ANKARA GÖNÜL ERLERİ
SIDDIK DEMİR
ANKARA
Sıddık DEMİR
KUĞU KİTAP
Dizgi
ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK
Ebubekir KADAK
ISBN:
978-605-XXXX-XX-X
978-605-XXXX-XX-X
Sertifika
No:
14721
14721
1.Basım,
ANKARA 2014
Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2
No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com
Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
1959 yılı K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda
öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları
yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım hayatına başladı.
Bilahere aşagıda adı olan eserleri kültür dünyamıza kazandırdı.
1-Afşin’li DERDİÇOK (Derleme)
2-Gündemden Kesitler (Deneme)
3-Ankara Gönül Erleri (Araştırma)
4-Dirgen Ali (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Tesbit,tahlil)
6-En Uzun Gün (Belgesel roman)
7-Şahan (Hikayeler)
“Ankara’nın manevi mimarları” konusunda yaptığımız bu
çalışmanın büyük bir yer dolduracağına dair inancım tamdır. Her şeyin bir
sebebi var ise bu eserin hazırlanması da öyle bir sebebe dayanmaktadır.
Birtakım kültürel mahfillerde yapılan beyin fırtınası neticesinde bazı
dostların, Başkent’te yaşamış ve halen yaşamakta olan gönül erleriyle ilgili
“Ankara’nın gönül erlerini içine alan müstakil bir çalışma yok. Bu konuda
yapılacak olan bir çalışma geniş kitlelere ulaştırılmak suretiyle bir boşluğu
doldurma noktasında hizmet edilmiş olur” gibi tespitler bu konuda harekete
geçmemize vesile oldu.
O günden itibaren yaklaşık altı ay, Ankara ve ilçelerinde
medfun olan veya yaşayan nokta isimleri belirledim ve bunlarla ilgili kaynak
tespit etmeye koyuldum. Yeterli olgunluğa gelince, Cumhuriyetin kuruluşundan
önce ve sonra diye sınıflandırarak çalışmaya başladım. Hakkında kaynak bulunan
‘Gönül erleri’ aynı zamanda en meşhur olanlardı. Bizde meşhur olanlardan bir
demet yapalım dedik. Kaleme aldığımız gönül erlerini bizzat makamlarında
ziyaret ederek maneviyatlarından izin aldım.
Son dönemlerin ‘Gönül erleri’nden bir kısmını bizzat
tanıyordum. Diğerlerini ise tanıyanları tanıdığım için kaynaklara inme
noktasında fazla zorluk çekmedim.
Abdulhakim Arvasi’yi üstad Necip Fazıl’ın, İbrahim Ethem’i
torunu Galip beyin, Mustafa Asım Köksal’ı rahle-i tedrisatında bulunmuş
dostlarının ve damadının, Hasan Burkay’ı ve Ahmet Kayhan’ı çok yakınında
bulunmuş birinci derecede dostlarının dilinden ve yayınlanmış eserlerinden,
Mustafa Yardımedici’yi akademik çevrelerden, Hacı Galip Kuşcuoğlu’nu ise şahsen
kalbi rikkatlerimle, daha ötesi aşk ve muhabbetlerimle kendi şahitliğimde ifade
etme, anlama ve yorumlama şansına sahip oldum.
Tabi ki onların hallerinin gerçek boyutu yazılamaz. Ancak
müsaadeleri nispetinde zahiriye yansıttıklarının ifadesi olarak, kendi
zaviyemizden bu role soyunmaya cüret ettim. Niyetimiz hayır olduğundan
amatörlüğümüz, gerek kitaba konu olan manevi mimarların ruhaniyetlerinde,
gerekse okuyucu çevrelerinde dikkate alınarak değerlendirilmesini arzu ederiz.
Bu konulara ilgisi olanların zevkle ve muhabbetle, özel ilgi
duymayanların merakla okuyarak faydalanabileceği bir çalışma ortaya
koyabildiysek yüce Allah’a hamd-ü senalar ederiz.
2014- Keçiören
Sıddık DEMİR
Bilindiği gibi Anadolu
insanında sofi Müslümanlık hemen her zaman diliminde hâkim olmuştur. İnsanın
doğası gereği olağanüstülüğe olan teslimiyeti sofi Müslümanlığın hâkim
olmasının sebeplerinden biridir. Öyle ki, binlerce cilt zahiri ilimlerin
toplandığı kitapların yapmış olduğu getiri, bir gerçek sofinin zamanla yaptığı
veya halde yapacağı olağanüstü bir işaretin getirisi kadar olmamaktadır.
Sofilikte, bir şimşeğin çaktığı zaman diliminde insan, eşyanın sırrını çözerek
gayelerin gayesine olan inancını güçlendirdiği halde, zahiride uzun zamanlar
alan çalışmalar, teoriler, tefekkürler, kitaplar neticesinde varılarak bilinen
gaye ve alınan mesafe…
Aklı küçük gören
sofiliği ve sofiliği, yani tasavvufu yok sayan aklı elbette eleştirenler
olacaktır. İslam akıl merkezli bir dindir. Amma her şeyi de akılla izah etmek,
idrak etmek mümkün değildir.
Tasavvufsuz din de
kemalat, akılsız da şeriat olmaz.
Dinler arası uzlaşmaya
rıza gösterenler sırf gelişmiş devletler, kalkınmış milletler diyerek onların
inançlarına hoşgörü ile bakanlar, neden kendi insanları arasındaki dini
yorumlama ve yaşantılara tahammül edemezler.
Çalışmayı yaparken,
şahsen bu endişeyi taşıyorduk. İlm-i ledün sahiplerinin aynı zamanda zahiri
ilme sahip oldukları varsayımı akla dahi gelmeden, bir takım zevatların hemen
taarruz etmesinin ne faydası olacaktı. İnsanlığın tamamına yakınının fizik
dünyalarında cereyan eden olayların derdinde uğraş verirken, minnacık bir grubun
metafizik âlemlerinde, fizik dünyasındakilere faydalı olabilmek için bütün
tasarruflarını kullanmaktadırlar.
Bir Hacı Bayram-ı
Veli, bir Ali Semerkandi, bir Bünyamin Ayaşi, bir Tacettin Sultan, bir Hüseyin
Gazi hazretleri ebediyete intikal ettikleri halde, olağanüstülüğün bütün
güzelliklerini yansıtan menkıbeleri sayesinde insanlık, bu abide şahsiyetlerin
halen devan ettiğine inandığı tasarrufları ile imanını güçlendirmekte ve ateist
cereyanların etkisinde daha az kalmaktadır. Diğer taraftan bu şekilde inanmak
işine de gelmektedir. Uzun uzun kitabi bilgiler ve felsefe, güçlü bir imanı
anlayıştan sonra gelen akli ürünler olmalıdır.
