur ve gece kimse görmeden çadıra koyunlar sokularak sabah tellal ile müritler çadırın yanına çağrılır.
”Şeyh Hazretleri hasta, kim onun için canını verirse şifa bulacak ve Şeyhimiz kurtulacak” sözleri yüksek sesle söylettirilir. Biri kadın iki kişi “Şeyhimiz için canımız feda olsun” der ve çadıra alınırlar. Daha önce çadır içine alınan koyunlardan ikisi kesilerek kanlarının dışarı akması sağlanır. Bunu görenler ‘Şeyh delirdi mi? Böyle şey olur mu’? diyerek dağılırlar. Hacı Bayram-ı Veli, Padişaha; “Benim bir buçuk müridim var, isimlerini de gönderiyorum, diğerlerinin üzerindeki Devlet tasarrufu normale dönsün Sultanım” diyen bir name gönderir.
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin metodu, Ebu Hanife hazretlerinin en önemli öğrencisi ve gelmiş geçmiş en büyük fıkıh âlimlerinden Ebu-Yusuf’a yaptığı nasihatin benzeridir. Bu nasihat birçok yazılı kaynaklarda bulunmaktadır. Bayramiliğin temel felsefesi bu prensiplerdir. Hazreti Şeyh’in ebediyete intikalinden sonra bu ocaktan iki tasavvufi kol yükselir. Bunlar; Bayrami Semsi ve  Bayrami Melami’liktir.
Osmanlı hanedanı Hacı Bektaş-ı Veli’yi ordunun, Hacı Bayram-ı Veli’yi de devletin manevi koruyucusu bilmiş ve bu inancı sonuna kadar muhafaza etmiştir. İç isyanlarda Hacı Bayram ekolü ön plana çıkmıştır. Şeyh Bedreddin isyanında, Celali ayaklanmalarında mübarek Şeyh’in manevi mirası, kültürel dokusu, bu tehlikeleri bertaraf ederek, devletin uzun müddet yaşamasına yardımcı olmuştur.
Bayramiye tarikatı Nakşibendiye ile Halvetiliğin karışıp birleşmesinden doğmuş bir sistem olup, kurucusu olarak Beyazıt-ı Bestami ve Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin ruhaniyetlerinden el alınmıştır.
Yıkılan eski evlerin yerine veya yanına modern yeni evlerin dikilmesi gibi Anadolu’nun fütuhatında kolonizatör Türk dervişleri ve onların pirleri, mekân olarak eski uygarlıkların dini müesselerinin yanı başında bulunarak onlara saygılı olmuş,  tahrif olmuş şeriatlarının kültür merkezleri etrafında  onların noksanlarını tamamalar mahiyetde irşat merkezleri oluşturmaları tesadüf olamaz. Hıristiyan’lığın kültür merkezi, meşhur Kapadokya etrafında Kayseri, Nevşehir ve Kırşehir üçgeninde bu şekilde  irşat merkezlerinin oluşması, o kültürün silinip gitmesi yönünde onca şuurlu uğraşlar ve Anadolu’nun kültürel olarak fethi, bu dervişlerin esas gayesiydi. Hacı Bayram-ı Veli de koskoca Ankara ovasında hiçbir yer kalmamış gibi İsevilik şeriatının şaheseri imparator Agustus’un adına yaptırılmış Roma mabedinin yanı başını irşat merkezi olarak seçmesi, gayelerin gayesine hizmeti, ayrıntılara rağmen ayni olması gereğine inanma fikriyatıdır.
Beş şehir isimli eserinde Ahmet Hamdi Tanpınar Hacı Bayram-ı Veli ile ilgili sözlerine şöyle devam eder:
“Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinde yetişen saf ve yürekli bir köy çocuğu, Romanın zafer mabedi ve biraz sonrada Bizans Bazilikası olan bu abidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti ve insanlara kadim imparatorluğunun ayakta durmasını sağlayan hakikatlarından çok başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu ledünni hazların, ahiret saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde Allah’ı bulan bir murakabenin hakikati idi. Hacı Bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle:

Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil sen seni

Diye haykırır demektedir.
Abalı baba Yenimahalle ilçesine bağlı Memluk köyünde medfundur. Şeyh hazretleri yıkılmaya yüz tutmuş bütün evlerin tamir ve tadilatını yaparmış. Bu çalışma esnasında sürekli üzerinde abaya benzer hırkası olduğu için çevrede ‘Abalı Baba’ olarak tanınırmış. Hayatı hakkında pek bilgi bulunmamaktadır. Ancak Hacı Bayram-ı veli hazretleri ile çağdaş olduğu menkıbelerden anlaşılmaktadır.
Bir gün Hacı Bayram-ı Veli müritlerine; “Memluk köyünden çağrılıyoruz. Haydin yiğitlerim, herkes canlı hayvanlardan ne bulursa (tavuk, horoz, ördek, hindi ve kaz) üzerine binsin” talimatını verir. Ve müritler bu hayvanlara binip Memluk köyünün yolunu tutarlar. Köye yaklaştıkları Abalı Baba tarafından anlaşılınca, o da yanında çalışan müritlerine “Elinizde hangi inşaat malzemesi veya araç gereç varsa (mala, kürek, kazma, bel, tahta) üzerine binin. Misafirler yaklaşmaktadırlar. Onlar çaya yaklaşmadan subaşında karşılayalım” der.
Ve onlar da bu araçları binek olarak kullanıp misafirlerini çayın başında karşılarlar. Hacı Bayram-ı Veli, binek hayvanı olan hindiden inerek Abalı Baba’nın eteğini öpmek istese de Abalı Baba buna fırsat vermeden musafaha eder. Ziyaretten sonra Hacı Bayram-ı Veli’nin müritleri “Üstü başı berbat ve pejmürde olan bu adamın eteğini, koca Sultan neden öper ki” gibi sızlanırlar. Şeyh hazretleri onlara döner ve “Evladım biz canlılardan binek yaptık, o ise cansızları yürüterek bizi karşıladı. Manevi derecesinin bizden yüksek olduğunu görmediniz mi” der.
Er Sultan’ın diğer adı Hallaç Mahmut’dur. Hacı Bayram-ı Veli’nin hocalarındandır. Ulus’da bulunan ve eskiden kendi adıyla anılan Hallaç Mahmut mahallesinde medfundur. Kendi adına yaptırılmış caminin yanı başındaki türbede yatmaktadır. Öğrencisi durumundaki Hacı Bayram-ı Veli hazretlerine karşı hep saygılı olmuştur.
Diğer adı yazılı klasiklerimizde ‘Er Sultan’ olarak geçmektedir. 15. Yüzyılın büyük gezginlerinden Evliya Çelebi, meşhur Celali isyanları sırasında isyana hazırlanan büyük bir asker güruhu ile eski adı Engürü olan Ankara’ya geldiğinde, doğruca Hacı Bayram-ı Veli hazretlerini ziyaret ederek hatim indirir. Bu işi birden çok devam ettirir. Bir gün mana âleminde “Ben Er Sultan’ım, Hacı Bayram’ın hocasıyım” diyerek başlayan ve gelişen olayı seyahatnamesine şöyle alır:
“Ben riyasız Evliya, Engürü’ye girdiğimiz gün doğruca Hacı Bayram-ı Veli’nin nurlu türbesine varıp ziyareti ile şereflendikten sonra bir hatmi şerife başladım. Konağımıza gelip, akşam da ibadetimizi yaparak dua ve istihare ile uykuya daldım. Rüyamda gördüm ki, orta boylu, sarı sakallı, bal rengi sof hırka giymiş, başındaki külah üzerine on iki dolama Muhammedi sarık sarmış bir zat gelip, bana şöyle hitap etti.
“Bak oğlum! Layıkmıdır ki, benim talebem olan Bayram-ı Veli’ye giderken beni basıp geçersin? Onu ziyaret edip hatmi şerife bağışlıyorsun da bana bir Fatiha niçin okumuyorsun?”
·    Ben hayret içinde;
·    Sultanım, Cenab-ı Şerifiniz kimdir? Ben sizi bilmem, nerede oturuyorsunuz? dedim. Cevabında:
·    Sen uyanıkken güreşçiler tekkesinde ve 4. Murat huzurunda pehlivanlara duacık ederken “Engürü’de Er Sultan yatar, Rum da Sarı Sultan” demezmiydin? “İşte Engürü’deki Er Sultan benim. Kale altı yakınında odun pazarında bir kalın kubbe içinde kaldım. Gelip ziyaret edip, bir Fatiha ile memnun edesin. Dünyada ve ahirette istediğini elde edesin. Sabah namazından sonra sana bir adam göndereyim. Hemen bana benzer. Onunla elele verip bu şehir içinde yürüyerek bana gelip, ziyaret eyle. Esselamüaleyküm” deyip kayboldu.
Hemen uykudan uyandım. Temiz abdest alıp sabah namazı vaktini bekledim. Namazdan sonra Paşa’dan Enderun mehteri gelip “Buyurun kahvaltıya” dedi. “Hayır, oğlum bugün oruçluyum” diyerek mehteri savdım.
Sonra baktım, gece rüyam da gördüğüm kimse çıka geldi:
·    “Evliya Çelebi siz misiniz? Buyurun, Er Dede Sultan rüyamda beni size gönderdi. Ziyaretine gidelim” dedi. Amma sözü sanki yer altından geliyordu. Yüzü nurlu, sözü tesirli bir zat idi. Hemen feracemi giyip, Bismillah ile kapıdan dışarı çıktım. Yaya giderken ileride şehir içinde on bir yerde, Evliya’nın büyüklerini isim ve künyeleri ile tanıtıp ziyaret ettirdi. Bazısına “Bizim çırağımızdır” der idi. Bazısına ”Azizim Hamid efendi’nin halifesidir” der idi. Böylece, türbe türbe gezdik. Hemen elime yapıştı. Yokladım, elinde hiç kemik yoktu. Ne tarafa eğsem hamur gibi eğiliyordu. Hemen elini elimden çekip sağ tarafta bir türbe gösterdi ve yine elimden tutu. Sonra ahirete ait şeyler konuşarak, odun pazarı denilen yere vardık. Meydanın batı tarafında küçük bir kubbe güründü.“İşte Er Sultan kubbesi şurasıdır” diyerek sağ eliyle gösterdi. Ben o tarafa bakıp, sonra tekrar yanıma baktım, o kimse kaybolmuştu.” Bre Mehmed! Onun elini elimden bırakmasam gerekti. Bre Mehmed, halim neye varır?” diye dört tarafa seher vaktinde sersem sersem gezdim. Belki şu keçe kaplı küçük kapıdan girmiş ola, diye hemen kapıdan içeri girdim. Meğer boza hane imiş. Birçok paşalı eşekçinin kimi çöğür, kimi tambur çalıyorlar. Bir hayhuy ki, tarif olunmaz. Hemen biri:
·         “Evliya Çelebi, gel bir bozacığımızı iç” dedi.
·         “Hay boza haneye girdiğimi gördüler” diye utancımdan yerlere geçtim. Hemen dışarı çıkıp doğru Er Sultan kubbesine vardım. Kapısını açıp içeriye girerek: “Esselamü aleyke ya aziz pir” diye ağlayarak eşiğine bu asi yüzümü sürdüm. Sonra:
·         “Ey Sultanım! Rüyama girip; “Sana bir olgun yol gösterici gönderdim dedin. Sözünde durup gönderdin. Henüz irşad olmadan aldın. Kapına yüz sürmeye gelip, ziyaret ettim. Habib-i Huda aşkına, beni Dünya ve Ahiretde boş koma. Allah ile ahtım olsun, mübarek ruhun için bir hatmi şerif okuyacağım.”diyerek hatmi şerife başladım. Mübarek kabrinin sandukası olan yeşil sof ile örtülü örtüsünün altına girip; “Himaye ya Er Sultan, himaye!” dedim. O saat uyuya kaldım. Öyle terlemişim ki, ter elbiselerimden çıkıp sırılsıklam olmuşum. Önceden rüyamda gördüğüm gibi, Er Sultan şekliyle gelip selam verdi. Ben de “Aleyk” alıp:
·         “Sultanım! Bana gönderdiğin adamı kaybedip, kapına geldim. Beni eli boş çevirme!” dedim. Hemen söze başlayarak:
·         “Hafız olduğundan ve Velileri sevip onların mezarlarına yüz sürdüğün için mahrum kalmazsın. Biz sana olan sevgimizden rüyana girip sana adam göndeririz. Onun eline yapışıp bize gel dediğim sabahı, yine biz varıp eline yapıştık. Seni Hak yoluna getirip yol göstericinim, üzülme. Akıbet yolun sırat-ı müstakimdir. Amma sende bu adamlarla gezerken doğru hareket et, fukara ve zayıflara merhamet üzere ol. Onları bunlardan kurtarmaya çalış. Paşana da söyle, benim himayemde Engürü’cükte kapanıp Celali olmasın. Allah’ın kullarına zulmetmesin. Sana Cenab-ı Hak dünyada tam seyahat, son nefesinde iman-ı kâmil verip, Hazreti Peygamberin şefaatini nasip eyleye... Vücut sağlığı ile dünya’yı gezip dolaştıkça, az yemek ye, az konuş, az uyu, ilim ile çok amel eyle. Doğru yolu bulmak için lazım olan ameldir ki, Cenab-ı Hak Kuran’ı Kerim’inde “İleyhi yesadül kelimüt tayyib” buyurmuştur. Bu nasihatlerimi tut. Ana baba hakkını ve bizi hayır duadan unutma. Pirlere riayet eyle. Allah işini rast getirip, sonun hayır ola... Bu niyete Fatiha!”
·         Buyurdular. Ben Fatiha-ı Şerifeyi okuyup mübarek elini öperken, türbe kapısından bir gürültü koptu, “Ya bu türbenin türbe darı yokmudur? denilirken, ben Er Sultan’ın sanduka örtüsü altından çıktım. Kanter içinde kalmışım. Türbeye gelen ziyaretçiler:
·         “Siz türbedarmısınız?” dediler.
·         “Evet türbedarız.”
·         Diye onlarla dahi ziyaret edip ve de Fatiha’sını okuduk. Yine kapısını kapayıp, ağlayarak konağıma geldim. Rüyamı doğru paşaya söyledim. “Estağfurullah. Tübtü ilallah tevbeden nasuhan” deyip bölük başılara, sekban ve sarıca askerlerine cebhane ve tüfekleri ve silahlarını getirmelerini emretti. İstedikleri gelince de:
·         “Engürü kalesine kapanıp, Celali olmak bundan sonra haramdır.”deyip, askerlerin silah ve takımlarını alıp rahata erdi.
Meğer Paşada benim gördüğüm Er Sultan rüyasını görmüş! O da bana anlattı. Rüyalarımız birbirini tuttu. Meğer Paşa’nın zihninde Engürü’ye kapanıp Celali olmak korkusu da varmış! Sonra her gün Er Sultan ve Hacı Bayram-ı veli’yi ziyaret etmeyi üzerime borç bilip, başladığım Hatmi şerifleri de tamamladım” diyerek kendine has üslubu ile anlatır.
Tasavvufda mürşitlikten bir önceki rütbe halifeliktir. Halifelik seyri sülukun son halkasıdır. Seyri süluk bu halkanın faş olmasıyla tamamlanır. Er kişinin müstakilliğinin ifadesidir bu durum.
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin de otuz veya otuz bir tane halifesi olduğu söylenir. Kendinden sonra bunların içinden çok meşhur olanları da bir hayli fazladır.
Halifeler, iştigal ettikleri statülerine göre ayrımı yapılarak da incelenebilir. Bunlar, medreseli halifeler, herhangi bir meslek kuruluşuna giren halifeler ve mesleği tespit edilemeyen halifeler olmak üzere üç kategoride ifade edilebilir.

Medreseli halifeler:
Ak Şemseddin, Yazıcıoğlu Ahmet Bican, Yazıcıoğlu Muhammed, Şeyh Selahaddin Germiyanoğlu, Şeyhi, Molla Zeyrek, Eşref oğlu Rumi gibi...
Mesleği olan halifeler:
Baba Nakhaşi-i Ankaravi, Akbıyık Meczup Sultan, Bıçakcı Ömer dede (Emir Sıkkıni).
Mesleği tesbit edilemeyen halifeler:
Şeyh Lütfullah, Şeyh Yusuf Hakiki, İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Şeyh Elvan Şirazi, Kemal Halveti, Abdulkadir İsfahani ve Ahmet Baba.
Ankara, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin talebelerine zamanla mekân olmuş ve onların yetişmelerini sağlamıştır.
Ve 1429 yılında bu kutlu insan çok sevdiği Rabbine kavuşur. Vasiyeti gereği cenazesini Ak Şemseddin yıkar. Defin işlemini tamamladıktan sonra, o da Ankara’dan ayrılır.
Bayramiliğin iki büyük halifesi zamanla kendini gösterir. Biri mekteplileri temsilen Akşemseddin, diğeri alaylıları temsilen ortaya çıkan Bıçakçı dede adıylada bilinen Ömer dede’dir. Kendisine ayni zamanda  ‘Emir Sekkini’ de denilen bıçakçı Ömer dede, üstadı Hacı Bayram’ın yanında daha çok bulunduğu için ölmeden önce Efendisinin bazı özel eşyalarını yanında tutar. Ak Şemseddin, cenazenin defninden sonra Sadarete dönmeden önce efendisinin, Ömer dede de olduğunu düşündüğü özel eşyalarının, kendisinde olması gerekir düşüncesiyle bu eşyaları ister.
Ömer dede haber eder, “Yarın gelsin de vereyim” diye.
Yarın olur, belirtilen yere gelen Ak Şeyh, meydan da büyük bir ateşin Ömer dede tarafında yakıldığını müşahede eder. Ömer dede istenilen eşya üzerinde giyilmiş olarak ateşin içine dalar. Bir müddet sonra özel eşyanın yandığ, onun dışındakilere bir zarar gelmeden Ömer dedenin ateşten dışarı çıktığına şahit olunur.
Ömer dede Ak Şemseddin’in yanına gelerek “Marifet cübbede, feste değil” diyerek ders vermiş olur. Ak Şeyh bunun üzerine özür dileyerek gönlünü alır.
Ömer dede ömrünün sonlarına doğru Beypazarı, İskilip derken ebedi istirahatgahı ve doğum yeri olan Göynük’e yerleşir. Mezarı Bolu-Göynük’de dir. Hacı Bayramın devletlilere yüz vermeyen yüzünü oluşturur. Bu duruşuyla kendisi değil ama yolunun takipçileri devletliler karşısında çok sıkıntıya düşerler. Bayrami-Melamiliginin kurucusudur.
Bayrami-Şemsiliğin kurucusuda Akşemseddin’dir. Ak Şeyh, Bayramiliğin devletlilerle beraber mesai yapan kolunu oluşturduğu için devlet tarafından korkulan olmazlar. Dolayısıyla devlet tarafından herhangi bir müdahaleye tabi olmadıkları gibi gereken ilgi, alaka ve itibara da nail olurlar. Ömrünün son demlerinde Ak Şeyh’de Göynük’e gelir. Burada Hak’ka kavuşur. Mezarı Ömer dede ile yan yanadır. Başı bir, sonu da bir olan buluşma…

Vesselam ün alel mürselin, velhamdülillahirabbül alemin.


ŞEYH ALİ SEMERKAND’İ

(Çamlıdere - Ankara)


Başkent’imizin Çamlıdere ilçesinde medfun bulunan Ali Semerkandi hazretleri miladi 1300 yılında İran’ın İsfahan kentinde doğdu. 1442 yılında 142 yaşındayken Çamlıdere’de öldü.
Ali Semerkandi hazretleri tahsilini Semerkant denilen ilim, irfan ocağı olan beldede tamamladı. Bunun içinde ‘Semerkandi’ telaffuzu soyadı gibi kullanıla geldi.
Nesebi baba tarafından Hz. Ömer’e, ana tarafı ise bir Türk kızına dayanır. İslami fütuhat, doğduğu yerden doğuya doğru çok önemli mesafe kaydettikten sonra yeni kazanımlarla güçlenerek, sonuç alabilecek batı fütuhatını gerçekleştirmiştir. İslam dini Arap yarımadası dışında en önemli kazanımı, dönemin çok güçlü devletlerinden biri olan İRAN ve ÇİN üzerine seferler düzenleyerek yayılmıştır. Bu coğrafyada yeryüzünün en çok fütuhatı seven milletlerinden olan Türklerle karşılaşması şu veya bu nedenlerden dolayı bu milletin Müslümanlaşmasıyla da, bu yüce dinin bu nokta da güvenliğinin temini çok önemli bir ilahi stratejidir.
Yerleşim bakımından eski Kisraların ülkesi olan İran ve bu bölgede mukim acem milleti, bulunduğu yerden hiç oynamadığı halde Rabbani bir tasarruf olsa gerekir; Türk milleti boy boy, kavim kavim, dalga dalga Acemlerin üzerinden atlayarak ön Asya’ya ve Anadolu kapılarına dayanmaları gereği, batı fütuhatının başrolünü tek başına oynamışlardır. Bulundukları yer gereği bugün, bu fikrimizin tescili gibi görünmektedir.
Şeyh Ali Semerkandi hazretleri’nin Hz. Ömer’in 4. batından torunu olduğu bilinmektedir. Hemen akla gelebilir; bu zatı muhterem neden doğudan Anadolu’ya intikal etmişdir. İsfahan, Buhara, Semerkant Türk’lerin hâkim olduğu Türkistan’da dır.
Hemen ifade edelim:
Peygamberimiz zamanında Türkistan bölgesindeki bazı Emir veya Krallara elçiler gönderilerek İslam’a davet edilmişlerdi. Bu ülkelerin yöneticileri, davete olumlu cevap vermediler, ancak elçileri hürmetle ve ilgiyle karşıladılar. Bu durum Hz. Ömer dönemine kadar devam etti.
Hz. Ömer’e bir gün üzücü bir haber ulaşır. Şiraz, Semerkant, Buhara ve benzeri yerlerde halkın geçim kaynağı olan ekili tarlalara haşere sürüleri musallat olur. O ülkelerin yöneticileri çaresizdir ve halk açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hz. Ömer bu ülkelerin afete son verecek çareler aramakta olduklarını duyunca hemen o bölgelere, sırf insani yardım için hareket ederek  bölgeye varır. Önce toprağına gireceği devletin yetkililerinden izin ister. Bu afetten kurtulmaları için yardım edeceğini duyurur. Müsaade alındıktan sonra ülkeye girilir.
Yöneticilerin huzurunda;
Hz. Peygamberin bir savaşta ihtiyaç gereği parmağından akıttığı suyun, ihtiyaç giderildikten sonra yine mucizevî bir şekilde yanında bulundurduğu ve daha sonra Hz. Ömer’e bıraktığı suyu hemen asayı yere çakarak duadan bulunduğu ve Allah’a iltica ettiği, neticede duası kabul olup, asayı çekince yerden mübarek suyun fışkırdığına herkes şahit olur. Hz Ömer suyun çıktığı yere hemen bir çeşme yaptırır. Ve Allah’ı na öyle bir iltica eder ki; aman Allah’ım, sanki güneş tutulmuş gibi bir gürültü, bir karanlık ve hava da uçan sığırcık kuşları görülür. Bütün bu haşereler, bu sığırcık kuşları tarafından öldürülür.
Şifalı sudan içenler her türlü şifa ve sağlık bulur. Bu mucizevî olaya şahit olanlar, Krallarıyla birlikte Müslüman olurlar. Hz.Ömer Mekke’ye dönerken oğlunun birini bölgede bırakır. Bırakılan oğul, bir Türk kızıyla evlenir ve çoğalır. İşte Ali Semerkandi hazretleri Hz. Ömer’in bu şekilde soyundan gelmiş oluyor. Şeyh Ali Semerkandi’nin dedesi Hz Ömer, İsfahan fütuhatından dönerken, Hz. Peygamberden kendisine emanet edilen asa ile bir kılıcı da oğluna bırakır. Ali Semerkandi ve kardeşi Ahmet Kebir’e kadar intikal eden bu kutsal emanetler, yeterli olgunluğa gelindikten sonra kardeşler arasında taksim edilir. Takvada daha üstün olan Ali Semerkandi’ye ASA düşer. Kılıç Ahmet Kebir’de kalır. Asayı alan Ali Semerkandi irşat için yollara düşer. Kılıç sahibi de bulunduğu yöre de irşat vazifesine devam eder. İşte Ali Semerkandi’nin elindeki silah bu asa olacaktır. Ömür boyu ve günümüze (bize) kadar intikal eden kerametlerin çoğu ASA etrafında gelişir. Adeta mübarek Şeyh’in etrafında ASA kültürü oluşur.
Çocukluk çağını İsfahan’da geçiren Ali Semerkandi hazretleri, Buhara ve Semerkant’da temel İslami bilgileri aldıktan sora, ilahi aşka tutulur. Çilehanelerde usulüne uygun olarak nefsi terbiyede bulunur. Mağaralarda hep tefekkür eder. Ve kemale eriştiğini anladığı an asa’sınıda alarak önce ön Asya’ya, Mekke ve Medine’ye sonrada Anadolu’ya varmak için o iradeye teslim olur.
Önce Peygamber’i Ekber’in saadetli coğrafyasına ulaşmak, o topraklara ayak sürmek istiyordu. Kendisine “Mekke’ye doğru” denilince harekete geçti. Mekke’ye geldi. Mescit-i Haramda ondört yıl İmam-Hatiplik yaptı. Sonra Medine’ye göç etti. Resulü Ekrem efendimizin türbesinde yedi yıl türbedarlık yaptı. Bir gün Hz. Fatma’yı rüyasında gördü. Hz. Fatma babasının kabrine ziyaretini istiyordu. Huzura vardı ve konuştu. Karşılıklı çok güzel sohbet etti. Resulü Ekrem efendimiz son olarak  “Seni manevi evlatlığa kabul ettim. Kıyamete kadar mucizatım baki kalsın. Beni ziyaret edemeyen fakir ve mazeretli ümmetim mümkün ise seni ziyaret edebilirler. Sen benim varisim olduğun için, beni ziyaret etmişler gibi kabul ederim” gibi ifadelerde bulundular. Bu iltifata muhatap olan Ali Semerkandi hazretleri mertebelerin en yükseğine ulaşmış oldu.
Ali Semerkandi hazretleri yine açık ve net olarak duyduğu bir sesle, Çin ve Hint’e gitmesi isteniyordu. Gerekli hazırlıktan sonra yollara düştü, nasıl ve ne kadar süre de vardığı bilinmez ama varacağı yere intikal eder. Krallığın başkentinde gezinirken yolu saraya düşer. Sarayın kapıları halka açık, üstelik olağanüstü bir durum müşahede eder. Biraz daha yaklaşınca Kral ve saray erbabından meydana gelen büyük bir kalabalığın hüzünlü ve yer yer ağlamaklı hallerini görür. Bunca yolu tepmesinin hikmetini anlar.
Kral’ın bir tane çocuğu olan kızı ölmüştürde üzüntü ondandır. Ali Semerkandi hazretleri hemen Kral’a yaklaşır ve teklifini yapar:
“Ben bu çocuğu Allah’ın izniyle dirilteceğim, şayet dediğim olursa Müslüman olurmusunuz?”diye bir teklifte bulunur.  Başka çare yoktur. Evet cevabını aldıktan sonra Allah’a öyle bir iltica etti ki; Anasının kucağında ölü olarak bulunana çocuk “Lailaheillallah Muhammeder Resulallah” diyerek canlanır. Kral ve ahalisi tövbe istiğfar ederek hep birden verdikleri söz üzere Müslüman olurlar. Bütün ülkeye davetiye çıkararak tebaanın da Müslüman olmasını isterler.
Hint-Çin ziyaretinden sonra Şeyh Ali Semerkadi senelerdir irşat aşkıyla tutuşup yandığı Anadolu’yu mübarekleştirmek üzere emrinde ki onlarca bağlılarıyla beraber  Anadolu’ya, kendisinin ebedi vatanına intikal eder. Gelmeden önce en önemli hazırlığı Hz. Ömer’in yaptırdığı çeşmenin başına vararak asasına “Ya mübarek asa, kutsal suyu em, sinene çek” deyip oluklardan akan suyu Allah’ın izniyle ASA’ya gizler. Kalıntı su ise hala İsfahan ile Şiraz arasında sığırcık suyu olarak bilinmekte olup sonsuza kadar akacaktır.
Şeyh hazretleri uzun bir yolculuktan sonra Konya’ya gelir. Beraberinde gelen arkadaşlarını da değişik mahallelere yerleştirir. Başta kendisi olmak üzere diğer zatlar Diyar-ı Rum’a hangi nedenle geldiklerinin şuurunda olarak hep çalışarak  irşat edecek insan ararlar.
Konya ve havalisinde görevini tamamladıktan sonra Alanya’ya geçer. Burada şahit olduğu olaylara müdahalesi ve yaklaşım tarzıyla milletin gönlünde taht kurar. Bir gün sahil boyunca gezerken, içten içe ağlayan bir şahıs görür ve müdahale eder.
Ağlayan kişi:
Bir incisinin olduğunu, onu da denize düşürdüğünü, bu sebeple hayatının kararacağını söyleyince, Şeyh hazretleri balıklara seslenerek “Herkes bir inci getirsin” der. Biraz sonra bütün balıklar ağızlarında inciler ile sahile hücum ederler. İçlerinden o kişinin incisi bulunur ve kendisine verilir. Buna benzer hallerin zamanla halk arasında yayılması Şeyh’i rahatsız eder. Vekillerinden birilerini Alanya’ya bırakarak Çankırı’nın Eskipazar (Örenşar) ilçesine gelir.
Yeni bir yere avdet etmenin elbette zorlukları vardır. Şeyh hazretleri Eskipazar’da insanların çoğunluk olarak bulundukları yerlerde görünmeye başlar. Onlarla yavaş yavaş ilişki kurarak, bölgenin problemlerine yönelik fikir beyan eder, söylenilen laflara gereğini yapabilmek için kulak vererek duyarlı davranmaya başlar.
Köylü, bu yabancıya şüpheli baksa da, ağırbaşlı ve vakur yapısından dolayı da güven duymaya başlar.
Köyün sığırlarını otlatmak için çoban arandığını duyunca hemen ücretsiz, sırf karın tokluğuna çobanlık yapabileceğini söyler.
İş ücretsiz olduğu için köylü tarafından olumlu bulunur. Şeyh hazretleri başlar çobanlığa. Derken uzun zaman geçer. Köylü çobandan fazlasıyla memnun. Nasıl memnun olmasınlar, hiçbir sığıra zayiat vermeden, üstelik danaları emzirtmeden, bir inekten alınacak en fazla sütü verdirecek kadar işini hakkıyla yapabilecek kişi, şimdiye kadar ne gelmiş nede gelmesi mümkündü! Herkes işin farkında ancak yinede, o şuurlanmanın zayıf ve yeni olduğu dönemden geçildiği için insanların bir kısmı bu işten faydalandıkları halde, hayata sağlıklı bakamadıkları için, işin ilahi boyutunu görmeleri  elbette mümkün değildir. Mal mülk biriktirmenin, fakir fukara gözetmeksizin yapılmasının sıkıntısı, uyarılmaları halinde rahatsızlık yaratacağının bilinmesi… Evliya bu! Sabır en önemli yapısıdır. İrşat etmenin kolay bir şey olmadığını bilir.
Eskipazar’da çobanlık yaptığı süre içinde Hazreti Şeyh’in iki önemli kerameti halkın dilinde dolaşmaktadır. Çobanlığı sırasında bir öğle vakti sürüye yaklaşan kurdun, ala bir öküzün başında iştahı açılmış bir şekilde durduğunu görür.
Hemen:
“Ey hayvan, bu öküz bana emanettir, sakın ona zarar vermeyesin” der.
Kurt dile gelir ve “bu öküzün sahibi zekâtını vermediği için Allah’ın izniyle bu benim kısmetimdir” diye cevap verir.
Şeyh hazretleri:
“Öyleyse yarına müsaade et de sahibine haber vereyim” deyince kurt bu işe razı olur. Akşam köye gelir, öküzün sahibi bulunur ve durum izah edilir. “Zekâtını verirsen kurt ala öküzünü yemeyecek, yoksa yarın öküzsüz kalacaksın” der.
Öküzün sahibi, olurmu böyle şey diyerek kükrer ve bir gün sonra tekrar çobana yollar. Kurt da gereğini yapar. Ali Semerkandi hazretleri öküzün postunu akşam üzere sahibine vermek üzere getirir. İş mahkemeye düşer. Bursa’dan kadı gelir. Öküzün sahibinden rüşvet istediği iddiasıyla hep Ali Semerkandi hazretlerini sıkıştırır. Savunmasında Hazrete şahidi sorulur. “Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar” der. Ve dağlar taşlar hep bir ağızdan dillenerek yürümeye başlar. Halen ibret alınmaz.
Kadı:
“Öküzü yiyen kurdu getir, bunu kurt değil sen yedin” gibi suçlamalarına devam eder. Karardan sonra kadı atına binip giderken atı ile birlikte taş olur.
Bu dağın adı ‘Durdağı’dır.
İkinci kerameti:
Şeyh hazretleri Eskipazar kazasına bağlı Sadeyaka köyünde, şeyhler mahallesinde abdest almak ve vaktini ihya etmek için, köylü kadınlarının temizlik yaptığı çeşmeye uğrar. Bir türlü abdest alma fırsatı kendisine verilmez. Fırsat verilmediği gibi kadınlar tarafından sözlü tacize uğrar, küçük görülür:
“Sen sihirbazmısın ki ekin içindeki otları yediriyorsun hayvanlara da ekine zarar verilmiyor? Emlik danalarla beraber analarını otlatıyorsun da, danalar analarını hiç emmiyor? Sana abdest için suyu vermiyoruz, çek git” denilince, Şeyh hazretleri Asa’yı oracığa çakar. Bismillah diyerek çıkarınca, gümbür gümbür su etrafa yayılmaya başlar.
Yine aynı kadınlar:
“Aman bu su eşyalarımızı götürecek, şu suyu topla, akıtma” diye feryat edince, Şeyh hazretleri:
“Ey mübarek tekrar çıktığın yerde kal, yok olma ama akmada” dediği anda su çekilir ve halen insanlara şifa dağıtan bir su kuyusuna dönüşür.
Dünya’nın en şifalı sularından biri budur. Adına sığırcık veya çekirge suyu denilmektedir. İsfahan ile Şiraz arasındaki Çekirge veya Sığırcık suyu zemzem olarak bilinen en şifalı sulardandır. Asırlardır aka gelen bu suların etrafında efsaneler oluşmuştur. Bu sular çok büyük hikmetlere vesile olmuşlardır. Bundan sonra da olacaktır.
Anadolu’yu ebedi Türk vatanı yapmak ve esas olan İslam futuhatının İnkişafını sağlamak amacıyla on binlerce gönül erleri, Türk dervişleri Şeyh hazretleri döneminde bölgenin manevi mimarlığını üslenmişlerdir. Bu nedenle merkezden ziyade uçlara nüfuz etmişler, yöneticilerin, emirlerin yakın çevrelerinde bulunarak manevi dinamiklerin canlı kalmasını sağlamış Allah dostlarının çokluğu, gayenin büyüklüğüne işaret etmektedir.
Ali Semerkandi hazretlerinin ünü bütün Anadolu’yu sarar. Döneminde Osmanlı devletinin başkenti Bursa idi. Bursa’da öyle bir afet yayılmışki yetkililer çare peşinde, halk panik içinde büyük bir kaos yaşanırken Ali Semerkandi hz. ve Sığırcık suyundan bahsedilir. Bu fısıltı halkının derdine derman arayan Padişah tarafındanda duyularak Hazretin Bursa’ya gelmesi sağlanır. Bu bölgede  meydana gelen afete çara bulur. Bütün haşere ve çekirgenin  sığırcık kuşları vasıtasıyla yok olmasını sağladı. Eskipazar’daki şifalı sudan bir miktar alıp, tadili erkân üzere taşınarak haşere ve haşeratın bulunduğu yerde, bir ağaca dua edilerek asılınca, gökyüzünü arıoğulu gibi kaplayan sığırcık kuşları oluşuyor ve doğal afetten o bölgeyi ve insanlarını kurtarmaya vesile oluyor.
Sığırcık kuşlar yiyebildiği kadar haşara yiyor, aynı hızla öldürmeye devam ediyor. Allah’u Teâlâ hazretleri bu mübarek kerameti, Hz. Ömer ve devamı olan Ali Semerkandi hazretlerine vermiştir. Şeyh hazretleri hiç evlenmemiştir. Manevi evlatları tarafından bu su ile ilgili şifa işi yürütülmektedir.
Hazreti Şeyh’e, sığırcık Şeyh’i, çekirge Şeyhi veya Semerkandi Şeyhi de denilmektedir. Ali Semerkandi’nin “Bahru-l Ulum” adını verdiği hacimli bir tefsir kitabı da bulunmaktadır. Hüdavendigar Murat ile sohbetleri olmuştur. Kendisine teklif edilen vezirliği kabul etmemiştir. Kabrinin bulunduğu Çamlıdere 1926 yılında tamamen yanmış olduğundan, kıymetli kültürel hazineleride tamamen yanmıştır.
Çankırı Eskipazar’dan ayrılan Ali Semerkandi hazretleri Kızılcahamam Çatak beldesine gelir. İrşada burada devam eder. Şeyh hazretleri için Çatak son durak olmamalıydı. Manevi bir emirle sondurağına doğru yanında bulundurduğu sacayağının fırlatılması istenir ve fırlatılır.  Üç ayağı olan sacayağının biri kırılmış vaziyetde bugünkü Çamlıdere ilçesine düşer. Şeyh hazretleri sacayağını takiple Çamlıdere’ye gelerek yerleşir. Hazrete atfen bu beldenin eski adı Şeyh’ler imiş, sonradan Çamlıdere olmuş. Şeyh hazretleri Çamlıdere halkı tarafından hüsnü kabul görmüştür. Hizmetine sonuna kadar burada devam etmiştir. Devlet erkânı tarafından da hep sayılmış ve sevilmiştir.
Şeyh Ali Semerkandi hazretleri Osmanlı Sultanları tarafından yaptırılmış türbede yatmaktadır. Mübarek Şeyh, Hanefi ve Nakşî idi. Bu belde imparatorluk dönemine kutsal bölgelerden biri olarak değerlendiriliyor ve önem veriliyordu. Gerek öz vergi konusunda, gerekse civardaki yerleşim yerlerinin vergilerinin Çamlıdere’ye aktarılması bugün itibariyle açık bir şekilde ifade edilmektedir. Üstelik payitahtdan dahi ilave olarak her yıl önemli bir miktar para Çamlıdere’ye aktarılır. Bu durum Cumhuriyetten önce, seferberliğe kadar devam etmiştir.
Çamlıdereliler ve Ankaralılar böyle ulvi bir Sultanı kucaklarında bulundurdukları için kendilerini çok şanslı saymalıdırlar. Allah’u Teala bizi, kerametleri halen devam eden bu Evliya kuluna layık eder inşallah.