Yönetenlere rağmen
yönetilenler ahde vefalıdırlar. Değer yargılarını bütün olumsuzluğa rağmen
yaşatırlar. Güzelim Başkentimiz’de veya bütün Ülke hayırlı ve güzel ömür
yaşamış bu insanlara hep sahip çıkmış ve yaşatmışlardır.
Çevremize şöyle bir
bakacak olursak; yerleşim alanları, camii, türbe ve diğer sosyal amaçlı yapılan
eserler merkezlidir. Ankara’nın en temiz ve buram buram maneviyat kokan
yerlerinden biri Hacı Bayram-ı Veli semtidir. Bu ‘ulu canlar’ kendilerini
korumaktadırlar. Birinci dünya savaşında şehit düşen Ankaralı askerlerin
defnedildiği, bu günkü Numune hasta hanesi ve eski Türk ocağının bulunduğu Namazgâh Tepe’deki şehitlerin
coğrafyası hariç, Ankara’nın
Müslümanlaşmasında çok büyük görevler üstlenen ‘Gönül erleri’nin yoğunlukla
defnedildiği bir Ulucanlar semtine
bu ismin verilmesi ve adları hürmetine halen yaşatılması ahde vefa gereğidir.
Türk devlet geleneğinde
sık görülmeyen, yöneticiliğin daha çok güce dayandığı bir dönemde, bir kültür
oluşumu olan Ahilik’in ve Ahilerin,
zamanla Ankara’nın yönetiminde bulundukları, insanları dış ve iç tehlikelerden
koruyan, onların hak ve hukukunu ön planda tutan bir anlayışla, tasavvufi
Müslümanlıkları yanı sıra yöneticilik de yaptıkları bilinmektedir. Bölgede
yaşayan insanların burunlarının dahi kanatılmasına sebebiyet vermeden, güçlü
bir ilmi siyaset anlayışından hareketle hizmet verdikleri tarihi hakikattir.
Sofi Müslümanlığa
saygı duyan, hatta idarecilikte tamamlayıcı faktör olarak görülen bir anlayış
her daim yönetilenlere huzur vermiştir.
İdareci ve idare
edilenler kaynaşması olmuştur. Aksi durum hali hazırda görünmektedir:
Çatışma kültürü…
Gerek Moğol
istilasında, gerekse Anadolu Selçuklu devletinin parçalanması aşamasında ortaya
çıkan beylikler dönemi, hâkimiyet mücadelelerinin gırla gittiği dönemlerde,
Ankara halkı hiç başıboş kalmamıştır. Boşluktan istifade eden rantiyeci veya
eşkıya taifesi Ankara tarihinde görülmemektedir.
Merkezi otoritenin
zayıflaması ve zaaf göstermesi karşısında kontrolü hemen Ahi Şeyhi alarak en azından Ankara insanına devletsizliği
yaşatmadıkları gibi, şehrin sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde
çalışmaların yanında, bayındırlık işleriylede uğraşmışlardır.
Ulucanlardan kaleye
doğru çıkarken, Aslanhane camisi ve Ahi Şerafettin, Ahi Elvan ve camisi, Ahi
Yakup, sonradan Etimesgut olan Ahi Mesut ve diğer Ahi babalar her türlü kültür
abideleriyle ayaktadırlar. Bu mübarek zatları günümüze taşıyan faktör bence
sofi Müslümanlığıdır.
Ankara’nın tasavvuf
hayatında Ahilerin dışında makamları olduğu halde haklarında fazla bilgilerin
olmadığı onlarca ‘Gönül erleri’ de mevcuttur. Haklarında bilgilerin yaşatıldığı
kişileri zaten müstakil olarak iç sayfalarda işlemiş bulunmaktayız. Diğer
‘Gönül erleri’nin isimlerini de burada zikredecek olursak:
Hacı Bayram-ı Veli’nin
hocaları Şeyh İzzettin, Hallaç Mahmut, kale eteğinde Tıkrıkzade Hacı Hüseyin,
Tezveren Sultan, İtfaiye meydanında Karyağdı Sultan, Şeyh Elvan, Kesikbaş,
Zeynel Abidin, Kul Derviş, Direkli Baba, Gül Baba, Selçuklu komutanlarından
Yeğenbey, Kızılbey, Şeyhülislam Yahya Efendi, Ayaşlı Zekeriya Efendi,
Haymana’da Hüsamettin Ankaravi ve Cimcime Sultan, Beypazarı’nda İvaz Dede,
Kalecik’te Kazanlı Baba, Alıçoğlu Baba, Davut Baba, Çubuk’ta Gül baba ve
Kalenderi Veli, Ankara Hacettepe civarında bölgenin beyliğini yapmış mutasavvıf
kişilerden Karacabey Paşa, Cenab-ı Ahmet Paşa, Ayaş’ta Muhittin Baba, Ali Rıza
Acara ve Muhammet Zivrığ gibi gönül erleri sayabiliriz.
Hacı Bayram-i Veli
Ali Semerkandi
Bünyamin Ayaşi
Taptuk Emre
Tacettin Sultan
Hüseyin Gazi
Evliya’ya münkir olan hak
yoluna asidir
O yola asi olan gönüllerin
pasıdır
Yunus Emre
Asıl adı Numan’dır. Ankara’nın Çubuk çayı üzerinde kurulmuş
eski adı Zülfadıl (Solfasol) köyünde doğmuştur. Yıl 1352, ondördüncü yüz yıl.
Anadolu’da tam Türk hâkimiyeti sağlanmış, hatta Trakya dahi Türk vatanı olmuş
ama O bir yer… Ancak O yer henüz alınmamış. Rabbani bir tasarruf, kıyamete
kadar bizim olması gereken, O yerin dokusunu örmek için Hacı Bayram-ı Veli’ye
daha doğar doğmaz büyük bir yük yüklenir ki ancak o kalkar altından. Zaman
göstermiştirki ilahi iradenin yardımıyla en şerefli bir şekilde vazifeyi ikmal
eden şanslı adam olarak görüyoruz ‘Sahibi Zaman’ hazretlerini.
Gençlik dönemi pek bilinmemektedir. Ancak iyi bir eğitim
alarak şeriat ilminde kısa sürede büyük bir şöhret kazanan genç alim, Ankara’da
Melike Hatun’un yaptırdığı Kara
Medreseye müderris olur. Uzun bir dönem hocalık yapar. Kısa sürede halk
tarafından sevilen, sayılan ve her sözüne itibar edilen bir insan haline gelir.
İlimden oldukça iyi bir yerde olan müderris Numan’ın ruhunda
sürekli bir sıkıntı vardır. Ruhundaki bu sıkıntının ilacını da bildiği için hep
bekler durur, nasip olmadan dayak bile yenilmeyeceğini… Bunun için mutlaka
sebeplere sarılmanın zahiri de gerekliliğini bilir.
Nitekim bir gün dersten çıktığında, yanına adının Şüca-i
Karamani olduğunu söyleyen bir zat yaklaşır. Kendisinin Kayseri’den geldiğini
ve bir haber getirdiğini söyler. O devirde Niğde, Aksaray
gibi birçok yer Kayseri’ye bağlıdır. Müderris Numan yıllardır içinde var olan
sıkıntının giderilmesi ve bir mürşidi kâmile intisap olabilecek olan bu haberde
ki davete hemen icabet eder ve yola çıkarak Kayseri’ye ulaşır.
Kendisini çağıran, meşhur Emir Sultan’ın ortaya çıkmasına
sebep olan ve Somuncu Baba lakabıyla
bilinen Şeyh Hamididdün-i Veli
hazretleri ile bir kurban bayramı buluşurlar.
Şeyh Hamididdün, iki bayramı bir anda kutluyoruz ifadesiyle
müderris Numan’a ‘Bayram’ adını koyar. O tarihten itibaren beraberlikleri devam
eder. Hatta hacca da beraber giderler. Manevi terbiye açısından seyri sülukünü
tamamlar. Bundan böyle halk arasında Hacı Bayram-ı Veli olarak anılır ve
bilinir. Somuncu baba ona zahiri ve bâtıni ilimleri ve halleri öğreterek
yaşattıktan sonra, hoş görülü bir yaklaşımla “Hangisini murat edersen onu seç”
dediğinde Hacı Bayram-ı Veli, Evliyaullah’ın yüksek hal ve derecelerini
gördükten sonra kendisini tasavvufta verir. Hocasının da yardımıyla zamanın en
büyük Velilerinden olur.
Hamididdün-i Veli, Hamididdün Aksaray’ı ve Somuncu Baba ayni
kişidir. Hatta Malatya Darende’de medfun Şeyh Hamididdün Veli’de ayni kişi olup
Somuncu babadır. Bu Evliyalarla ilgili bir tasarruftur.
Hacı Bayram-ı Veli, şeyhi Somuncu babanın Aksaray’da ölümü
üzerine tekrar Ankara’ya döner ve irşada devam eder. Gün geçtikçe talebelerinin
sayısı artar, ünü bütün civar illere, Emirlere ve Beylere kadar yayılır.
Kendisinin müderrisken ki hali gibi bir ruh sıkıntısında
olan, Osmancık medresesinde müderrislik yapan Akşemseddin adında biri Ankaralı Şeyh hazretlerinin namını duyar ve
bu beldeye kısa zamanda gelir. Çarşıda dolaşırken huzuruna varmak istediği
zat-ı muhteremin talebeleriyle esnaf esnaf dolaşarak ihtiyaç duyulan iaşe veya
paranın tahsiline çalıştığını görür. Ve “Bu kadar ünlü, mertebesi bu kadar yüce
biri, esnaf esnaf gezip para toplamamalıdır” diyerek başka bir şeyhe intisap
için Şam’a doğru yol alır.
Halep’e vardığı gece bir rüya görür. Rüyasında boynuna bir
zincir geçirilmiş, zincirin ucu da Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’nin elindedir.
Zincirin çekilmesiyle Akşemseddin kendini Ankara’da bulur. Uyanır ve anlar ki
nasipli olduğu ocak Ankara’dadır. Pişmanlık duyar ve hemen yola koyulur.
Uzun bir yolculuktan sonra mürşidinin coğrafyasına intikal
eder. Geldiği fark edilir ama olgunlaşması için önemsenmez. Bir müddet böyle
gider, sonunda “Gel Köse” denilerek sağ ilk baştan yer açılır kendisine. Kısa
zamanda manen terbiye edilir ve olgunlaşır.
Şanı şöhreti gittikçe artan Hazreti, hasetçiler çekemez.
Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Hemen II. Murat’a şikâyet ederler. Padişah o dönemde
Edirne’yi başkent yapmış, İstanbul henüz alınmamış olup Ankara’ya uzaklık
oldukça fazladır. Ama emir bu “Tiz getirile, gönüllü gelmezse zincir vurularak
getirile” emri üzerine özel birlik Edirne’den yola çıkar. Gelibolu üzerinden
Ankara’ya gelen birliği Hacı Bayram-ı Veli, Ankara’nın dışında Akşemseddin ile
karşılar. Henüz emir tevdi edilmeden Şeyh, “Hünkârımızı bekletmeyelim
evlatlarım, hemen gidelim” der ve yola koyulur. Bu yolculuk aslında dillere
destandır. Kafilenin yol boyunca gördükleri, şahit oldukları her türlü
güzellikler ilgi ve iltifatlar, tutsak bir suçlu değil de, sanki zaferden dönen
bir komutan edasıyla yapılan yolculuk gibidir. İslami kültürümüze çok güzel
eserler kazandıran Gelibolulu Bican kardeşler de bu yolculuk esnasında mürşitlerini
bulur ve intisap ederler.
Hünkârın huzuruna varırlar. Daha ilk görüşte Hünkâr, içinden
pişmanlık ve nedamet duymaya başlar. Karşısında halkı isyana teşvik eden, fitne
fesat saçan bir kişilik bulacağını bekleyen Hünkâr, aksakallı, nurani yüzlü,
görünüşte bütün güzellikleri tasvir eden bu zat karşısında ne yapacağını
şaşırır ve ellerini öperek makama buyur eder.
Uzun bir süre sarayda sohbetlerde bulunan Hacı Bayram-ı Veli
hz. Edirne’de de gerek halk, gerekse saray nezdinde saygı ve hürmet görmeye
başlar. II. Murat ile sabahlara kadar sohbet eder. Gündüzleri halkın irşadı
için camilerde minbere çıkarak vaazlar yapar.
Bir gece sohbetinde Padişah “Hocam Kostantiniye’yi fetih
etmek bana nasip olacak mı?” sualini sorar. Şeyh, derin derin düşünür ve sabit
bir noktaya takılır. Bir müddet sonra “Sultanım Kostantiniye’yi fetih etmek şu
beşikte yatan masum, sabi Mehmet ile şu benim köse dervişime nasip ve müyesser
olacaktır” der.