Vesselamün alel mürselin velhamdülillahi Rabbül âlemin.




SEYYİT HÜSEYİN GAZİ

(Hüseyingazi - Mamak - Ankara)


Gelüp ettik dua ile niyazi
Bize himmet ede Hüseyin Gazi

Evliya ÇELEBİ

Evliya çelebi seyahatnamesinde, Ankara’ya epey uzaklıkta Çubuk ovasına hâkim yüksek bir dağın tepesinde yatan Hüseyin Gazi’nin türbesini ziyaret ederek dua ve niyazda bulunduğunu yukarıdaki veciz sözde ifade etmektedir.
Ve devamla:
“Bu zat Malatyalı Seyyit Battal Gazi’nin pederi, azizidir. Kabri başında yasin okuduğunu, meraklı çevresinde, süslü, muhteşem şamdanlar olduğunu, ayrı ayrı kış ve yaz meydanları bulunduğunu, senede bir kere burada mevlüt okunup, kırk, elli bin adam cem olmakta, İmam Hüseyin evladından ve ‘Sadatı Kiram’dan olan bu Hüseyin Gazi, burada din uğrunda şehit olmuştur. Dergâhın o anki Şeyh’i Muhican dedenin hayır duasını aldık demekte ve bir sonraki gelişi de 1058 tarihlerine rastladığını beyan etmekte.”
Ankara, Emevi Halifesi Muaviye zamanında İslam ordularının hücumlarına maruz kalır ve yağmalanır. Bu hücumlarda İslam şehitleri Ankara toprağını kutsallaştırır. Abbasiler dönemindede ayni mücadele devam eder. Özellikle ‘Avasım’ şehirleri olarak bilinen merkezi yerleşim yerlerinde hareketle bu bölge yumuşatılır. Taki sonuç alınıncaya kadar. Müslüman Türk’ün Ankara’yı alıp tam bir İslam şehri yapmalarının temel harcını atmış olurlar.
Kâtip Çelebi’nin cihannümasında ise, “Ankara’nın şarkında kalan Hüseyin dağ         zirvesinde bulunan Bektaşiler tarafından mücahit bir veli olarak kabul edilen bir Arap’ın (Hüseyin Gazi) mezarı vardır. Evliya zamanında burada yüz Bektaşi dervişini havi bir tekke vardır ve her sene çok kalabalık bir dini tören yapılır. Şimdi yalnız Ankara Bayrami dervişleri tarafından idare edilen bir türbe vardır” demektedir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, Bayrami’ler de çekilmiş olup, yalnız türbe ziyaretçilere açık olarak tutulmaktadır.
Hüseyin Gazi, Malatya fatihi Battal Gazi’nin babasıdır. Ankara’yı İslamlaştırmak için savaşmıştır. Hüseyin Gazi hem mücahit savaşçı, hemde gönül eri/mutasavvıf bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ankara ovasında savaşırken yaralanmış, kendi emniyeti için dağa vurmuş ve bugün adıyla anılan dağın zirvesinde Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Prof.Dr. Hikmet Tanyu hocanın,
“Ankara ve çevresinde adak yerleri” isimli eserinde bir menkıbesi şöyle anlatılmaktadır:
“Hüseyin Gazi şehit düşünce oğlu Battal Gazi Malatya’da bulunuyordu. Bağdat halifesi Abdüsselam’dan babasının makamını ister, o da; “Daha babanın kanı kurumadı, kanını alda ondan sonra gel” der. Bunun üzerine Battal Cafer Gazi yola çıkar. Çorum Alaca’da Hüseyin Gazi tekkesinde misafir olur. O vakitler burası manastır olup, keşişinin adı da Şambaz baba imiş. Keşiş Battal Gazi’ye “Seni birine benzetiyorum, sen Hüseyin Gazi’nin oğlusun” demiş. İtimat ettiği için Hüseyin Gazi ile olan sırrını Kur’an okuyarak, namaz kılarak ifşa eder. Ve Şambaz, babasının öcünü almak üzere Battal Gazi’yi Ankara’ya gönderir. Battal Gazi babasının intikamını alır. Katilinin başını Şambaz’a getirir. Tekkenin önüne gömdürür ki, dünya durdukça çiğnensin diye.
Bu tekkeye ‘Hüseyin Gazi kolu’ yahut ‘Kutlu’ denir, demektedir.
Bu gün Karapürçek köyünün batısında Hüseyin Gazi dağının tepesinde olan türbe ve zaviyesi üzerindeki kitabeye göre, 1463 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından restore edilerek yeni ve sağlam bir yapıya kavuşturulmuştur.
Ankara, Emeviler ve Abbasiler döneminde sık sık İslam ordularının hücumlarına maruz kalır. Bu hücumlarda şehit olanlar Ankara toprağına düşerek, bu beldeyi bir sonraki hücumların gayesini güçlendirmek için kutsallaştırırlar.
Seyyit Hüseyin Gazi Hazretleri Ankara’da bilinen ilk ‘Evlad-ı Resül’den olan İslam şehididir. Anadolu insanı kendisinin kadir ve kıymetini bilmektedir. Bu toprakları vatanlaştıran bu ülkenin gerçek sahipleridir. Hüseyin Gazi’lerin açmış olduğu yoldan devam eden Türk akınları bir iki asır içinde fütuhatı gerçekleştirmişlerdir. 
Bir menkıbeye göre:
‘Hüseyin gazi rüyasında Cafer adında yiğit mi yiğit, heybetli mi heybetli, uzun boylu, pehlivan yapılı beyaz tenli, güzel yüzlü bir yiğit görür. Pehlivanlığı hazreti Hamza’ya, heybeti hazreti Ali’ye, azameti hazreti Ömer’e benziyordu sanki. Hatta bu yiğidin savaş araçları, bindiği atı ve zırhı vs. hepsini gördü. Uzun zaman bu rüyanın tesirinde kalan Hüseyin Gazi, kendi kendine  “Kimdir Cafer adındaki bu yiğit, neyin nesi” diye konuşur. Günlerden bir gün rüyasında bir ‘pir-i fani’ derdine çare olur. 
“Ya Hüseyin, müjdeler olsun sana ki; rüyanda gördüğün Cafer adındaki o yiğit senin oğlundur. Dünyaya gelmesine az kaldı. O Rum illerinin baştan sona Müslüman olmasına katkıda bulunacak. Her insana nasip olmayacak olan başarıları olacak” der.
Zaman gelir, mana zuhur eder. Hüseyin gazinin Malatya’da bıraktığı eşi bir erkek evlat doğurur. Büyükleri ona Cafer adını kor. İri yarı olduğu için Battal’da denir. Ancak baba Hüseyin gazi, oğlu Battal Cafer Gazi’yi göremez. Ankara’da bugünkü Ulus semtine düşen ‘Bent deresi’ olarak bilinen yerde 360 askeriyle beraber sıkıştırılır. İki yüzden fazla zayiat vererek yaralı olarak çekilerek yüksek bir yer olan bugün kendi adıyla anılan tepeye sığınır. Cenkte ağır yaralandığı için kurtulamaz ve şehit olur.
Ankara’da ilk bilinen İslam Şehidi ‘Evlad-ı Resul’den Hüseyin Gazi hazretleridir. Rahmetli Türk gezgini Evliya Çelebi seyahatnamesinde:
“Ben burada malları aldım. Hacı baba ve damadı ile vedalaşarak kuzeye kar üzerinde çıkıp, Hüseyin Gazi köyüne geldik. Çubuk ovası kazasında yüksek bir tepe üzerinde Hüseyin Gazi türbesi vardır. Bu zat, Malatyalı Seyyit Battal Gazı’nin muhterem pederidir. Kabri üzerinde bir Yasin okuyup, ruhaniyetleriyle tanıştık. Nurlu mezarının dört bir yanında çeşitli yıldızlı şamdanlar, kandiller ve ayetler vardır. Ayrı ayrı yaz ve kış meydanları vardır. Çubuk ve Yaban ovaları ile Mürtet ovası, burada ayak altında gibi görünür. Tekkesinin vakıfları çoktur. Senede bir defa burada mevlit okunup, kırk elli bin adam toplanır. Amma Hüseyin evladından ve Peygamber sülalesinden olan bu Hüseyin Gazi, burada din uğrunda şehit olmuştur. Bu tekkede fakirlere on kuruş sadaka verip, üç kurban keserek tekkenin Şeyhi Muhyican dedenin duasını aldık. Burada yine kuzeye gidip mamur köyler içinde geçerek Engürü’ye ulaştık”diye kayıt düşmüştür.
Başkent Ankara’mızın bağrında yatan en büyük ulularımızdandır. Hacı Bayram-ı Veli ve Tacettin Sultan’dan sonra en fazla ziyaret edilen yerlerin başında gelmektedir.
Vesselamün alelmürselin velhamdülilahi rabbül alemin


BÜNYAMİN AYAŞİ

(Ayaş - Ankara)





Nesl-i pak künyesinde ibni Yamin,
Mustafa’dır namı, Bünyamin Ayaşi şöhreti.
Bir şairin, hakkında söylediği gibi, veciz sözün yukarıdaki alıntısına bakılarak Türk İslam mutasavvıfı Ayaşi’nin esas adı Yamin Mustafa, şöhreti ise Bünyamin Ayaşi olduğunu anlıyoruz. Yamin kelimesi halk arasında Bünyamin’e dönüşmüştür. Kendisi 15. asrın ortalarında Ayaş ilçesinde doğduğu için Ayaşlı Bünyamin veya Bünyamin Ayaşi olarak tarihe geçen bir gönül eridir.
Ayaş ilçesi tarihi bir yerleşim yeridir. Beypazarı, Göynük, İskilip ve hatta Safranbolu gibi başta mimaride tutun da, hayatın bütün inceliklerinde, her yerde Müslüman Türk kültürü yaşar. Hatta Ankara içinde bir Ankara vardır ki (kale içi ve eteği)  sonraki Ankara’ya pek benzemez. Kendine özgü medeniyetin günümüze uzantısı durumundadır. Her türlü alt yapısıyla kale eteği zamana meydan okurcasına insana höykürüyor.
Ayaş ilçesi, beylerin pazar olduğu bir eski Osmanlı veya Selçuklu kasabasıdır. Devlet hizmetinde çok büyük görevler ifa etmiş bürokratları ile Bünyamin Ayaşi gibi birden çok gönül erlerinin mekân tuttuğu bir beldedir.
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin Hak’ka yürümesinden sonra halifelerinden Akşemseddin ve diğer müderris ünvanlı bağlıları, Akşemseddin’in etrafında kümelenerek Bayramiliğin “Şemsi” kolunu, geçimini dokumacılık, bakırcılık veya orta halli halk tabakasının iştigal ettiği meslekleri yaparak sürdürdüğü Bursalı Ömer dede’nin (Bıçakçı dede veya Emir Sekkini) etrafında kümelenen bağlıları ise Bayramiliğin “Melami” kolunu oluşturdular.
Bünyamin Ayaş-i hazretleri de Melamiliğin kurucusu Bıçakçı Ömer dede’nin halifesidir.
Bayrami-Şemsi ile Bayrami-Melami arasında var olarak gösterilen en önemli fark:
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri ile başlayan, Ak Şemseddin hazretleri ile devam eden, siyasi iradeye yakınlık ve beraber mücadele anlayışı benimsenmişken, yine Hacı Bayram-ı Veli hazretleri ile başlayan ve Bıçakcı Ömer dede ile gelişen, Bünyamin Ayaş-i hazretleri ile devam eden siyasi iradeye hiçbir konuda pas vermeyen uzak duruştur. Bu anlayış ki, birçok Melami şeyhi veya taraftarı siyasi irade tarafından tedbire zorlanmış ve hatta idamlara kadar gidilmiştir.
Hacı Bayram-ı Veli duruşu iki şekilde yorumlanmıştır. Biri genelde huzur ve resmiyet kazanırken, aynı ilkenin öbür yüzündekiler için şüphe ile gözetlenen ve gerektiğinde tedbir alınan duruma düşülmüştür. Salnamelerde veya Sarı Abdullah efendi’nin “Semeratül Fuad” isimli eserinde Bünyamin Ayaşi hazretlerinden bahsetmektedir.
Mevcut bilgilere göre Bünyamin Ayaşi hazretleri Kanuni Sultan döneminde Bıçakçı Ömer dede’nin Hak’ka irtihalinden (1496) sonra postnişine oturmuş olup irşada devam etmiştir. Mürşidi Ömer dede Bursa kökenli, Ankara’da yıllardır bulunmuş ve hatta irşad vazifesinin büyük bir bölümünü bu bölgede geçirmiş, diğer Bayrami kolunun postnişini Akşemseddin hazretlerinin medfun olduğu Göynük’e defnedilmiş bir Veliyullah’dan zattır.
Melamiliğin resmiyetle olan soğukluğu yukarda bahsedilen kaynaklara göre Bünyamin Ayaşi hazretlerinin, Kanuni tarafından Kütahya kalesinde zorunlu ikamete mecbur edilmesine sebep olmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı devleti kuvvetler ayrılığı prensibine riayet şartı ile mutasavvıflara fevkalade saygılı idi. Hal böyle iken şüphelenerek tedbir alması kadar doğal bir şey olamaz. Üstelik Yıldırım Beyazıt’ın vefatından sonra ortaya çıkan ve on yıl kadar süren Şehzadeler mücadelesi ardından patlayan “Şeyh Bedrettin” isyanı, Bünyamin Ayaşi ve müritlerinin yaşadığı dönemde vuku bulunan olaylardı. Diğer taraftan İran Safavi devletinin kışkırttığı din motifli propagandalar, devletin tedbir almasını gerektirir bir hal almıştır.
Kanuni Sultan Süleyman, Rodos seferine çıkar ve bu adayı kuşatır. Yaklaşık altı ay süren kuşatmada netice alınamaz. Sarı Abdullah efendinin verdiği bilgiye göre; Sultan’ın çuhadarı, bu başarısızlığın sebebini bir fırsatta Kanuniye anlatır. Çuhadara göre başarısızlığın sırrı; Bayrami Melamiliğinin Şeyh’i, Şeyh Bünyamin Ayaşi hazretlerinin Kütahya kalesinde hapis oluşudur. Kendisinin serbest bırakılarak manevi tasarrufu alınırsa “Rodos” düşer.
Koca Kanuni, kendi gücünden kat kat küçük bir ada için tam altı aydır var gücüyle yüklendiği halde kalenin düşmemesi, akla hayale sığmayacak bir iş olduğunu düşünerek “neden olmasın, görelim ve deneyelim” diyerek “tiz çıkarıla” emri ile Bünyamin Ayaşi hazretleri serbest bırakılır ve tasarruf etmesi sağlanır. Netice, tabi ki çuhadarın işaret ettiği yönde olup “Rodos” fethedilir.
Mesajı alan Kanuni, Bünyamin Ayaşi hazretlerini sarayda ağırlar ve ikramlarda bulunur. Evliyanın tasarrufu budur. Allah’u Teâla “Evliyama savaş açana, savaş açarım” buyurmaktadır.
Benzeri bir örnekle ehl-i hal olan bu muhterem şahsiyetlerin durumunu veya gücünü ortaya koyalım.
Konstantiniye kuşatılır, çok uzun müsamereler olur. Bir türlü düşmez. Hayat damarları tamamen kesilen, adeta bitkisel hayatla can çekişme noktasında seyreden bu kutsal şehir bir türlü düşürülememektedir. Fatih celalli, asker moral olarak iyi bir noktada değildir. Akşemseddin meselenin farkında velâkin İlahi bir tertip...
Surların içinde daha önceden irşad vazifesi ile vazifelendirilen ve epeyce insanı kazanan “Cibali baba” adında bir gönül ehli, Fatih tarafından surlara yönelik fırlatılan top ve benzeri gibi insana zarar verecek mermi veya güllelerin “Aman kuzucuklarıma zarar verir” düşüncesiyle etkisiz hale getirilmesi durumu, kuşatmanın uzamasına sebep olmaktadır.
“Cibali kelimesi Ankara tiftik keçilerinin kırklıkla tıraş edilerek, tiftiği alındıktan sonra tıraşlanmış haline denir. “Cibali baba” da bu keçilerin bulunduğu yöreden hareketle Konstantiniye’ye ulaşmış olabilir.
Bir sabah yani 28 Mayıs sabahı, Akşemseddin hazretleri Fatih’e ulaşarak “Gözünüz aydın Sultanım, zaferiniz yarın taçlanacaktır” müjdesini verir. Cibali Baba’nın Hak’ka irtihalini gönül gözüyle gören Ak Şeyh, fetih için hiçbir engelin kalmadığını anlamıştır. Cibali tasarrufu ve Cibali anlayışı, İslam’ın evrenselliğinin ifadesidir. Ve 29 Mayıs Konstantiniye fethedilir.
Fizik kuralları ile ifade de zorlanılan bu durumlara benzer örnekler tasavvufta çok görülmektedir. Bu açıdan bakılacak olunursa Bünyamin Ayaşi hazretlerinin Rodos’un fethindeki tasarrufuna hak verilebilir.
Bünyamin Ayaşi hazretlerinin beş halifesi vardır. Bunlar, Pir Ali Aksarayi, Sivaslı Osman efendi, Bolulu Süleyman efendi, Kasımpaşalı Emir efendi ve Aziz Ruşani’ dir.
Yaklaşık yarım asra yakın postnişinde irşad görevini sürdüren Bünyamin Ayaşi hazretleri, ömrü boyunca Allah’ın(cc) emirlerini, Hz.Peygamberin sünnetini kendine şiar edinmiş, Peygamberin yolundan ayrılmamış, dünya ya ve dünyalığın duayeni devlet adamlarına fazla değer vermemiş, ama ihtiyaç duyulduğunda da ihmal etmemiş, orta ve dengeli bir yol tutmuş, geniş ve sanatı olan esnaf kesiminin irşadında bulunmuş, kendisi de tıpkı Ahi Evran ve diğer Ahiler gibi sanat ile uğraşarak geçimini sağlamıştır. Bu haliyle birlik ve dirlik açısından önemli bir sosyal organizasyonu tesis etmiş bir güzel Türkmen dervişi, bir güzel gönül eridir.
Bünyamin Ayaşi hazretleri Rodos’un fethini takip eden yıllarda Hak’ka yürür. Mezarı Ayaş ilçesinde olup, kendi adıyla anılan cami veya zaviyesindedir.
Yerine geçen halifesi Pir Ali Aksarayi dir. Şeyh Pir Ali’yi takiben oğlu İsmail Maşuki Melami Şeyh’i olmuştur. Bünyamin Ayaşi hazretleri henüz sağ iken, halifesi Pir Ali Aksarayi’nin bir oğlu olur. Ayaş-i hazretleri adını İsmail koyar. Ve devamla; bu çocuğun ilerde kurban olacağına dair ifadeler kullanır. Şeyh İsmail Maşuki bu kültürle ondokuz, yirmi yaşlarında İstanbul’a gelir. Merkez camilerinde halka ateşli konuşmalar yapar. Konuşmalarının arasında bazen aşka veya cezbeye kapılarak, şeriata uygun olmayan sözler de sarfeder.
Zamanla uyarıldığı halde, babasının Şeyhi Ayaşi hazretlerinin kendisi hakkında söylediklerini hatırlayarak “Ben sonumu biliyorum” diyerek devam eder. Devrin en büyük kelam âlimi olan Ebussuud tarafından sürekli uyarı alır. Ebussuud Maşuki’nin babasına muhabbet duyduğu için bir türlü gereğini yapamaz.
Neticede Şeyh’ül İslam İbn-i Kemal tarafından fetva verilerek Şeyh İsmail Maşuki idam edilir.
Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbül alemin.



TAPTUK EMRE

(Nallıhan - Ankara)

Ankara’nın Nallıhan ilçesine on altı km. mesafede kibar Evliyaullahtan Emrem Sultan veya Taptuk Emre hazretleri medfundur. Yaşadığı dönemde yörede en namlı bir zat olarak bilinir. Kendisine hemen yakın bir bölgede kızı Bacım sultan yatar. Taptuk Emre hazretlerinin türbesi son dönemlerde Etibank tarafından onarılarak, şanına layık bir hale getirilmiştir.
Taptuk Emre, Selçuklular devrinde Türkistan taraflarından gelerek kendi adıyla maruf Emrem Sultan köyüne yerleşmiştir. Gözleri görmeyen bu gönül eri, irşat merkezi olan Emrem köyünün dışına hiç çıkmamıştır.
Türk dervişlerinin, manevi işaretle ‘Diyar-ı Rum’un fütüvvetinde görevli kılınması eshabıyla, binlerce gönül eri Anadolu’yu her anlamda vatanlaştırmak amacıyla dalga dalga bu coğrafya ya gelerek, mekân tuttukları bilinmektedir.
Bunlardan en şöhretlisi olan Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri, Prof. Fuat Köprülünün “Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar” isimli eserinde bahis olunduğuna göre;
Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri, Rum diyarına geldiği zaman, orada Seyyit Mahmut Hayrani, Celaleddin Rumi, Hacı İsmail Sultan gibi birtakım büyük mutasavvıflar arasında Emre adlı kuvvetli velayet sahibi bir Şeyh var idi. Hacı Bektaş’ın daveti üzerine bütün Rum erenleri onun yanına geldikleri halde, bu Şeyh her nedense davete icabet etmedi. Diğer Rum erenleri onun gelmek istemediğini Hacı Bektaş-ı Veli’ye haber verdiler. O da güvendiği bir adamını gönderip Emre’yi yanına çağırtı ve gelmemesindeki hikmeti sordu.
Şeyh Emre ise perde arkasında çıkan bir elin kendisine nasip verdiğini, hazır bulunduğu o erenler nezdinde Hacı Bektaş adında birini hiç görmediğini söyledi. Hacı Bektaş-i Veli, o elin bir işareti olup olmadığını sorunca, yeşil bir ben olduğunu söyledi. O anda Hacı Bektaş-ı Veli elini uzatınca, Şeyh Emre yeşil beni gördü. Kendisine el veren mürşid’in karşısında bulunduğunu anlayınca tam üç defa “Taptuk Padişahım” dedi. Ve ismi o andan itibaren Taptuk Emre oldu, demektedir.
Taptuk Emre’nin, Cengiz istilası sırasında Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya gelmiş bulunan Sinan efendi veya Sinan Ata adında orta Asyalı bir Türk Şeyh’i tarafından irşad edildiği beyan edilmektedir. Taptuk Emre, Sakarya nehri civarında yaşadığı dönemde çok büyük manevi nüfuz kazandığını, dolayısıyla meşhur olduğunu yine Fuat Köprülü’den öğreniyoruz. Buharalı Şeyh Sinan efendinin, Ahmet Yesevi ocağının bağlıları arasında olması, Taptuk Emre’nin, hatta Yunus Emre’nin de aynı geleneğin temsilcileri durumunda görünmektedir. Anadolu’da ki sofi geleneği, istisnalar hariç tutulursa tamamı Horasan kökenli bir anlayışın devamı niteliğindedir. Kısacası buna Türk sofiliği diyebiliriz.
Anadolu tasavvuf hayatında, bir Yunus Emre olmamış olsaydı belki de Taptuk Emre’nin yeri bu kadar olmayabilirdi. Yunus Emre’nin duru Türkçesi ile yazılan, söylenilen kitabi deyişleri, bütün canlılığıyla günümüze kadar ulaşmış ve insanımızın tamamını kendisine hayran bırakmıştır. Yazılı ve sözlü kaynaklar gün geçtikçe artıyor, beraberinde kendi adıyla mürşidinin adı da hep zikrediliyordu.
Bir müridin, mürşidine karşı bundan daha büyük saygısı, bundan daha önemli hizmeti düşünülemez. İşte Taptuk Emre’nin ölümünden sonra postuna oturan, yaşarken dahi haklı şöhrete ulaşan Yunus Emre – Taptuk Emre münasebetinin zaman dilimi içinde seyrinin bilinmesine rağmen, bir daha, sırası gelmişken arz edecek olursak:
Yunus Sivrihisar’ın Sarıgöl denilen bir yerinde çiftçilik yapmakta iken, kıtlık nedeniyle gerek kendi ihtiyacı, gerekse köyden bazılarının ihtiyacı gereği, buğday almak için Hacı Bektaş-ı Veli’ye kadar gelir. “Buğday mı, himmet mi” sorularına hep “Himmeti nedeyim, buğday” der. Buğday verilir, verilmesine ama Yunus’un iç dünyasında sıkıntılar oluşur. Sıkıntılarının sebebini çok geçmeden anlar ve tekrar huzura vararak hata ettiğini, buğday yerine himmet istediğini ifade edince Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri, “Gayrı nasibin bizden değil, nasibin Taptuk Emre’den” diyerek Yunus’u gönderir. Yunus, Taptuk Emre’nin huzuruna varır ve intisap eder. Tam otuz yıl geçer, o kapıdan eğri bir odun geçirmemek kaydıyla, tekkenin yakacak ihtiyacını karşılar. Hatta “Bu ne haldir Yunus, dağda hiç eğri odun yokmu“ diye soran Şeyhi Taptuk Emre’ye “Bu kapıdan odunun bile eğrisi giremez” Sultanım der.
Kurulan ‘erenler meclisi’n de şeyhi ile beraber Yunus da hazır olur. Meclisde Taptuk Emre “Şevkimiz var, haydi sen de biraz terennüm et” ifadesi ile Yunus’u söz söylemeye zorlar. Birkaç defa aynı isteği bildirdiği halde, Yunus edep gereği hiç seslenmez. Bu defa Taptuk Emre gür bir sesle “Haydi, artık zaman geldi, kilidin açıldı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin sözü yerine geldi, durma söyle” der. Bunun üzerine Yunus’un dili çözülür, kilidi açılır. Derhal arifane ilahiler, kitabi sözler söylemeye başlar.
Taptuk Emre, hizmeti esnasında Yunus’un bir ara “of” demesini işitince gücenir. Yunus’u huzuruna alarak “Madem şikâyetçisin, artık hizmetin bana haramdır” der. Yunus makamdan ayrılır. Ayaş ilçesi civarında yolda karşılaşarak arkadaş olduğu iki derviş ile nereye gideceğini bilmeden sağa sola savrulmaya devam eder.
Acıkırlar;
Dervişin biri, derken ikincisi maharetlerini göstererek sofra kurdururlar. Sıra Türkmen kocasına gelir. Arkadaşları “Haydi bakalım sıra sende” derler. Yunus şaşkın, ne diyeceğini, nasıl Allah’a iltica ederek yemek isteyeceğini bilemez. Kestirmeden “Bu arkadaşlar kim adına ne istedilerse, ben dahi ayni dille ayni kişi adına istiyorum Allah’ım” dediğinde çok muhteşem bir sofra yayılır. Arkadaşları hayret ederler. “Sen nasıl iltica ettin de, bizim ikimizin toplamından daha güzel bir sofra ikram edildi, söylermisin” diye sıkıştırırlar. Yunus “Siz kimin adına beyan da bulundunuz?” der. “Derviş Yunus adına istekte bulunduk” cevabını alınca, herşey anlaşılmış olur.
Gerisin geri Taptuk Emre’nin huzuruna varır. Af ve mağfiret ister. Ancak bu işi tasavvuf adabına göre yapması için şeyhinin hanımından talimat alır. Eşikliğe yatan Yunus’un bastonla yoklanarak “Bu kim hanım” sorusuna, “Yunus” cevabı ardından, “Bizim Yunus” mu?” sorusu sorulur. “Evet, bizim Yunus” sözü karşısında, Yunus fırlar ve elini eteğini öperek af edilmesini diler.
Bir müddet sonra Taptuk Emre hazretleri elindeki asasını göğe doğru fırlatarak Yunus’a “Ara, onu bul” der. Yunus Emre geri kalan ömründe hep bu asayı arar durur. Dağ, taş, köy, şehir demeden gezer. Gezdiği gördüğü yerlerde hep irşad edici şiirler söyler. Sosyal ve içtimai problemlere kayıtsız kalmaz. Hep müdahaleci olur. Sonunda asayı bulur ve orada Hak’ka yürür.
Bacım Sultan, Taptuk Emre’nin kızıdır. Makamı Nallıhan’a  onbeş kilometre uzaklıktadır. Genç kızlığı döneminde Yunus ile dağlarda dergâha odun getirmeleri dolayısıyla çıkan dedikoduları Taptuk Emre, ateşle pamuğu bir araya koyarak, ateşin yandığı pamuğun ise yanmadığı kerametini göstererek bir ders vermiştir.
İleri ki yıllarda Bacım Sultan, Hamza Sultan isimli yörede mukim bir beyin oğlu Ulu Sultana gelin gider. Bacım Sultan yolda Erenler mevkiinde kaybedilir. Bunun üzerine damat taraftarları dönüp Taptuk Emre’nin huzuruna gelerek durumu anlatırlar. Taptuk Emre’de  “Gidin gelin kaybolduğu yerde” diyerek tekrar gönderir. Aynı yere gelindiğinde Bacım Sultan bir ağaca dayanmış halde görülür. Kocası olan kişiye “Ben buraya kadar geldim, sen de burada kalmalısın” deyip evlenirler. Bu köyün adı Tekke köyüdür. Onlarla beraber kurulur ve öldüklerinde oraya gömülürler.
Vesselamün alel mürselin velhamdülillahi rabbül alemin.





TACEDDİN SULTAN

(Altındağ - Ankara)




Cumhuriyet entellektüeli, onu Mehmet Akif Ersoy’un milli mücadelede Ankara’ya intikalinde yerleştiği yer ve muhitle tanıdı denebilir. Türk’ün ateşle imtihanının sevk ve idare edildiği Ankara’ya, ‘Belde-i Tayyibe’den hareketle sanki ısrarla davet edilmiş, Ankara’nın içindeki Ankara’yı ikamet edilecek yer olarak seçmesi ne Akif için, ne Ankara’lılar için, ne de milli mücadele için tesadüfü bir olay sayılamaz.
Taceddin Sultan, Anadolu Selçuklu devletinin son zamanlarında yaşamış Kayseri’li Taceddin veli hazretleri soyundan gelmektedir. Dede Tacettin veli, Osmanlı devletinin kuruluşunun kültürel dinamiğini hazırlayan teorisyenlerden, torun Taceddin Sultan ise Osmanlının ihtişamlı döneminin gönül erlerinden olup irşat merkezi olarak Ankara’yı seçmiştir. Taceddin Sultan Bursa’dan gerekli eğitimi aldıktan sonra 17.yüzyılda Ankara’ya geldiği söylenmektedir,
Ankara’da Karacabey hamamı önlerinde dergâhını kurarak ‘Celvetilik’ ekolünde irşada devam etmiştir. Dönemin en ulu erenlerinden kabul edilmektedir. Halk arasında kerametleri yaygınlaşmıştır. Günümüze intikal eden bir örneğini verecek olursak:
Dönemin Padişahına Taceddin Sultanı gammazlarlar. Padişah, Taceddin Sultanın huzura getirilmesi için askere emir verir. Askerler dergâha gelince bakarlar ki Sultanla beraber, hemen kenarda bulunan ibrikler de secde ediyor. Ürperirler, ön yargılı olmaktan utanarak durumu Padişaha rapor ederler. Padişah raporu inandırıcı bulur ve emri geri çeker. 
Taceddin Sultanın asıl adı Taceddin İbrahim’dir. 1600-1700 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamıştır. Bir dönem, başta da söylediğimiz gibi Bursa’da bulunur. Meşhur Evliyadan Üftade hazretlerinin dergâhında Aziz Mahmut Hüdai hazretleri ile beraber intisap ederek ders alır. Bilahere, hadis, fıkıh ve tefsir eğitimini alarak hemen her alanda kendini yetiştirir.
Zamanla gereken olgunluk derecesine geldikten sonra Üftade hazretleri tarafında Ankara’ya gönderilmiştir. Ankara’da Celveti Şeyhi olarak irşadını sürdürmüştür. Dergahdaki kitabesindende anlaşılacağına göre, Taceddin Sultan, bir müddet Ankara’nın Karalar köyüne göç etmiş, yaklaşık yedi yıl bu köyde kaldıktan sonra, tekrar Ankara’ya dönerek Hamam önündeki evine yerleşmiştir.
Taceddin Sultan evli ve bir erkek çocuk babasıdır. Kendisi hayattayken oğlu Muddaki’yi kaybeder. Bugünkü dergâhın bir bölümüne defneder. Bilahere kendisi de aynı yerin yanına defnedilir. Türbe veya derğahın önceki yapısı kerpiç ve çamurdan olduğu halde, bugünkü haline Padişah II. Abdülhamit getirir.
Hamam önü, Taçlı Sokak, Haccetepe üniversitesi içinde bulunan kendi adıyla anılan camii, türbe ve dergâhı bulunmaktadır.
Türbede oğlu Muddaki veya diğer bir kaynağa göre Mustafa ile baba Taceddin İbrahim medfundur.
Tacettin Sultan’ın adıyla anılan türbe ve camiinin hemen yanındaki Taceddin dergâhı Haccetepe üniversitesi rektörlüğünce restore edilmiş olup, vatandaşlarca her gün, devlet ricali ve duyarlı sivil toplum örgütü aydınlarınca senede bir gün ziyaret edilir. Vesile olunduğu olağanüstü güzellikler hep beraber yaşanır.
Yazımızın başlangıcında da belirttiğimiz gibi Cumhuriyetimizin en büyük şairlerinden biri olan merhum Mehmet Akif Ersoy, milli bakiyemizin ve milli mücadelenin, özgürlüğümüzün sembolü olan, hemen her Türk çocuğunun göğsünü gere gere okuduğu istiklal marşımızı bu dergahda yazmıştır.
Bu dergâhla ilgili başka bir hatıra daha vardır. Sekiz yaşındayken Hindistan’da Müslüman ana ve babadan kopartılarak İngiltere’ye götürülen, orada İngiliz ajanı olarak yetiştirilen, bilahere Afganistan’a gönderilerek dönemin Afgan Emirine yönelik ihtilalde başrol oynayan, daha sonra da Hindistan pasaportuyla Milli mücadelenin merkezi Ankara’da onun lideri Atatürk’e suikast düzenlemek için İstanbul’a gönderilen Mustafa SAĞIR adında bir ajana sahne olma açısında Taceddin Sultan dergâhı önem taşımaktadır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın İstanbul şubesi olan ‘karakol cemiyeti’nin referansı üzerine Mustafa SAĞIR Ankara’ya gelir ve Ata ile görüşür. Çok iyi yetiştirilen Mustafa SAĞIR konusunda Atatürk şüphelenir. Takip ve kontrol görevi Mehmet Akif’e verilmek üzere, onun ikamet ettiği Taceddin dergâhının bir katına da bu adam yerleştirilir. Mustafa SAĞIR’a gelen mektuplar önce Akif’in kontrolundan geçerek ulaşır. Ajan olduğu Akif’çe de tespit edilir ve Mustafa SAĞIR tutuklanır. Suçunu itiraf eder. İstiklal mahkemelerince yargılanır 1921 yılında idam edilir.
Tacettin Sultan dergâhında, şer ittifakının olması mümkünmüdür? O makamlar kullanılamaz. Art niyetli planlar belki kısa süre gündeme alınmış olsa da uzun vade de asla.
 O makamlarda ancak istiklalin marşları yazılır. Kendisi de tasavvufi şiirler yazan Taceddin Sultan, bütün Türk milletinin şapka çıkararak, gönül gözünde yaşlarını akıttığı İstiklal marşının güftesinin yazılmasına engel olacak değildi ya...
Bir nebzecik unutulduğu an gösterilen kerametiyle ülkenin gündemine tekrardan gelmiş olan Taceddin Sultan bunun ilkini Akif’le götermiştir. Kendisi Akif’i çağıran pozisyonda görünmektedir. Arada uzun yıllar geçmiş olmalı ki Taceddin Sultan tekrar gündeme gelmek iştiyaki ile ‘nedeni  bizlere muamma’ kendi  ruh yapısına uygunluğu olan bir er kişi ile tekrar hatırlanır olmuştur. Bu er kişi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’dur. Evet, çağıran Taceddin Sultan, çağırılan Muhsin Yazıcıoğlu…
Yan yana koyun koyuna mülaki olmak…
Taceddin Sultan’ın Şeyhulmeşayıhtan ve Kırklardan olduğu söylenir. Sevap kazanmak ve şefaatine nail olmak için, ziyaret edilerek dua edilir.

Vesselamün alel mürselinvelhamdülillahirabbül alemin.





Abdülhakim Arvasi
Mustafa Yardımedici
Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu
İbrahim Ethem
Mustafa Asım Köksal
Dr.Münir Derman
Hasan Burkay
Ahmet Kayhan
Dr. Haluk Nurbaki




Padişah’ı âlem olmak kuru bir kavga imiş
Bir Veli’ye bende olmak cümleden evla imiş.

Yavuz Sultan Selim



ABDULHAKİM ARVASİ

(Bağlum - Keçiören - Ankara)



Ruhuyla sürekli cebelleşen adam... Zahiri ilimlerde ilerledikçe iç huzuru sıfırlayan, ilgi ve iltifat gördükçe garip davranışlarla kendini kaybeden adam…
Yaş otuz beşler de sanatının zirvesine çıkan, ama ruhundaki fırtınaları dindirmekten aciz, o sokakta aklını sarhoş eden, “ derya içrede, derya dan uzak” ama hep birşeyler umut eden, bekleyen, neyi beklediğini de, beklerken tasavvur edemeyen adam…
Yunus’dan gayrisine mesleği itibariyle hiç itibar etmeyen, Akif’lere, Yahya Kemal’lere tepeden bakan adam…
Kısacası beyninden zıpkın yemiş oraya buraya seyirden, deli divane adam. Hiç bir söz üstadı, âlim, ehl-i dil huzurunda üç beş dakika sabırla dinlemesini bilmeyen adam...
Bir dostunun ısrarlı yönlendirmesi neticesinde Esseyyit Abdulhakim Arvasi hazretlerine götürülür. Huzura alınır. Başlar dinlemeye. Soru sormadan, itiraz etmeden, bağırmadan, el kol hareketleri yapmadan, huzura nasıl girdiyse, hangi şekil ve adabda görüldüyse yaklaşık altı yedi saat, aynı şekilde kapı dışına çıktığında, olanlar olmuştur.
Vahşi bir ceylanın avcının okuna hedef olduğu gibi, tutsak, esrarengiz bir kuvvet alanı, manevi hava değişimi ve ilaç...
“Buldum buldum” diye bağırmış, kendini götüren dostunun yüzüne karşı...
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde en büyük tasavvuf âlimlerinden olan Şeyh Abdulhakim Arvasi hazretleri, Van ilimizin Başkale ilçesinde doğmuştur. Çocukluk dönemi bölgesinde geçer. İlk bilgileri babasından öğrenir. Başkale’de ipdidai ve rüştiye mekteplerini bitirir. Bilahere Irak’ın çeşitli kültür merkezlerinde Arap- Fars dili edebiyatı, mantık, kelam, fen ve matematik, tefsir, hadis ve tasavvuf kültürü dersi alır.
Abdulhakim Arvasi hazretlerinin ataları, Hülagü’nun Bağdat’ı istila ettiğinde Musul’a hicret eder. Sırayla Urfa, Bitlis ve Mısır’da bulunurlar. Bu ailenin büyük oğlu Molla Muhammed tekrardan Van’a gelir ve şehrin yüksek tepelerinde bir köy kurar. Eğitim ve ibadet yerleri de inşaa eder. Bu köyün adına ‘Arvas’ adını verir. Yaklaşık altı yedi asır, bu sülale Arvaslar olarak varlığını bozulmadan devam ettirir ve günümüze kadar gelir. Soyu anne tarafından Abdulkadir Geylani’ye ulaşan Abdulhakim Arvasi’nin sülalesine “Arvas Seyitler” denilmektedir.
Abdulhakim Arvasi hazretleri Irak’tan Başkale’ye döndüğünde ilk iş olarak, aileden kalan servetle bir medrese yaptırır ve zengin bir kütüphane kurar. Yirmi yıla yakın öğrenci okutur. Nice insanların aydınlanmasını sağlar.
1880 yılında Halidiye tarikatı Şeyh’lerinden Seyyit Fehim’den Nakşibendiye tarikatından icazet alır. Tarikat silsilesi Seyyit Fehim ve Seyyit Taha vasıtasıyla, Nakşibendiyenin Halidiye kolunun kurucusu Mevlana Halid-i Bağdadi adında büyük Şeyh hazretlerine uzanır.
Abdulhakim Arvasi hazretleri I.Dünya savaşı başlarında, doğu Anadolunun uyumlu tebası olan Ermenilerin, Ruslar tarafından kışkırtılması ile ortaya çıkan kan, zulüm ve gözyaşı döneminde Türk Devletinin tedbir gereği ailecek güneye yani Irak içlerine hicret etmeleri emri üzere yola çıkarlar. Musul’da iki yıl kalır, İngilizlerin o bölgeyi işgalinden sonra hayati tehlike artacağından, ailesinden kalan kişilerle Suriye üzerinden Adana’ya intikal eder. Adana’nında karışıklığı ve işgale müsait hale gelmesi durumundan hareketle, Eskişehir ve oradan da Payitahtın ebedi ve en önemli şehri İstanbul’a varırlar.
Bu yolculuk esnasında, Başkale’den 150 kişi ile hareket edilmişti. İstanbul’a gelene kadar çoğu, açlıktan, hastalıktan ve sefaletten hayatlarını kaybetmişlerdir.
Yardım ve desteğe ihtiyacı olan Arvas ailesi bir süre ‘Evkaf Nezareti’nce Eyüp’teki yatılı mederesede misafir edildikten sonra, Hazretin statüsü gereği yine Eyüp’deki ‘Kaşgari dergâhı’ Şeyhliğine tayin edilir. Bu dergâhda uzun dönem tasavvuf dersi okutur. İmamlık ve vaazlık görevi ifa eder. Tekke ve zaviyeler kapatılana dek bu görevleri hakkıyla yürütür.
Tekkeler kapatıldıktan sonra kendi evinde irşadına sürdürür. Cumhuriyetin ilk döneminde ihtilalin mantığı gereği, yeni teammüllerin oturması için eski ile ilgili hemen her konuda ilgi ve bağın kesilmesine yönelik Devlet cebri olduğu için, Abdulhakim Arvasi hazretleri de bundan olumsuz olarak etkilenir.
Çok savdiği İstanbul’dan, Menemen hadisesi bahane edilerek İzmir’e sürülmesi, İzmir’den hiç sevmediği Ankara’ya mecburi ikamete gönderilmesi, suçsuz olduğu halde Devlet ricali’nin gerekli girişimlere olumsuz cevap vermesi onu Ankara’ya mahkûm etmiştir. 27 Kasım 1943 de vefaat eder. Cenazesi Ankara’nın Keçiören ilçesine bir taş atımlık mesafede kurulan Bağlum kasabasına defnedilmiştir.
Abdulhakim Arvasi hazretlerinin Ankara’da çevresi yoktu, kendi ailesi dışında. Ebediyete intikalinden hemen sonra, cenazenin tekrar İstanbul’a götürülmesi talebine de olumsuz cevap verilince, aile efradı ne yapacağına karar veremez durumda kalır. Tam bu sırada kapı çalınır ve bir aksakallı adam, kapıyı açan zata “Cenazeyi Bağlum kabristanlığına defnedin, oradan bekleniyor” der ve kaybolur.
Bu işaret üzere mesaj alınır ve cenaze bir otomobil içinde, üç beş yakınıyla beraber Bağlum’a getirilerek defin işi başlar. Etrafda binlerce insan naaşı duyarlar. Kimler bilinmez ama Abdulhakim Arvasi hazretlerinin yalnız olmadığı anlaşılır. Allahül âlem o mahşeri kalabalık halen orada yani Bağlum tepelerinde sonsuzluğu beklemektedirler.
Cenazenin Bağlum’a defni ve bunu işaret eden adam...
Ve Bağlum kabristanlığı...
Meğer davet edilen durumda imiş... Hazreti Arvasi’yi davet edenler üç kişi Horasan kökenli Evliya-yı Salih olup, Bağlum kabristanlığında medfun imiş. Tasavvuf adabı gereği ziyaretçiler, davet edenleri bilmediğinden, hep davet edilene vararak dua ederler.
Seyyit Abdulhakim  Arvasi hazretleri İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı hanedanı halen ayakta idi. Anadolu’da milli mücadele veriliyordu. Devletin başına kara kâbus çökmüş, adeta can çekişiyordu. Sonuç ne olur bilinmez ama  Padişah Vahdeddin, Anadolu’da direniş hareketini yapan oluşuma ve onun başındaki Mustafa Kemal'e en azından yürekten yardım ediyor, Âlimlere, devletin bürokratlarına, Anadolu’ya geçmeleri ve yeniden diriliş veya “Bas-ü Bedel mevt” olan Misak-ı Milliye destek vermeleri konusunu hep işliyordu.
Nitekim Abdulhakim hazretleri, Beşiktaş Sinan Paşa camiinde vaaz verdikten sonra çıkarken kapı önünde duran saray arabasında inen biri “Sultan’ın sana selamı var ve akşama iftara bekliyor” der. Aynı araba ile saraya varılır. İstanbul’un ne kadar manevi büyükleri ve din görevlisi varsa hepsi de hazır ve nazır bulunur. Yemekler yenildikten sonra, şimdi bir kısım zombilerin vatan haini dedikleri Vahdeddin’in baş yaveri gelir ve itinalı bir sesle “Sultan’ın selamı var, hepinizden rica ediyor. Anadolu’da kâfirlerle çarpışan Kuva-i milliyenin galip gelmesi için toplu bir dua etmenizi ve Anadolu’daki mücahitlere para ve insan gücü ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılması için milleti teşvik etmenizi rica ediyor” der.
Bu emir üzere başta Abdulhakim Arvasi olmak üzere birçok cemaat önderi ve din adamları birçok insani ve nakdi yardımı Mustafa Kemal Atatürk’e ulaştırmak için olağan üstü gayret gösterirler.
Abdulhakim Arvasi hazretleri, tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda kendine yöneltilen bir soru üzerine “Hükümet tekkeleri değil boş mekânları kapattı, onlar zaten kendi kendilerini çok önceden kapatmışlardı” demiştir. Bu yorum, tekkelerin özellikle o dönemlerde içinde bulunduğu durumu çok güzel izah eder. Benzeri durum günümüzde de yok değil.
Atatürk’ün kendini ziyaret eden bir Şeyh Hazretlerine “Hocam müsterih olun, tekkeleri ben kapattım, Allah(cc) izin verirse sağlığımda tekrar ben açacağım” ifadesiyle örtüşen derinlikte bir yorum ve niyettir.
Şeyh hazretlerinin kerametlerine şahit olan ve nakilcilikle günümüze kadar gelen birçok durum vardır.
Hazretin uzun dönem hizmetinde bulunan Abdulkadir Efendi adında bir talebesiyle beraber, bir yaz günü Eyüp camiinde öğle namazı kılarlar. Bilahere Hazreti Eyüp-el Ensari’nin türbesine girerler. Başka kimse yok. Sandukanın ayakucun da diz üzeri otururlar. Arvasi hazretleri talebesine “Yanıma sokul ve gözlerini kapa” der. Öğrencisi gözlerini kapayınca Eyüp-el Ensari hazretlerini ayakta durup Arvasi hazretleriyle konuştuğuna şahit olur. Hemen yanına varıp ellerini öptüğünü ve “aç” deyince gözünü açtığını, bilahere o halin kaybolduğunu söyler.
Makamdan ayrılırken Arvasi hazretleri talebesine “Benim sağlığımda gördüğünü unut” tembihini yapar.
Yine bir genç adam kar ve tipi şartlarında yola çıkar, ama yolunu kaybeder. Donacak halde iken, “ Yarabbi zamanımızın kutbunu imdadıma yetiştir” nidası üzerine, bir kişi zuhur eder ve donmaktan kurtardığı gibi varacak yere de rahat bir şekilde avdet ettirilir. Otuz sene sonra Beyazıt camisinde vaaz eden adamın silüetini çıkarmak için kafa yorarken, vaaz biter ve Arvasi hazretleri cemaatin içinde bu genç adamın yanından geçerken “ Ne o tipi fırtınasını mı hatırladın” diye kulağına eğilerek söyler. Genç adamın haleti ruhiyesi birden bire allak bullak olur. İlk refleksi eline çökmek olur. Ve öper, öper.
Tasavvufi kültüre göre her asra muttalip bir kutup zuhur eder. Bu manevi bir rütbedir. Necip Fazıl’a göre asrın mürşidi Abdulhakim Avrasi hazretleridir. Kendisine akran Bediuzzaman’lar, Hilmi Tuna’lar ve başka âlimler olsa da asrın mürşidi Arvasi hazretleri’dir. Onun için “Başbuğ velilerden otuz üç” demiştir.
Arvasi hazretleri İstanbul Bağlarbaşında Şeyhülislam Hikmet Efendinin kabri yanında kendisine mezar hazırlattığı, hatta birde tabut yaptırdığı halde hiç sevmediği Ankara’ya defni inşallah hayırlara alamettir. Evliyaullahtan kabul edilen oğlu Ahmet Mekki hazretleri de, İstanbul’da defnedildiği halde naaşı bilahare Bağlum’a taşınmıştır. Zahiri sebebi; Ahmet Mekki’nin mezarı üzerinde çevre yolunun geçmesi bahanesiyle  alınarak babasının yanına defnedilir. Mezarı açıldığında vücudun hiç bozulmaması dikkatleri çeker. O Ahmet Mekki hazretleri ki İstanbul’da uzun müddet ilçe müftülüklerinde bulunmuştur. Babasının Necip Fazıl üzerindeki etkisine benzer bir tasarrufu, son dönemlerin en büyük Sosyologlarından olan Merhum Nurettin Topçu’nun şahsında kullanması ve onun olgunlaşmasına katkıda bulunduğu bilinmektedir. Arvasi hazretlerinin müridi Necip Fazıl Kısakürek:
Son günüm olmasın çelengim, top arabam
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam
Mısralarında içinde bulunduğu “Beni Bağlum’a Efendimin yanına defnedin” vasiyetine nedendir uyulmamış ve Efendisinin özlemini duyduğu, sevdiği İstanbul’un koynuna bırakılmıştır.
Ne diyelim, kime niyet kime kısmet… Ya nasip derler ya…
Vesselamün alel mürselin velhamdülillahi rabbül alemin.

MUSTAFA YARDIMEDİCİ

(Cebeci - Ankara)


Diyanet İşleri Bakanlığı’nın finansörlüğünü yaptığı “Sahibini Arayan Madalya” isimli belgesel mahiyet arz eden Kahraman Maraş’ın düşman işgalinde vermiş olduğu mücadeleyi anlatan filimde gerçeğe uygunluğu tartışmasız kabul edilen  “Ali Sezai” rolünde işlendiği gibi Kadiri Şeyhi Ali Sezai hazretlerinin iki halifesinden biridir Mustafa Yardımedici. Diğeri ise bir ömür tek bir bağlısı dışında dervişi olmayan Sofu Ökkeş Efendi’dir.
Ali Sezai  hz. zamanında Maraş’da Ulu Camide kürsü şeyhliği (merkez vaizliği)yapmaktadır.  Yolunun takipçileri tarafından büyük Şeyh Efendi olarak bilinir.   
Mustafa Yardımedici hazretleri küçük yaşta yetim kalmış, ailesinin üzerine titrediği bir çocuk, genç yaşta dergâhla tanışır. Şeyhinin hizmetinde bulunarak zahiri ilimler konusunda kendini yetiştirir. Hocaları hep Maraş eşrafındandır. Fevkalade düzenli ve temiz görünümünü hep muhafaza eder. Onun için ilk dönemlerde arkadaşları kendisine “Süslü veya Apalak Mustafa” diye hitap ederler.
Manevi olarak mesafe alabilmenin en önemli yolu bir mürşide intisaptan ve o uğurda gayret göstermekten geçeceğinin idraki ile Mustafa Yardımedici bir taraftan ailesinin geçimi için çalışırken, diğer taraftan dergâhtaki yerini önemli hale getirmek için çok çalışır. Bu gayreti Şeyh Ali Sezai hazretlerinin gözünden kaçmaz ve çok genç yaşta onda ki kemalatı fark ederek icazet verir.
Mustafa Efendi, debbağ-dericilik sanatının imalata yönelik olan kösgerlik, mesleği olduğu için, yaptığı ayakkabıları satarak geçimini temin eder. Askerlik dönüşü evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı için köşgerliği ihmal etmeden sekiz erkek bir kız evlatla, sıradan bir esnaf intibası oluşturarak hayata devam eder.
Şeyhi Ali Sezai hazretleri Hak’ka yürüdükten sonra posta Sofu Ökkeş efendi oturur. Mustafa efendi, o dönemin sıkı takiplerinden -tedbir gereği -sakındığı için eşiyle ve çocuklarının eğitimiyle uğraşır. Yapmış olduğu ayakkabıları civar illere satmaya devam eder.
Bir gün yine böyle bir ticari kaygı ile Adana’ya varır. İstirahat için konaklama yerine çekilir. İştirak ettiği sabah namazı sonrası cami çıkışında, nurani yüzlü biri önünü keserek “Maraşlı Mustafa efendi siz misiniz” sualine “Evet” cevabını verince “Buyurun Sami efendi sizi bekliyor” diyerek Hacı Sami efendi hazretlerinin huzuruna çıkarılır.
Hacı Sami efendi (Medine’de medfun) onu kapıda büyük bir muhabbetle karşılar. İzzet ikramdan sonra karşılıklı hediyeleşirler, Sami efendi ona Nakşi’den,  o da Sami efendiye Kadiri tarikinden ders tarif eder. Sami efendi ile bir ömür oluşacak dostluğun tanışmışlığın temeli böylece atılmış olur.
Ankara’ya intikal:
Efendi Hz.lerinin çocuklarından biri Diyanet teşkilatında memur olduğu için babasını Ankara’ya yanına gelmesi için sürekli sıkıştırır. Ömrünün son demlerinden elim bir tertip gereği talihsiz bir durumla hayatını noktalayan diyanet teşkilatı görevlisi oğul, babasının Ankara’ya hicretinin zahiri sebebidir. Şems’in,  Mevlana’nın, İskilipli İbrahim Ethem’in, Mustafa Köksal’ın coğrafyasına kadar zuhur etmelerinin rabbani tasarrufu geniş kitlelerce o dönem için bilinecek değil ya…
Zahiri sebepler, görünüşte insan hayatındaki sebep sonuç ilişkisini tayin edeceği için ona sarılınır.  Efendi hazretleri1953 yılında Ankara’ya ailesiyle birlikte gelir. Kendisi Maraş’ta sanki kamufle edilmiş,  gizlenmiş, tanınma derecesi zayıf bir kişilikten Ankara’ya intikal etmesiyle tam tersi bir dönüm yaşanır.
Bu değişikliğe tasavvufi kültürde “Uzlet ve halfet” hayatı denir. Uzlet hayatın bırakılarak halfet hayatının yaşandığı Ankarada ismi duyulmaya ve bağlılarının sayısı artmaya başlar.
Sürekli namaz kıldığı cami imam-hatibi oğlu olduğu için ona oğlum  “Cemaatin içinde Marangoz Galip efendi adında bir zat var mı?  Ben onu arıyorum bulunca beni haberdar et” diyerek arzusunu bildirir.
Marangoz Galip efendi ise; maneviyatında emri ilahi gereği büyük Şeyh Ali Sezai hz. postunun gelecekteki sahibi olacak gönül eri, Mustafa efendinin sırtındaki yükün varisi. Bir ulu zincirin büyük halkası, olacaklardan habersiz için için yanmakta, halden hale sürüklenmekte, Rabbi ile halleşmede, önce kokusunu hissettirerek, bilahere cismaniyetinin beklenmesinde ki sabırsızlık veya gösterilen sabır… 
“Yeter artık dayanamıyorum” ilticası “gönderiyorsan gönder de bir an önce bu hasret bitsin” diye yapılan gönül imbiğindeki feveranlar… 
Oysa Galip efendi, öz amcası, altı tarikat ulularından icazetli Kara Şeyh adıyla bilinen Hacı Bekir Kuşcuoğlu, amcasının halifesi ve postnişini Ali Haydar Ahıskavi, onun da yerini dolduran  yine altı tarikattan icazetli kayınpederi  Şeyh Mustafa Andaç hazretlerinin aile oluşturduğu bir manevi ortamın aile fertlerinden biri olduğu halde tertibi ilahi gereği  sahibini bekler.
Galip efendi, emrinin altında onlarca insanın çalıştığı Ankara Samanpazarı’ndaki atölyesinde verilen siparişleri karşılamak için gece gündüz alın teri dökerek çalıştığı yerin yanı başında boş olan işyerinin kiralandığını bilir. Kiralayan zatı daha önce hiç görmemiştir. Ama temiz, nur yüzlü bir görünüşü olan bu zatı ara sıra iş yerine girip çıkarken selamlaşma dışında tanışıklıkları olmaz.
   Böyle merkezi bir yerde kiralanan bu işyerinde uzun dönem hiçbir işle iştigal edilmediğini dışarıda müşaade eden Galip efendi kendi kendine “Burayı kiralayanlar deli mi akıllı mı bir türlü anlayamadım, bunca zaman geçmesine rağmen hiç iş yapılmıyor, dükkan kiralandığı gibi duruyor, acaba bunların maksatları ne ola, elbet bir bildikleri, yapmak istedikleri vardır” gibi sözler sarf etmekte de geri kalmaz.
Mustafa efendi Ankara’da kaldıkları müddet içinde başta devlet ricallerinde olmak üzere maneviyat ulularından Hacı Sami efendi, Süleyman Hilmi Tunahan, Said Nursi gibi yüksek maneviyatta zatlarla sık sık görüşüp muhabbet eder. Bu ulu zatlara ev sahipliği yapar. Memleketin gidişatı hakkında ümit var bir gelecekten sitayişle bahseder. Kendi dönemlerinin istibdat veya baskıcı unsurlarının ortadan kalkacağını yerini çok daha özgür bir ortama bırakacağı hususunda moral verici sohbetler ederler. Yakınlarına “Beni şeyhimin vefatından sonra yetiştirdiler” der. Kendisinin de yetiştirmede memur olacağı şuurla aşığına dogru mesafe aldığının farkında olarak zamanın keşiştiği an marangoz Galip Kuşcuoğlunun;
“Yeter artık dayanamıyorum ya gönder sahibimi rahatlayayım ya da al canımı da bu istek arzu çile bitsin” babında yakarışta bulunuşu hissettirilir.
 O gecenin sabahında büyük bir belirsizlik içinde iş yerine varan Galip efendi tam da iş hazırlığı yaparken atölyenin kapısının ağzında iki kişi belirir. Birinin elinde Kur’an, diğeri onun biraz gerisinde elleri bağlı.  Galip efendinin meraklı bakışları altında Besmele çekerek içeri girerler.
Galip efendi ara sıra selamlaştığı yanı başında ki işyerini kiralayan adamı tanır. O adam Mustafa efendidir. Söze “Galip efendi oğlum ben seni yetiştirmek üzere görevlendirildim. Senin nasibin bizdendir. Bundan gayrı sen bizim manevi evladımızsın, mübarek ola” dediği andan itibaren Galip efendi’de o kadar rahatlama olur ki bütün dertlerine, bütün manevi buhranlarına ilaç olan bu buluşma onun adeta ayaklarını yerden keser. Kuşlar gibi hafifler. ‘Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun’
Defalarca tekrarlar.

Metafizik zuhuratı:
Kahraman Maraş’da iken bir gece çocuklarından Şevket efendinin yattığı odanın kapısı açılır, biri uzun boylu iki kişi girer. Meraklı bakışlarla gelen kişileri süzen Şevket efendiye “Oğlum babanız iyi adamdır, onun kıymetini bilin” derler ve çıkarlar. Bu durumu sabahleyin babasına anlatan Şevket efendi şu cevabı alır.
“Oğlum uzun olan Abdulkadir Geylani, kısa olanı da Ahmet el Rufa-i hazretleridir. Hanemizi ziyaret ederek sana görünmüşlerdir. Bu senin için çok güzel bir manevi zuhurattır bilmiş olasın” der.
Çocuklarının dönemin olumsuzluklarından etkilenmelerini arzu etmediği için tasavvufi hallere aşina olmaları endişesiyle metafizik örnekler verir. Çocuklarından Şevket efendinin anlattıklarına göre ocak başında yanan meşe korunu eliyle alarak “Bu ateştir, Allah emretmezse yakmaz, bakın elimde bir yanma acıma var mı”? diyerek ateşi elinde uzun müddet tuttuğu halde eli yanmaz. Öyle ki eliyle yanan korları karıştırır, nihayetinde günümüzde tarikatlara karşı mesnetsiz ve yersiz düşmanlık var. Halk dahi böyle bilir. Allah’ı zikreden Şeyhe ve dervişlere karşı manasız tavırlar serğileniyor. Bunlardan kendinizi korumanız ve olumsuz etkilenmemeniz için bir işaret olarak bu hali gösterdim, der.
Onun en büyük manevi zuhuratı, Şemsi Tebriz’i gibi, onca zamandır ızdırap çeken bir gönül erine hal atlatmaya vesile olarak sıkıntılarından kurtardığı gibi, Galip Kuşçuoglunu bu alana kazandırmaya vesile olmasıdır.
Mustafa Yardımedici hazretleri ömrünün son dönemlerinde hac farizasını yerine getirir. Bu yolculuk dönüşü rahatsızlanır. Doktoru tedavi için ameliyat önerir. Kendisi ameliyat gününden bir gün önce “Vücudumu yaramayacaklar” diyerek o gün gelmeden rahmeti rahmana intikal eder.
 Emri ilahi gereği ölüm döşeğindeyken halife olarak Hacı Galip Kuşçuoğlunu kendi yerine işaret eder. Mezarı, Cebeci Asri mezarlığında olup İskilipli İbrahim Ethem hazretleri ile ayni mekânı paylaşmaktadırlar.

Vesselamün alelmürselin, velhamdülillahi Rabbül alemiyn.



HACI GALİP HASAN KUŞCUOĞLU

(Hüseyingazi - Mamak - Ankara)