Beşikte yatan küçük Şehzade Mehmet’in tahsil ve terbiyesi
için Akşemseddin’i Edirne’de bırakarak geldiği yol üzere tekrar Ankara’ya
döner. Dönmeden önce padişah kendisini hediyelendirmek istese de “Dünya malı
bizim neyimize” deyip geri çeviren Hazret-i Şeyh, Padişahın aşırı ısrarına
dayanamayıp “Öyleyse murat ediniz, Ankara’daki dervişlerimden Devlet görevi
beklemeyin, onları vergiden ve askerlikten muaf tutun” der. Ve isteği derhal
bir fermanla duyurularak kabul edilir.
Bölğesine dönüşte tekrar talebeleriyle eğitim ve öğretime
devam eder. Etrafında toplananların sayısı o kadar artar ki neredeyse
Ankara’nın nüfusunun çoğu bu ocağa mürit olur. Zamanla şehirde ne vergi, ne de
asker çıkmaz olur. Bölge ve civar illerin Emir’leri durumu Padişaha rapor
ederler. Zor durumda kalan Padişah yine nezaket kuralları dâhilinde hareket ederek
Şeyh hazretlerinden müritlerinin isim listesini ister.
Meselenin farkına varan Hazreti Şeyh, hemen bir oyunla
kendisine gerçek bağlı olanları tespite başlar. Yüksek yerde iki çadır kurulur
ve gece kimse görmeden çadıra koyunlar sokularak sabah tellal ile müritler
çadırın yanına çağrılır.
”Şeyh Hazretleri hasta, kim onun için canını verirse şifa
bulacak ve Şeyhimiz kurtulacak” sözleri yüksek sesle söylettirilir. Biri kadın
iki kişi “Şeyhimiz için canımız feda olsun” der ve çadıra alınırlar. Daha önce
çadır içine alınan koyunlardan ikisi kesilerek kanlarının dışarı akması
sağlanır. Bunu görenler ‘Şeyh delirdi mi? Böyle şey olur mu’? diyerek
dağılırlar. Hacı Bayram-ı Veli, Padişaha; “Benim bir buçuk müridim var,
isimlerini de gönderiyorum, diğerlerinin üzerindeki Devlet tasarrufu normale
dönsün Sultanım” diyen bir name gönderir.
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin metodu, Ebu Hanife
hazretlerinin en önemli öğrencisi ve gelmiş geçmiş en büyük fıkıh âlimlerinden
Ebu-Yusuf’a yaptığı nasihatin benzeridir. Bu nasihat birçok yazılı kaynaklarda
bulunmaktadır. Bayramiliğin temel felsefesi bu prensiplerdir. Hazreti Şeyh’in
ebediyete intikalinden sonra bu ocaktan iki tasavvufi kol yükselir. Bunlar;
Bayrami Semsi ve Bayrami Melami’liktir.
Osmanlı hanedanı Hacı Bektaş-ı Veli’yi ordunun, Hacı
Bayram-ı Veli’yi de devletin manevi koruyucusu bilmiş ve bu inancı sonuna kadar
muhafaza etmiştir. İç isyanlarda Hacı Bayram ekolü ön plana çıkmıştır. Şeyh
Bedreddin isyanında, Celali ayaklanmalarında mübarek Şeyh’in manevi mirası, kültürel
dokusu, bu tehlikeleri bertaraf ederek, devletin uzun müddet yaşamasına
yardımcı olmuştur.
Bayramiye tarikatı Nakşibendiye ile Halvetiliğin karışıp
birleşmesinden doğmuş bir sistem olup, kurucusu olarak Beyazıt-ı Bestami ve
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin ruhaniyetlerinden el alınmıştır.
Yıkılan eski evlerin yerine veya yanına modern yeni evlerin
dikilmesi gibi Anadolu’nun fütuhatında kolonizatör Türk dervişleri ve
onların pirleri, mekân olarak eski uygarlıkların dini müesselerinin yanı
başında bulunarak onlara saygılı olmuş,
tahrif olmuş şeriatlarının kültür merkezleri etrafında onların noksanlarını tamamalar mahiyetde
irşat merkezleri oluşturmaları tesadüf olamaz. Hıristiyan’lığın kültür merkezi,
meşhur Kapadokya etrafında Kayseri, Nevşehir ve Kırşehir üçgeninde bu
şekilde irşat merkezlerinin oluşması, o
kültürün silinip gitmesi yönünde onca şuurlu uğraşlar ve Anadolu’nun kültürel
olarak fethi, bu dervişlerin esas gayesiydi. Hacı Bayram-ı Veli de koskoca Ankara
ovasında hiçbir yer kalmamış gibi İsevilik şeriatının şaheseri imparator
Agustus’un adına yaptırılmış Roma mabedinin yanı başını irşat merkezi olarak
seçmesi, gayelerin gayesine hizmeti, ayrıntılara rağmen ayni olması gereğine
inanma fikriyatıdır.
Beş şehir isimli eserinde Ahmet Hamdi Tanpınar Hacı Bayram-ı
Veli ile ilgili sözlerine şöyle devam eder:
“Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinde yetişen
saf ve yürekli bir köy çocuğu, Romanın zafer mabedi ve biraz sonrada Bizans
Bazilikası olan bu abidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti ve
insanlara kadim imparatorluğunun ayakta durmasını sağlayan hakikatlarından çok
başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu ledünni hazların, ahiret saadetlerinin,
kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi
derinliklerinde Allah’ı bulan bir murakabenin hakikati idi. Hacı Bayram,
eriştiği bu hakikatin şevkiyle:
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil sen seni
Diye haykırır demektedir.
Abalı baba Yenimahalle ilçesine bağlı Memluk köyünde
medfundur. Şeyh hazretleri yıkılmaya yüz tutmuş bütün evlerin tamir ve
tadilatını yaparmış. Bu çalışma esnasında sürekli üzerinde abaya benzer hırkası
olduğu için çevrede ‘Abalı Baba’ olarak tanınırmış. Hayatı hakkında pek bilgi
bulunmamaktadır. Ancak Hacı Bayram-ı veli hazretleri ile çağdaş olduğu
menkıbelerden anlaşılmaktadır.