Şeyh hazretlerinin kendi ifadeleri ile hayatı hakkında kısaca bilgi verdikten sonra, ömür boyu mücadelesi, kendine özgü tebliğ anlayışı ve irşadı, özellikle kalın harflerle altının çizilerek okunmasını istediği yeni söylemleri hoşgörü ve musaması, devlet siyaset ilişkisini ve bu konuda özellikle beyan ettiği dengeli yaklaşımı, ifrat ve tefrit noktasında Müslüman Türk milletinin karakterinden kaynaklanan tavırlarının aksine, kendini aşmış tavırları ve sözleriyle statik duruşu, espiri ve fıkra kültürü ile anlatmak istediği meramını kısa yolda vermesi, bu konu da Hoca Nasreddin’in karakteristik özelliğinin tabiatında var olması gibi yönlerini ortaya koyarak kendimce anlatmaya çalışacağım.
Tabi ki Allah izin verirse…
Ne diyelim “niyet hayır akıbet hayır.”
Efendi hazretleri 1919 yılında Çorum’da doğar. Dindar bir aileye mensuptur. Cemaat kültürünün hâkim olduğu bir ortamda yetişir. Neseb olarak Seyyit ve Şerif olup, soy isminden de anlaşıldığı üzere, büyük atası Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış astronomi ilminin üstadı Ali Kuşcu’ya dayanır. Amcası Hacı Bekir Kuşcuoğlu’dur. Hacı Bekir Kuşcuoğlu’da Nakşi ve Mevlevi Şeyh’idir. Yedi tarikattan icazetli Çorum’lu Evliyaullahtan Hacı Mustafa Andaç hazretlerinin tek çocuğu Fatma hanımefendi ile evlenir. Bu evlilikten yedi kız bir erkek çocuğu olur. Geçimini ömür boyu alın teri misali marangozlukla temin eder.
Marangozluk zanaatını Çorum’da kavradıktan sonra Ankara’ya gelen Şeyh hazretleri tezgâhını bu işlerin yapıldığı sitelere kurar. Gerek işinde gerekse insanlarla olan ilişkisinde göstermiş olduğu dikkat ve samimiyet,  çevre esnafın takdirini ve güvenini kazanmaya yeter.
Hazreti Şeyh, yaptığı işi ibadet ve taat noktasında ihlâsla yürüttüğü için, gün geçtikçe geliştirmiş, devlet ricalinin ve diğer resmi yerlerin taleplerini en iyi şekilde karşılayanlar arasında olmuştur. Ancak manevi bir arayış gün geçtikçe dayanılmaz olur. İlahi aşk isteği içindeki tasavvufi arzu zamanla patlamaya hazır şark çıbanı gibi gümbür gümbür kendini gösterir.
İşyerinin yanında boş olan bir dükkânı tutarak kendine komşu olan garip bir insana da yavaş yavaş ısınır. Onunla konuştukça rahatlar. Zamanla bu rahatlama samimiyet ve aşka dönüşür.
Ve “senin ilacın bende” denir.
Rabbani bir tasarruftur, Yardımedici hazretlerinin taa Kahramanmaraş’tan gelip şifa arayan hastasını dizinin dibine oturtması...
Emri ilahi gereği yalnız bir manevi görevin yeri ve zamanı geldiğinde sahibine tevdii olayı, akılla çözülecek iş değildir. Kahramanmaraş’ın kurtuluşunun maddi ve manevi lideri büyük Şeyh Ali Sezai hazretlerinin halifesi Mustafa Yardımedici manevi işaretle sırat-ı müstakim üzere olan yolunun, kendinden sonra devamı olacak olan muhteşem atlı piyadenin yetiştirilmesi, eğitilmesi ve icazeti konusunda kutsal görevini yerine getirir.
Kendi kendini kurtaran şehir Kahramanmaraş’ın bu büyük Evliyası Kadiri, Rufai ve Nakşi tarıkında icazetli bir güzel insan. Halifesi Mustafa Yardımedici tarafından iki yıllık bir eğitim uygulaması neticesinde 1956 yılında görev Şeyh Kuşçuoğlu Hazretlerine tevdii edilir. Bunun dışında kayın pederi yedi tarıktan icazetli Çorum’lu Mustafa Andaç hazretlerinde de Rufailik icazetini alır.
Kendi deyimi ile:
“Bir dervişin bir Şeyh’i olur. İcazet aldıktan sonra başka Şeyh Efendilere verilen hallerden istifade ettirilir. Tertibi ilahide ayrılık yoktur. Küllü tarıkın kökü Resulullah’tadır. Ayrı görenler hata ederler. Yalnız terbiye usulleri ayrı ayrıdır. Derviş Şeyhine beyat ettikten sonra terbiye tarzına kimse karışamaz. Karışırsa dervişin manasını öldürür” demektedir.
Hacı Galip Kuşcuoğlu bu zaman vetiresi içinde posta oturtulduğu 1956 tarihinden 1993 tarihine kadar Kadiri-Rufai Şeyhi olarak, 1993 tarihinde ise ilahi irade tarafından Galibilik kolu da tevdi edilince, Kadiri–Rufai-Galibi şeyhi olarak bilinir, yaşanır ve yaşatılır.
Şeyh hazretlerine ikinci Şirazi’de denilmektedir.
Şöyle ki:
1956 Yılının Beraat gecesinde, mana âleminde Peygamber efendimiz, seçkin insanlarında hazır bulunduğu bir ortamda, Hazreti Ebubekir Sıddık’ın önünde duran masa üzerine açılmış bir deftere, huzurda imtihan edilen şeyh Kuşcuoğlu için “Yaz, Şeyh Sadi Şirazi” diye emir buyurunca, Ebubekir Sıddık yazmaya başlar. Şeyh Kuşcuoğlu içinden “Şeyh Sadi yüzyıllar önce yaşamış” diye düşünürken, Efendimiz “İkinci Şeyh Sadi Şirazi” işaretini buyurur.
Bu mana da murat, Şeyh Kuşcuoğlu’nun mizaç, yakarış, üslup, irşad anlayışı ve strateji bakımından kendinden yüzyıllarca önceden yaşamış İran–Azarbaycan coğrafyasında irşad ederek ömrünü bitirmiş, ama söz ve kasideleri ile halen yaşayan, Şeyh Sadi Şirazi’ye çok büyük oranda benzeyişidir. Şeyh Sadi, bir Yunus, bir Mevlana gibi sırrı asırları kucaklayan deyişleri ile ölümsüzleşmiş klasik tasavvuf edebiyatı şairlerindendir.
Şeyh Sadi mizaçlı, ikinci Şeyh Sadi yani Şeyh Kuşcuoğlu, klasik nakilciliğe saygı duyarak tasavvufda kendi anlayışını da ortaya koymaktan çekinmemiştir. Klasikleşmiş Şeyhlik anlayışını, “Dün dünde kalmıştır” hali yaşamak ve geleceği yaşatmak için, halde yapılması gereken yenilikleri yapmakdır farklılığını düstur edinmiştir.     
Öncelikle Kelime-i tevhit’de birlik inancı mücadelesinin temelini teşkil ettiğini bilmemiz gerekir. O her ne söylerse tevhit inancı üzerine söyler, her ne yaşarsa tevhit inancını yaşar ve yaşatmaya çalışır.
Tek bir din vardır, o da İslamiyettir. Hz. Âdem babamız’dan Hz. Resulullah’a kadar ne kadar gelmiş geçmiş Peygamber, Resul ve Nebi varsa hepsi islamiyetin tesisi için uğraşmışlar ve hepsi müslümandır. Ancak tebliğ mekânı tebliğ zamanı ve şeriatlarında olan küçük farklılıklar vardır, o kadar...
Bütün Peygamber Efendilerimiz bir zincirin halkaları gibidir. Allah’a iman etmek hepsinde imanın zirvesi olmuştur. Peygamber’leri farklı da olsa çok büyük önemi yoktur. Her Peygamberin kendine göre şeriatı vardır. Hepsi şeriatları doğrultusunda ümmetine Allah’ı tanıtmak, onun emirleri doğrultusunda terbiye etmekle mükellefdir. İsevisi, Musevisi, Muhammedisi aynı demir yolları üzerindeki istasyonlar gibidir. İnsanı Allah’a ulaştırmak ortak ve kutsal amaçlarıdır.
Şeyh Kuşcuoğlu; Hal böyle iken dünya insanlarını özellikle farklı şeriatta olan insanları tarih boyu birbiriyle niçin kavga ettirirler?
Hiçbir semavi kitapda diğer semavi din mensuplarıyla, sizin şeriatınıza girene kadar savaşın emri olmadığı halde adeta varmış gibi yorumlanan kültürlerin yıkıcı etkisinden kurtulması gerekmez mi?
Gibi ifadeleri çok çarpıcıdır.
Bir Muhammedi’nin, İseviye gavur–kâfir, bir İsevinin de Muhammedi’ye aynı ifadeleri kullandığı bilinmektedir. Gavur–Kâfir ifadeleri fevkalade onur kırıcı tahrik edici sözlerdir. Şeriatlar arası diyalogun, uzlaşmanın çok ciddi olarak yapılanması halinde bu olumsuz yaklaşımlar ancak ortadan kalkabilir. Şövenistçe yorumlanan şeriatlar bir başka şeriatı yok saymak durumunda kurtulamaz. Hâlbuki bir İsevi bir Musevi dinsiz/kâfir olmayıp, bir Allah’a inanmaktadırlar. Allah’a inanan bir insan hangi şeriattan, hangi renk ve hangi milletten olursa olsun “lailahe illallah” dediği müddetce benim kardeşim, kanı katli bana haramdır, demektedir Şeyh Kuşcuoğlu.
Tarihe bakıyoruz insanlık hep birbirini, dinlerini istismar ederek yemişler. Milli menfaatlerini elde etmek, başka birilerini tepeleyerek ilini ve obasını tarumar etmek için şeriatlarını moral değerleri olarak kullanmışlardır. Zamanla şeriatları farklı, aynı dine mensup insanlar arasında kan davası kronikleşmiştir. Halende devam etmektedir… Gibi ifadeleri şimdiye kadar bilinenlerden farklı bir yaklaşımdır.
Şeyh Kuşcuoğlu ibadetlerinin sonunda adet haline getirdiği, yüksek sesle söylenen “ümmet-i Muhammedin hayır ve selameti” ifadesini “bütün insanlığın hayır ve selameti” şeklinde temenni ve tazarru da bulunması, yukarı da anlatılmak istenileni apaçık ifade etmektedir.
Maide 51. Ayetin bilinen meali olan “Yahudi ve Nasranîleri dost edinmeyin, onlar size dost olmaz, taki dinlerine dönünceye kadar” bu mealin ve tefsirinin anlamı çarpıtılıyor demektedir. Hal böyle iken aynı anlayış, Amentüde; Meleklere, Peygamberlere ve kitaplara imanı da Maide 51’e zıt anlam da ortaya koyuyor. Biz Amentü’ye inanıyoruz, ancak aynı Allah’a inanan insanları rencide edici şekilde yorumlanan Maide 51. Ayetin bilinen tefsirine katılmıyoruz, demektedir.
Bir başka farklılığı buradadır. Şeyh kuşcuoğlu Evliya, Veli ve Dost kavramları üzerinde de ısrarla durmaktadır. Yüce kitabımız Kur’an’da ‘Evliya’ olarak geçen kelimenin, Türkçe karşılığı ‘Dost’ olarak söylenmesinin doğru olmadığını, Evliya tabirinin karşılığı olarak Dost kelimesi çok cılız kalmaktadır. Evliya kelimesinin ve yüklendiği anlamın karşılığını izah etmekten yetersiz olduğunu sık sık vurgulamaktadır.
Karıştırılan bir başka terim ise Evliya eşittir Veli tenakuzudur. Hazreti Şeyh bu iki tabiri de yerli yerine oturtuyor. Hakikaten tasavvuf erbabının bile karıştırdığı veya dikkatini çekmediği bir durumdur bu.
Hazreti Şeyh, Evliya hakkında şöyle beyan etmektedir; Evliya doğuştan verilen Tertib-i ilahi gereği olan bir manevi kurumun başında bulunan insana maneviyatta verilen bir durumdur. Sonradan Evliya olunmaz, Evliya doğulur. Evliya hiçbir zaman Veli değil dir. Veli sonradan olunur. Kişinin nefsi emmareden nefsi tezkiye basamağına ulaşmak için ibadet ve teatla sonradan kazandığı manevi bir rütbe, demektedir.
Çünkü Evliya nur-u Muhammedi’dir. Peygamberlerin varisleridir. Masum değildir ama nur-u Muhammed’inin kıyamete kadar taşıyıcılarıdır. Diğer bir adıyla varis-ül nebidirler. Onun için varis-ül nebilere dikkat etmek gerekmektedir. Onların incinmemesi ve hep saygı görmesi lazımdır. Aksi halde onlar incinir ve incitilirse Allah(cc) “evliyama savaş açana savaş açarım” demektedir.
Bu garip bunun canlı şahidini gördü. ‘Temiz eller’ programı ile incitmeye ve netice itibarıyla rant almaya çalışan bir ekibin akıbetinin ne olduğunu geçmiş yıllar, idrak sahibi insanlara, sırf ders olsun diye gösterilmiştir.
Efendi Hazretleri meslek sahibi olduğu için site esnafından epeyce dostu vardır. Gün geçtikçe de bu dostların sayıları artmaktadır. İktisadi güç ve tahsil seviyesi de bir hayli yüksek olan bu muhitin, bu büyük potansiyel gücün, herhangi bir partiye saplantılı olması mümkün değildir.
Elbette Hazretin bir siyaseti vardır. Bağlılarının üzerinde bu açıdan önemli bir belirleyicidir. Ve lakin hep partiler üstü bir anlayış üzere olunduğu defalarca vurgulanmaktadır. Hazretin ve bağlılarının siyaseti memlekete, millete en hayırlı olan, dürüst ve temizliği ile temayüz etmiş kişi ve kurumlar nerede varsa orası desteklenmeli, anlayışı dergâha tam hâkimdir.
Diğer tarafta bir takım polemiklere girmemek için, bir kısım insanlar hakkında, net tavrın ortaya konulması açısından yapılması gerekeni cesurca yapma durumunda olmaktadırlar.
Bunlardan biri ve en önemlisi devletimizin kurucusu Atatürk hakkında ifrat ve tefrit noktasındaki rantiyecilere gereken cevabi yaklaşımı takdire şayandır.
İlk Meclisi Mebusanda çok sayıda Şeyh ve din adamı bulunduğuna dikkati çeken Kuşcuoğlu, Atatürk Peygamber değildi, bu nedenle elbette hataları olmuştur. Mesela dini tetrisatı kaldırmasaydı çok daha iyi olurdu. Diğer taraftan, devletle dinin görev alanları birbirine karışmasın diye devletin yerine gör dine müdehalesi normaldir. Eğer devlet, halkını batıl inançlara alet ederse buna göz yummak ne insanlığa ne de müslümanlığa sığar. Çünkü devleti biz kurduk, cumhuriyet bizim eserimiz, Atatürk’ü de biz Atatürk yaptık, demektedir.
Efendi Hazretleri onun hakkında terbiye ediciydi buyurmaktadır. Hatta bazı TV programında da sık sık A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi yayınlarında öğretim üyesi Prof.Dr. Hanif Faruki hocanın Nedim Sehbai tarafından Urdu’ca yazılmış “Atatürk” adındaki kitabın tercümesinde, ölümünden 15 gün önce Atatürk kendine geldiği zaman, dünya Müslümanlarına verdiği şu mesajı hep tekrarlar:
“Bütün Dünyanın müslümanları Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve onun verdiği talimatlar tam olarak tatbik edilmeli, tüm islamiyetin hükümleri olduğu gibi yerine getirilmeli, zira ancak bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir.”
Mustafa Kemal’in bu mesajı başbakan ve dışişleri bakanı vasıtasıyla Dünyaya açıklanmak üzere gereği yapılır.
Yine Atatürk son dönemlerinde bir ekip ile kendini ziyaret eden Şeyh Nurullah Efendiye:
Efendi Hazretleri, tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek mi bilmiyorum, ama şayet ömrüm olursa günü gelince bunları yine ben açacağım, dediği ifade edilmektedir.
Abdulhakim Arvasi’ye de benzer soru sorulunca ‘İçi boş olan yerler kapatıldı’ diye anlamlı ve o gün için tekkelerin durumunu ortaya koyan bu yaklaşımı çok manidardır.
Kuşcuoğlu ve Hz. Ali’den bir söz
“Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacağı zamana göre hazırlansın” hadisini duyurmak görevi 30 Ocak 1995 tarihinde bir sabah namazından sonra Mekke-i Münevvere’de Şeyh Hazretlerine manasında veriliyor. Hali yaşamak ve yaşayacağı zamana göre hazırlanmak, daha doğrusu çağı yakalamak, çağdaş performans göstermek, modern teknolojinin ürünlerini tanımak, kullanmak ve istifade ederek hayatı kolaylaştırmak, geleceği hazırlamak için çırpınmak, gibi her konu da geri kalmamak Müslüman’ın temel şiarı olmalıdır, demektedir.
Allah uzun ömür vesin, Efendi Hazretlerinin yaşı doksanı geçmektedir.  Bu kalemin sahibi daktilodan bile bir sayfa yazı almak için saatlerce uğraştığı halde, Efendi bilgisayarın başına oturup harı harıl çalıştığı bilinmektedir.
Şu anda elimizde Hacı Galip Kuşcuoğlu Kültür ve Eğitim Vakfı adına basılmış
– Muhtaç olduğumuz kardeşlik
– Tasavvuf ve zikrullah
– Rahmet-i İlahi’den damlalar
– Metafizik
İsimli Galip Kuşcuoğlu imzalı kapsamlı dört adet kitabı bulunmaktadır.
İşte yaşadığı, yaşayacağı zamana göre hazırlanmak bundan başka ne olabilir ki?



Kuşcuoğlu ve Burhan
Ahmet El Kebir Rufai ve Gavs-ul Azam Abdulkadir Geylani hazretleri Evliya’nın büyüklerindendir. Birbirleriylede akrandır. Rufai Hazretlerinin tarıkı kıyamete kadar devam edecek olan uzun bir yoldur.
Hz. Rufai Peyğamber aşkıyla yanıp tutuştuğu bağlılarıyla beraber, bu aşkı bir nebzecik söndürmek üzere saadetli coğrafyaya doğru yola çıkarlar. Yol güvenliği için de her mürit üzerine bıçak ve benzeri şeyleri almayı da unutmazlar.
Hicaz’a avdet ederler, Mekke’den Ravza-ı Mutaharaya geçerler. Huzura vardıklarında Rufai hazretleri öyle bir iltica eder ki:
“Uzak yoldan geliyorum, uzat elini öpeyim ya Resulallah” dediğinde Peygamberin mezarından elini uzattığı ve uzatılan elin adeta yalanırcasına öpüldüğü rivayet edilir. Bu olaya şahit olan müritler cezbeye gelerek üzerlerinde taşıdıkları delici demirleri vücutlarına gelişi güzel sokup çıkarırlar. Ama hiçbir yaralanma olmaz. Olaya şahit olan Rufai hazretleri bu sefer de Allah’ına iltica eder ve “Bu hal kıyamete kadar benim ocağımın geleneği olsun” diyerek dua eder. Bu olaya ‘Burhan’ denmektedir.
Rufai geleneğinden bu hali yaşatmak gerekir. Şeyh Kuşcuoğlu’nun da yaptığı budur. Tasavvufta bi haber, din kültürü zayıf Müslümanlar bu hali anlamaktan zorluk çekmekte ve ileri geri konuşarak günaha girmektedirler. Kuşcuoğlu sırf bu türde Müslümanlar arasında fitne yaratmayalım fikrinden hareketle emir olduğu halde ‘Burhan’ yapmamakta veya seyrek yapmaktadır.
Burhan’da Peygamberin sünneti vardır. Burhan metafizik bir olaydır ve akılla bunu izah etmek mümkün değildir. Kuşcuoğlu burhan olayını anlamaktan sıkıntıya düşenlere ve hatta trans deyip geçenlere “Öyleyse sizde transa girerek vücudunuza aynı demir parçasını vurun bakalım cesaretiniz varsa” demektedir.
İslam dininin Kur-an’dan sonra en önemli kaynağı sahih hadislerden meydana gelmiş Kütüb-ü Sidde isimli kitaplardır. Bu kitaplar da bahsedildiğine göre Peygamberimiz Cuma namazını zuhruahırsız kılardı. Peygamberimizin ve Ashabının kılmadığı bir namazı bugün elliye yakın islam devletleri içinde yalnız Anadolu Müslümanlalarının Cumanın şartıymış gibi kılması Kuşcuoğlu’nu üzmektedir. Kendisi ve dergâhında kesinlikle bu namaz kılınmadığı gibi diyanet nezdinde de Cuma’nın doğru kılınması hususunda söylemlerini yüksek sesle arz ediyor. Gelenekci yapılanmanın kırılması İslamı kaynağından öğrenenlerin sayılarının artmasıyla mümkün olacaktır. Moğol istilası döneminde İslam âlimlerinin cumhurunun toplanarak, islam hukukunda olağanüstü halin yaşanması anında Cuma ile ilgili birliktelik sağlanamaması ve bu şartlar da geçici bir protokolde anlaşılarak “Cuma farz değilse o günün öğle namazı yerine zuhru ahır namazı kılınsın” babında geçici tedbir, sonraları vazgeçilmez bir namaz haline dönüşmüştür.
Diyanet işleri başkanlığı bidatlar listesinin başına koyduğu yazılı evraktaki doğru anlayışı bir türlü uygulamaya koymaktan çekinmektedir. Bu konu üzerinde Şeyh Hazretleri çok büyük mesai harcamıştır. Eserlerinde bu işin doğrusunu göstermiştir. Sürekli diyanet teşkilatını da uyarmaktadır. Ama insanımız gelenekçi anlayıştan kurtulup da bu konuda bir türlü kitabı anlayışa geçememektedir.
İslamı bidatsız, hurafesiz ve Allah’ın emrettiği, Peygamberin yaşadığı gibi yaşamayı şiar edinen Kuşcuoğlu’nun bir iki istisna hariç metafizik zuhuratına burada yer vermeyi düşünmedim. Gerekirse bu konu ilerde ayrı bir çalışma olabilir. Meraklıları bir kısım hallerini son eseri metafizik kitabında kendi kaleminden öğrenebilir.
İrşad merkezi uzun dönem Hüseyin Gazi tepesinde yaptırdığı Tevhid camiinde olmuştur. Kendine bağlı insanlarla o bölgeyi bayındır ederek büyük bir mahalle oluşturmuştur. Bir taraftan Ankara’ya hâkim, diğer taraftan Hüseyin Gazi hazretlerine komşu olmanın verdiği hazzı yaşamaktadır. Hazret, ömrünün son yıllarında tebdili mekân eyleyerek Antalya’yı, bilahereİstanbul’u kendine ikinci üçüncü irşad merkezi olarak seçmiştir. Kış aylarında bu illerimizde, yaz aylarında da Hüseyin Gazi’de çalışmalarını sürdürmektedir. Allah hayırlı ve uzun ömür versin.
Kuşcuoğlu’nun kendi kaleminde bir zuhuratını aşağıya alacak olursak…
“Arzettiğim gibi tezgâhta çalışmak zevkimdi. Zaman oldu ki manevi vazifelerim ağır basıyordu. Hz.Allah’ın hayat nizamımı düzenlediğini görmüş gibi hissediyordum. Çalışmak için elimi takıma uzattığım zaman bir engel zuhur ettiriyordu. Tezgâhta çalışmak ayrıca benim zevkim ve hobimdi. Ne zaman harekete geçsem ya telefon çalar – acele gel – ya da yanında çalışamayacağım sevdiğim insanları misafir gönderir... Aylarca böyle devam etti. Mutlaka bu tertibi İlahiye hiç şüphesiz ben acizin hayrına idi. Şüphe yok fakat ben tezgâhta çalışma hastası ve tiryakisi idim Çalışamamanın sıkıntısı hat safhada idi. Yaradanıma karşı iç âlemimde küstahça tutum ve düşünceye iteleniyordum. Şahittim Allah’tan başka İlah olmadığına... Gücün ve kuvvetin Allah’ın yedi kudretinde olduğundan zerre kadar şüphem yoktu. Bu zuhuratın hayrıma olduğunu bildiğim halde, bu hal her âdem in nefsinin kolaylıkla kabul edeceği cinsten değildi.
Aylardır beni alışageldiğim çalışma zevkinden değişik sebeplerle tezgâha yaklaştırmayan, elime takım almama müsaade etmeyen Rabbime desem ki:
Ben ihtiyarımla çalışmıyorum. Tembel tembel bir köşeye çekilsem, bilmem beni nasıl çalıştıracak?
Bu merak hâşâ, isyan değil mutmain olma arzusu beni küstahlaştırdı.
Atölyem iki katlı idi. Zeminde makinalar üst katta ise işler monte ediliyordu. Üst kata çıkmak için merdiven, merdivenin altında da mütevazı yazıhanem vardı. Merdivenin ortasına oturdum ve merakla:
“İhtiyarımla çalışmıyorum dersem beni nasıl çalıştıracaktı”?
Bu arzumu küstahça Hz. Allah’a hitaben:
“Şuan da ben ihtiyarımla çalışmıyorum ve buradan da kalkmıyorum” dedim.
Aradan birkaç dakika ya geçti ya geçmedi. Kapıdan iri yapılı, uzun boylu gözleri kızarmış, akıl hastahanesinden kaçmış gibi, daha önce de tanıdığım tipik bir adam azmanı (Niğde’li Mustafa efendi) , sanki benim terbiyem için hususi yaratılmış, kapıdan girer girmez: Nerdesin ulan? Gel arkam sıra dedi. Öyle celalliydi ki gayri ihtiyari korku ve ürperti sarmıştı beni.
İtiraz etmek şöyle dursun, titrek bir sesle:
“Takım alayım” dedim.
Ona da müsade etmedi.
“Lüzum yok” dedi.
İtraz edersem akibetimi görür gibi oluyordum. Derhal emre icabet ettim. Düştüm peşine...
Ankara Denizciler caddesinde Marmara hamamının bitişiği Beyrut Palas’ın zemininde bir odaya girdik. Dört tarafı tavanlara kadar yüksek dolaplarla çevrili idi...
“Bu dolapları sök” diye emir verdi.
Bir keser, testere, tornavida, kerpeten... Getirdiği takımlar bu kadardı. İşci getirmeme de müsade etmedi. Kendisi de iş bitene kadar odanın ortasında oturarak yanımdan hiç ayrılmadı. Durmadan dinlenmeden çalıştırdığı halde söküm işi çok geç bitti. İş bittikten sonra terin tabanımdan çıktığını hissettim. O günkü yorgunluğumu hiç unutamam.
Cenab-ı Hakka yaptığım küstahlığı çok ağır ödemiştim. Dünyevi ceza verilmişti bu abdi âcize. Tesellim affu mağfireti sonsuz Rabbimin affetmesidir.
Bilmem gerisini anlatmaya gerek var mı?
Anlatayım:
Niğde’li Mustafa Efendinin ahlak ve huyunun tebettulatında bariz gördüm ki, bir an da herşeyi değiştiren Yaratıcının Haliki zülcelal olduğunu... Rabbimin bu sıfatını ezberlemiştim amma bu olayda da yaşadım. Hiç unutmamak üzere iyi öğrendim. Rabbimin bu ismini, bu sıfatını bir daha hiçbir hadise ve olay bu abdi âcize büyük söz olmasın, bu tür günahı işlethemez, inşallah.
Belli bir zaman sonra Niğdeli Mustafa efendi oturduğum evin yakınına taşınarak komşum oldu. Mizacının sertliği doğruluğundan geliyordu. Temiz kalpli, imanlı, pırlanta gibi örnek bir insandı.
O hadisenin tesirini üzerinden atamıyor beni her gördüğünde eziliyor, utancından yüzü kızarıyor, “Affet beni, ben öyle insan değildim, o muameleyi sana nasıl reva gördüm”  diye üzüntüsünden kahroluyordu.
Nedenini anlatmak istedimse de anlatamadım. Bu hadise benim bilgisizliğimden kaynaklandı senin suçun yok diyemedim. Belki oda o yönüyle terbiye olmaya muhtaçtı. Uygun bir zamanda sordum:
“Cinayet işlemeye müsait gibi bir halin vardı” dediğimde “Doğru, o anda kendimde değildim, muhakememde yoktu” diye cevap verdi.
Yazmaya çalıştığım kuvvet ve kudreti varlığının imtihan dışı, metafizik zuhuratları hikâye gibi dinleyip umursamaz isen acırım, sermayesini kullanacak yerini bilemediği için iflas eden tüccara benziyorsun diye!
Deyimler, atasözleri, veciz sözler; bir kültürün, bir soylu duruşun, bir ilahi prensibin, altları kalemle işaret edilerek, dua gibi, ilahi bir metin gibi taşıdığı anlam ve mesajları ölümsüzleştirerek kuşaktan kuşağa aktarılan anlamlı sözlerdir. Toplumların kabul dağarcığında ikna metodu ile ilmik ilmik işlenen bu veciz ifadelerle, bazen ciltler dolusu zahiri ilimlerle izahı zor olan konular, bir iki cümle ile işleniverir.
Dini prensiplerin mevcut şartlara göre anlaşılması, bidat’lardan uzak esas kaynaktan hareketle insanımızın anlayışını zorlaştırmadan sunulması, şeriatlar arası diyaloga yönelik yenilikci tavrı ile Şeyh Kuşcuoğlu hazretleri, her biri resmedilecek iş yerlerimize, evlerimizin duvarlarına ve toplumun yoğunlaştığı merkezlere asılması gereken kendisine ait veciz sözleri aşağıya alıyoruz:
·         Sonra gelen din evvelkileri iptal etmez. Zira semavidirler.
·         Şeriatlar kulların tekâmülüne göre ihsan edilir.
·         İslamiyet doktrindir. Her semavi din İslamiyet’tir.
·         “Allah’tan başka ilah yok. İlla Allah vardır.” Diyen Müslüman’dır.
·         Din nakildir. Akıl ile ölçülmez.
·         Din terakkiye mani değildir. Bizatihi terakkıyettir.
·         “Nur-u Muhammedi” Rahmet-i ilahi’nin ismidir.
·         Bir olan Allah’ın iradesine bağlanmak İslamiyet’tir.
·         Tasavvuf dinin dışında değil, bizatihi dinin kendisidir.
·         Tarikatlar tasavvufun kollarıdır. Mezheplerde fikirleridir. Bunları inkâr cehalettir.
·         İlim toplayıp yığmışsın, gönlünü ihmal etmişsin, o kaybettiğin servete acıyorum.
·         Akıl, aşk sokağında yolunu kaybeder.
·         Medeniyet ve teknolojide ilerlemiş, Allah’a şırk koşmadan yaşayan fert ve toplumlar, islam’ın bu yönünü anlamış örnek insan ve toplumlardır.
·         Allah’ın istisnai yaratılmış seçkin kulları Emr-i ilahinin bekçileridir. Onların bazıları İrşada, bazıları İkaza, bazıları da İslaha vazifelidirler. Atatürk islah vazifesi ile vazifeliydi. Şahidim.
·         Gönül gözü gönül’e rabt olunca, gönül yolunu samimiyetle görür. Gerçek şeriat, marifet, hakikat bu tertib-i, tanzim-i ilahi karargâhında yaşanır. O vakit gönüle bağlı kalıp, Ars-ı ala olur.
·         Kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman yaptığın duayı kâinat bilir. Bu yaşa kıyamayanlara, aşk yolunda sefer haram kılınmıştır.
Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbül âlemin.


İBRAHİM ETHEM

(Altındağ - Ankara)



Gizlendi burada kâmil insan
Mensubu şah-ı cenabı Gavsı Geylan
İbrahim Ethem İskilipli
Allah deyip etti, azmı Yezdan

Mustafa Asım Köksal(Hz)

Çankırılı Astarlızade Hilmi efendi adıyla meşhur mutassavvıfı anma toplantısındayız. Yanı başımdaki koltukta oturan beyi, İbrahim Ethem hazretlerinin torunu Mimar Galip bey diyerek tanıştırdılar. Silüeti nurlu, orta yaşın üzerinde görünen Galip bey’in belki de ilk defa böyle bir toplantıya katılmış olması ve toplantıyı sonuna kadar pür dikkat ve heyecanla takip etmesinden kendini belli ediyordu.
Söze Mustafa Asım Köksal’ın mürşidi İbrahim Ethem mi, yoksa ilk dönem gönül adamı ve Horasan Belh hükümdarı iken tacı tahtı bırakıp kutsal mekânlara seyri sülük yapan İbrahim Ethem mi diyerek girdik. Muhatabım Galip bey anlaşılan odur ki birinci İbrahim Ethem hazretlerini duymamış. Asım Köksal Hoca efendinin hocası olan İbrahim Ethem’in torunuyum deyince muhabbetimiz o yönde gelişti. Göl dibinden su eksik olmaz derler ya; Hazretin torunu Galip bey ile daha sonra da teşriki mesaimiz oldu. Dedesi ile ilgili dedesinin yakın bağlılarından Dursun Güler bey ile, lisans tezi olan başka kardeşimizin hazırladığı dokümanları verdi. İkili sohbetimizde dedesinin hali karşısında, kendisinin “Onun büyüklüğü altında kendimi ezilmiş, bir köşeye sıkıştırılmış, ona layık bir evladın çocuğu olamamanın sıkıntısını gittikçe daha fazla hissediyorum” demekle yetinmektedir. Nurlu bir silüetin sahibi torun Galip bey’in deryayı daha iyi tanıması, ondaki derinliği yakalaması ve hal ehli olması temenni olur.
Belh Sultanı İbrahim Ethem hazretlerine “Ne yapıyorsun geçimin ne ile? ” diye sual eden bir gönül erine “ Gönül bekçiliği yapıyoruz, burada bulursak yiyoruz, bulamazsak şükrediyoruz” diyerek cevap verince tekrardan o zatı muhterem gülümseyerek “Eren; Horasanın köpekleri de onu yapıyor, onlarda bulursa şükrediyor, bulamazlarsa sabrediyor, bu haliniz öyle dikkate alınacak bir hüner değil ki’ deyince;
İbrahim Ethem hazretleri “Peki siz nasıl davranırsınız” dediğinde zatı muhterem “Biz bulursak veriyor, bulamazsak şükrediyoruz” der. Ve şu veciz ifadeyi peşinden ekleyerek İbrahim Ethem’in olgunlaşmasına bir nebze katkıda bulunur:
“Hast-ı tac-ı arifan ender cihanıber çarı terk
Terk-i dünya, terk-i ukba, terki hesti, terki terk”
Bizde Ebussuud hazretleri ve İskilipli Atıf hocayı yetiştiren İskilip’in cumhuriyetin başlangıç döneminde yaşamış olan büyük gönül adamı İbrahim Ethem hazretlerini okuyuculara tanıtalım.
Kendisine 2. İbrahim Ethem diyerek konumunu belirlemeye çalışacağımız İbrahim Ethem(ks) Çorum İskilip’te dünyaya gelir. İslami kültür ve ritüellerin yoğun olarak yaşandığı bir belde olan İskilip önemli bir kültür şehri olup âlimler barındırır. Onun içindir ki İbrahim Ethem(ks) bunlardan haberdar olan bir çevrenin kucağında bulur kendini. İstidadı veya eğilimi doğrultusunda aradığı insani merakını giderici kitapları, ibadet ve taatını yapacak ortamı bulmakta zorlanmaz. Ta küçük yaşta bir takım olağan dışı haller zuhur eder kendisinden, büyüklerin şahit oldukları. Çocuklarının gelişiminde normal olan çizgi dışı oluşumunu merak eden büyükleri bu halden endişe duyarlar.
İbrahim Ethem(ks) İskilip ve Kastamonu’da uzun müddet medrese tahsili görür. Klasik İslami kaynakları gözden geçirerek dünyevi ilim edinmiştir. Mevlana’nın Mesnevisini okumak ve anlamak için çok uğraşmışsa da orijinali Farsça yazılı olan bu eseri anlamlandırmada yetersiz kaldığı için bu konuda kendisine yardım edecek birini hep aramıştır. Öyle ki bu müşkülatın çözümü için “Mesneviyi ve Mevlana’yı anlama fırsatı ver, anlayan birini gönder, yoksa öyle birini yarat” diye dualarda bulunur.
İskilipte devlet memurluğu yapan bir zatın kayınpederi olan Fazrullah Rahimi kızını ziyaret bahanesi ile İskilip’e intikal eder. İskilip merkez camisinde namazdan sonra müezzine “bu beldede sohbet edecek gönül adamı yok mu” diye sorar. Camii görevlisi böyle birine götürür. Rahimi efendi bir gün sonra camii görevlisine tekrar sorar. “Dünkü zat benim aradığım gibi çıkmadı başka birileri daha olmalı” der. Görevli “Genç bir kardeşim daha var, seni birde ona götüreyim” der ve beraber iki katlı bir evin kapısını çalarlar. Üst katta merdivenin başında onun siluetini gören Rahimi efendi camii görevlisine dönerek ‘Ben ardağımı buldum gidebilirsin evlat’ der ve merdivenden yukarı doğru çıkarak huzura varır. İbrahim Ethem(ks) de aşağıdan yukarı muhatabını süzdükten sonra “Oh nihayet beklediğim o ana kavuştum” diyerek tanış olurlar.
Fazrullah Rahimi efendi; “İbrahim Ethem ben sana mesneviyi öğretmem için memur edildim. Derslere hemen başlamamız lazım, ancak Mevlana-Şems ikilisinden olduğu gibi görevimi tamamlayana kadar beni hep dinleyeceksin. Soru sorarsan benim görevim biter ve çekip giderim. Tek şartım budur” der. Eğitim tam altı ay sürer. Eğitim sonlarında İbrahim Ethem efendi Mesnevide bir şerh misali bana göre de bunun anlamı şöyle olamaz mı? Dediği anda Rahimi Efendi “Şuan itibari ile benim vazifem tamamlandı” diyerek bıçak gibi eğitimini keser ve İskilip’i terk eder. Son söz olarak  “Sen zamanın “Teki” ve yolunun en yüksek mertebesine ulaşacaksın” der.
İbrahim Ethem(ks) gerek mesnevi eğitiminde, gerekse medrese hayatında Arapça ve Farsça dillerini de öğrenmiş olur. Zahiri eğitimini tamamlama sürecinde “Ledunni” tasarruflar sağlayan şeyhi Üstad-ı Enbiyazade Mehmet Hilmi efendiden icazetini aldıktan sonra irşada memur edilir. İbrahim Ethem efendinin Kadiri silsilesinin önemli bir halkası olduğu bilinir. Kendisine postnişin verilmesi tasavvuf geleneğinin olmazsa olmazlarındandır. Enbiyazade Hilmi efendi ile İbrahim Ethem efendi arasındaki usta çırak ilişkisine dair veri sıkıntımız gözden kaçmamaktadır. Mesela İbrahim Ethem(ks) kendinden sonra posta oturacak olan Mustafa Asım Köksal efendi arasındaki ilişkiye benzer bir hal mevcut bilgilerimizde yoktur. Rabbani tasarruf belki de öyle tecelli etmiştir. Bunu biz çözemeyiz.
Milli mücadele yıllarında Çankırı Kastamonu ve özellikle Ankara ve ilçelerinde camii ve odalarda halkı düşmana karşı direnmeye ve vatan savunmasında canlı ve dinamik olmaya yönelik faaliyetleri olur. Birliği bozucu isyan ve fitne gibi zararlı oluşumlar aleyhinde sert konuşmaları merkezi hükümete karşı güven ve yardımı esas alan gayretleri o günün bürokratlarının gözünden kaçmamıştır. Başta M. Kemal Atatürk olmak üzere mücadele ileri gelenlerce defalarca görüşmeleri olmuştur.
Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir ortamda Atatürk kendisine isterse tekkesini açarak irşad vazifesine devamı yönünde fikirlerini beyan etmişse de Efendi hazretleri, “Tekke ve zaviyelerin kapatılması yerinde olmuştur. Çünkü yıpranmış ve eğitim yuvası olmaktan çıkmıştır” demektedir.
Atatürk, Efendi hazretlerine, Ulus-Rüzgârlıda büyük bir arazinin tapusunu milli mücadeledeki yararlılığından dolayı “Al bu tapuyu hem sen, hem senden sonrakiler sıkıntı çekmesin” der. Efendi hz’leri reddeder. “Olmaz paşam kabul edemem, fakirin bu arsada zerre kadar hakkı yok. Bir damla terim düşmüş değil. Hak etmediğim bir şeyi nasıl kabul ederim, size tavsiyem böyle bir şeye ön ayak olmayın, buna hakkınız yok. Mesuliyeti çok büyüktür” dediği zaman Atatürk;  “Hayret böyle birine hiç rastlamadım” diye söylenir,
“Mala mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi,
Bir muhalif yel eser savrulur harman gibi”
 Demenin tam zamanı. Atatürk, “Madem öyle yinede ben sana bir izin belgesi vereyim. Türkiye’nin neresinde olursa olsun faaliyet göster. Kimse sana dokunamaz” der.
Milli mücadele yıllarında Ethem hazretleri halkı hazırlamanın yanında geceleri uzun uzun dua ve niyazda bulunur. İşgal edilmiş vatanımızdan düşmanlarımızı uzaklaştır diye her duadan sonra kalbine gelen bir ilhamla irkilir. ‘Henüz beşikte olan çok sevdiği Necati adındaki oğlunu verirsen duan kabul olur’ babında ilham birden çok zuhur edince Efendi hz’leri “Memleketin kurtuluşu için feda olsun”  hissiyatı, varlığını kuşatan iradeye ulaşınca beşikteki Necati ruhunu teslim eder. Ne ilginçtir o gecenin sabahında düşman ordusunun bozulduğu ve çekilmeye başladığı haberini alırlar.
Atatürk ile bir görüşmesinde “Siyaset konusunda ne düşünürsün Hoca” sorusu sorulduğunda Ethem efendi:
“Paşam biz halkı din ahlak ve terbiye bakımından irşad ederiz. Bizim vazifemiz bu. Siyaset de sizlerin işidir. Herkes kendi işini yapmalı ve yaptığı işte de en iyi olmaya çalışmalı” diye cevap verir.
İbrahim Ethem hazretleri 1951’de Ankara Keçiören’e gelerek öldüğü tarih olan 1963 yılına kadar burada ikamet eder. Dolayısıyla o dönemin siyaseten çalkantılı yıllarına şahit olur. Kanaat önderi olarak bilindiği için kendisinin değil de siyasilerin istifade edeceği desteği almak için kapısı zaman zaman aşındırılır. O dönem de DP ve CHP çok şiddetli siyaset yapmaktadır. Ethem efendinin duasını almak bile onlar için büyük bir moral olacağından sırası ile önce Merhum Menderesin partisinden, bilahare İnönü’nün partisinden dua almak için huzura çıkarlar. Ethem efendi her iksine de olur cevabı verdikten sonra ikindi namazının ardından yaşadığını şöyle anlatır:
“Ya Rabbi mülkü millet hakkında hayırlı kararlar verip uygulamak isteyen hangi parti ve ekibi layıksa sen iktidarı onlara ver” gibi temennide bulunmayı daha düşünürken, aniden iki koluma iki kuvvet çullandı ve beni yüzüstü yere kapakladılar. Üzerime kuvvet uyguluyorlar, canım çıkacakmış gibi ter içinde kaldım. Bir testereyi elimin üzerine koyarak şuradan mı yoksa gövdeye yakın yerden mi keselim diye sesler işitiyordum. Derken zoraki bir şekilde kafamı kaldırarak ufuklara bakar gibi oldum. Tam o sırada Peygamber Efendimiz mübarek eliyle işaret ederek “Bırakın, bu kadarı İbrahim’e yeter” dediğini duydum. O iki kuvvet beni bıraktı. Baktım ki sağımdaki Abdulkadir Geylani, solumdaki de Ahmet-el Rufai hazretleri. Geylani hazretleri sert bir şekilde “Evladım sen kime ve niçin dua edecektin?” deyip kayboldular. “Az daha velayet elimden alınacaktı” demektedir.
İbrahim Ethem(ks) bir Cuma günü Hacı Bayram’da Sait Nursi(ks) ile karşılaşır. Ona, “Evlen, otur, mazbut bir hayatın olsun, hükümet ile uğraşma ibadetine devam et” diye tavsiyelerde bulunur. Sait Nursi(ks) de ona, “hapishaneden çıkamıyorum ki nasıl evleneyim” der.
Görüldüğü gibi, gerçek bir mürşidi kâmil günlük siyasetle uğraşmaz. Bu anlamdan da ağırlığını hiçbir tarafa koymaz. Onlar büyük siyasetlerin insanlarıdır. Seçilmiş kişilerdir. Yanlışları hemen karşılık bulur, düzeltilir.
27 Mayıs ihtilal sonrası Rahmetli Menderesin idam edilmemesi için Ethem Hazretleri şöyle niyaz eder “ Ey Allah’ım Adnan senin habinin atalarından birisinin ismi, onun hatırına bu kulunu idamdan kurtar, onu bağışla diyerek dua da bulunur. Kalbine gelen ilham şöyledir; “Onun şehit olmasını ahirete temiz gitmesini istiyorsan dua etme. Onun büyük bir hatası var. O hatadan temizlenmesi için şehit olması gerekir. Kefaretini orada ödeyecektir”.“Ya Rabbi sen daha iyisini bilirsin” diyerek duadan vazgeçer.
Halifesi Mustafa Asım Köksal’a: 
“Henüz gençtim. Beni alıp gökyüzüne çıkardılar. Sonra da dediler ki kâinata nazar et. Nazar ettim kâinat toplanıp yeşil bir top haline geldi. Dediler ki gördüğün bu şeriattır. Tekrar nazar et dediler. Kâinat kırmızı bir top haline geldi. Dediler ki tarikat, tekrarında kâinat beyaz bir top haline geldi hakikat, tekrarında beyaz bir top haline geldi, dediler marifettir. Bu dört esasın sırları da o zamanda fakire çözdürüldü” diye anlatırmış.
İbrahim Ethem(ks)kalbi Allah sevgisinden başka bir şeye meyletse elinden uçar gider. Beşikteki oğlu Necati’nin darül bekaya irtihalinden sonra ilkokul çağlarında olan torununa elinden olmadan fazla ilgi gösterme olayını M. Asım Köksal Hazretlerine:
“Bu çocuğu da kaybedeceğim Asım Bey oğlum. Kalbimde Allah sevgisinden başka sevgiye yer verirsem Yüce Allah hemen elimden alır” der. Kısa bir zaman sonra torunu da rahmetli olur.
Ankara’ya hicret edişinin en önemli sebebi yerine geçebilecek er kişiyi irşat ederek emaneti ona teslim etmek. Bu er kişi Mustafa Asım Köksal hazretleridir. İlk tanıştıkları günü takip eden dokuz ay bu emek üzere halifesini meclisinde tutmuştur. Mustafa Asım Köksal hazretleri anlatıyor;
“Her ne kadar Hazretin yanında yer aldımsa da, sanki gönlümü iki sevgiliye vermiş durumda idim. Önceleri Mahmut Sami hazretlerin den ders alayım derken, karşıma İbrahim Ethem(ks) çıktı. Bu sıkıntıdan gördüğüm bir mana üzerine kurtuldum. Manamda bir dağ başındayım abdest alacağım. Su arıyorum. Dağın dibinde deniz var ama ulaşmak zor. Sağa sola derken bir baktım yanı başımda pırıl pırıl bir su var. Hemen abdestimi aldım. Anladım ki o çağlayanda abdest aldığım su İbrahim Ethem hazretleri, derinlerdeki deniz ise Mahmut Sami hazretleridir. Hemen Ethem efendiye intisap eyledim” demektedir.
Efendisi ile ilğili bir başka olayı da şöyle nakleder:
“Akşam işten gelince evde birkaç lokma yer, hemen yanına giderdim. Evlerimiz yanyana idi. Geç vakitlere kadar sohbetini dinlerdim. Onu ilk defa dinliyormuş gibi dinlerdim, her defasın da. O da bunun farkına varırdı. Bazen, “Asımbey oğlum senin, bildiğin konuları dahi ilk defa dinliyormuşsun gibi tavrın hoşuma gidiyor” derdi. Oysa ben onun her sohbetinde yerdemiyim göktemiyim,  bilemezdim. Tavan yok, duvar yok, şaşıyorum ben bu işe. Bir bakıyorum vücudum da yok. Adeta gözüme iki halka takılmış oradan bakıyormuş gibiyim. Bu his öylece saatlerce devam eder. Mevzu sırf Allah ve Resulünün sevgisidir. Bunun dışında başka hiç bir şey yok. Tam böyle bir atmosferde iken “Asımbey oğlum biraz da çoluk çocuktan bahsedelim” dedi sohbetin sonun da. Bu sözden sonra oda yerine geldi, tavan yerine geldi, duvar yerine geldi ve ben kendimi oda içinde buldum...
“Bak oğlum biz meşru olan şeyleri konuştuk, hal hatır sorduk. Nereye gitti biraz önceki manevi halimiz? Demek ki meşru olan şeyler dahi bu manevi havayı dağıtmaya yetti. Ya gayri meşru bir şey konuşsaydık halimiz ne olurdu?” diyerek meclisin de bulunanlara bu hazzı yaşatmıştır demektedir.
İbrahim Ethem(ks) Ankara’ya geldiği yıllarda kaldığı gecekondu bir evde hayatının belirli günlerinde sohbet ederek bağlılarının olgunlaşmasını sağlar.
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen ağabeyin de bizzat İbrahim Ethem hazretlerinin halifesi Asım Köksal hazretlerindan dinlediği bir bilgiyi hemen buraya almak istedim. Bahsi olan gecekonduda bir sohbet esnasında evin kapısının güçlü bir şekilde çalınması üzerine “Kapıya biriniz baksın” talimatı verir. “Kimsecikler yok efendim” bilgisi üzerine, kapı aynı şiddetle tekrar çalınır. Tekrardan “Biriniz baksın, bir misafirimiz var herhalde” uyarısı üzerine yine kimsenin olmadığı bilgisi üzerine sohbete devam eder. Üçüncü defa kapı aynı şiddetle çalınınca Efendi hazretleri kapıya kendisi gider. Bakar ki ayakta zar zor durma gayreti gösteren sarhoş olduğu her halinden belli olan bir adam. “Buyur evladım ne istemiştin” deyince, sarhoş olan adam “Efendim ben sizin sohbetinizi dinlemek istiyorum ama beni içeri almıyorlar” deyince Efendi hazretleri “Gel evladım” diyerek içeri alır. Önce elleri ile yüzünü yıkar. Bilahare yanına oturtur. Bu olaydan sonra o sarhoş, iyi bir derviş olur.
İbrahim Ethem(ks) 1963 yılı Ramazan ayında Hak’ka yürür. Son nefesinden önce takma olan dişlerini avucunun içine alır. Bilahare elleri açılarak takma olan dişleri alınmak istenir, fakat ne mümkün açılamaz.
Hacı Bayram Camii imamlarından Kırklardan olduğu sanılan Kasım Efendi vasiyeti gereği cenazeyi yıkar. Kefenlemeden önce mevtanın kulağına eğilerek usulce “Dişlerin sana burada lazımdı Ethem efendi, orada işine yaramaz ver onları bana” dediğinde yine usulca cesedin avucunun açıldığı ve Kasım efendinin dişleri aldığına şahit olunur. Kasım efendi, ayrıyeten hastalığının başından beri olduğu gibi cenaze defin edilirken de Abdulkadir Geylani ve Ahmet-el Rufai hazretleri başta olmak üzere on ‘piran, devamlı oradaydılar” der. Cebeci Asri Mezarlığı 194 ada ve 176 parsele defnedilir.
Divan-ı Refi Kolayı, İbrahim Hakkı Divan-ı, Battal Gazi Gavazatnamesi, Delailül Hayrat, Gülistan, Divan Şeyhi.

Vesselamün alelmürselin velhamdülillahi rabül âlemin.


MUSTAFA ASIM KÖKSAL

(Bağlum - Keçiören - Ankara)

Asrımızın en büyük din âlimlerinden olan Mustafa Asım Köksal hazretleri 1913 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğmuştur. İlk tahsilini Develi merkez numune erkek mektebinde tamamlamıştır. Bilehare Kayseri parasız akşam lisesi (leylimeccani) giriş imtihanını kazandığı halde, Develi’den Kayseri’ye intikal etmesi gereken bir evrak noksanlığından kaydını çok istemesine rağmen yaptıramamıştır.
İlmi istek ve arzusu onu önce Develi müftüsü İzzet Efendiden ilmihal bilgisi almaya itmiştir. Mustafa Asım Köksal efendinin ailesi Ankara’ya hicret edince ilim edinme imkânı da artmıştır. Aslen İskilip’li olan İbrahim Ethem Gerçekoğlu’nun rahle-i tedrisatında tam on iki yıl bulunduktan sonra icazet almıştır. Ethem Efendi hazretleri diğer Meşayıhlarında tasdik ettikleri gibi insan-ı kâmil Evliyaullahtan olan bir zattı. M. Asım Köksal efendi’nin zahıri ve batıni ilmlerden yetişmesi ve terbiye edilmesinden sonra, Müslüman Türk milletine değeri zor doldurulabilecek bir âlimin yetişmesini sağladı. Öyle bir âlim ki; Peygamberler ve Asr-ı sadet dönemi uzmanı derinliği olan şair ve tasavvuf ehli...
İbrahim Ethem Hazretlerinin halifesi.
Kalem ve tasavvuf ilminde zirve…
Her iki meziyeti bünyesinde bir meziyete dönüştürerek, tasavvufa sıcak bakmayan zahıri ilim ehline adeta bu iş tasavvufsuz olmaz, tasavvuf bizatihi dinin kendisidir, dikkatli olun demek isteyen duruşuna dikkat çekmek isterim.
M.Asım Köksal, efendi 1933 tarihinde Diyanet işleri başkanlığı evrak kâtipliğinde vekâleten göreve başlar. Bilahere devlet memurluğu görevine aseleten atanır. Liyakatı gereği zaman içinde kurumda terfi ederek, en son  “müşavere dini eserleri inceleme kurulu üyesi” yardımcılığindan, 1960 yılında emekli olur. Memuriyeti süresince Rıfat Börekci, Şerafeddin Yaltkaya, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ömer Nasuhi Bilmen ve Hasan Hüsnü Erdem gibi diyanet işleri başkanlarıyla çalıştı. 20 Kasım 1998 günü beyin kanamasından hastahaneye kaldırılarak 85 yaşında Hakkın rahmetşne kavuşmuştur.
Evliyalara makamlık yapan Keçiören- Bağlum kasabası mezerlığına defnedilir. Meşhur Abdulhakim Arvasi, oğlu Ahmet Mekki Arvasi ve bunları Bağlum’a çağıran Evliyadan, Horasan erenlerinden iki zatla beraber aynı makamı paylaşmaktadırlar.
Mustafa Asım Köksal efendinin Murşidi İbrahim Ethem efendinin makamı da Ankara asri mezarlığındadır.
Harf devriminden sonra Anadolu coğrafyasında yaşayan Müslümanların dini konularda yazılı metinlere duydukları ihtiyacın bir türlü giderilme çabası için de tepeden inmeci aydınların kafa yordukları bilinmektedir. Halkın anladığı Müslüman kültür ve akaidinin milletimizi muasır medeniyetten geriye ittiği, bu noktadan hareketle din değiştirmenin de mümkün olmadığı ve olmasını istediği islam anlayışını hâkim kılmakla mümkün olacağı inancının sergilenmesi doğrultusunda yapılan çalışmalar hayra vesile olmuştur. Oryantalist İtalyan yazar Leona Kateani’ nin 20. Yüzyılın ilk çeyrek yıllarında kaleme aldığı, yanlış ve kasıtlı birçok bilgilerin ihtiva ettiği on ciltlik “İslam tarihi” isimli ışık batıdan gelir düsturuna iman etmiş, tepeden inmeci aydın Hüseyin Cahit tarafından Türkçe’ye çevrilerek basımı yapılan ve Türk entelektüeline sunulan bu eserin yukarıdaki fikrimizin doğruluğunun müspet delilidir.
Leona Kateani’nin bu eserin çevirisini yapan Hüseyin Cahit, kendisinin yeterli din bilgisine sahip olmadığını, ancak Avrupalı müşteşrikler tarafından yazılan bu eserin tarafsız ve ilmi değere haiz olduğu yönünde kanatini belirterek tavsiye ediyor.
Kateani’ye göre:
Peygamberimiz, dünyayı ele geçirmek hırsıyla ortaya atılmış bir maceraperest, İslamiyet bu iş için siyasi bir alet, Kur’an’ı Kerim ise Peygamberin kendi sözlerinden ibarettir.
Keteani on ciltlik İslam Tarihi isimli eserinde bu mantıkla örgüsünü yapmış, hiçbir izan sahibi oryantaliste bile yakışmayan tavrının şüphesiz tarafsızlıkla, ilimle bir ilgisi yoktur. Ancak tercümesindeki kasıt ortadadır.
Her musibette bir hayır vardır derler ya doğrudur. Bu eser Türkçe’ye çevrilip tehlikesi görülmeseydi, merhum Mustafa Asım Köksal hazretleri nasıl bir eksiği kapatmak için harekete geçebilirdi?
Hüseyn Cahit, bu kitabı tek başına 1924 yılında çevirisini yapıyor. Bu kitapdaki bilgiler doğrultusunda yapılanmalar oluyor. Atatürk bile sıkıntılara giriyor. Birkaç cılız ses dışında kimse ciddi bir iş yapamıyor. Ve nihayet bir kişinin oyununu bozmak için, 15-20 yıl sonra diyanet teşkilatında “Kateani’ye Reddiye” isimli çalışmalar yapmak üzere bir komisyon kuruluyor. Kurulan bu komisyon 1955 yılında dağılınca, Mustafa Asım Köksal hazretleri bu işi tek başına yapmayı kendine mecbur ediyor ve çalışmaya başlıyor.
Mustafa Asım Köksal hazretlerinin bu konudaki kendi ifadesi şöyledir:
“Kateani tarihindeki hataları tespit edip, ilmi mahiyetini ortaya koymak maksadıyla birinci ciltten itibarıyla gözden geçirmeye ve hatalı satırların altlarını çizmeye başladım. Gözden geçirdiğim satırlardan altı çizilmeyen kalmadı. Bende satır altı çizmekten vazgeçtim. Olanca gücümü zorlayarak ve kaynak bulmadaki gücümü de zorlayarak, reddiye’yi yazmaya altı ay kadar devam ettim. Ne iştahım kaldı nede uykum. Bunun üzerine çalışmayı bırakmak zorunda kaldığımı Mürşd’im İskilip’li İbrahim Ethem’e bildirdim. O da “Sen bu işte manen memursun evladım, sakın bırakayım deme” diyerek beni çalışmaya teşvik etti. Çaresiz kalınca hemen desteklendiğim ve şükür secdesine kapandığım oldu. Beş yıl gibi bir sürede gecemi gündüzüme katarak bu görevi yerine getirdim.”
Tamamlanan çalışma yaklaşık beş yüz sayfa kadardır. Diyanet işleri başkanlığı, “Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulunun” tetkikine sunuldu. Ömer Nasuhi Bilmen’in Diyanet İşleri Başkanı olduğu, müşavere kurulunun kararında:
“İslamiyeti hadis gibi en büyük kaynağından mahrum etmek ve sarsmak için hadis’e, ilmi hadis’e, muhaddislere, hatta ashabın büyüklerinden İbn-i Abbas ve Ebu Hüreyre gibi şahsiyetlere var kuvveti ile saldıran, İslamiyetin beş vakit namaz gibi ameli farizasının, Kur’an-ı kerim’e istinat etmeyip, sonradan sonraya İslam kelamcıları tarafından icat edildiğini, Resul-ü Ekrem’in Haşimi veya Kureyşi bile olmayıp, mechul bir soydan geldiğini iddia eden İtalyan müşteşriki Kateani’ye, ilme ve İslamiyet’e has ağır başlılık ve nezaketle layık olduğu cevabı veren bu reddiye ayni zamanda Kateani tarihine istinat eden neşriyata da bir cevap teşkil edeceği cihetle, başkanlık yayınları arasında yer almasının uygun olacağının yüksek başkanlığa arzına karar verildi.”
Hüseyin Cahit örneğinde olduğu gibi bir hikâyecik de aynı kafa yapısında olan Dr. Abdullah Cevdet’in tercümesini yaptığı, Oryantalist Dr. Dozy’nin“Histor of İslam” isimli eserinde bizzat Atatürk tarafından müdahale edilerek bertaraf edilmiştir.
Diyanet teşkilatı yayınlarından, Ahmet Gürtaş imzalı “Atatürk ve Din Eğitim” isimli kitaptan da anlaşıldığına göre:
Atatürk, tarihçi, devlet adamı Prof.Dr. Şemsettin Günaltay’ı makamına çağırtarak, hakkında düşüncelerini almak niyetiyle avrupalı müşteşrik Dr. Dozy’nin, Dr. Abdullah Cevdet tarafından yapılan çevirisini verir.
Şemsettin Günaltay çeviriyi okur. Hakkındaki kanaatı nasıl söyleyeceği endişesiyle zamanında huzura çıkmaktan imtina eder. Ama Ata zekidir, unutmaz ve hocayı acele çağırtarak “Hoca geç kaldın, kanaatin nedir” der.
Atatürk’ün yanında Başvekil İsmet İnönü’de bulunmaktadır. Şemsettin Günaltay, o günün hassasiyetinden dolayı, biraz da çekinerek; 
“Ele alınacak şey değil, bir facia paşam” diye cevap vermeye başlayınca, Atatürk yerinden fırlayıp parlar ve Başvekile dönerek;
“Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapan Bey’i de devlet hizmetinde kullanılmamak kaydıyla hükümet kapısından uzaklaştırın” diye emreder.
Ve Şemsettin Günaltay’ı kolundan tutarak yanı başında ki masa üzerinde bulunan hatıranın yanına çeker. Devamla;
“Hz. Muhammed’in bir avuç İmanlı müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların karı değildir. Onun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte budur” diyerek gözlerini saadetli coğrafyaya doğru çevirdi, demektedir.
Batılı oryantalistlerin İslamiyet ve onun Peygamberi hakkında ileri geri yazdıklarına reddiye yazmak gibi bir ulvi reaksiyonun gösterilmesi yeterli değildi.
Bu yüce milletin kültür devrimi sonunda temel bazı kaynak eserlere sahip olması gerekirdi. Su uyur düşman uyumaz anlayışından hareketle, ortalık biraz durulduktan sonra M. Asım Köksal hazretleri bu boşluğu doldurmak maksadıyla Diyanet İşleri Başkanlığından 1964 yılında emekli olur. İster ki, bir an önce dışarda oryantalist ve diğer yıkıcı odaklar, içeride de onlardan daha fazla gayretli olan dönme ve dönme meşrepli tepeden inmeci aydınlar, daha fazla zarar vermeden herkesimin üzerinde ittifak ettiği, Hz. Muhammed ve İslamiyet’i işleyen “İslam Tarihi” adlı eserini çabucak ortaya koysun.
Uzun yıllar çalışarak 18 ciltlik İslam Tarihi isimli eseri yazmayı başladı. Her aydının özellikle her tarihçinin bir günde bir cildini zevkle okuduğunu şahsen bizler müşahade ettik. Çok büyük temel bir eseri büyük bir boşluğu doldurdu. Bu konuda M. Asım Köksal hazretleri şöyle demektedir.
“Müslümanlar, dinlerine ait hükümleri nasıl hıfz ve kaydetmeyi ihmal etmemişlerse, Peygamberimizin hayatına ve savaşlarına ait bilgileri de ihmal etmemişlerdir. Hicri birinci yüzyılın ortalarından itibaren Peygamberimizin hayatına ve savaşlarına dair eserler kaleme alınmaya başlanmış ve bunlar günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Peygamberimiz’in(sav) hayatı ve İslam dinini yayışı hakkında şimdiye kadar yapılan Türkçe yayınlarda kaynaklarımıza pek o kadar bağlı kalınmadığını, fazlaca ihtisar ve tasarruf yoluna gidilerek, olaylardaki canlılık ve güzelliğin söndürüldüğünü gördüm.
Ben bu yola gitmedim. Sadece kaynakları konuşturmak istedim. Şahsi görüş ve düşüncelerimle araya girmekten, olayların arı-duru havasını bulandırmaktan son derece kaçındım. Şayet arada sırada kendiliğimden birkaç kelime veya satır yazdığım olmuşsa; bu da ancak açıklama, konuya veya olaylara ışık tutmak maksadıyla olmuştur.
Hayatımın en mutlu devri, hiç şüphesiz Peygamberimiz’in hayatına ait kitabımı yazmakla geçirdiğim yıllar olmuştur. Çünkü başından sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluklarıyla Pegamberimiz’in ve ashabının yanında yaşamış gibi idim. Kitabımı okuyanların da aynı şeyi tadacaklarını, aynı kanaate varacaklarını sanıyorum.”
Mustafa Asım Köksal hazretleri yazmış olduğu 18 ciltlik İslam Tarihi isimli eseri için uğrunda her şeyini vermeye hazır olduğu vatanında hangi ödüle layık görüldü bilinmez ama bilinen bir ödül, Pakistan devleti, Umur-ı Mezhebiye Bakanlığı tarafından verilmiştir. Eser incelenmiş, birinci seçilmiş, Hoca Efendi Pakistan’a davet edilerek beş bin dolar ödüle layık görülerek onurlandırılmıştır.
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde Diyanet işleri başkanlığı statü olarak Başbakanlık müsteşarlığına bağlıymış. İlmi seviyesi herkes tarafından takdir edilen M.Asım Köksal hazretlerine, müsteşar bey gayet ciddi bir şekilde. “Hocam beş vakit namaz çoktur, iki vakite indirilemez mi?”  sorusuna Hoca efendi, “indirilir” şeklinde cevaplamış. “O halde ne duruyorsun” bir yerde başla dediğinde; Hoca efendi; “Ben seni nasıl peygamber yapabilirim” sözüne karşılık, “Ben de beş vakti nasıl iki vakte indiririm” ifadesini kullanır.
İçerdeki Dozy’ler, içerdeki Kateaniler...
·         Armağan (Manzum ilmihal) 1939 yılında basılmıştır.
·         Hz. Âdem’den Hz. Peygamberimize kadar olan peygamberlerin hayatı, 1941’de basılmıştır.
·         Peygamberimiz. 1944’de basılmıştır.
·         Ezanlar 1946’da basılmıştır.
·         Gençlere din kılavuzu. 1946’da basılmıştır
·         Din dersleri. İlkokul dördüncü sınıflar için
·         Tevbe 1958’de basılmıştır.
·         Reddiye 1961’de basılmıştır
·         Hıristiyanlık propagandaları
·         Bir Amerika’lının 23 sorusuna cevap
·         İslam tarihi 1966 – 1987 tarihleri arasında basılmıştır.
·         Kerbela faciası 1979’da basılmıştır.
·         Sohbetler 1981’de basılmıştır.
·         Makaleler (Gazetelerde)
·         Şeyh Ahmet Kuddusi 1993’de basılmıştır
·         Peygamberler tarihi (iki cilt)
·         Kutlu doğum (şiir) 1991’de basılmıştır
Vaazlar, Şeyh Bedrettin, İlmiye Salnamesi, Türkçe ezan meselesi, Konferanslar

Son söz olarak demektedir ki:
Hiçbir itirazla karşılaşmayacağımızdan emin olarak iddia edebiliriz ki, bütün tarihi şahsiyetler ve hatta bütün peygamberler içinde batılılarca soyu, hayatı, şekil ve şemali, en ince özelliklerine kadar bilinen ve nesilden nesile nakil eden bir tarihi şahsiyet ve Peygamber varsa o da ancak Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselamdır.

Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbül âlemin





Dr. MÜNİR DERMAN

(Memlük - Yenimahalle - Ankara)




Aralık doksan dokuzdu…
Abalı Sultan namıyla anılan meşhur gönül erini ziyaret etmek, hakkında malumat alarak bir de fatiha göndermek için Yenimahalle ilçesine bağlı Memlük köyüne uğradım. Abalı Sultana hemen bir göz atımlık mesafede, etrafı taş duvarlarla çevrilmiş, içi son derece güzel tanzim edilmiş bakımlı mezar ve taşları, mezarlar arası etrafa güzel kokular saçan çiçekler ve yeni dikilmiş ağaçlarla beraber, bir kenarda kendinden doğan ve kendi içinde kaybolarak akan şırıl şırıl su, ibadet edilecek, ihtiyaç giderilecek Osmanlı mimarisini andıran zaviyesiyle, adeta küçük bir cennetten köşe gibi bir yerle karşılaştım.
Fevkalade güzel ve yeni bayındır edilmiş yerin ilk görüntüsü, bu anlamda klasik anlayışın dışında farklı bir yapılanma içindedir. Skolastik gelenek, medfun olan zatın üstünde türbesi yükselirken, Derman hocanın kabri, diğer kabirler arasında üstü açık ve sadedir. Aynı statü de olan birçok gönül erinden farklılığı buradan bile göze çarpmaktadır. Hele o su! Biraz eğimli olan kabristanda, kabirlerin ayak hizasında, birkaç düğümlük mezrasında, ahenk üzre akışı, yanında yatan gönül erinin bir hayat boyu oluşturduğu ve yaşadığı felsefenin kendisidir sanki.
Hemen girişte gözüme, üzerine birtakım yazılar işlenmiş mermer çarptı. Klasik algılamaya, hemen kitabesi yani özgeçmişi zannederek dikkatlice okumaya başladım ne söylemek istediğini anlamadan. Zamanla insan derinliği anlıyor ve tekrar başa dönerek sindire sindire bu farklılığı yaşamaya çalışıyor. Kitabe  “Kabir taşım”  diye başlıyor ve devam ediyor;
Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakta beni ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu.
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri.
Burada arama burda değilim.
Azap da değil, nar da değilim.
Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim.
Dünya da haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı dertlerle
Arkadaş yaşadım.
Şikâyet etmedim, Rabbimden bu nedir diye
Kırklar, yediler, üçler arkadaş idim.
Hızır’la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya yüzünde...
Şikâyet etmedim kendi halimden.
Nefsinle uğraşma bu savaş değildir.
Kabirde azabın esası budur.
Bırak nefsini kendi haline.
Uğraşma onunla yakışmaz sana.
Gövde, nefis, ruh başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları.
Nefis Dünyada kalır gövde toprakta.
Ruh gider aslı olan Rabbine.
Burada arama burda değilim.
Azap da değil nar da değilim.
Sıkıntım kalmadı aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı.
Üzme kendini ben de senin gibiyim.
Rabbimin yanında uçar gibiyim.

Büyük bir gizlilik içinde âşıklara duruş vardır. Dr. Münir Derman hazretlerinde, kendisinin yazılı ifadesinden anladığıma göre:
“Bana hocam söylemişti yıllar evvel. Seni ancak ben görebilirim, başkası göremez. Niçin der gibi mübarek gözlerine baktım. Gülerek bana, sen görünmessin de ondan demişti” demektedir.
Dr. Münir Derman hazretlerinin yazdığı kitapları, hakkında yazılan yazıları ve öz geçmişini okumama rağmen nerede medfun olduğunu yani gizliliğini sanki ben ifşa edecekmişim gibi bir halet-i ruhiyeye girdim. İşin başında tümden gelim gibi bir tasarrufla karşılaştığımı tahmin ediyorum. Abalı Sultan ziyaretinde belki de makama çağıran Derman hocadır.
Makamında celalli bir bağlısıyla karşılaştım, meraklarımı gidermek için peşi peşine sorular sordum ama nafile. Sanki hazretin gizlilik felsefesini, gizlilik sırlarını açıklamaktan imtina eder gibiydi...
1910 yılında Trabzon’da doğdu, baba tarafından Kafkas Kartalı ŞeyhŞamil’e, ana tarafından ise Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi, adında, halk tarafında “Uçan Şeyh” olarak bilinen Evliyaya dayanır.
Trabzon’da dört yaşından itibaren Buhara’lı Ömer İnan Efendinin manevi eğitiminde ilerlemiş ve dokuz yaşında hafız olmuştur.
Ailesinin maddi durumu iyi olduğundan, ilkokulu ve liseyi özel Fransız okulunda tamamladıktan sonra  devlet tarafından üniversite tahsili için Fransa’ya gönderilmiştir. Felsefe ve psikoloji eğitimi ile çok başarılı bir öğrenci olduğu için tıp fakültesini de bitirerek doktor olmuştur. İlahiyat tahsilini ise Mısır El- Ezher üniversitesinde tamamlamıştır. Kore savaşlarına doktor olarak katılarak hizmetlerde bulunmuştur.
Bilahere Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinde hocalık yaparak felsefe dersi vermiştir. Kısa bir süre sonra üniversiteden ayrılarak çok sevdiği doktorluk mesleğini yapmak için Anadolu’da göreve başlamıştır. Uzun bir tabiplik hayatını Eskişehir’de tamamlayarak emekli olmuştur.
Türk tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak haklı bir milli ve uluslararası başarı sağlamıştır. Japonya’da ve Almanya’da uzun zaman bulunarak birçok insanın yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bulunduğu ülkelerde konferanslar ve vaazlar vermiştir.
Fransızca, Almanca, Rusça ve Arapça yı en az bu devlet’lerin vatandaşları kadar güzel konuşan, bu ülkelerin kültür ve edebiyatını yakından takip eden bir aydın portresi çizmiştir.
Maddi ilim denilen fen ilmine hemen her alanda vukufu onu manevi ilimlerden alıkoymamış, bilakis eşyayı derinine inceleyen ‘ilm-i ledün’ sahibi olma yönünde de gayret etmiştir. Başta da söylediğimiz gibi ledün ilminin gelişmesine Buhara’lı Ömer İnan’ın bir mürşit, bir terbiye edici olarak katkıları çok büyük olmuştur.
Dr.Münir Derman hazretleri uzun müddet kaldığı Almanya’dan döndükten sonra, Ankara’da bir otel odasında uzun müddet mütavazi bir hayat sürmüştür. Hiçbir gayrimenkul edinmek için çaba göstermemiştir. Yaşadığı müddetçe kendini şan, nam gibi afetlerden koruyarak adeta gizlemiştir. Klasik tasavvuf kültürüne önem vermemiş, adeta nevi şahsına münhasıl bir irşad stretejisi oluşturmuştur. Ancak bağlıları vaaz ve sohbetlerinde tanıdıkları Dr.Derman hocanın etrafında bir aşkla kümelenmişlerdir.
Dr. Münir Derman hazretleri 1989 tarhinde Hakka irtikal eder. Mezarı, çok sevdiği köy hayatının içinde, Memlük köyündedir ve Ankara’mızın manevi tasarruf sahibidir.
İsmini gizleyen, ancak yazıya aktarmaktan çekinmeyen bir yakın bağlısı, hocası ile ilgili şahit olduğu birkaç olayı şöyle anlatmaktadır;
Notlarını yazmak üzere yanına gidiyordum. Yolda rastladım, karşı kaldırıma doğru yürüyordu. Hocam, demir parmaklı tercihli yolu geçit olmadığı halde yürüyerek karşıya geçmişti. Çok ani oldu. Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte, hayretler içinde kaldım. Yakında bulunan trafik polisi de koşarak yanına gitti. Elini öptü kucakladı. Amca bize de dua et. Buradan nasıl geçtiniz?
İleriden geçip yanına gittim. Bana dönerek, gülümsedi. “Ne oldu ben de anlamadım. Birden demirler ortadan kalktı yol açıldı ben de geçtim” dedi. O ayet geldi aklıma “Biz her şeyi Âdem’in emrine verdik”...
Gülhane hastahanesinin komutanlık katından çıkış kapısına doğru yürüyorduk. Elimden tutuyordu. Birden kendimde bir başkalık sezdim. Bütün vücudum hücrelerime kadar titremeye başladı. Özenle parlatılmış yerdeki mermer taşlardan, duvarlardan, ‘Allah, Hu’ sesleri geliyor, inilti, haykırış halinde zikrediyorlardı. Dayanılması güç bu hal ile ben de haykıracaktım ki kendimi tutmak için çaba sarf ederken Hocam elimi sıktı, “Sakin ol yavrum”… Hemen toparlandım. Anladım ki Hocam bu zikri içine almış ‘Hak ile Hak’ olmuştu.
Elini dizime koymuştu. Belki tonlarca ağırlık dizimi ezmeye başladı. Bacağım ağrıyordu. Sonra elini çektiler. Ayağa kalktık, biraz yürümekte zorlandım. Bu hali çok sonra bir gün kendilerine anlattım. Gülümsedi, fısıltı halinde kulağıma söyledi:
“Demek ki kendimle birlikte seyahatte idim”.
Dostlarıyla birlikte bir yerde oturuyorduk. İçeri yabancı bir adam girdi. Hocamı görünce; ‘Hoş geldiniz efendim. Her halde siz benden evvel gelmişsiniz. Ben de Almanya’dan iki gün önce döndüm. Geçen hafta Münih camiinde Cuma vaazını dinlemiştim. Ne kadar kalabalıktı değil mi’ diyerek konuşmasını bitirdi.
Hocam kısa bir sükûttan sonra hemen sözü değiştirdi. Hayret ettim. Hâlbuki Hocamla her gün, aylarca birlikte idim. Almanya’ya gitmemişti.
Huzurlarında oturuyorduk. Eli anlatıyorlardı. Fırsat bilerek sordum; ‘Efendim siz yürürken elinizi yan tarafınızdan biraz öne tutarak parmaklarınızı aralayıp etrafı tararcasına yürüyorsunuz, bu durumun  el ile ilgisi var mı’?
Bununla ilgili hatırasını anlattılar:
“Gençtim. Köyde sabah namazına kalktım. Köydeki helâlar başkadır bilirsiniz, dedi. Aşağıda pislik yığın halinde görülür. Pisliğe düşmüş bir örümcek çırpınıyordu fakat kurtulamıyordu. Hemen gittim, uzandım, elimi pisliğe daldırıp hayvanı temiz bir yere bıraktım, kurtulmuştu...
Sonra ellerimi sabunladım yıkadım ve abdest alıp sabah namazın kıldım. Biraz uzanmıştım ki uyumuşum. Rüyamda bu sağ elime ışık verdiler. Sağ elim ışıldakdır, ışık saçar. Görmekte güçlük çektiğim zaman  giderken ondan böyle yapıyorum”demişlerdi.
Hocam sağ elini açar avucunun içinden kâinatı seyrederdi.
Manevi emanetlerini, kendisine yakinen hizmet eden, ona yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş fakat isim açıklamamışlardır.
Son zamanlarını iki buçuk sene hastanede geçirdi. Vasiyetlerinde “Dünya’ya garip geldim, garip gitmem lazım. Garibin yeri tenhadadır” ifadesiyle sessiz bir köy kabristanına gömülmek istediler.
Yine Dr.Derman hocayı yakinen tanıyanın kaleminde manevi portresi şöyledir;
“Derman hoca, kendini diken ve çalılarla gözlerden gizleyen, gönüllere girmekten kaçan, zamanın nokta halinde görülen en büyük kutbu ve Sultanıdır. Hocanın tevazusu karşısında tevazuu erir. Sabrı karşısında sabır erir yok olur. Kanaatı karşısında kanaat utanır, ağlar.
Hoca, görünür görünmez, görünmez görünür. O, Ömer İnan Efendi Rahmetullahı aleyhin ta bu asırda görünüşüdür. Hoca, kendini görenlerin yanına sokulmaz. Göremeyenlerin yanına sokulur. O’nun ilmi nereden gelir bilinmez. Bildikleri bir ömür boyunca öğrenilmez. Nereden bunları almıştır o hiç bilinmez. Maddi ve manevi ilimlerin hepsi ondadır. Yarın göçerse yerine geçecek kimse olmayacaktır. Kendilerine sorulduğunda ise; “Var ama söylemem demiş”.
Hoca taşı elmas, odunu gül, gülü gül yapanlardandır.
Her müşkülü halleden O’dur.
O’nu görenler bile yanaşamazlar O’na.
Zamanın Eba Hüreyre’si…
Üç kalanların bağlandığı baş...
Ledün ilmini nereden öğrendiği bilinmeyen velayet ve tasarruf sahibi “Arifi billah.”
O zat hocayı böyle tarif etmişti.
Yaradan, her gönül eri kuluna, farklı meşrepler ve farklı irşat anlayışı verirmiş. Dr. Münir Derman Hocanın’da diğer gönül erlerinden farkının olması normaldir. Mesela Ali Semerkand-i hazretlerinin “Şifalı suyu” Abdülkadir Geylani hazretlerinin mevtayı diriltmesi gibi; Derman hocanın kitapları okunacak olursa, onun bütün hayvanatla konuştuğuna dair yaşanmış birden çok durumlarına şahit olunur. Fransa’da hayvanat bahcesinde kimsenin yaklaşamadığı genç bir arslanla konuştuğunu gören görevli ve ziyaretçilerin nasıl hayretler içinde hocayı takip ettiklerinden tutun da daha neler, neler...
Bir gün hocamı ziyarete gitmiştim. On yedi yaşında idim.
Odası, tavanında penceresi olan geniş yüksek tavanlı idi…
Odası çıplak, bir post, bir de yerde ki yatak...
Desti, leğen, işte o kadar...
Çok güzel koku vardı havasında...
Kendisi oturmuş, uzun saçları yele gibi omuzlarına sarkıyordu. Gel bakalım dedi. Elini öptüm. Ben artık gidiyorum mektep bitti dedim.
Dua etti, nasihat şeklinde emirler verdi. Ara sıra kendi kendine bir oda da kal…
Bunu adet edindim, ara sıra bunu yaparım...
Tahsil için Fransa’ya gittim. Aradan beş altı sene geçti. Bir gün bu nasihat ve emri yapmak için odama girdim. Odam da iki zat gördüm. Birden bire şaşırdım. Nereden girdiler bunlar?
Beni görür görmez yürüdüler, duvarın içinde kayboldular. Şaşırdım kaldım. Bir kâğıt bıraktılar yere, küçük...
Hala saklarım o kâğıdı...
Ve hayretim hala devam ediyor. Otuz küsur sene oldu. Son nefesime kadar bu hayret devam edecek...
Halledemedim...
Bu hadiseden bir sene sonra yurda tatile döndüm. Doğru hocama gittim...
Yaşlanmış... Elini öptüm. Bana halimi sordu...
Ağabeyimi sordu. Gelsin dedi. Ağabeyim o sıralarda Sivas’da defterdardı. Telgraf çektim, bir hafta sonra geldi. Yanında oturduk… Hocam hastalanmıştı. Yanında idik...
Bize nasihat etti, dua etti, bizi okşadı...
Bir aralık o kâğıt sen de mi dedi. Birden bire anlayamadım. Ha! Derken başparmağını ağzıma uzattı. Sus dedi... Öyle yaptım... Ağabeyime döndü, Kazım sen de biliyorsun ya...
Bir gün sonra hocamızdan ayrıldık, ağladık... Ağabeyime sordum. O kâğıttan sende var mı? Sus kardeşim dedi... Eşek kardeşim dedi.
Hala hocam bizi bırakmamıştır.
Bunalırsak yetişir.
O kâğıt’ta ki yazı şu:
Size de söyleyeyim, böyle hareket edin; “Vesveseyi bırak… Ne kadar işin arzun ve dileğin varsa hepsini kaza ve kadere teslim et… Kendini nasıl dilerse öyle iş gören Allah’a bırak ve bekle… Telaşı terk et. Izdırabı, üzüntüyü kaldır. Murad yolu, kendi kendine görünür, o yola düşersin. Aç kal, kimseye söyleme. Dertlerini, yoksulluklarını, ızdırabını söz haline geçirme. Melekler bile duymasın. Derdin olursa Hak ile konuş, O her şeye yeter. Sefalete düşersen vakur ol. Sabret. Hak’ka bile ellerini istek için kaldırma. Yalnız hamd için kaldır”.
Yine kendi kaleminden;
“Derya içre düşünürdüm, damla idim umman oldum,
Derli idim, derdim gidip Derman oldum.
Kırklar sofrasında bulundum. Bunlardan üç kişi ile halen haftada bir gece buluşurum. Kırklardanmısın diye sorma bana, ben o üç ile dört olurum. Hiç ile kırk oluruz. Üç kişi birde ben, bir de hiçbir taife teşkil ederiz. Gezeriz... Hem kırkız, hem dördüz, hem de hiçiz… Bulunduğun yerde kırk oluruz biz...Çünkü biz kırklarız da ondan...Elini tuttuğumuzu içimize alırız hemen kırk oluruz ve iki görünürüz...Ondan sonra ister görünür, ister görünmeyiz biz... Biz her yerdeyiz, her yer bizdedir. Gündüz cismani, gece ruhani işlerle meşgulüz biz... Bizi görürler bulamazlar. Zira gaflet ve şüphe bulutlarıyla örtülüyüzdür... Bin bir renkte görünmeye mecburuz... Biz yeryüzünde bahane arayıcısıyız... Bu bahane ile kırk kişi olduk... Bizi bazen Veli, bazen Meczup, bazen de Zındık görürler... Bu hal bizim sükûn ve huzurumuzu bozmamak için Allah’ın bir vergisidir. Halvet suyu ile gideceği yerin yolunu yıkayan insanın biz elini tutarız. Bizim duamız bize yaramaz, başkasına yarar. Çünkü biz Allah için dua ederiz, nefsimiz için değil. Kıyamet de buradadır. On üç senedir kırklardanım, kırkların yedincisi ve en genciyim. Türkiye’den üç kişi vardır kırklardan. Üç Suriye, üç Mısır, dört Irak, yedi Medine, altı Mekke, iki İspanya, iki Hindistan, bir Kafkasya, bir Salamon adaları, bir Cava, bir Çin, bir Güney Afrika, bir Güney Amerika, dört tanesinin de yeri söylenemez... Bunların yerleri icabında değişir. Veliler Allah’a doğru, Nebiler ise kula doğru seyrederler. Ondan dolayı, Allah’a doğru seyirde bilgi gerekir. Allah’tan kula doğru seyirde bilgiye ihtiyaç yoktur. Bundan dolayı Nebi’ler ümmi’dir. İkisinin arası Ubuduyettir. Resul de bu makamdan miraçta kabul buyurulmuştur. Kırklar da görülür dünya ile görünmez ruhani âlemi yekdiğerine rapteden köprü gibidirler. Yekdiğerleriyle Kırklar izni ilahi ile kendi telsizleriyle her an konuşabilir, her an görebilirler. Mekân “la” mekânı. Setreden bir perdedir... Perdeyi kaldırdığın zaman mesafeler yok olur... Çok tuhaf söylüyoruz, cidden çok tuhafdır... Bu kelime gafletin taa kendisidir. Size tuhaftır fakat asıl hakikat budur. Kırkları sen boynuzlu, kuyruklu veya başka türlü bir şey mi zannediyorsun? O da kul... Onlar da kul... Amma kul...
Özetle alınan yazı, ilk defa bu denli güçlü ifadeler ve ayrıntılar, aman Allah’ım, neler varmış metafizik alemde...
Ve devam ediyor kırklarda Münir Derman hazretleri;
“Akıl ile matematik ile Allah’ı idrak etti demek, bir şey ifade etmez. Bugünün fen  ilmi ile artık Allah’ı inkâr kapıları kapanmıştır. Bu asırda her şeyde Allah tecelli etmiştir. İnsanların akıl ve fen ile doğa kanunları karşısında daha diyecekleri, itiraz ve şüpheleri kalmamıştır.”
“Birçok gizlenmiş hakikatler vardır. Onlar etrafında birçok tahminler yürütülmüştür. Fakat insan aklı bu gibi bazı meselelere yeterli olmadığından nazariyeden nazariyeye fikirden fikire sürüklenip gelmiştir.”
Koca Sultan kendi kendini ne güzel anlatıyor. Bu abd-i aciz kulun bir şey ilave etmesi haddine mi? Meraklıları “Allah dostu diyor ki” Bir, iki, üç, dört, beş ve “su”  bir, iki cilt kitaplarını okumalıdır.
Vesselamün alelmürselin velhamdülillahi rabbülalemin.