Bir gün Hacı Bayram-ı Veli müritlerine; “Memluk köyünden
çağrılıyoruz. Haydin yiğitlerim, herkes canlı hayvanlardan ne bulursa (tavuk,
horoz, ördek, hindi ve kaz) üzerine binsin” talimatını verir. Ve müritler bu
hayvanlara binip Memluk köyünün yolunu tutarlar. Köye yaklaştıkları Abalı Baba
tarafından anlaşılınca, o da yanında çalışan müritlerine “Elinizde hangi inşaat
malzemesi veya araç gereç varsa (mala, kürek, kazma, bel, tahta) üzerine binin.
Misafirler yaklaşmaktadırlar. Onlar çaya yaklaşmadan subaşında karşılayalım”
der.
Ve onlar da bu araçları binek olarak kullanıp misafirlerini
çayın başında karşılarlar. Hacı Bayram-ı Veli, binek hayvanı olan hindiden
inerek Abalı Baba’nın eteğini öpmek istese de Abalı Baba buna fırsat vermeden
musafaha eder. Ziyaretten sonra Hacı Bayram-ı Veli’nin müritleri “Üstü başı
berbat ve pejmürde olan bu adamın eteğini, koca Sultan neden öper ki” gibi
sızlanırlar. Şeyh hazretleri onlara döner ve “Evladım biz canlılardan binek
yaptık, o ise cansızları yürüterek bizi karşıladı. Manevi derecesinin bizden
yüksek olduğunu görmediniz mi” der.
Er Sultan’ın diğer adı Hallaç Mahmut’dur. Hacı Bayram-ı
Veli’nin hocalarındandır. Ulus’da bulunan ve eskiden kendi adıyla anılan Hallaç
Mahmut mahallesinde medfundur. Kendi adına yaptırılmış caminin yanı başındaki
türbede yatmaktadır. Öğrencisi durumundaki Hacı Bayram-ı Veli hazretlerine
karşı hep saygılı olmuştur.
Diğer adı yazılı klasiklerimizde ‘Er Sultan’ olarak
geçmektedir. 15. Yüzyılın büyük gezginlerinden Evliya Çelebi, meşhur Celali
isyanları sırasında isyana hazırlanan büyük bir asker güruhu ile eski adı
Engürü olan Ankara’ya geldiğinde, doğruca Hacı Bayram-ı Veli hazretlerini
ziyaret ederek hatim indirir. Bu işi birden çok devam ettirir. Bir gün mana
âleminde “Ben Er Sultan’ım, Hacı Bayram’ın hocasıyım” diyerek başlayan ve
gelişen olayı seyahatnamesine şöyle alır:
“Ben riyasız Evliya, Engürü’ye girdiğimiz gün doğruca Hacı
Bayram-ı Veli’nin nurlu türbesine varıp ziyareti ile şereflendikten sonra bir
hatmi şerife başladım. Konağımıza gelip, akşam da ibadetimizi yaparak dua ve
istihare ile uykuya daldım. Rüyamda gördüm ki, orta boylu, sarı sakallı, bal
rengi sof hırka giymiş, başındaki külah üzerine on iki dolama Muhammedi sarık
sarmış bir zat gelip, bana şöyle hitap etti.
“Bak oğlum! Layıkmıdır ki, benim talebem olan Bayram-ı
Veli’ye giderken beni basıp geçersin? Onu ziyaret edip hatmi şerife
bağışlıyorsun da bana bir Fatiha niçin okumuyorsun?”
·
Ben hayret içinde;
·
Sultanım, Cenab-ı Şerifiniz kimdir? Ben sizi
bilmem, nerede oturuyorsunuz? dedim. Cevabında:
·
Sen uyanıkken güreşçiler tekkesinde ve 4. Murat
huzurunda pehlivanlara duacık ederken “Engürü’de Er Sultan yatar, Rum da Sarı
Sultan” demezmiydin? “İşte Engürü’deki Er Sultan benim. Kale altı yakınında
odun pazarında bir kalın kubbe içinde kaldım. Gelip ziyaret edip, bir Fatiha
ile memnun edesin. Dünyada ve ahirette istediğini elde edesin. Sabah namazından
sonra sana bir adam göndereyim. Hemen bana benzer. Onunla elele verip bu şehir
içinde yürüyerek bana gelip, ziyaret eyle. Esselamüaleyküm” deyip kayboldu.
Hemen uykudan uyandım. Temiz abdest alıp sabah namazı
vaktini bekledim. Namazdan sonra Paşa’dan Enderun mehteri gelip “Buyurun
kahvaltıya” dedi. “Hayır, oğlum bugün oruçluyum” diyerek mehteri savdım.
Sonra baktım, gece rüyam da gördüğüm kimse çıka geldi:
·
“Evliya Çelebi siz misiniz? Buyurun, Er Dede
Sultan rüyamda beni size gönderdi. Ziyaretine gidelim” dedi. Amma sözü sanki
yer altından geliyordu. Yüzü nurlu, sözü tesirli bir zat idi. Hemen feracemi
giyip, Bismillah ile kapıdan dışarı çıktım. Yaya giderken ileride şehir içinde
on bir yerde, Evliya’nın büyüklerini isim ve künyeleri ile tanıtıp ziyaret
ettirdi. Bazısına “Bizim çırağımızdır” der idi. Bazısına ”Azizim Hamid
efendi’nin halifesidir” der idi. Böylece, türbe türbe gezdik. Hemen elime
yapıştı. Yokladım, elinde hiç kemik yoktu. Ne tarafa eğsem hamur gibi
eğiliyordu. Hemen elini elimden çekip sağ tarafta bir türbe gösterdi ve yine
elimden tutu. Sonra ahirete ait şeyler konuşarak, odun pazarı denilen yere
vardık. Meydanın batı tarafında küçük bir kubbe güründü.“İşte Er Sultan kubbesi
şurasıdır” diyerek sağ eliyle gösterdi. Ben o tarafa bakıp, sonra tekrar yanıma
baktım, o kimse kaybolmuştu.” Bre Mehmed! Onun elini elimden bırakmasam
gerekti. Bre Mehmed, halim neye varır?” diye dört tarafa seher vaktinde sersem
sersem gezdim. Belki şu keçe kaplı küçük kapıdan girmiş ola, diye hemen kapıdan
içeri girdim. Meğer boza hane imiş. Birçok paşalı eşekçinin kimi çöğür, kimi
tambur çalıyorlar. Bir hayhuy ki, tarif olunmaz. Hemen biri:
·
“Evliya Çelebi, gel bir bozacığımızı iç” dedi.
·
“Hay boza haneye girdiğimi gördüler” diye
utancımdan yerlere geçtim. Hemen dışarı çıkıp doğru Er Sultan kubbesine vardım.