HACI HASAN BURKAY

(Hacı Hasan Köyü - Gölbaşı - Ankara)








Hafız Mehmet Hulusi efendinin, 1930 yılında ikamet ettiği Bursa’nın Orhaniye ilçesinin Sölez köyünde yedinci erkek çocuğu dünya ya gelir.
Bu durum, zamanın Kutbül Mürşidi olan Şeyh Şerafettin Zeynelabidin hazretlerine malum olur. Gönül dostları ile o zamana kadar hiç tanımadığı Hafız Mehmet Hulusi efendinin evini ziyaret için “Sölez” köyüne gidilir. Yola çokmadan önce şeyh Şerafettin hazretleri; “Bugün erenler durağı Bursa’mızın Orhaniye ilçesi Sölez köyünde bir bebek dünyaya geldi... Bu bebek yaşayacağı zamanın “kutbu” olacaktır. Varıp onu ziyaret edelim” diyerek aniden alınan kararla ilgili merakı giderir. Bebeğin adı Hasan konur. Böylece “Burkay” ailesinde Hasan Burkay gerçeği, en ihtişamlı bir şekilde, en şerefli bir şekilde, sözlerin en güzeli, insanın en güzellerinden biri tarafından kutlanır. Efendi Şerafettin tarafından verilen bu müjdeden ötürü, Hasan bebek, kucaktan kucağa dolaşır gözyaşları ve hatim duaları içinde.
Bir çocuğun Evliyaullahtan olması veya Evliya doğan çocuk olayı, zahiriden seyreden ilim sahipleri nezdinden kabul edilecek bir durum değildir. Ama ‘Terk-i bi ilahi’ olayının sırrını bilen ‘İlm-i Ledün’ sahibi muhterem zevatlar tarafından, gayet tabi, hatta imrenilecek kıskanılacak bir durumdur. Hemen aklımıza “ Muhtac Olduğumuz Kardeşlik” isimli kitabın müellifi Kadiri-Rifai-Galibi şeyhi, şeyh Hacı Hasan Galip Kuşcuoğlu’nun bu konudaki tahlillerini hatırlarsak, Evliya, Veli ve Dost sözcüklerinin manasını daha güzel kavramış oluruz.
Şeyh Kuşcuoğlu hazretleri açık ve net bir şekilde:
“Evliya doğulur. Sonradan olunmaz. Evliyanın karşılığı Veli değildir. Veli sonradan olunur” ifadesini sırası gelmişken hemen tekrarlama ihtiyacı duyulur.
Bebek Hasan Burkay’ın Evliya olarak doğduğunu müjdeleyen Kutbül Mürşit Şeyh Şerafettin hazretleri de bu tavır ve ifadesiyle yukardaki sözlerin birbirini tasdik etmekte olduğu görülür.
Üzerinde itimam gösterilen bebek Hasan Burkay’ın yetiştirilmesi de belli bir programa göre olur. Öyle bir program ki dakikası dakikasına işlenir. İlk önce Kuran ve kıraat dersleri, Kavala’lı Hacı Hafız Emin ve Ahıska’lı Ali Haydar efendiler tarafından verilir. Hatta tasavvufi anlamda ilk dersi de babasının mürşidi Şeyh Ahıska’lı Ali Haydar efendi den altı yaşında iken alır. Hasan Burkay hazretlerinin babası da ismi üzerinde Hafız olup ilahi aşk-a sahip Bursa merkezde billuriyecilikle geçimini temin eden bir ‘evlad-ı fatihan’dır. Misak-i Milli hudutları dışında kalmış topraklarda, bin bir güçlükle hicret ederek Bursa’ya yerleşmiş bir güzel insandır. “Göl yatağından su eksik olmaz” bu tip olayları anlatmakta ne kadar mahirdir.
Kendisine “Hasaneyni Hüdaverdi” Hazretleride denilen şeyh Hasan Burkay “Altın Silsilenin” kırkıncı halkasını teşkil etmektedir. Şeyh Şerafettin hazretlerinin otuz yedinci olduğu halkadan, emaneti bu ikisinin ortasında bulunan Şeyh Muhammet Necati Simavi tarafından Şeyhlik görevi Hasan Burkay’a verilir. Genç bir yaşta bu göreve oturtulmadan önce Hasan Burkay hazretleri Şeyhi Necati Simavi tarafından çok iyi bir hal ilminden geçirilir. Kendisinin sürekli etrafında bulunarak onun olgunlaşmasını sağlayan bir Nakşi-Halidi Şeyhi dir. Bilindiği gibi “Halidilik” Büyük Evliyaullah Mevlana Halidi Bağdadi’ye verilen nakşiliğin büyük bir kolunun adı dır. Dolayısıyla Hasan Burkay hazretleri tarıkı Nakşi-Halidi dir.
Şeyh Mehmet Necati Simavi hazretleri buyurmuştur ki “Bundan sonra ben yokum, siz varsınız. Arkanızdaki cemaat bir hayli kalabalık, çünkü bütün sahipsiz yollar siz de birleşecektir.”
Bir edep ve tevazu örneği olan Hasan Burkay hazretleri ise şöyle cevap vermiştir;
“Allah razı olsun Hazret, vazifem çok güzel, ancak bu görevler daha sağlıklı bir kişiye tevdi edilse, benim mazeretim var. Sağlığım yerinde değil, görevimi gereği gibi yapamamaktan korkarım.”
O anda Mehmet Necati Simavi hazretlerinin aydınlık yüzü büsbütün aydınlanır. Tebessüm eder, yumuşakça:
“Yavrum, der, bu vazifeleri veren ben değilim ki, geri alabileyim. Vazife size verilmiştir, takdir Onun’dur. Siz endişe etmeyin, büyükler yardımcınızdır. Arkanızdan pek çok kişi gelecektir. Şimdiden sizi ve onları tebrik ederim.”
Hasan Burkay hazretleri buyuruyor ki;
“O gün bu gün hizmette kusur etmemeğe çalışıyoruz, Rab’bim kusurlarımızla kabul buyursun.”
“Sevenlerin kaleminde hocamız, Hasan Burkay” adındaki kitapçığın bu konu ile ilgili bölümünde bağlıları şöyle tamamlamaktadır:
Bizler, Hasan Burkay hazretlerinin yoluna gönül vermiş ve hocamızın gönlünde bir nebzecik olsun yer bulmayı ümit eden takipçileri olarak şöyle niyaz etmekteyiz:
“Yüce Allah(cc) sevgili ve çok sevdiğimiz hocamıza daha nice uzun uzun seneler, hayırlı bir ömürle, bu güzel vazifeyi yerine getirmeyi nasib-i müyesser eylesin.” (Amin!)
Hazret 1965 tarihinden itibaren Ankara Cebeci semtine yerleşir. Yaklaşık otuz beş yıldır Ankara’da irşada devam etmektedir. İlk dönemler de oturmak mecburiyetinde kaldığı Cebeci semtinden, birkaç yıl kaldıktan sonra, dostlarıyla alınan ortak kararla, bugünkü “Hacı Hasan’ köyü olarak bilinen Gölbaşı ilçesine bir taş atımlık mesafede yüz yirmi dönüm toprak alınarak müstakil evler yapılır. Hacı Hasan köyüne gidip görmek lazım. Görenler farkı da hemencecik görüyor. Planlı programlı, her türlü sosyal tesisleri mevcut. Evlerin iyi bir mimari görüntüsü var. Alt yapı mükemmel. Bilinen köylerden çok farklı ve çok bakımlı. Gerek Gölbaşı belediyesince, gerekse büyük şehir belediyesince her türlü hizmet verilmiş. Buram buram manevi havanın teneffüs edildiği bir köydür Hacı Hasan köyü...
Atalarımızın sosyal tesisler merkezli şehircilik anlayışı bütün köylerimizde kendini sürdürmektedir. Bu durum Hacı Hasan köyünde çok daha belirgindir. İnsanların refah seviyesi yüksektir. Her ihvan kendi müstakil evinde (villa) oturmaktadır. Her hafta büyük meclisler düzenlenerek sohbet ve zikir yapılmaktadır.
Köyün bakımlı ve temiz kalabilmesi için “Hüdaverdi” adında vakfı vardır. Bu vakıf sayesinde finanse edilen yeni güzellik her ihvanı tatmin etmektedir. Sosyal yardımlaşma ve kültürel faaliyetler bu vakıf altında yapılmaktadır. Hacı Hasan köyünün ısıtma ve diğer alt yapıları mükemmel, binlerce insanın hep bir arada bulunabileceği güzel bir camiisi ve Efendi hazretlerine ait olup ancak vakfedilen beş bine yakın kitaplığı ile adeta Hacı Hasan köyü üniversite durumunu arz etmektedir.
Hasan Burkay(ks) kendi dünyalarının zahiri görüşlere göre “uçma- kaçma- keramet gösterme” gibi algılanmasının yanlış olduğunu her defa tekrarlamaktadır. Hazrete göre:
“Bu yol keramet değil istikamet yoludur, sırat-ı müstakimdir. Keramet bir bakıma çocuklara verilen şeker gibidir. Onların bu yolda güçlenmesi veya onlara bazı hakikatleri hissettirmek için veya mübtedi saliklerin teslimatlarının kuvvetli olması için, vuku bulan birtakım zuhuratlardan ibarettir. Şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, tasavvuf yollarının hiç birisi keramet gösterme alanı değildir. Asıl keramet, Allah’a yerli yerince kulluk yapabilmektir. İslamiyet’den habersiz bir insan, gökte uçarken dahi görünse ona itibar edilmemelidir. İtibar, Kur’an’a ve sünnet-i peygambere olmalıdır” demektedir.
Hazret, başta kendi dostları olmak üzere bütün müslümanların ticaret yapabilme imkânları varsa bunu özellikle birleşerek yapmalarını tavsiye etmektedir. İslam da şirketleşmenin olduğunu Hz. Peygamberin de nübüvvetten önce ortak ticaret yaptığını, Müslüman’ın alan elden ziyade veren el olmasının gereği için devrin şartları ne olursa olsun güçlü ve sağlam bir yapıda olunması gerektiği yönde mesajlar vermektedir.
“Halka hizmet Hak’ka hizmet” düsturu ışığında insani münasebetlerin ortaya konularak, milletimizin her türlü kalkınmasında bir payımız olmalı. Nasıl mı? İşlerimizin mesuliyetini hissederek, onlara gereken titizliği ve dikkati göstererek elimizden gelenin en iyisini ve doğrusunu yaparak...
Ve Hasan Burkay hazretleri devamla:
“Bir kere rahmetli pederime, babacığım yaşın birhayli kemale erdi, artık camiiden eve evden camiiye gitsen, dükkânı biz idare etsek, diye ricada bulunmuştuk. Sevgili pederimin cevabı şu oldu.
“Allah benim canımı bu masanın başında alsın.”
Yine bir gün üstadımız Ali Haydar Efendi teşrif etmişlerdi. Rahmetli pederim şikâyette bulundular. “Bu dükkân yüzünden camiiye gidemiyorum namazımı buradan kılmak mecburiyetinde kalıyorum onun için üzülüyorum” dedi.
Ali Haydar Efendi:
“Hacı Mehmet Efendi, eğer bu kasanın sahibi olarak bu masadan doğruluktan ayrılmazsan senin bu dükkandaki namazların da, o camii imamının arkasında kılınmış namaz gibi olur, istikametten ayrılmayacak olursan bu vatan-millet evlatlarına doğru muamele de bulunursan, alış-verişine hile, sahtekarlık karıştırmazsan, bu dükkandaki hizmetlerinde senin için başlı başına birer ibadettir” buyurmuşlardı demektedir.
Ahmet Atilla Arkan, Hasan Burkay hazretlerinin dergâhında uzun müddet bulunmakta olup, bu dergâhın ve diğer dergâhların sırrına vakıf olmuş Allah’ın veli bir kuludur.
Kendisiyle yapmış olduğumuz sohbetlerde mürşidi Hasan Burkay hazretleri ile ilgili konuların ifade edilişinde, hal ilmi sahibi olma yönünde, sırrını her ne kadar tevazu ve tedbirle göstermese de, huzurda bulunanları çok etkilemiştir. Efendisine o kadar aşk ve muhabbetle bağlıdır ki onun bu hali bize “âşık-maşuk” halini yaşattı.
Atilla Arkan’ın ifadesine göre:
Hacı Hasan Burkay hazretleri dört tarıktan icazetlidir. Bunlar Kadiri, Rufai, Mevlevi ve Nakşi’dir. Dergâhın Mevlevi kolunun yetkilisi Atilla Arkan’dır. Atilla Arkan, Mevlevi’liğin zahiride sembolü durumunda olan semazanların yetişmesi için gayret göstermektedir. Bu iş için yaşları küçük olan çocukların ruh ve beden eğitiminden başlanılarak, ihlâs ve takva ile devam edilmektedir. Yoksa Kültür Bakanlığının sırf turizm amaçlı şekilde semazanları gibi değildir. Küçük semazanlar, dergâhta işlerini ruh ve beden bütünlüğü içinde profesyonelce icra etmekte olup, zikir meclislerinde mutlaka çeşni olarak yer almaktadır.
Atilla Arkan, manasında Resulüekrem Efendimizi görür. Kendisine “Evladım, bütün meşayıhlara saygılı ol, hepsine hürmet et, ancak Hasan Efendiyede intisab ol” der.
Atilla Arkan Hasan Burkay hazretleri ile birgün Bursa’ya davet edilir. Hatim yapılacak eve varılır. Kapı açılır ve dip taraftaki sedir üzerinde oturan üç kişi fark edilince Hasan Burkay hazretleri hemen el pençe vaziyet alarak kapı eşikliğine oturur. Sedirde oturan yaşlı zatlar, büyük Şeyh, Şeyh Şerafettin’in halifeleridir.
Hasan Burkay hazretlerine:
“Bizden küçüksün ama derecen büyük, ilmin ve muhabbetin bizden üstün, o halde eşikten kalkıp yerinize geçin” dendiğinde itiraz etmeden salonda yerini alır.
Atilla Arkan’dan bir hikâyecik:
Elleri bağlı bir meczubun başında görevli duran doktorlara şahit olan Beyazit-i Bestami hazretleri “Maneviyat hastalığına çare nedir” diye sorduğunda doktorlar cevap veremez.
Elleri bağlı meczup söz alır:
”Tövbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştırıp, gönül havuzunda dövmeli, insaf eleğinden geçirdikten sonra gözyaşı ile hamur edip, gönül ateşinde pişirmeli, içine muhabbet balı katarak gece ve gündüz kanaat kaşığı ile yemelidir”.
Maneviyat hastalığının en keskin ilacı budur demiştir. Beyazıt-i Bestami hazretleri ise tamamlayıcı mahiyette:
“Ehl-i irfanım deyip hiç kimseyi taan etmesen, Defter-i divan’dan söz gelir divaneden” der.
Hasan Burkay Hazretlerinin yayınlanmış kitaplarının isimlerini aşağıya alacak olursak:
İlk Meyve; Hüdaverdi Divanı; Meviza-i Hasene I ve II; Çocuklara Dini Bilgi; Muhtasar Adab-ı Vezaif; Hz. Muhammed’in(sav)Varisleri; Hac Rehberi; Örnekal Camiinden Hutbeler; Hacı Hasan Köyü Minberde Hutbeler; Risalet İncileri Hadis-i Şerifler; Zamanın İptilası Tütün; Adelet Burçları Şeyhülislam; Selamlaşmanın Fazileti; Cuma Namazının Fazileti: İslamda Ticaret; İcazetname; Evrad-ı Bahaiye; Hikmetli Fıkralar;Sahabe-i Kiramdan Sohbetler; Hüdaverdi Divanında İlahiler; Halk İlaçları, Şifalı Bitkilerin Hassaları; Ömer Bin Abduaziz’den Nasihatlar; Ehli Sünnetin Altı İmamı; Genişletilmiş Sahabe-i Kiramdan Sohbetler; Esma-ül Hüsna ve Hassaları; Genişletilmiş Risalet İncileri Hadis-i Şerifler; İman ve Ahlak; Mümin’in Miracı Namaz; Güzel İsimler; Sevenlerin Kaleminden Hasan Burkay;Evliliğe İlk Adım; Hakikatten Damlalar; Dakaikul Ahbar; Ali Usta (Şeyh Şerafettin); Fıkh-ı ve Tasavvuf-i Sorular ve Cevapları; Menakıb-ı Şerefiye I ve II; Ediyetül Varide; Hasan’ın Hayatı ve Görüşleri; Hüdaverdi İlmihali…
Son söz olarak yine Hasan Burkay hazretlerine müracaat edelim:
“Allahü Teâla Müslüman necip Türk milletine Hz. Muhammed’i güzel tanımak altmışüç yıllık yaşantısını incelemek, her hareketimizi mümkün mertebe ona benzetmek nasip etsin.
Yüzbinlerce maddi manevi faydaları olan bu düsturlar, zamanımızda daha güzel anlaşılmaktadır. İleride daha da güzel anlaşılacağı muhakkaktır. İslam her sahada hayat bahşeden yegane yaşanılacak bir nizam, kabul edilecek bir din, tatbik edilecek nurlu bir yoldur. Bu nedenle Hazreti Allah-“İnneddine indallahül İslam” yani “Allah katında din islamdır” buyurmuştur.
Mevla-i Müteal’den dini mübini islamın bin senedir bayraktarlığını yapmış olan yüce milletime her sahada olduğu gibi, bu sahada da yine büyük başarılar bahşetmesini, Resulullah Efendimizin ve yüce Ashabının şefaatlerini dua ve niyaz ederim.
Vesselamün alelmürselin, velhamdülillahirabbülalemin.



HACI AHMET KAYHAN

(Kızılköy - Mamak - Ankara)






Başkentin semasında bir yıldız gibi kayan Efendi hazretleri 1905 yılında Malatya’nın Pötürge ilçesi, Attarlar köyünde doğar. DSİ teşkilatından emekli olur. Bir asra yakın ömrünün yarıdan fazlasını Ankara’da geçirir. Aile efradı olarak da Ankara’yı mesken seçen Kayhan hazretleri, yaratılış kanunlarına uygun olarak geçirdiği koca bir ömrü, ölümsüzlüğe terkederek Mamak ilçesi Kayaş semti Kızılköy’e defnedilir.
Hayatının son dönemlerinde, kendisinin farkında oldum. Selçuk Özdağ beyle birden fazla Mamak’ta ki evine uğrayarak elini öpmek nasip oldu. Bizim zahiride el pençe divan durduğumuz zat-ı muhteremler’i, zat-ı devletlileri çocuk sever gibi bir şevkatla sıvazlayarak öğüt vermesi unutulacak gibi değildir.
Diğer Meşayıhlardan farkı, devletlilere yönelik tasarruf sahibi oluşudur. İsimlerini şuan zikretmemizde fayda olmayan, bilumum devletliler Hazrete gelir, saygılarını sunarak himmet isteğiyle ayrılırlar. Menderes merhumunun yolunda yürüyen rahmetli Turgut Özal, on beş günde bir, saat 23-24 sularında Hazretin evine gelir, çok geç vakte kadar baş başa sohbet ederek ayrıldığına şahit çok insan vardır.
Altmış ihtilalinin milli birlik komitesi üyelerinden Ahmet Er, Ankara’ya geldiği zaman, Cahit Ocakcıoğlu ise her daim dizinin dibinde Rahle-i tedriste yanmak veya pişmek yolunda merhale kat etmek için sabırla çalışır durur.
Kayhan hazretlerinin irşadcısı yine kendi adına çık benzer, Hacı Ahmet Kaya efendidir. Hacı Ahmet Kaya, Kadiri tarıkına mensup bir gönül eridir. Dolayısıyla Ahmet Kayhan 1960 yıllarına kadar Kadiridir. Bilahare Mevlevi ekolüne yakın mizaç sergiledikten sonra son halini “Ne Bektaşiyim, ne Hanefiyim, ne Şafiyim, ne Malikiyim, ne Hambeliyim, doğrudan on iki imamın salikiyim. Muhammet Ali’nin sevgilisiyim. Ali Aba’nın örtüsüyüm, on dört masumun matemiyim. İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin aşkı ile Ehl-i Beyt’in aşıkıyım” ifadesiyle kendi kendini ve tarıkını beyan eder.
Her mesayıhın mutlaka yolunun adı belirgin bir şekilde konduğu halde, Kayhan Hazretlerinin, yukarıda da beyan ettiği gibi bu konudaki belirsizliği iki şekilde yorumlanabilir.
İlki:
Batı Evliyalarının en büyüğü Bergama’lı Hasan Baba örneğinde görüldüğü gibi, Ehlibeyt sevgisini bütün tarıkların üstünde gören bir anlayışı dini bir siyaset gibi işleyerek, rezil siyasetin pençesinde iki dünyasınıda bedbah eden bir kesim Müslümanlara Ehl-i Beyt sevgisini samimi olarak işleyerek, bu yönde tasarruf kullanma eğilimi olabilir.
İkincisi ise:
Hakikaten tarıklar üstü bir uzlaşmanın oluşturulması, tıpkı Osmanlılar döneminde “Mecal-i Meşayıh” gibi zahiride postnişine oturacak olan şeyh hazretlerinin devlet tarafından atanmasında ki role benzer manevi bir üst tarık’mı dır?
Bize göre Ehl’i Beyt, Ali Beyt terminolojisinden hareketle İslama sarılmak isteyen Bektaşiliği rayına oturtma tasarrufu gerçeğe daha yakınmış gibi geliyor. Bergama’lı Hasan Baba’nın Bektaşi kesiminden çok büyük iltifatlar aldığı söyleniyor. Bergama’lı Hasan Baba, Ankara’dan Bergama’ya sürgün giden Mehmet Ertosun bey kendisini ziyaret ettiğinde:
“Evladım bizim Cumhurbaşkanımız, bizim Özal’ımız Ankara’dadır. O güzel insanın coğrafyasından gelen insanı biz ancak hürmetle karşılarız. Lütfen dönünce Sultanımızı ziyaret ederek, bizden de selam söyleyin” ifadesi karşısında Mehmet Ertosun bey “Ankara’da yaşadığım halde, Ankara’yı bilmiyormuşum, derya da bir ömür tüketen balığın, suyu bilmediği gibi, vay halime ki vay halime”diye kendi kendine mırıldanır.
Kayhan Hazretleri yazılı metinlerinin altına ‘dedeniz’ imzasını atmaktadır. Bergama’lı da ‘babadır’. Bektaşiliğin iki kolu, İzmir Narlıdere merkezli babalar, Hacı Bektaş ilçesinde dedeler organizeli bir şekilde bulunmaktadır.
Siyasi irade tarafından bir dönem baş tacı edilen Bektaşiliğin, bir başka dönem varlığına kast olayı, basit siyasetten uzak gerçek Bektaşi sofiliğinin gelişmesini engellemiştir.
Bu alanda çok büyük bir boşluk olmuştur. Bu boşluktan istifade eden haşereler, Müslümanlar arasına nifak sokarak, biribirlerini kırdırmayı amaç edinmişlerdir. Geçim sıkıntısını gidermek amacıyla oluşturulmuş “Dede-Baba” müesseseleri yerine, gerçek anlamda Bektaşi sofiliğinin, daha da ileri Ehl-i Beyt sofiliğinin tesisine bir ömür veren Kayhan dede ve Hasan babaların irşad anlayışını bu açıdan takdir etmemek mümkün mü?  Düşmanın mücadele alanı olan boşluğu doldurarak, bütün tasarruflarını bu yönde kullanmak, diğer tarıklardan en önemli farktır.
Mehmet Ertosunun anlattığına göre; Hasan baba ile beraber Kayhan Hazretlerine varıldığında, Hasan baba, huzura varır varmaz önüne çöker, başı hep yere bakar, sırtı sıvazlanır, bu arada Mehmet beye dönerek “Bana mı geldin, Hasan’a mı” sorusu iki üç defa tekrarlanır. Hepsinde de “Sana” efendim denir. Öyleyse hadi Cumaya denir ve gönderilir. Yolları mezarlığa düşer. Hasan Baba, Mehmet beyin yakınlarından karı koca iki kişiyi ziyaret eder. Medfun olmuş kişilerle konuşurken, Mehmet beyin gözündeki perde kalkar ve dünyadaki halleriyle beraber yakınlarını dünya gözüyle görür görmez, “Baba yapma” sözüyle beraber bir tarafa düşer. Ve bunca zaman geçer. Kayhan dedenin evinde çıkıldığı an ezan okunmaya iki dakika var. Mamak’tan Hacı Bayram’a kuş uçuşuyla en az on dakika sürer. Giderken uğranılan asri mezarlık da çabası...
Mehmet Bey diyor ki:
“Hacı Bayram Camiisine vardık, bir müddet sonra ezan okundu” zamanın durması veya durdurulması, akıl bu işi gelsin de çözsün...
Ahmet Kayhan dede, dünya da meydana gelen olumsuz gidişatlara da kaygısız kalmadığını gösteren girişimleri olmuştur. Bir Irak-Kuveyt anlaşmazlığında birleşmiş milletlere mensup devlet reislerine yönelik internet aracılığı ile, hem de kendi dilleriyle gönderdiği mesajlar ve cevapları, Kayhan dedenin dostlarının kitaplığınnda mevcuttur. Savaştan bir gün önce gönderilen mesaj da Saddam için kullanılan kelimeler bir gün sonra Clinton tarafından bütün dünya iletişim merkezlerine aynen geçmiştir.
Şair Tevfik Fikret meşhur şiirinde; “Vatanım bütün coğrafya, milletim bütün beşer” ifadesini kullanır. Rahatsızlık veren görüşünün zirvesi bu beyitle şekillenir. Millilikten evrenselliğe ulaşmak her zaman mümkün olmadığı için, Tevfik Fikret çok eleştirilmiştir.
Tevfik Fikret, belki de farkında olmadan, tasavvufi bir boyutla, insanlığın topyekün sıhhat ve selameti için çalışmıştır. Şovenist milliliğin, evrensellikle, barışla, sevgiyle yok olması gereği için mücadele etmiş olmalıdır.
Ahmet Dede ve diğer bir kısım Meşayıhların temsil ettiği inanç sistemi; milli sınırları aşarak bütün insanlığın hayrına olan evrensel değerlerin tesiri, insanlığın hayrına olmayan ateizm, ahlaksızlık ve savaş gibi afetlere karşı önlem alıcı tedbirlerin oluşturulması yönünde mücadele emri vermektedir.
Ahmet Kayhan Dede, bunun farkında olarak insanlığın kendi kendini yok edebilecek kitle imha silahlarının yeryüzünden tamamen kaldırılarak imha edilmesi yönünde dünya liderlerini sürekli uyarır. Dikkate alınır veya alınmaz, ama o Hz.Adem’le başlayan, insanlığın ikinci atası Hz.Nuh’la devam eden sürecin, üçüncüsünün yaşanmaması için, gelin kendi kıyametimizi hazırlamayalım demektedir.
Ahmet Dede’nin, bütün dünya liderlerine insanlığın kaygılarını giderici “barışa davet” telkinlerini, modern teknoloji aracılığla sürekli iletmektedir. Bu anlayış sofi Müslümanlığın temel espirisidir.
Her Meşayıh gibi Kayhan Dede de, ilim ve irfan sahibidir. Eşyanın yaratılış sırrının çözümü için, senelerce lâboratuarlarda verilen savaş neticesinde alınan kıymetli mesafeyi, bir anda alabilecek ilim ve irfandan bahsediyoruz. Hazretin bilinen eğitim ocaklarının hiç birinde diploması yoktur. Yani ilkokul mezunu bile değil. Ama yazımızın sonuna orjinalliğini bozmadan koyduğumuz, din temonolijisine ait bazı terimlerin izahatındaki derinlik, insanın beynini allak bullak etmektedir. İlm-i ledun, Gayb-Rical özellikle de Tayyi Mekân adındaki makalenin vukufu kendi sırrını ifşa etmektedir. Kuantum fiziğinden tutunuz da, Heyisberk’in atom teorisine kadar, insan aklının asırlarca uğraşarak ulaştığı noktaya, ilk mektep diploması olmayan birinin ‘ledun ilmi’ sayesinde bir anda kavraması...
Ahmet Kayhan Dede kendi ifadesiyle:
“İrfan okulunun sırır nedir? Cevaben, irfan okulunun sırrı, tevhit sırrıdır. Tevhit sırrını aramanın yolu ilimdir. Gerek maddi olsun, gerekse manevi olsun her şey ilimle olur. İlim ise, irfan ile kaimdir. Gerçek ilim sahibi, aynı zamanda gerçek irfanın da sahibidir. En güzeli de budur. Yani ilimle, irfanın bir arada olması” demektedir.
1998 tarihinde mübarek vücudunun defnedildiği Kızılköy’de ziyaretine gidip dua ettikten sonra, sandukanın karşısında asılı bir yazıya gözüm ilişti. Yazıyı okuduktan sonra yanlış yapmanın telaşı ile insan ebedi alemde olan birinin huzurunda iken bile kendine gelmesi ve doğru yolda sağlıklı mesafe katetmesi için halen irşada devam ettiğini anlıyor.
Yazıda şöyle diyor Ahmet Dede:
“Ey Adem oğlu, ey insanlar... Bizler hüvel baki “ Hay”ız, ölmeyiz. Bizlere dua etmeyin. Kendinize acıyın. Fatihayı bizden bekleyin. “Hay” olan ölmez. Ölen beşerdir. Beşer fani, Allah bakidir. Ölen sensin, çünkü dirilmedin. Ölü olan sensin. Fatihayı Şerifi asıl sana okumalı”...
Derinliği olan bu ifadeler bilinen uyarmalardan veya öğütlerden çok farklıdır.
Ahmet dede, emr-i hak gelmeden önce, defnedileceği yeri hep arar. Yakın dostları da bu konuda seferber olmuştur. Bir türlü koca Ankara’da uygun bir yer bulamazlar. Dostlarından Mehmet Ertosun beyin de içinde bulunduğu bir araba, şu anki yerden seyrederken, çamura saplanır. Uzun zaman çok uğraştıkları halde arabayı çıkartmaya muvaffak olamazlar. Şöyle biraz dinlenelim diyerek, hemen kenarda bulunan tümseğin üzerine çıkarlar. Etrafa bir göz atım bakış sonunda hep bir ağızdan “Bulduk” derler.
Köyde bir meczup “Burayı size vermezler buranın sahibi var” derse de, dostlar arabayı çıkartarak Mamak’ta Ahmet Dedeyi yıldırım hızıyla bölgeye getirirler. Kendisine meczup anlatılır.
“Doğrudur, buranın sahipleri var, müsaadelerini alalım. Diyerek yanındaki kabristanlığa yönelir. Ve tamamdır dostlar, müsaade verildi, makamımız bundan böyle burasıdır” der.
Kızıl köye uçar...
Ardında binlerce dostlarıyla beraber, yüzlerce makale ve risale türünde küçük kitapçıklar ile İrfan Okulunda Oku, Âdem ve Âlem, Aradığımı Buldum, ilahi Aşk Kaynağı, Ruh ve Beden adında hacımlı eserlerle beraber aşağıdaki tavsiyelerini bırakmıştır.

Evlatlarım!

Çeşitli vesilelerle sizlerle tanıştım. Bazılarınız beni, yazdığım kitapları okuyarak, bazılarınız da eşinden dostundan duyarak tanıdı. Hatta bir kısmınız da, Allah’ın takdiriyle rüyasında görerek bulduğunu ifade etti. Her ne olursa olsun. Sonuçta, takdir-i ilahi tanışmamızı istediği için tanışıp görüşmüş bulunuyoruz.
Hak yolunda edinebildiğim manevi tecrübe ve ilahi ilimler doğrultusunda hiçbir menfaat beklemeden sizlere faydalı olmaya gayret gösterdim. Sizlerden bazılarının, yetenekleri ölçüsünde, bizim eserlerimizi okuyarak, manevi olgunlaşma yolunda oldukça önemli adımlar attığını görmek, beni ziyadesiyle sevindirmiştir.
Hiç ayrım yapmadan tüm insanlara Allah rızası için hizmet etmek; sevgi, kardeşlik ve barış yolunda ülkemize faydalı, inançlı insanlar yetiştirmek gayesi, yazdığımız kitap ve bültenlerde açıkça görülmektedir. Dilerim, bu ülkedeki her fert bu şuur ve idrak etrafında birleşmek suretiyle, şu cennet vatanımızın birlik ve beraberliğine bir nebze olsun katkıda bulunmuş olur.
Ben, kitaplarımı okuyan, tavsiyelerimi dinleyen herkesi gönülden seven, onların maddi-manevi insanlık yolunda gelişmesi için elinden geleni esirgemeyen bir Dedeniz’im. Bana yakın olan kimseler, beni dinleyen, tavsiyelerimi tutan, Allah için sevdiklerimi en çok sevendir. Onlar benim fikir bahçemin yeni açan gonca gülleridir. Onlar beni Allah için sevdiler. Ben de onları Allah için çok sevdim. Allah için yetiştirdim. Allah sağlık, sıhat verdiği sürece yetiştirmeye devam edeceğim.

Yavrularım!

Sizler Beni seviyorsanız, başkalarının da Allah ve Resulünü çok sevmesine sebep olun. Bilerek veya bilmeden Hakk’ı seveni, Hak’tan uzaklaştırmayın. Kıskançlık tuzaklarına düşerek fitneye sebep olmayın. Bunu her kim yaparsa beni çok incitmiş olur. Her konuda kusuru önce kendinizde arayın. Başkalarının kusur ve açıklarını arayarak kendinizi tatmine kalkışmayın.
İslam’ın beş imanın altı şartını yerine getirerek Resulullah’ın sünnetlerine sıkıca bağlanın. Allah’ın emirlerine hassasiyetle uyarak, yasaklarından titizlikle uzaklaşın. İnandığınız gibi yaşayın, yaşadığınız gibi inanmaya kalkmayın. Bu dini kendi aklınıza göre yorumlayıp, onu tahrif etmeyin. İslam dini bir bütündür. Noksansız tamamlanmıştır. Reform ile düzeltmeye ihtiyacı yoktur.
Anne ve babalarınıza iyi davranın. Büyüklerinize saygılı olun. Devletinize, demokrasiye ve insan haklarına yürekten bağlanın. Kanun ve nizamlara uyun. Gençlere sahip çıkıp, doğru yolda yetişmelerine yardımcı olun.
İmanınızı güçlendirin. İşinizde başarılı olun. Eşinizle iyi geçinin. Çocuklarınıza şefkatli davranıp onları vatana, millete faydalı olacak şekilde yetiştirin.
Nefsinizi şefkat ve menfaatin esaretinden kurtarıp, ruhun kutsal hâkimiyetine sokarak, Rabbiniz den gelen faydalı ilhamlara gönül kulağınızı açık tutun. Edep insanın ziynetidir. Edepli olun. Herkese anlayışla davranıp gönül kırmayın.
Dertlilerin derdine ortak olup hasta ve yoksullara yardım edin. Acizlere sahip çıkın. Vakıflar ve yardım dernekleri kurarak topluma faydalı olun.
Çevrenizi temiz tutup, güzel kullanıp kirletmeyin. Toplu alanlarda, ibadethanelerde başkalarını rahatsız etmeyin. Yüksek sesle konuşup etrafınızdakilerin huzurunu kaçırmayın.
Büyücülük ve üfürükcülük safsata olaylara itibar ederek bu işle uğraşanlardan medet ummayın. Hastaları doktorlara emanet edip, yalnız Allah’tan şifa dileyin. Canı gönülden yapılan duanın gücüne içtenlikle inanın. Her türlü kazadan, beladan, Yaratan’ınıza sığının.
Allah hepinizden razı olsun.
Hepiniz, tümden Allah’a emanet olun.

Vesselamün alelmürselin, velhamdülillahirabbülalemin.



Dr. HALUK NURBAKİ

(Ankara)






Haluk Nurbaki hoca 1924 yılında Nevşehir’de dünyaya geldi. İlk ve orta öğretimini Afyon’da tamamladı. Üniversiteye İstanbul’da başlayarak Ankara’da tamamladı ve doktor oldu. Bu güzelim şehir İstanbul’da tahsil hayatını sürdürürken Nur-u Osmaniye Camisinde görev yapan bilge kişilerden hadis dersi aldı. Sultan-uş Şuara Üstad Necip Fazıl ile diyalogu büyük doğu mecmuası çatısı altında devam etti. Hatta bu cemiyetin genel sekreteri oldu.
Yurdun çeşitli yerlerinde hükümet tabipliği yaptı. Ömrü boyunca başkalarının göremediklerini görmeye çalıştı. Pek çok gönül erleri, mana devleri meczup görünümündeki insanlarla karşılaştı.
Cemiyetçilik hayatının yanında gönül sultanlığı olma yönünde gayret etti. Cemiyetçiliği, onu 1961-1965 yılları arası Afyon milletvekili olarak TBMM’ne girmesini sağladı. Vekillikten sonra tekrar tabipliğe devam etti. Onkoloji alanında yüzlerce hastaya şifa verdi. Ankara’nın en büyük hastahanelerinde kanser doktoru olarak görevlerde bulundu. Hiç kimsenim kendisi hakkında ne dedikleri ve ne diyecekleri umurunda olmadan irşad görevine devam etti. Hatta mesai saati dışında Numune Camisinde vaaz vererek, hastahane ve özel kliniğinde mana sohbetlerinde bulundu.
Cumhuriyet dönemi âlimleri arasında çok özel bir öneme haiz olan Dr. Nurbaki için iyi bir bilim adamı diyebiliriz. Onun ortaya koyduğu eserlere şöyle bir bakılacak olunursa bu ifadenin doğruluğuna en büyük delil teşkil ettiği görülür.
Dr. Nurbaki eserlerinde ruh ve vücut terbiyesinde olduğu gibi olması gereken mana-madde terkibini en çarpıcı metotla işleyen ilim sahibi idi. İlim-din çatışmasını, ilim-din terkibi veya dayanışması mı, suallerine cevap vermekten bir ömür tüketti.
Fen ilmiyle iştigal edenlerin, ilimlerini mana süzgecinden geçirmeden, hayata geçirmelerini tek kanatlı kuşa benzeten Dr. Nurbaki, hayatın iki boyutunun dengeli terkibiyle, seyr-ü sülükunu tamamlama cihetiyle çalışıp durmuştur. Ortaya koyduğu onlarca kitapları onun en büyük kerametleri sayılabilir. Kendisi son derece mütevazı bir gönül adamıdır. Ömür boyu yılmaz bilmeyen bir azim ve vecd ile gerçek bir mücahit özelliği…
2 Haziran 1997 tarihinde İstanbul’da ölen Dr. Nurbaki mebusluğunu yaptığı ilin topraklarına defnedilmiştir.
Dr. Nurbaki yetmiş üç yıllık ömrünün çok büyük bölümünü, irşad, ömrünün ise hemen hemen tamamını Ankara’mızda geçirdiği için, kendisini Ankara’mız Sultanlarından kabul etmek bizim için bir borçtur.
Cesedi çok sevdiği Anadolu’nun hangi toprağında olursa olsun, bu toprağın insanına Ankara’dan seslenmiş, öncelikle Ankara’lılara ulaşmış manevi vücudu hep Ankara’nın semalarında, Ankara’nın kültür mahfillerinde, tasavvuf ve ilm-i ledün verilen alınan yerlerde hep beraber yaşamaktadır. Hangi kitapçıya varılırsa, Dr. Nurbaki’nin ölümsüz eserlerini oradan bulabilirsiniz.
Son dönemlerini İstanbul “İslam Annelerini ve Yücelerini” anlatarak geçirdi. İlk yazısı yirmiyedi yaşında İslamın Nuru isimli dergide yayınlandı. İlk kitabı olan İlk Nur’u ise yirmisekiz yaşında yazdı. Devamla, çeşitli dergilerde, gazetelerde yazılar yazdı, tebliğler sundu. Konferanslar, paneller, açık oturumlar, sohbetler hayatının vazgeçilmez mecburiyetleri oldu. Radyo ve televizyonlardaki konuşmaları, son güne kadar sürdü.
Hep “Efendimiz”diye hitap ederdi.
Bu konuda “Dikkat ediniz, bir kişi çıkarda ben Efendimize aşığım derse, ne kadar infak ediyorsun, neyini verdin Allah rızası için” diye sorun derdi. Efendimiz Hz. Ebubekir ve diğer sahabelerin samimiyetlerinin ölçüsü infaktır. Hiç çaresi yok, vereceksiniz. İnfakı yapamayanların Efendimize karşı sevgisi sahtedir.
“Levlaka levlak lema halektül eflak” sen olmasaydın habibim eflakı yaratmazdım, emri mucibindeki sırrı anlayanlar nasıl ona karşı sahteciliği tercih edebilirler, demektedir.
Dr. Nurbaki hoca, klasik din âlimlerinin bilinen yöntemlerinin dışında, kendine has modern tekniği ile modern bilimin dini saf dışı bırakacak bir yol haline çekmek isteyenlerin karşısına, nurdan bir kale gibi duruyor, hemen her alanda o yalancı ve ateist ağızları susturuyordu.
Öyle ki kanser’den, atoma, şiirden kara deliklere, musikiden hat ve minyatür sanata, mimariden fizik kanunlarına kadar, hemen her alanda irşad ederek bilgiye dolu dolu sahip olduğu aşikârdı.
Kısacası Dr. Nurbaki, ilimle imanı kaynaştıran süper bir insan. Efendimize ve onun Ehl-i Beytine sevgi ile dopdolu bir kalbi vardı.
Afyon’da tabip iken, halk arasında “Helva Yiyen Adam” olarak bilinen bir meczup görünüşlü kişi ile akşamları gönül sohbetleri ederdi. Helva Yiyen Adam, gündüzleri çocuklara hep helva ve benzeri yiyecekler vererek, onları önceleri kendine bağlar. Ara sıra da çok istemelerine rağmen vermezmiş. Çocuklar da kızdıkları için taş yağmuruna tutarak, onu kovalarmış. Akşamları nöbetçi eczanelerde ağırbaşlı ve vakur bir görünümde sohbetler eder, nasipli insanları irşad edermiş. Dr. Nurbaki Hoca da hep sohbetlerinde olur ve ondan istifade edermiş. Tabi çocuklara neden kendini taşlatarak kan revan içinde kaldığının cevabını bilmesine rağmen sorarmış.
Helva Yiyen Adam:
“Doktor onu da sen bul” diyerek, Taif’te Efendimizin taşlandığı olayı hatırlatır bir yüz hatları oluştururmuş.
Dr. Nurbaki’yi irşad eden murşidi Faik Saraç’tır. Kadiridir. Ali Septi  kanalıyla büyük mutasavvıf Mevlana Halid-i Bağdadi’ye dayanır.
Yıllar önce Dr. Nurbaki’yi Murşidi Faik Saraç efendi, Sümbül Efendi dergâhının bahçesindeki bağrı yanık çınar ağacının yanına götürerek İstanbul’un en önemli sırrının keşfedilmesini sağlar. Sırrın başlangıcı Kerbelaya dayanır. Hz. Hüseyin efendimizin kızları Fatıma ve Zeynep Sakine Sultanlar’ın bir şekilde Bizans hükümdarına cariye olarak verilmesine sebep olan Yezit, farkına varmadan şerden hayır çıkmasına vesile olur.
Efendimizin torunları olan bu iki Sultan Bizans kralının haremine girmeden, adet gereği bir ay müsaade edilerek, bu zaman zarfında Hıristiyanlık telkin edilmesi emri verilir. Bu zaman zarfında iki Sultan sürekli ibadet ve taatta bulunurlar. Kendilerinin korunmasını Yaradan’dan talep ederler. Bu arada kralın kızı Katerina bu Sultanların etkisinde kalarak din değiştirir. Adını bile ‘Sarı Sıddıka’ olarak değiştirir. Vakit gelince görevliler Sultanların odasına girerler ki, onların Kral kızı ile beraber ruhlarını teslim ettiklerini görürler.
Faik Saraç efendi Dr. Nurbaki Hocaya bu hikâyeyi anlatır. İşte “bu çınar onun için bağrı yanık” der. Böylece Sultanların Kerbela’da başlayan çilesi İstanbul’da son bulur. Mezarlarını Sümbül efendi bulur. Kendisi de vasiyeti gereği bu Evlad-ı Resulün ayak uçlarına gömülür.
Dr. Nurbaki Hoca her İstanbul’a vardığın da Evlad-ı Resul’ün kabirlerini ziyaretle onların manevi ışınlarından istifade eder.
1980, 12 Eylül ihtilali öncesi, yeryüzü Marksist cereyanlarla çalkalanıyordu. ABD’de dahi bu yalancı cennete inanan bir yığın çevreler oluşmuştu. Her milli devletlerde, mutlaka baskı altına alınmış küçük kimlikte insan toplulukları vardı. Bu insan topluluklarının yasasıdır Marksizim. Mikro milliyetciliklerin, makro seviyeye çıkmasını Marksizim çok iyi işlemiştir. Mevcut sistemlerin değişmesi pekçok yerde imkânsız gözükse de, sosyolojik olarak toplumları huzursuz etmek, bu yolla vahşi kapitalizmin gelişmesini sağlamaya yaramaktan başka fazla bir işe yaramayan sosyalist hareketlerin çok iyi sunulduğu dönemlerde;   Dr. Nurbaki, bir şekilde tanıştığı ABD Büyükelçisine, Türkiye’de Ülkü Ocakları’nın teşkilatlanması ve bu harekatın doğal lideri Alpaslan Türkeş konusunda objektif yaklaşım sergilenmesi yönünde aylarca çok uğraşır. Ülkü Ocaklarındaki gençlerin milli bakiye için Marksizim önünde nasıl en büyük engel teşkil ettikleri hususunu, onların mücadelelerinin kuru bir ırkçılık mücadelesi olmadığını, faşizim nazizm gibi üstün ırk nazariyelerine saplanmadıklarını, mücadelelerindeki merkez fikrin, Marksizmin, beynelmilel emperyalizm anlayışı karşısında milli harsların canlı tutularak, insan fıtratına uyum sağlamayan anlayışları retdedmek esasına dayanan bir hareket olduğuna inandırır.
12 Eylül arafesinde Türkiye’deki fikir hareketleri ve Marksizm konulu araştırma yapan ABD’nin Türkiye büyük elçisini bu şekilde ikna eden Dr. Nurbaki Hoca büyük elçinin “O halde sayın Türkeş’i destekleyerek iktidar yapalım” ifadesini merhum Türkeş’e aktarır. Ve ilaveten ABD’ye gidilerek kongre üyelerinden bazılarının da, büyükelçilerinin vereceği rapor doğrultusunda ikna edilmesi fikrini ısrarla savunur. Bu fikir merhum Türkeş’de heyecan uyandırır. Ama “Nasıl gidelim paramız yok Haluk” der. Merhum Nurbaki hoca biz tarihi kararlaştıralım, işin finans yönünü Kemal Hortum’a havale ederiz der. Ve sayın Hortum zengin bir iş adamı sıfatıyla gerekeni yapar. Hareket tarihi 12 Eylül 1980 olup, bilet iki adettir. Basından da gizli olarak gerçekleştirilecek olan yoculuğun belirlenen ismi Dr. Nurbaki ve Alpaslan Türkeş’tir. Yolculuğun biletleri Dr. Nurbaki’ye bizzat ulaştırılır. O gün gelir ve ihtilal...
MHP Genel merkezi basılır ve genel merkez odası açılır. Sümenin üzerinde 12 Eylülde Dr.Nurbaki ile seyahat edilecek notunu, baskın yapan bir yetkili zuladan cebine koyar. Kendisini yakinen tanıdığı, anasını ve aile efradından birilerini kanser tedavisiyle şifa bulduran Dr. Nurbaki hocaya iki üç ay sonra gelerek, o notu önüne kor. Aksi halde idamlıkla yargılanmaktan kurtulamayacaktı.
Sene 1980 sıraları…
Rahmetli Özal’ın teşkilatlandırmadan sorumlu bir adamı kanalıyla, Dr.Nurbaki’ye “Milletvekilliği seçilmesi halinde sağlık bakanı adayımdır” haberi üzerine, Dr. Nurbaki Hoca, manasında büyük bir stadyumda, sdatyumu dolduran insanlara kendisinin bile konuşma esnasında öğrendiği birtakım bilgiler içeren konuşma yapar. Elhak, kimse dinlemez. Herkes kendi âleminde, hiç kimse konuşmacıyı dikkate almaz.
Bu arada o insanlar gider, kefen içinde binlerce insan zuhur eder. Kefenden başlarını çıkararak, aynı hatibi can kulağı ile pürdikkat dinler.
Nurbaki hoca, sabah olunca, hemen İstanbul’da ikamet eden Faruk Saraç üstadına koşar. Rüyasını anlatmadan, FarukSaraç, “Doktor sana bundan böyle siyaset yok, sen bir kenarda şef vs. gibi ufak görevde kalarak hizmete devam etmelisin” der.
Bu senaryodan sonra Dr. Nurbaki Hoca ebedi istirahatgahına gideceği tarihe kadar, ilim ve tasavvufi çalışmalarına devam etmiştir.
Dr. Nurbaki’nin manevi ustası, Faruk Saraç’tır. Faruk Saraç aslen Elazığ’lı olan Ali Septi hazretlerinin yolunun yolcusu, kalp gözü açık bir güzel insandır. Ali Septi, Aslen Diyarbakır’lı olup, Seyyit’dir. Kabri Elezığ, Palu ilçesi, Murat suyu kenarın da bir tepe üzerinde dir. Ali Septi, Mevlana Hald-i Bağdadi’nin kardeşi, Muhammet Sahip’in irşad ve telkinleriyle olgunlaştı. Kendisine bu kolda icazetname verilen Anadolu evliyalarındandır.
Dr. Nurbaki Hocanın, milli ve manevi dinamikler doğrultusunda yazdığı, yorumladığı yaklaşık yirmi beşin üzerinde kitabının yanında, önceden belirttiğimiz gibi yüzlerce röportaj, radyo ve televizyon konuşmaları ve makaleleri yayınlanmıştır.
Bunları aşağıya alarak kendisine minnet ve şükranlarımızı maneviyatında tebliğ ediyoruz.
Sonsuz Nur; İlk Nur; Kutsal Mücadele; Evrendeki Mucize; Kur’an Mucizesi; İnsan Bilinmezi; Fatihanın Kırk Yorumu; Gönül Penceresinde Fahri Kainat Efendimiz; Gönüllerde Sema; Anadolu Mucizesi; Nurdan Anneler; İmanla Gelen İlim I-II; Yusuf Suresi Yorumu; Namaz Sureleri Yorumu; Amme Cüzü Yorumu; Bakara Suresi Yorumu I-II; Sure-i Teksir’in Yorumu; Kur’an’ın Matematik Sırları; Yüce İslam Büyükleri; Veliler Deryasında Katreler; Nur Dolu Geceler; Radyasyon ve AİDS; Kanser; Bilim Açısından İmanın Altı Şartı; Peygamber Çizgisinde Yaşamak; Kur’an’ı Kerimde Ayetler ve İlmi Gerçekler.

Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbil âlemin.

Dini termonolojideTasvvufi Deyimler:
Gönül erlerinin isimleriyle beraber telaffuz edilen birden çok kelime ve deyim vardır ki, ihtiva ettiği anlamları yazıya dökmek çoğu zaman mümkün değildir. Ancak erbabına sorulursa bilinir. Bu sırlı kelimeler tasavvufu açıklayan teknik ifadelerdir. Hal ehlinin çoğu, yaşadıkları sırrı ifşa etmezler, onu yaşarlar.
Bu kelime ve deyimlerin başında gelen, gönül erleri veya ışık insanların hallerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, esrarengizliğin bazılarını erbabının kaleminde ortaya koymayı uygun bulduk. Değişik yorumlarla değişik bilgilere ulaşılabilir. Ancak herkesin anlayacağı sadelik ve akıcılık bunlardan “İlm-i Ledun, Vahdet-i Vücut, Murşit, Tayyi Mekân, Tayyi Zaman, Gayb-Rical, Abdal ve Budela” gibi deyim ve kelimeler, İslam ve Evliyalar ansiklopedisinden, felsefi doktrinler sözlüğü ve İrfan okulu isimli kitaplardan orjinalliğine değinilmeden açıklamayı meraklıları açısından yerin de gördük.
GAYB:
Bu konu da İslam ansiklopedisin de kısaca şöyle denilmektedir. “Kur’an-ı Kerim’de mümünlerin özelliklerini anlatırken “Gayb’a inananlar” görmedikleri halde Rab’lerine gönülden saygı gösterenler, gibi ifadeler bulunmaktadır. Kur’an’da Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili ayetler, fizik âleme ait maddi yönüne, ona ruh üflendi ifadesini eden ayetlerde Gayb âlemine ait yönüne dikkat çekerek, insanı gayb ve şahadetin birleşimi olarak göstermektedir. Kur’an’da insanla sürekli ilişki halinde olduğu belirtilen ikinci gaybi varlık meleklerdir. Melekler her an insanın yanında yanı başında onların yaptıklarını kaydetmektedir. İnananlara mağfiret dilemekte ve nihayet günü gelince ruhlarını gabzetmektedir. Üçüncü gaybi varlık Şeytan ve Cindir. Şeytan insana vesvese vererek Meleklerin aksine kişiyi olumsuz yönde etkilemektedir.”
Kur’an ın gaybı telakkisi insanın dünya hayatı ve ahlak anlayışıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu dünyada yapılan her işin gaybi âlemin bir bölümünü oluşturan Ahiret ile çok yakın münasebetleri vardır. Mümin, Ahiret sorumluluğuna veya gaybi murakabeye inanır, davranışlarını da buna göre düzenlerse İslam’ın ön gördüğü ahlaki seviyeye ulaşır.
GAYB-I RİCAL:
Ahmet Kayhan hazretleri, ‘İrfan Okulunda Oku’ isimli eserinde bu konuyu uzun ve akıcı bir üslupla incelemektedir.
Şeyh Alaüddevle Semnaniden devamla:
Gayb’da üç zümre müşahede ettim. Gönlüm onlara meyletti. Selam verdim. En güzel şekilde cevap verdiler ve en güzel şekilde  “Merhaba” dediler. Sözlerinin güzelliğini, hallerinin sıhhatini çok beğendim. Onların mensubiyetlerini araştırdım. Dediler ki: “Biz sufileriz. Yedi tabakamız vardır: Talipler tabakası, müritler tabakası, salikler, sairler, tairler, vasıllar tabakası. Yedincisi kutub’dur ki, her zamanda birtane bulunur. Onun kalbi Muhammed’in(sav) kalbi üzeredir. Abdal’lar kutbunun kalbi de İsrafil’in kalbi üzeredir. Aynı şekilde gökte de güney kutbu ve kuzey kutbu olmak üzere iki kutup vardır. Güney kutbuna en yakın yıldız ‘Süheyl yıldızı’dır. Kuzey kutbuna en yakın yıldız da ‘Kutup yıldızı’dır. Allah aynı şekilde yeryüzünde de iki kutup koşmuştur. Her birine de mertebeleri yakın etmiştir. İrşad kutbunun mertebesi Süheyl yıldızı’nın mertebesi dir. Işığı ve faydası bakımından en büyük yıldız budur. Abdal’lar kutbunun mertebesi de kutup yıldızının mertebesidir. Bu da insanların çoğunun gözlerinden gizlidir.
Abdal’lar üç yüz altmış kadardır.
Bunların eşleri, çocukları, geçimleri malları, mülkleri vardır.
Hazreti Peygamber’den rivayet edilen bir sahih hadiste:
Hiçbir Peygambere bana edildiği kadar eza edilmemiştir, buyurmuşlardır. İnsanlar Peygambere ettikleri gibi, bunlara da hased ederler, eza ederler. Bunlar halkı Hak’a çağırma hususunda Peygamberlerin halifeleridirler. Bunları hiçbir kimse hakkıyla tanıyamaz. Ancak kalplerini Allah’ın nurlandırdığı kimseler tanırlar. Bunlar “El Mürid” isminin delaletiyle bilirler. O bunların basiret gözünü aydınlatıcı nur ile tanır. Onlar kendi kubbeleri, yani örtüleri altındadırlar. Bunlardan her birinin insanlık gereği olan şeylerden kubbeleri vardır ki, bu suretle yabancıların gözlerinden gizlenirler. Kim irşad kutbunu ve halifesini bilirse, müritler zümresine dâhil olur.
Abdal’larin altı tabakası vardır. Nebi Sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisinde buyurulduğu gibi:
Allah’ın üç yüzleri vardır ki, kalbleri Âdem Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir.
Kırkları vardır ki, kalbleri Musa Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir.
Yedileri vardır ki, kalbleri İbrahim Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir.
Üçleri vardır ki, kalbleri Mikail Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir.
Bir’leri vardır ki, kalbleri İsrafil Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir.
Bir’ler öldüğü zaman Allah Üçler’den birini onun yerine koyar.
Üçler’den biri öldüğü zaman Allah onun yerine Beşler’den birini, Beşler’den biri öldüğü vakit Yediler’den birini, Yediler’den biri öldüğü vakit Kırklar’dan birini, Kırklar’dan bir öldüğü vakit de Üç yüzler’den birini onun yerine getirir.
Üçyüzler’den biri öldüğü vakit Allah kulların’dan birini onun yerine koyar. Allah bir çok belaları onlar hürmetine bu Ümmetten kaldırır.
Biz bunların varlığına, mertebelerine, tabakalarına, yakinen inanırız. Onların ‘Tayyi mekân’ su üzerinde yürümek, uzun mesafeli denizlerden köprüsüz ve gemisiz aşıp geçmek, insanların gözlerinden gizlenmek, dar ve dolu yerde bedenleri başkalarının bedenlerine dokunmamak şartıyla toplamak gibi kerametlerini gördük. Bunların hiçbir kimseye zulmü asla görülmemiştir. Mecliste Kur’an’ı yüksek sesle okurlarken sesleri duyulmamış, gök ehli arasında şiir söylerken, zikrederken, ağlarken görülmemişlerdir. Bunlar çirkini temize çevirmişler, muhtaçları her zaman kendilerine tercih etmişler, kendileri için sarf etmekten şiddetle sakınmışlardır. Onları yeme, içme, giyinme, traş olma, ahlak, edep, arkadaşlık hususlarında siretleri (yani tuttukları yol), sufilerin siretleri gibidir. Bana göre, sufiler, bu siretlerini bunlardan almışlardır. Bunlar, dünyada insanların sakin oldukları ve dörtte bir miktarda olan yerler içinde beldeleri dolaşırlar.
Bunlar senede iki defa toplanırlar. Biri Araf’ta, diğeri Recep ayında. Recep’deki toplantıyı nerede emrolunursa orada yaparlar. Onların insanlar arasında büdelası (Abdal’ları) vardır. Onlar onları tanırlar, fakat Büdela onları tanımaz.
Hazreti Peygamber zamanında, Hilal Büdelası Seba’da yedi Abdal’dan idi. Onu hakiki vechesiyle kimse tanımazdı. Ancak Müslümanlardan her zamanda bir kişi tanır. Bu “bir” olursa Allah’ın emriyle diğer “bir”le sohbet ederler. Ashabı kiram ile Hazreti Peygamber arasında ki bu “bir”, Huzeyfe bin Yeman(ra) idi ki Hazreti Peygamberin onlara selamı, onun vasıtasıyla ulaşırdı. Ashabı kiram, Resulullah huzurunda toplanırlar, hep beraber namaz kılarlar ve dinin esaslarını öğrenirlerdi. Fakat onların herbirinin kim ve ne olduklarını Huzeyfe’den başka kimse bilmezdi. Huzeyfe(ra) Ashabı kiram arasında “Resulullah’ın sır dostu” diye bilinirdi. Bunlar Peygamberlere uyarak, şeriatlarına sarılıp iki şehadet kelimesini ikrar ile memurdurlar.
Hazreti Peygamber zamanındaki kutup İslam el- Karani idi ki, Üveys El Karani’nin amcasıdır. Nebi Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında “Allah” ismi celali ile tahsisi olunan Ulûhiyet tecellisinin özel mazharı idi. Üveys el – Karani de Rahman tecellisinin özel mazharı idi. Bu sebeble Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
·         Şüphesiz ki ben Rahman’ın nefesini Yemen taraflarından duyuyordum, buyurmuşlardır. Allah onu vefat ettirdiği zaman namazını İbni Ata el Garki kıldırmıştır. Gark, Mekke ile Yemen arasındaki bir kasabanın ismidir.
Kutuplar,  insanlık husunda bizim gibidirler. Yerler, içerler hasta olurlar, tedavi olurlar, nikâhlanırlar. Bunlar Abdal tabakasına girmeden evvelki halleridir. Çocukları, evleri, malları, mülkler vardır. Fakat halk zemininden çıkıp Abdal dairesine girdikten sonra, terk ettikleri bu şeylere artık dönmezler. Bu gibi şeylerde tasarruf etmezler. Kadınları ve çocukları ile konuşmayı terk ederler. Fakat onları gayet iyi bilirler ve nikâh sünnetine riayete son derece özen gösteririler. Kendi dairelerine bir bekâr girse, bir hafta içinde evlenmesini temin ederler. Genç helalliğinin hakkını verir ve kalben masiva muhabbetini terk eder, fakat ailesi onu tanımaz. Bunlar, Hazreti Peygamber’den gelen sünnetlere son derece riayet ederler. Ben bunların her tabakasına daha onlarla teşerrüf etmeden önce güzel isimler verdim. Seçkin kimseler olarak tanıdım ve tanıttım. Birinci tabakaya “ebdal” dedim. Çünkü Allah onların yerine Şehadet ehlinden bedeller koyuyor. İkinci tabakaya “edtaal” dedim. Kahramanlar demektir. Üçüncüsü “sebbah” ( yüzücüler ) , dördüncüsü “evtad” (direkler), beşincisi “efzas” altıncısı  “kutup” dur.
Bunlar halk arasında çarşılarda alış veriş ederler, çarşılara girerler,  yiyecek, giyecek, ilaç ihtiyaçlarını alırlar. Hiçbir kimseden saklanmazlar. Ancak kendilerini arayanlardan gizlenirler. Evlerinde çok eğlenmezler. Ancak hastalanırlarsa evlerinde kalırlar. Birçok hastalıklarını kendileri tedavi ederler. Hamama gittikleri vakit ücretini verirler. Ebdal ve ebdaat tabakaları devamlı olarak değişir. Bu tabakaların kardeşleri çoktur. Kutup ise makamında sabittir. Ömrü uzundur. İlyas ve Hızır Aleyhisselam’lar birçok vakitlerinde onunla sohbet ederler, saygı gösterirler, hayır dua ederler. Namazda ona imam olurlar.
Hızır Aleyhisselam onların paralarının sarfedicisidir. Yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını temin eder. İlyas aleyhisselam’ın ve ashabınınkini de aynı şekilde temin eder.
İlyas, Hızır’ın dedesinin amcasıdır. Hızır ona hizmet eder. Hızır Aleyhisselam Kutbül ebdal’dir. Ashabı ona, tirmizlerin üstadlarına hürmet ettikleri gib hürmet ederler. O uzun boylu ve başı büyükçedir. Az konuşur. Devamlı murakabe halindedir. Vekarlı, temkinli ve heybetlidir. Nice ilimlerin ve marifetlerin sahibidir. Açık kerametleri çoktur. Hazreti Mustafa’nın şeriatına tabidir. Onun sünnetine hakkıyla riayet eder. İlyas ve Hızır Aleyhisselam’lar, insanları bugün de sünnetine uyarak, emir ve yasaklarına hakkıyla riayet ederek Hazreti Mustafa şeriatına davet etmektedir. İlyas ve Hızır’ın varlığını inkâr eden cehaletinin fazlalığından, Peygamberliklerini inkâr eden de bunlarda ki nübüvvet mührünün noksanlığından dolayı, ihtiyat ederek, aklının azlığından inkâr eder. Bunlar şehadet ehlinden, Ricali Gayb’dan olmayanlardan bazılarıyla da Allah’ın emriyle sohbet ederler.
Hızır Aleyhisselam’ın üç sıfatı vardır. Abdiyet (kulluk), Allah’ın dininden verilmiş bir rahmet ve ledünni ilme sahip olmak. Kitabı Mübin buna: “ Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona indimizden bir rahmet hediye etmiş, ledün ilmiyle de bilgilendirmiştik” (Keyf,65) ayeti celilesiyle işaret eder.
O sık sık hastalanır. Kendi kendini tedavi eder. Allah Teâla onun dişlerini Hatemül Enbiya Sallallahu aleyhi ve sellem’in Dünya’ya teşrifinden evvel beş yüz senede bir yeniler, vücuduna ayrı bir kuvvet verirdi. Hatemül Enbiya’dan sonra ise yüzyirmi senede bir yenilemektedir. Ecelinin tamamlanması da Allah’dan ümit ederiz ki Müslümanların işinin düzelmesi, “iyiliği emret, kötülükten sakındırma” sancaklarının bütün âlemden çekilmesinden sonra olur.
Hızır Aleyhisselam güzel ahlaklı, eli açık, halka gayet şefkatli, bol sadaka veren, Allah’tan kendisine bir ikram olarak kimya (alşimi) ilmini bilen, Allah’ın bildirmesiyle dünya hazinelerini bilen, ihtiyacı olanları Allah’ın emriyle kendisine ve hizmetinde bulunan on arkadaşına tercih eden, Allah’ın emriyle yeryüzünü dolaşan örtülülerdendir. Yine onların, yukarıda Ebdalin halini anlatırken zikrettiğimiz şekilde, gözle görülen birçok kerametleri vardır.
Hızır Aleyhisselam’ın evlilikleri çoktur. Evladı da çoktur. Bugün yeryüzünde evladı kalmamıştır. İzdivacı da terk etmiştir. Evladı ve eşleri onun Hızır olduğunu bilmezler. Nikâh akdi esnasında kadıya, “Ben Mağrib’liyim” der ve eşi kendinden evvel vefat eder. Mirasını muhtaçlara dağıtır. Çarşılara girer, insanların içine dalar, tellal kılığında insanlarla alış veriş eder. Çoğunlukla Mina ve Arafat’ta bulunur. Yemesi ve uykusu azdır. Güzel sesi sever. Sema’da büyük vecd sahibidir. Bir gündüz ve bir gece manevi sarhoşluk halinde kaldığı çoktur. Bazı salihlerin meclislerine girer ve Allah’ın emriyle onlarla sohbet eder. Bazı vakitlerde onlara para ve elbise gibi şeyler verir, binek verir. Bazen borçlanır, elindekileri rehin bıraktığı olur. Kısacası, bu gibi halleri ve kerametleri çoktur.
Birçok haller vardır ki, Sadece ona mahsustur. Fars ve evladındandır. Şiraz’a iki fersah mesafedeki bir beldede doğmuştur. Bu belde bugün ‘sebha’ diye bilinir. Peygamber Efendimize vahiy gelmeden önce ve geldikten sonra kendini tanıtmadan sohbet eylemiştir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, ondan birçok sözler rivayet etmiştir. Mesela: “Bir kimse eğer kendi görüşünü beğenerek ısrarla sarılmışsa ona hüsran olarak kâfidir, zararı tamamdır.”
Yine:
“Kim, Allah ve Muhammed’e salat etsin, Allah muhakkak onun kalbine hayat verir, yardım eder ve kalbini nurlandırır.”
Yine Hızır Aleyhisselam şöyle demiştir:
Ben bir İlyas Bin Sam, İşmuil ile beraberdik. (İşmuil de Beni İsrail peygamberlerinden biridir.) Düşmanları onu denizin bir tarafına sıkıştırmışlardı. O ashabına dedi ki: Allah Muhammed’e salat etsin deyin. Bunu devamlı olarak söyleyin. Ashabı bunu söylediler ve tekrar etmeye devam ettiler. Düşmanları hezimete uğrayıp denizde boğuldular. Bütün bunlar bizim huzurumuzda oldu.”
Hızır Aleyhisselam ve ashabı, vecd sahibi oldukları için çok ağlar. İyisiyle kötüsüyle bütün insanlar, onu severler. Onları sevdikleri için fakir ve miskinleri gözetirler, yardım ederler. Peygamberleri de ancak bunların ashabı ve talebeleri severler. İnsanların kalblerine işleyen bu Hızır, İlyas ve Ebdal sevgisi, onların insanların gözlerinden gizlenmeleri sebebiyledir. İnsanlar onların kemalatını (olgun hallerini) işitirler, fakat hallerini, tavırlarını görmezler. Görmezmisin ki insanlar bir zamanlar hayatlarında eza ettikleri şeylerin kabirlerini, şimdi nasıl ziyaret ediyorlar? Birçokları kendi zamanlarındaki Peygamberlere de böyle eza etmişlerdi.
Hızır Aleyhisselam ile kutbun, zalim elinden mazlumu çekip kurtarırlarken türlü ezalara uğradıkları çoktur.
Bunun misallerinden birisi:
İki hammal Medinei Münevvere’de taşla kavga ettiler. Taş Hızır Aleyhisselam’ın başına isabet ederek, mübarek başını yardı. Soğukta aldığı için üç ay kadar yarası iyileşmedi. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen sahih hadiste:
“İnsanların en çok belaya maruz kalanı Nebiler’dir. Sonra Veli’ler, sonra onlara en çok benzeyenler, sonra onlara en çok benzeyenler” buyurmuştur.
Allah’ım bizleri afiyet içinde yaşat, afiyet içinde vefat ettir. Büyük fazlın ile afiyet içinde haşret.
Mehdi hakkında hadisler:
·         Dünyanın ömründen bir gün bile kalmış olsa, Allah benim neslimden, Ehli Beytimden bir adamı göndermek için o günü uzatır. Onun ismi benin ismimden, babasının ismi de babamın ismindendir. Yeryüzü nasıl zulüm ve eziyet ile doldurulmuşsa, o da onun terini ölçü ve adalet ile doldurur.
Resulullah, bu ümmetin başına gelecek bir beladan bahsederek, sözlerini şöyle sürdürür:
·         belanın gelmesiyle, insanın zulümden sığınacağı bir sığınak bulamadığı bir sırada, Allah benim neslimden, Ehli Beyt’im den bir adam gönderecektir. Yeryüzü ondan önce nasıl zulüm ve eziyyet ile doldurulduysa, o da ölçü ve adalet ile dolduracaktır. Gök ve yer sakinleri ondan memnun olurlar. Gök, hiçbir damlası kalmayıncaya kadar bütün yağmurunu indirir. Yeryüzü de ne kadar bitkisi varsa hepsini çıkartır. Hatta ölüler bile dirilmek isterler. O, böyle bir zeminde yedi sene, veya sekiz sene, ya da dokuz sene yaşar.
·         Mehdi bizden, Ehli Beyt’tendir. Allah onu bir gece çıkarır.
·         Biz Abdulmuttalip oğulları Cennet ehlinin seyitleri, önderleriyiz: Ben, Hasan, Hüsyin, Hamza, Cafer ve Mehdi.
·         Ehli Beyt’im den bir şahıs Arap’lara baş olmadan, Dünya yıkılmaz. Onun ismi benim ismimdendir.
Bu nakledilen hadislerden açıkça anlaşılmaktadır ki, ahir zaman da ortaya çıkması beklenen Mehdi, İmam Hasan Askeri’nin oğlu değildir. “Onun ismi benim ismimden, babasının ismi benim babamın ismindendir” hadisi, Şiilerin (İmamiye’nin) görüşünü açık olarak iptal etmektedir. (Bilindiği gibi Resulullah’ın babasının adı, Abdullah’tır.)
·         Ümmetimden bir tayfa, Hak uğrunda muzafferler olarak kıyamet gününe kadar savaşacaklar. Bu sırada İsa Aleyhisselam iner, Müslümanların emiri ona der ki: “Buyur, bize namaz kıldır.” O da der ki: Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak, sizin biriniz diğerinize amirdir.”
·         İsa Aleyhisselam iner, Allah onun zamanında İslam’dan başka bütün saltanatları yıkar. Deccal de helak olur. İsa da yeryüzün de kırk yıl kaldıktan sonra vefat eder. Namazını Müslümanlar kılar.
·         İmamınız sizden olduğu halde Meryem oğlu sizin içinize inip geldiği vakit ne halde olacaksınız?
·         Nefsim kutret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlunu hakem ve adil olarak içinize inip gelmesi yakındır. O sahibi (Haç’ı) kıracak, Hınzırı öldürecek, Cizyeyi kaldıracaktır. Mal artacak, hatta onu kimse kabul etmeyecek.
Mehdi hakkında söylenmiş olan: “Ümmetim o güne kadar nail olmadıkları bolluğa, onun zamanın da nail olacaklardır” hadisinden, Mehdi ve İsa Aleyhisselam’ın aynı veya yakın zamanda gelecekleri sonucu çıkartabiliriz. Yukarıda “Haç’ı kırar” demek, Hıristiyanlığı iptal eder, İslam’ın hükmünü yerleştirir, demektir. “Hınzırı öldürür” demek, bu pis hayvana ait ne varsa yenmesini ve kullanılmasını yasaklar, İslam’ın hükmünü uygulayarak onu öldürür, demektir. “Cizyeyi kaldırır” da, kitap ehlini İslam’a sevkeder, Müslümanlığa sokar ve böylelikle cizye, ortadan kalkmış olur, demektir.
Her ikisinin davası aynı olan iki büyük topluluk, birçok kayıp verdirecek şekilde birbiriyle savaşmadıkça; her birisi Peygamber olduğunu iddia eden otuz kadar yalancı Deccal gönderilmedikçe; İlim kabzolunup, depremler artıp, zaman yaklaşıp, fitneler artıp, katliam çoğalmadıkça; içinizde mal çoğalıp mal sahibi, “Sadakamı kabul edecek kimse bulamıyorum” diye üzülmedikçe ve sadaka teklif ettiği kimse de, “Benim buna ihtiyacın yoktur” demedikçe; insanlar birbirleriyle bina yarışına girmedikçe; insan bir mezera uğrayıp da “Ne olurdu, şunun yerinde yatan ben olsaydım” demedikçe; güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş battığı yerden doğup da insanlar bunu görünce, hep birden iman ederler. Fakat bundan önce iman etmeyen ve bu imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye bu iman fayda vermez (Enam,158). İki adam sergilerini yayıp satamadan ve dürüp kaldıramadan kıyamet kopmaz. Adam havuzunu sağlamca yapar, suyunu içemeden kıyamet kopmaz. Adam lokmasını ağzına götürür, yiyemeden kıyamet kopmaz.
Hace Muhammed Parsa’nın Faslul Hitab/Tevhid’e Giriş eseri temel alınarak hazırlanmıştır.)
Hakikat bilinmeden, Kur’an ayetleri bizlere bir şey vermez. Ayetlerin anlaşılabilmesi, her şeyin Yaratıcı’sının isim ve sıfatlarıyla bilinmesine bağlıdır ki, bu da izlenmesi gereken bir yol ister. Bilinmeyen bir yola ise rehbersiz girilmez. İşte Mürşid, bu rehber dir.
Mürşid, ruh ve beden arasında ilişki kuran kalbini, bedenine destek olan kuvvetiyle dünyaya, ruhuna yardımcı olan kuvvetiyle de zat’a yönelmiştir. Mürşitler, Allah’ın verdiği hikmetle doğru yol (sıratı müstakim) üzere yol gösteren; “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, zira onlar dirdirler, fakat siz farkında değilsiniz” (2:154) mucizesiyle devamlı ışık saçan, takva ve ehli kişilerdir.
Bir mürşit, aynı zamanda bir öğretmen’dir. Öğrettiği şey “Marifetullah”, yani Allah’ı tanıma bilgisidir. Bunu şöyle düşünebiliriz:
Dillerin sahip oldukları alfabelerin küçük harfleri, eğitim sırasında görüp öğrendiklerimizi, büyük harfler ise Marifetullah’ı temsil etsin. Bizler, sana okulundan başlayarak hayatımız boyunca küçük harflerin anlatıldığı bilgilerle donanırız. Bundan sonra sıra, büyük harfleri anlatan sınıfları okumaya gelir. İşte Mürşit, burada karşımıza çıkar. Her iki harf çeşidiyle birlikte aynı alfabeyi okutan bu sınıflar, aslında tek üniversite olan Muhammedi Üniversitesi’nin sınıflarıdır. Muhammedi Üniversite’sinin büyük harf sınıflarının bilgileri, Mürşitlerin yardımıyla öğrenilir. Bu örnekte küçük harf diye ayırdığımız, görünen dünya ya ait bilgileri anlatan sınıflardır; büyük harf diye nitelediğimiz ise görünmeyen (gayb) âlemlerini ve ahireti kapsayan sınıflardır.
Unutulmaması gereken, küçüğü ve büyüğü ile iki harf çeşitinin, aynı alfabeye ait olduğudur.
Tasavvuf’ da tekili “Abdal” çoğulu “Büdela” olan bir deyim vardır. Allah dostları için bazı yer ve şartlarda kullanılan bu deyimin iki anlamı vardır. Birinci anlamı, “tebdil” kökünden gelir. Yani “Abdal” diye anılan kimseler, tedbil olmuş, dönüşmüş, bir değişim ve başkalaşıma uğramış kimselerdir.
Bunun ne tür bir değişim olduğunu anlamak için, kelimenin ikinci, daha derin anlamına bakmak gerekir. Bu da bedel’den gelir. Bu kişiler, Allah ve Allah’ın Resulü yolunda her şeylerini vermiş kimselerdir. Bu yolda kendinden geçen, her şeyini terkeden kimselere, Allah ve Allah’ın Resulü bedel olur. Bu demektir ki, böyle insanlar, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmıştır. Muhammedi bir arınmışlığa, Muhammedi bir ruha ve Muhammedi bir kişiliğe sahip olmuşlardır.
Halk dilinde çok kullanılan “apdal” ve “budala” deyimleri, bu kelimelerden türer. Fakat halk arasındaki bu kullanış tarzı, kelimelerin esas anlamlarından çok farklıdır. Bunun sebebini de, tasavvufda ki akıl çeşitlerine bakmakla anlayabiliriz.
Aptallık ya da akıllılık ne demektir?
Tasavvufta akıl dört sınıfa ayrılmıştır. Aklı maaş (ya da akıllı maişet), aklı maad, aklı selim (ruhani akıl) ve aklı kül (sultani akıl).
Aklı maaş, yani “geçim aklı” yeme içmeyle, para kazanmayla, eğlenmeyle, kısaca bu dünya ve onun işleriyle ilgilenen, bunun dışında da pek fazla bir şeye ilgi duymayan akıldır. Buna nefsin emrinde ki akıl’da diyebiliriz. Bu aklın tüm uğraşı, hesabı, ilgisi, nefsi rahat ettirmek, bu Dünya’da nefsin keyfini getirmek üzeredir.
‘Aklı maad’ (ahiret aklı) ise bir şeyler duymuş, işitmiş. Ölümden sonra ki hayattan, sevap ve günahtan, cennet ve cehennemden haberi vardır. Bu nedenle onun da uğraşı büyük ölçüde, ahiretini sağlamaya yoğunlaşmıştır. Cennete girebilmek, cehenneme düşmemek için Allah’ın emirlerini yerine getirmeğe, günahlarından mümkün mertebe kaçınmaya çalışır.
Aklı maaş’tan bir derece üstün olmakla birlikte, aklı maad de üstün akıl sayılmaz. Çünkü ‘aklı maaş’ nasıl nefsi dünyada rahat ettirme çabasından kaynaklanıyorsa ‘aklı maad’ de onu ahirette rahat ettirmek arzusundan yola çıkar. Bunda da gene bir çıkar, bir menfaat kaygısı vardır. Kendisini cehenneme sokacaklarını bildiği için kötü davranışlardan kaçınır, kendisini cennete sokacaklarını ümit ettiği için de iyi davranışlarda bulunur. Sonuçta bu, Allah’la bir nevi ticarettir, bir alış veriş ilişkisidir.
Bundan sonra ‘Aklıselim’ gelir. Aklıselim sahipleri, karşılığında bir şey beklemedikleri, bir şey istedikleri için değil, cezadan mükâfata, ödüle kaçtıkları için değil, fakat bir şeyi yaptıkları vakit, sırf doğru olanın bu olduğunu bildikleri için, Allah’ın emrinin bu olduğunu bildikleri için, sırf onu hoşnut ve memnun etmek için o şeyi yaparlar. Onlar bir iyiliği Cennete girmek kaygısıyla yapmazlar, bir kötülükten de kendilerinin Cehenneme sokmasından korktukları için kaçınmazlar. Kuşkusuz bu daha yüksek bir ahlak anlayışının sergilenişidir. Fakat bu anlayış, pek az kimse de bulunur.
‘Aklıselim’ sahibi kişiler, çok çalışıp çaba sarfederlerse, ‘Sultani akıla’ erişebilirler. Bu akıl en üstün akıldır. Olayları yüzeysel görünüşlerine göre değil, en derin anlamlarına, etki ve sonuçlarına göre değerlendirir. Kur’an’ı kerim’de (Kehf.18,65,82) anlatılan Hz. Musa ile buluşan hızır Aleyhisselam’ın segilediği akıl, bu çeşit bir akıldır. Hz. Musa’ya tamamen anlamsız hatta birer cinayet gibi görünen Hızır Aleyhisselam’ın davranışları, aslında olayların özüne vakıf olan bir kavrayıştan ileri gidiyor.
Artık tasavvuf dilinde ki “abdal” ile, halk dilindeki “aptal” sözcükleri arasındaki ilişkiyi ele alabiliriz. ‘Aklı sultani’ seviyesine gelmiş kişilerin davranışları, daha aşağı akıl düzeylerinde bulunan kimseler tarafından anlaşılamayabilir. Hatta o seviyelerde ki akıllar için, tamamen ters, hatta saçma görülebilir. Hz. Musa ile Hızır’ın karşılaşması, buna güzel bir örnektir. Kaldı ki, Hz.Musa koskoca bir Peygamberdi. Ferdi, bireyi değil, umumun, genelin yararını düşünen ‘aklı sultani’nin işleri, ‘aklı maaş’a bundan daha anlamsız, “aptalca” görülebilir. Böylece “abdal” sözcüğünün, zaman içinde nasıl “aptal”a dönüşmüş olduğunu anlamak mümkün olmaktadır. Ancak ikisinin birbirine karıştırmamak gerekir.