Kapısını açıp içeriye girerek: “Esselamü aleyke ya aziz pir” diye ağlayarak
eşiğine bu asi yüzümü sürdüm. Sonra:
·
“Ey Sultanım! Rüyama girip; “Sana bir olgun yol
gösterici gönderdim dedin. Sözünde durup gönderdin. Henüz irşad olmadan aldın.
Kapına yüz sürmeye gelip, ziyaret ettim. Habib-i Huda aşkına, beni Dünya ve
Ahiretde boş koma. Allah ile ahtım olsun, mübarek ruhun için bir hatmi şerif
okuyacağım.”diyerek hatmi şerife başladım. Mübarek kabrinin sandukası olan
yeşil sof ile örtülü örtüsünün altına girip; “Himaye ya Er Sultan, himaye!”
dedim. O saat uyuya kaldım. Öyle terlemişim ki, ter elbiselerimden çıkıp
sırılsıklam olmuşum. Önceden rüyamda gördüğüm gibi, Er Sultan şekliyle gelip
selam verdi. Ben de “Aleyk” alıp:
·
“Sultanım! Bana gönderdiğin adamı kaybedip,
kapına geldim. Beni eli boş çevirme!” dedim. Hemen söze başlayarak:
·
“Hafız olduğundan ve Velileri sevip onların
mezarlarına yüz sürdüğün için mahrum kalmazsın. Biz sana olan sevgimizden
rüyana girip sana adam göndeririz. Onun eline yapışıp bize gel dediğim sabahı,
yine biz varıp eline yapıştık. Seni Hak yoluna getirip yol göstericinim,
üzülme. Akıbet yolun sırat-ı müstakimdir. Amma sende bu adamlarla gezerken
doğru hareket et, fukara ve zayıflara merhamet üzere ol. Onları bunlardan
kurtarmaya çalış. Paşana da söyle, benim himayemde Engürü’cükte kapanıp Celali
olmasın. Allah’ın kullarına zulmetmesin. Sana Cenab-ı Hak dünyada tam seyahat,
son nefesinde iman-ı kâmil verip, Hazreti Peygamberin şefaatini nasip eyleye...
Vücut sağlığı ile dünya’yı gezip dolaştıkça, az yemek ye, az konuş, az uyu,
ilim ile çok amel eyle. Doğru yolu bulmak için lazım olan ameldir ki, Cenab-ı
Hak Kuran’ı Kerim’inde “İleyhi yesadül kelimüt tayyib” buyurmuştur. Bu
nasihatlerimi tut. Ana baba hakkını ve bizi hayır duadan unutma. Pirlere riayet
eyle. Allah işini rast getirip, sonun hayır ola... Bu niyete Fatiha!”
·
Buyurdular. Ben Fatiha-ı Şerifeyi okuyup mübarek
elini öperken, türbe kapısından bir gürültü koptu, “Ya bu türbenin türbe darı
yokmudur? denilirken, ben Er Sultan’ın sanduka örtüsü altından çıktım. Kanter
içinde kalmışım. Türbeye gelen ziyaretçiler:
·
“Siz türbedarmısınız?” dediler.
·
“Evet türbedarız.”
·
Diye onlarla dahi ziyaret edip ve de Fatiha’sını
okuduk. Yine kapısını kapayıp, ağlayarak konağıma geldim. Rüyamı doğru paşaya
söyledim. “Estağfurullah. Tübtü ilallah tevbeden nasuhan” deyip bölük başılara,
sekban ve sarıca askerlerine cebhane ve tüfekleri ve silahlarını getirmelerini
emretti. İstedikleri gelince de:
·
“Engürü kalesine kapanıp, Celali olmak bundan
sonra haramdır.”deyip, askerlerin silah ve takımlarını alıp rahata erdi.
Meğer Paşada benim gördüğüm Er Sultan rüyasını görmüş! O da
bana anlattı. Rüyalarımız birbirini tuttu. Meğer Paşa’nın zihninde Engürü’ye
kapanıp Celali olmak korkusu da varmış! Sonra her gün Er Sultan ve Hacı
Bayram-ı veli’yi ziyaret etmeyi üzerime borç bilip, başladığım Hatmi şerifleri
de tamamladım” diyerek kendine has üslubu ile anlatır.
Tasavvufda mürşitlikten bir önceki rütbe halifeliktir.
Halifelik seyri sülukun son halkasıdır. Seyri süluk bu halkanın faş olmasıyla
tamamlanır. Er kişinin müstakilliğinin ifadesidir bu durum.
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin de otuz veya otuz bir tane
halifesi olduğu söylenir. Kendinden sonra bunların içinden çok meşhur olanları
da bir hayli fazladır.
Halifeler, iştigal ettikleri statülerine göre ayrımı
yapılarak da incelenebilir. Bunlar, medreseli halifeler, herhangi bir meslek
kuruluşuna giren halifeler ve mesleği tespit edilemeyen halifeler olmak üzere
üç kategoride ifade edilebilir.
Medreseli halifeler:
Ak Şemseddin, Yazıcıoğlu Ahmet Bican, Yazıcıoğlu Muhammed,
Şeyh Selahaddin Germiyanoğlu, Şeyhi, Molla Zeyrek, Eşref oğlu Rumi gibi...
Mesleği olan halifeler:
Baba Nakhaşi-i Ankaravi, Akbıyık Meczup Sultan, Bıçakcı Ömer
dede (Emir Sıkkıni).
Mesleği tesbit edilemeyen halifeler:
Şeyh Lütfullah, Şeyh Yusuf Hakiki, İnce Bedreddin, Kızılca
Bedreddin, Şeyh Elvan Şirazi, Kemal Halveti, Abdulkadir İsfahani ve Ahmet Baba.
Ankara, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin talebelerine
zamanla mekân olmuş ve onların yetişmelerini sağlamıştır.
Ve 1429 yılında bu kutlu insan çok sevdiği Rabbine kavuşur.
Vasiyeti gereği cenazesini Ak Şemseddin yıkar. Defin işlemini tamamladıktan
sonra, o da Ankara’dan ayrılır.
Bayramiliğin iki büyük halifesi zamanla kendini gösterir.
Biri mekteplileri temsilen Akşemseddin, diğeri alaylıları temsilen ortaya çıkan
Bıçakçı dede adıylada bilinen Ömer dede’dir. Kendisine ayni zamanda ‘Emir Sekkini’ de denilen bıçakçı Ömer dede,
üstadı Hacı Bayram’ın yanında daha çok bulunduğu için ölmeden önce Efendisinin
bazı özel eşyalarını yanında tutar. Ak Şemseddin, cenazenin defninden sonra
Sadarete dönmeden önce efendisinin, Ömer dede de olduğunu düşündüğü özel
eşyalarının, kendisinde olması gerekir düşüncesiyle bu eşyaları ister.