VAHDET-İ VÜCUT
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’a göre;
İslam tasavvufunun “Varlığın birliği” ni esas kabul eden hususi bir şekli olup, Muhiddın İbni Arabî’ de zirveye ulaşmıştır. Burada tasavvur, irade ve varlık bakımından birlik kabul edilmiştir. Diğer tasavvufi hareketler gibi bu da önce Mutlak kavramını koyar.
Vahdet-i Vücud’da mevcuttur, Allah’ın sıfatlarının tezahürüdür. Allah’ın her sıfatı bir varlıkta tecelli eder. Tek ve mutlak varlık olan Allah, bütün mevcutların aslı’dır. O’nun her bir sıfatının meydana çıkmasıyla eşya ve hadiselerden biri de ortaya çıkmış olur. Bu İslami mezhepde Batın, Zahirle tamamlandığı zaman, Hakk Halk (yaratılış) ile, Nüzul (iniş) Uruc (yükseliş) ile birleşebilir ve tam varlığa ulaşabilir.
Müceddidiye’nin en büyük temsilcisi İmam Rabbani, Vahdet-i Vücud’a karşı çıkarak Vahdet-i Şuhud’u müdafaa etmiştir. İmam Rabbani müridin ilahi varlık içinde erimesine karşı çıkmış, Allah ve Âlem, Allah ve insan ikiliğinin devam ettiğini müdafaa etmiştir. Bu ikiliğin kalkarak Allah-âlem birliğinin hasıl olması son merhalede olarak kabul edilmiş ve buna da Vahdet-i Vucud denilmiş ise de bizzat İmam Rabbani, Muhiddin İbni Arabi’nin bütün bilgilerinin inceliklerinin olduğu gibi kendisine gösterdiklerini, onun Adem (yokluk) dediği zati tecelli ile şereflendirildiklerini söyler. Ona göre Yüce Allah’ın bu âlem de sözü edilen şekilde hiçbir münasebeti yoktur. Yüce Allah’ın her şeyi ihatası ve yakınlığı zatıyla değil, ilmiyledir. Allah kemmiyetsiz ve keyfiyetsiz olduğu halde, âlem baştan başa kemmiyet ve keyfiyetten ibarettir. Kadim Hadis’in, Vacib Mümkün’ün aynı olamaz. Yaratıklar, Yaratan’ın isim ve sıfatlarının görünme vasıtasıdırlar.
Vahdet-i Vücud’un en ciddi ve en geniş tenkitlerinden biri, zamanımızda, son şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi tarafından “Mevkıfül-Akl ve’l-Beşer ve’l-Alem” adlı eserinde yazılmıştır. Bu 50 sayfalık tenkid Prof. Hüseyin Atay tarafından tercüme edilip İlahiyat fakültesinin 1975 sayısında ve İslami İlimler Enstitüsü dergisinin II. Sayısında yayımlanmıştır.
Batı düşüncesin de Tabiatcılığın gelişmesinde büyük bir alim olan Pante(izm), Vahdet-i Vücud’dan çok ayrıdır. Panteizm’de Mutlak Varlık, bir manzarasıyla tabiat, bir manzarasıyla Tanrı (Cevher) dır; Tanrı alemde tecelli edecek yerde tabiat Tanrı olarak görülür. Vahdet-i Vücut, İslami akideyi esas kabul eden, Ahiret hayatına inanan, gaye – sebebi lüzumlu gören, dini merasimi ve ibadeti lüzumlu gören, ayet ve hadis ile keşfiyata dayanan bir mezheptir. Panteizm’de zuhurun zarureti dolayısıyla ilahi iradenin ve ferdi hürriyetin inkârı bahis konusu olduğu halde, Vahdet-i Vücud’da mutasavvıflar ilahi ve ferdi iradeyi kabul ederek ferdi mesuliyeti temellendirirler.
Vahdet-i Vücud mutlaka çözüm yollarından biri olup ‘Mutlak Varlık’ içinde diğer ve karşı görüşler erimektedir.
Evliyalar ansiklopedisi birinci ciltte ilmi-ledun konusunda şöyle beyanda bulunulmaktadır. “İlm-i Ledun veya Ledunni ilmi, Allah teala ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve marifet ilmi’dir. Allahü teala, Ayet-i keriminde buyuruyor ki; Ora da kendi indimizden bir rahmet verdiğimiz ve ona Ledünni ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır’ı) buldular.”
Hem Salebi’nin hemde İmam-ı Rabbani’nin ifade ettikleri gibi Hızır aleyhisselam, güzel ahlak sahibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatlıydı. Allah'’ın izni ile keramet ehli olup, kimya ilmini bilirdi. Allah'ın bildirmesi ile Ledünni ilmi verilmiştir.
Ledünni ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsan edilen kimselere mahsustur. Umuma şamil değildir. Ve herkesi ilgilendirir. Peygamberlere verilen ilimler ise umuma şamildir ve herkesi ilgilendirmez. Peygamberler bunları gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle vazifelidirler. Bu bakımdan Peygamberlerin ilmi, Ledunni ilminden üstündür.
Seyyit Abdulhakim Arvasi Hazretleri ise, Şunları ifade etmektedir. “Emir Sultan Hazretleri, Ledünni ilmine sahipti. Bu ilim 72 derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının bir çöle bakınca kum taneciklerinin, bir denize bakınca damlalarının sayısını Ledün ilmi sahipleri bilir” demektedir.
Ahmet Kayhan hazretleri yine ayni eserinde ilmi Ledün hakkında şöyle demektedir;
Ledün ilmi, sırlar ilmidir: Gayb (görünmezlik) alemine ait bilgilerdir. İnsanlığın büyük çabaları sonucu, bu gün ilim ve teknik, doruğuna ulaşmıştır. Çağdaş bilim ve teknik, tamamen madde âleminin araştırılmasına yöneliktir. Fakat tabiatta ki her olayın, insanların her teknik buluşunun, iç dünyamız da, yani mana âlemin de, bir karşılığı, bir eşdeğeri vardır. Yüce Allah, Kitab’ın da buyuruyor: “Biz onlara ayetlerimizi (yani işaretlerimizi) ufuklarda (dışarıda) ve kendi nefslerinde göstereceğiz.” (41-53) Şu halde, dış Dünya’da gözlediğimiz her olayın ve buluşun, kendi iç dünyamız’da da tekabül ettiği bir gerçek vardır. Bu açı dan bilimin keşfettiği her sır, ilmi ledünden bir parçadır. Ancak biz, onun iç manasını kavrayamıyoruz. Diğer bir deyişle, ledün ilmine biz de sahip olabilirdik,  eğer dışarıda ki olayların iç yüzüne vakıf olabilseydik.
Peygamber Efendimizden rivayet edilen bir hadis şöyledir: “Eşbahüküm ervahiküm, ervahiküm eşbahiküm” Yani bedenler (son çözümlemede) ruhlardır, ruhlarda bedenlerdir. Bu söz hem tevhid (birleme) anlayışı ile bağdaşır, hem de fiziksel dünyanın yasalarının ruhsal dünya’da, manevi dünya’nın yasalarının da maddi dünyada birer karşılığı olacağını gösterir. O halde madde bilimlerinde ilerlemek, doğru bir yorumlama sağlayabilirse, manevi bilimlerde de ilerleme sağlar.
Bu düşüncelerden hareketle, nefsin saflaşması ile dış dünyada ki bir olay arasında bir benzetme kurabiliriz. Kömürün elmas haline gelmesi, bazı yönlerden nefsin arıtılması olayını andırmaktadır. Bilindiği gibi kömür, çok eski çağlarda ormanların toprak altında kalmasıyla meydana gelmiştir. Kömür hammaddesi, odundur. Ağaçlar, binlerce yıl boyunca toprak altında kalmışlar ve sonunda kömürleşmişlerdir. Ancak bu, kömürün elmas haline dönüşümünü açıklayamaz.
Bunun gerçekleşmesi için, kömürün (grafit) yerin çok altında, çok yüksek sıcaklıkta (3 bin dereceden fazla) ve basınçla (yüz bin atmosferin üstünde) maruz kalması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, kesinlikle kolay bir iş değildir. Zaten elmasın ender oluşu ve değeri de buradan kaynaklanmaktadır. Fakat kömür bu şartlara uğrarsa, sonuçta yapısı değişir ve kristalleşir. Ortaya çıkan sonuç, elmas, yani saf karbondur. Kapkara kömürün yerini, ışıl ışıl parlayan, saydam elmas almıştır. Saf olduğu için de, yandığında hiç kül bırakmaz.
İşte nefsini arıtan herkesin yaptığı, belki de İnsanı Kamil’in “Elmas bedeni”ne kavuşmak için çaba sarf etmeğe benzetilebilir.
Tayyı Mekan;
Tayyı mekân, Velilere özgü kerametlerden bir tanesidir. En ünlü Mürşitlerden pek çoğunun bir anda başka bir yere naklonmalarının, sık raslanan bir olay olduğu söylenmektedir. Tasavvufun en ünlü isimlerinden Şeyh Abdulkadir Geylani hazretlerinin, bir anda binlerce kilometrelik bir yolu aşarak, bir talebesinin cenazesinde hazır bulunduğuna inanılır.
Olayı biraz daha iyi kavramaya çalışalım. İlk bakışta ‘tayyı mekan’ teriminin, “havada uçmak”gibi bir anlam taşıdığını düşünebiliriz. Oysa durum, böyle değildir. Tayyı mekân’ın sözlük anlamı, “uzayın bükülmesi, katlanması” demektir. Tasavvufçular, sözkonusu olayı ifade etmek için neden başka bir deyim değil de, bu garip ve kavranması zor teknik terimi kullanma ihtiyacını hissetmişlerdir? Tasavvuf erbabının koymuş olduğu bu ismin ne kadar olağanüstü olduğunu anlayabilmek için, çağdaş matematik ve çağdaş fizik bilimlerinin bazı bulgularına bakmamız yeterlidir.
Einştein’in İzafiyet (Görelilik) teorisine göre, üç boyutlu uzay, plastik bir yapıya sahiptir, yani bükülemez. Gerçi o teoride bükülme ancak çok büyük kütleler tarafından sağlanabilir, fakat uzay’ın (cisimlerin değil, cisimlerin içinde bulunduğu uzay’ın kendisinin) büküleceğini düşünmek, 19. Yüzyıl bilimi için tasavvur bile edilemeyecek bir durumdur. Uzay’ın bükülmesi konusu, birçok bilim-kurgu öyküsüne konu olmuştur. Son olarak ise Amerika’da bazı fizikçiler, bu arada Prof.Kip S. Thorne ve arkadaşları, bu bilim-kurgu konusunu bilimin içine sokmuşlardır. Onların görüşüne göre, uzay’da iki nokta arasında, ara’da ki mesafeden geçmeksizin, direkmen bir “kısa-devre” kurulabilir.
Bunun nasıl olabileceğini çok basit bir örnekle gözümüzde canlandırmağa çalışalım. Bir kâğıt parçasının bir ucuna bir nokta, öbür ucuna da ikinci bir nokta koyalım. Bu noktalara A ve B noktaları diyelim.
Elimizdeki kâğıt, bir düzlemdir, yani iki boyutlu bir uzay teşkil eder. Bu noktaların birinden diğerine çeşitli rotalardan gidebiliriz, fakat iki boyut içinde kaldığımız müddetçe en kısa ve en kestirme yol, A ve B noktalarını birleştiren bir doğrudur.
Şimdi elimizde ki kâğıdı alalım ve üçüncü bir boyut içinden bükmek suretiyle, A ve B noktalarını üst üste getirelim, yani çakıştıralım. İki boyut içindeyken ne yapsak, noktalar arasında ki mesafeyi ortadan kaldıramadığımız halde, bir üst boyut içinden onların uzayını büktüğümüzde, aralarında ki mesafeyi sıfıra indirmeyi başarmış oluyoruz.
Şimdi bu söylediklerimizi üç boyutlu uzay için düşünürsek, gerek tasavvuf erbabının, gerekse çağdaş fizikçilerin ne demek istediklerini anlamış oluruz. Burada şunu belirtmekte yarar var: Tayyı mekân teriminin anlamı derinliğine, ancak çağdaş matematik ve fizikte ki kavramlar sayesinde akıl erdirebiliyoruz. Bu ise gerçekten çok ilginç bir durumu gündeme getiriyor: Çağdaş fiziğin düşleri belki de, yüzlerce yıl öncesinden, tasavvuf için bir gerçekti.
Tayyı Zaman
Gene tasavvuf ehlinin, bildiğimiz anlamda zamanı yok eden işler yaptıkları yaygın biçimde anlatılır. Bu öykülerin en ilginç olanalarından biri, Şahabüddin Suhreverdi hazretlerine aittir. Söylendiğine göre bir defasında kendisi, Mısır Sultanından bir su kabına başını batırmasını istemiş. Bunu yapan Sultan, kendisini bambaşka bir yerde ve zamanda bulmuş. Yıllarca orada yaşamış, evlenmiş, çocukları olmuş. Sonra birgün yüzmek için denize dalınca, kendini tekrar Suhreverdi hazretlerinin yanında, Kahire’de sarayında bulmuş.
O halde şimdi gene soralım: Yolculuğunun başında devrilmeye başlayan su kabını, dökülmeden önce dönüşünde tutabildiğine göre, Peygamberimizin Miracı, ‘Tayyı zaman’ içinde gerçekleşmiş olabilir.
Geçmişe ve geleceğe yolculuk, Bilim-kurgunun çok işlenmiş konularından biridir. Ancak zaman için de yolculuğun ciddi fizikçiler tarafından ilk defa olmak üzere 1991 yılında ortaya atıldığını görürüz. Yani bu konunun bilim tarafından ele alınışı, bu kadar yenidir.
Tayyı zaman’ın sözlük anlamı, “zamanın bükülmesi” dir. Gerçekten Einstein’in kuramına göre, tıpkı uzayın üç boyutu gibi, dördüncü ve onlardan ayrılamayacak olan bir boyuttur: Öyle ki, ayrı ayrı uzay ve zaman yoktur. Boyutlu “uzay zaman sürekliliği” vardır. (Nitekim bizde birisine randevu verirsek, sadece buluşacağımız yeri belirtmekle kalmayız, zamanını da kararlaştırırız.) Zaman uzaya bu şekilde yamanınca, tıpkı uzay gibi zamanın da plastik yapıya sahip olduğu düşünülebilir hale gelir. Eğer ‘Tayyı zaman’ bir gerçekse, o zaman İslam tasavvufu, sadece bir ilim değildir; bilimin ötesinde ki bilimdir, bir “süper-ilim”dir. Çünkü çağdaş bilim açısından böyle bir şey, daha yeni tasavvur edilebilir hale gelmiştir.
Zaman zaman “Kur’an’daki ilim”den söz edildiğini hepimiz duyarız. Gerçekten, “kainatın anayasası” niteliğindeki Kur’anı Kerim’de, araştırmacı bir göz için nice ilimler saklıdır. Fakat onları bulup çıkarmak önemlidir.
Eğer bilim adamları, Kur’an’daki bilgiler ışığında araştırmalarını derinleştirebilseler, hem bazı gerçekleri daha kolay keşfederler, hemde birtakım çıkmaz sokaklara sapmaktan kurtulurlardı. Bu sayede bilimsel ilerlemelerde daha başka şekilde gerçekleşebilirdi.
Buna örnek verelim. Bilindiği gibi hayatın gelişimine dair Batı’da yer etmiş bir kuram vardır: Evrim teorisi. Geçen yüzyılda Darwin’in ortaya attığı bu kurama göre, yeryüzün de hayat, ilk olarak en basit canlılardan başlamış, çok uzun bir zaman süresi içinde daha gelişmiş ve karmaşık canlı türleri meydana gelerek, sonuçta insan, maymundan türemiştir.
İlk bakışta basit ve mantıki görünen bu kuram, en büyük desteğini, hayatın temel taşı olan DNA moleküllerinin, insan dâhil bütün canlılarda ortak oluşundan almaktır. Oysa bu gerçek, evrim teorisini ispatlamak için yeterli değildir. Hayatın temelinin bütün canlılarda ortak oluşu, bunların ilerde birbirlerinden türemiş olmalarını gerektirmez. Bunun da ötesinde Darwin’cilik, “Tanrı” kavramı yerine “tesadüf” kavramını koymuştur ki, bu felsefi bir varsayımdan başka bir şey değildir. Bilimin sınırları aşılıp fizik ötesi bir kabule geçildiğin de biz, daha yüce olan Tanrı inancını kabul etmekte mazuruz.
Bu gün evrim teorisi, yeterli ispat ve kanıttan uzak, taraftarların sadece Tanrı kavramına geri dönmemek için sarıldıkları bir “can simidi” durumundadır. Çünkü nekadar gayret ederlerse etsinler, Tanrı kavramını dışladıklarında, Darwin’cilikten başka kuram geliştirmeyi başaramamışlardır.
İnsanın maymundan türediği iddiası ise, Kur’an’da açıkça yalanlamaktadır; “Biz insanı kuru çamurdan yarattık” (15:26) . Zaman içinde çeşitli türlerin evrimleşerek sonuçta insanı oluşturduklarına inanılıyor da, eğer illede bir evrimleşme kabul edeceksek, aynı sürecin, ara aşamalar açıkça belirmeksizin aşılarak Tanrı tarafından son şeklin yaratılabileceğine neden inanılmıyor?
Burada önemli olan nokta, evrim kuramının bir çıkmaz sokak oluşudur. Bu gün ne derece geçerli sayılsa da, bilim adamları gerçeği birgün keşfedeceklerdir. Fakat bu arada boş bir teorinin ispatlanması için harcanan emek ve zamana yazık olacaktır.
Öte yandan, bilim hayal gücüne ancak yeni yeni sığmaya başlasa da, “ışınlanma” dediğimiz “madde nakli” (teleportation) olayı, 1400 küsür yıldır Kur’an’da, önümüzde apaçık durmaktadır. Buda ‘tayyı mekân’ (uzayın bükülmesi) denilen olaydır. Saba Melike’sinin tahtını Kudüs’e getirmek gerektiğinde, Hz. Süleyman’ın veziri Asaf bin Berhiya, bunu göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede başarmıştı (27:40). Şüphesiz Kur’an, Asaf’ın bu işi nasıl başardığını uzun uzadıya anlatmaz. Fakat yapılmış olduğunu açıklaması bile, bunun mümkün olduğunu göstermektedir. Eğer bilim adamları bu konu üzerinde kafa yormuş olsalardı, beki de ışınlama, bugün bilim tarafından gerçekleştirilmiş olurdu.
Ama merak etmeyin. Bunu da gene biz değil, batılı bilim adamları başaracaklardır. Hatta belki de bu kitabın bu sayfasını bile araştırıp bulacak, sonuçta bunu başarmanın yolunu öğreneceklerdir. Çünkü bütün kaynaklar bizde, o kaynakların bu dünyada vücut bulmasını sağlayacak merak ve çalışma ise onlarda... Bize gelince, biz onların ahlaklarının bu güzel yönlerini değil, müstehcen filimler gibi çirkin yönlerini almakta ısrar ediyoruz.



ANKARA VE ÇEVRESİNDE ADAK VE ADAK YERLERİ
(Prof Dr. Hikmet TANYU)

ALTINDAĞ MANEVİ COĞRAFYASI
(Prof. Dr. Refik Turan)

EVLİYALAR ANSİKLOPEDİSİ
(Türkiye Gazetesi Kitaplığı)

HACI BAYRAM-I VELİ VE TÜRBESİ
(Seyfi BAŞKAN)

İSTANBUL VE ANADOLU EVLİYALARI
ALİ SEMERKANDİ
(Çamlıdere Belediye Yayınları)

BİR SİVİL ÖRGÜTLENME MODELİ “AHİLİK”
(Doç.Dr. Veysi ERKEN)

BEŞ ŞEHİR
(Ahmet Hamdi TANPINAR)

AYAŞ VE BÜNYAMİN AYAŞ-İ
(Ayaş Belediyesi Sempozyum Notları)

SU VE ALLAH DOSTU DİYOR Kİ
(Dr. Münir DERMAN)

MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KARDEŞLİK VE METAFİZİK
(Hacı Galip Hasan KUŞÇUOĞLU)

İSLAM TARİHİ
(Mustafa Asım KÖKSAL)

SEVENLERİN KALEMİNDEN HASAN BURKAY
(Komisyon)

İRFAN OKULUNDAN OKU, ADEM VE ALEM
(Ahmet KAYHAN)

ANADOLU MÜCİZESİ, İLK NUR
(Dr. Haluk NURBAKİ)

ZAHİRİ VE BATINİ EDEPLER, EHLİBEYT VE ONİKİ İMAM
(Abdullah Faruk-i EL MÜCEDDİDİ)

FELSEFİ DOKTRİNLER SÖZLÜĞÜ
(Prof. Dr. Süleyman H. BOLAY)

İSLAM ANSİKLOBEDİSİ
(Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.)

Ankara Üni. İlahiyat Fakültesi Lisans Tezi-Son Devir Kadiri Şeyhlerinden Mustafa Yardımedici ve Tasavvuf Anlayışı
(Muzaffer Yaman,Ethem Cebeci)

İBRAHİM ETHEM GERÇEKOĞLI-
Lisans tezi ve Dursun Güler