Ömer dede haber eder, “Yarın gelsin de vereyim” diye.
Yarın olur, belirtilen yere gelen Ak Şeyh, meydan da büyük
bir ateşin Ömer dede tarafında yakıldığını müşahede eder. Ömer dede istenilen
eşya üzerinde giyilmiş olarak ateşin içine dalar. Bir müddet sonra özel eşyanın
yandığ, onun dışındakilere bir zarar gelmeden Ömer dedenin ateşten dışarı
çıktığına şahit olunur.
Ömer dede Ak Şemseddin’in yanına gelerek “Marifet cübbede,
feste değil” diyerek ders vermiş olur. Ak Şeyh bunun üzerine özür dileyerek
gönlünü alır.
Ömer dede ömrünün sonlarına doğru Beypazarı, İskilip derken
ebedi istirahatgahı ve doğum yeri olan Göynük’e yerleşir. Mezarı Bolu-Göynük’de
dir. Hacı Bayramın devletlilere yüz vermeyen yüzünü oluşturur. Bu duruşuyla
kendisi değil ama yolunun takipçileri devletliler karşısında çok sıkıntıya
düşerler. Bayrami-Melamiliginin kurucusudur.
Bayrami-Şemsiliğin kurucusuda Akşemseddin’dir. Ak Şeyh,
Bayramiliğin devletlilerle beraber mesai yapan kolunu oluşturduğu için devlet
tarafından korkulan olmazlar. Dolayısıyla devlet tarafından herhangi bir
müdahaleye tabi olmadıkları gibi gereken ilgi, alaka ve itibara da nail
olurlar. Ömrünün son demlerinde Ak Şeyh’de Göynük’e gelir. Burada Hak’ka
kavuşur. Mezarı Ömer dede ile yan yanadır. Başı bir, sonu da bir olan buluşma…
Vesselam ün alel mürselin, velhamdülillahirabbül alemin.
Başkent’imizin Çamlıdere ilçesinde medfun bulunan Ali
Semerkandi hazretleri miladi 1300 yılında İran’ın İsfahan kentinde doğdu. 1442
yılında 142 yaşındayken Çamlıdere’de öldü.
Ali Semerkandi hazretleri tahsilini Semerkant denilen ilim,
irfan ocağı olan beldede tamamladı. Bunun içinde ‘Semerkandi’ telaffuzu soyadı
gibi kullanıla geldi.
Nesebi baba tarafından Hz. Ömer’e, ana tarafı ise bir Türk
kızına dayanır. İslami fütuhat, doğduğu yerden doğuya doğru çok önemli mesafe
kaydettikten sonra yeni kazanımlarla güçlenerek, sonuç alabilecek batı
fütuhatını gerçekleştirmiştir. İslam dini Arap yarımadası dışında en önemli
kazanımı, dönemin çok güçlü devletlerinden biri olan İRAN ve ÇİN üzerine
seferler düzenleyerek yayılmıştır. Bu coğrafyada yeryüzünün en çok fütuhatı
seven milletlerinden olan Türklerle karşılaşması şu veya bu nedenlerden dolayı
bu milletin Müslümanlaşmasıyla da, bu yüce dinin bu nokta da güvenliğinin
temini çok önemli bir ilahi stratejidir.
Yerleşim bakımından eski Kisraların ülkesi olan İran ve bu
bölgede mukim acem milleti, bulunduğu yerden hiç oynamadığı halde Rabbani bir
tasarruf olsa gerekir; Türk milleti boy boy, kavim kavim, dalga dalga Acemlerin
üzerinden atlayarak ön Asya’ya ve Anadolu kapılarına dayanmaları gereği, batı
fütuhatının başrolünü tek başına oynamışlardır. Bulundukları yer gereği bugün,
bu fikrimizin tescili gibi görünmektedir.
Şeyh Ali Semerkandi hazretleri’nin Hz. Ömer’in 4. batından
torunu olduğu bilinmektedir. Hemen akla gelebilir; bu zatı muhterem neden
doğudan Anadolu’ya intikal etmişdir. İsfahan, Buhara, Semerkant Türk’lerin
hâkim olduğu Türkistan’da dır.
Hemen ifade edelim:
Peygamberimiz zamanında Türkistan bölgesindeki bazı Emir
veya Krallara elçiler gönderilerek İslam’a davet edilmişlerdi. Bu ülkelerin
yöneticileri, davete olumlu cevap vermediler, ancak elçileri hürmetle ve
ilgiyle karşıladılar. Bu durum Hz. Ömer dönemine kadar devam etti.
Hz. Ömer’e bir gün üzücü bir haber ulaşır. Şiraz, Semerkant,
Buhara ve benzeri yerlerde halkın geçim kaynağı olan ekili tarlalara haşere
sürüleri musallat olur. O ülkelerin yöneticileri çaresizdir ve halk açlık
tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hz. Ömer bu ülkelerin afete son verecek
çareler aramakta olduklarını duyunca hemen o bölgelere, sırf insani yardım için
hareket ederek bölgeye varır. Önce
toprağına gireceği devletin yetkililerinden izin ister. Bu afetten kurtulmaları
için yardım edeceğini duyurur. Müsaade alındıktan sonra ülkeye girilir.
Yöneticilerin huzurunda;
Hz. Peygamberin bir savaşta ihtiyaç gereği parmağından
akıttığı suyun, ihtiyaç giderildikten sonra yine mucizevî bir şekilde yanında
bulundurduğu ve daha sonra Hz. Ömer’e bıraktığı suyu hemen asayı yere çakarak
duadan bulunduğu ve Allah’a iltica ettiği, neticede duası kabul olup, asayı
çekince yerden mübarek suyun fışkırdığına herkes şahit olur. Hz Ömer suyun
çıktığı yere hemen bir çeşme yaptırır. Ve Allah’ı na öyle bir iltica eder ki;
aman Allah’ım, sanki güneş tutulmuş gibi bir gürültü, bir karanlık ve hava da
uçan sığırcık kuşları görülür. Bütün bu haşereler, bu sığırcık kuşları
tarafından öldürülür.
Şifalı sudan içenler her türlü şifa ve sağlık bulur. Bu
mucizevî olaya şahit olanlar, Krallarıyla birlikte Müslüman olurlar. Hz.Ömer
Mekke’ye dönerken oğlunun birini bölgede bırakır. Bırakılan oğul, bir Türk
kızıyla evlenir ve çoğalır. İşte Ali Semerkandi hazretleri Hz. Ömer’in bu
şekilde soyundan gelmiş oluyor. Şeyh Ali Semerkandi’nin dedesi Hz Ömer, İsfahan
fütuhatından dönerken, Hz. Peygamberden kendisine emanet edilen asa ile bir
kılıcı da oğluna bırakır. Ali Semerkandi ve kardeşi Ahmet Kebir’e kadar intikal
eden bu kutsal emanetler, yeterli olgunluğa gelindikten sonra kardeşler
arasında taksim edilir. Takvada daha üstün olan Ali Semerkandi’ye ASA düşer.
Kılıç Ahmet Kebir’de kalır. Asayı alan Ali Semerkandi irşat için yollara düşer.
Kılıç sahibi de bulunduğu yöre de irşat vazifesine devam eder. İşte Ali
Semerkandi’nin elindeki silah bu asa olacaktır. Ömür boyu ve günümüze (bize)
kadar intikal eden kerametlerin çoğu ASA etrafında gelişir. Adeta mübarek
Şeyh’in etrafında ASA kültürü oluşur.
Çocukluk çağını İsfahan’da geçiren Ali Semerkandi
hazretleri, Buhara ve Semerkant’da temel İslami bilgileri aldıktan sora, ilahi
aşka tutulur. Çilehanelerde usulüne uygun olarak nefsi terbiyede bulunur.
Mağaralarda hep tefekkür eder. Ve kemale eriştiğini anladığı an asa’sınıda
alarak önce ön Asya’ya, Mekke ve Medine’ye sonrada Anadolu’ya varmak için o
iradeye teslim olur.
Önce Peygamber’i Ekber’in saadetli coğrafyasına ulaşmak, o
topraklara ayak sürmek istiyordu. Kendisine “Mekke’ye doğru” denilince harekete
geçti. Mekke’ye geldi. Mescit-i Haramda ondört yıl İmam-Hatiplik yaptı. Sonra
Medine’ye göç etti. Resulü Ekrem efendimizin türbesinde yedi yıl türbedarlık yaptı.
Bir gün Hz. Fatma’yı rüyasında gördü. Hz. Fatma babasının kabrine ziyaretini
istiyordu. Huzura vardı ve konuştu. Karşılıklı çok güzel sohbet etti. Resulü
Ekrem efendimiz son olarak “Seni manevi
evlatlığa kabul ettim. Kıyamete kadar mucizatım baki kalsın. Beni ziyaret
edemeyen fakir ve mazeretli ümmetim mümkün ise seni ziyaret edebilirler. Sen
benim varisim olduğun için, beni ziyaret etmişler gibi kabul ederim” gibi
ifadelerde bulundular. Bu iltifata muhatap olan Ali Semerkandi hazretleri
mertebelerin en yükseğine ulaşmış oldu.
Ali Semerkandi hazretleri yine açık ve net olarak duyduğu
bir sesle, Çin ve Hint’e gitmesi isteniyordu. Gerekli hazırlıktan sonra yollara
düştü, nasıl ve ne kadar süre de vardığı bilinmez ama varacağı yere intikal
eder. Krallığın başkentinde gezinirken yolu saraya düşer. Sarayın kapıları
halka açık, üstelik olağanüstü bir durum müşahede eder. Biraz daha yaklaşınca
Kral ve saray erbabından meydana gelen büyük bir kalabalığın hüzünlü ve yer yer
ağlamaklı hallerini görür. Bunca yolu tepmesinin hikmetini anlar.
Kral’ın bir tane çocuğu olan kızı ölmüştürde üzüntü
ondandır. Ali Semerkandi hazretleri hemen Kral’a yaklaşır ve teklifini yapar:
“Ben bu çocuğu Allah’ın izniyle dirilteceğim, şayet dediğim
olursa Müslüman olurmusunuz?”diye bir teklifte bulunur. Başka çare yoktur. Evet cevabını aldıktan
sonra Allah’a öyle bir iltica etti ki; Anasının kucağında ölü olarak bulunana
çocuk “Lailaheillallah Muhammeder Resulallah” diyerek canlanır. Kral ve ahalisi
tövbe istiğfar ederek hep birden verdikleri söz üzere Müslüman olurlar. Bütün
ülkeye davetiye çıkararak tebaanın da Müslüman olmasını isterler.
Hint-Çin ziyaretinden sonra Şeyh Ali Semerkadi senelerdir
irşat aşkıyla tutuşup yandığı Anadolu’yu mübarekleştirmek üzere emrinde ki
onlarca bağlılarıyla beraber Anadolu’ya,
kendisinin ebedi vatanına intikal eder. Gelmeden önce en önemli hazırlığı Hz.
Ömer’in yaptırdığı çeşmenin başına vararak asasına “Ya mübarek asa, kutsal suyu
em, sinene çek” deyip oluklardan akan suyu Allah’ın izniyle ASA’ya gizler.
Kalıntı su ise hala İsfahan ile Şiraz arasında sığırcık suyu olarak bilinmekte
olup sonsuza kadar akacaktır.
Şeyh hazretleri uzun bir yolculuktan sonra Konya’ya gelir.
Beraberinde gelen arkadaşlarını da değişik mahallelere yerleştirir. Başta
kendisi olmak üzere diğer zatlar Diyar-ı Rum’a hangi nedenle geldiklerinin
şuurunda olarak hep çalışarak irşat
edecek insan ararlar.
Konya ve havalisinde görevini tamamladıktan sonra Alanya’ya
geçer. Burada şahit olduğu olaylara müdahalesi ve yaklaşım tarzıyla milletin
gönlünde taht kurar. Bir gün sahil boyunca gezerken, içten içe ağlayan bir
şahıs görür ve müdahale eder.
Ağlayan kişi:
Bir incisinin olduğunu, onu da denize düşürdüğünü, bu
sebeple hayatının kararacağını söyleyince, Şeyh hazretleri balıklara seslenerek
“Herkes bir inci getirsin” der. Biraz sonra bütün balıklar ağızlarında inciler
ile sahile hücum ederler. İçlerinden o kişinin incisi bulunur ve kendisine
verilir. Buna benzer hallerin zamanla halk arasında yayılması Şeyh’i rahatsız
eder. Vekillerinden birilerini Alanya’ya bırakarak Çankırı’nın Eskipazar
(Örenşar) ilçesine gelir.
Yeni bir yere avdet etmenin elbette zorlukları vardır. Şeyh
hazretleri Eskipazar’da insanların çoğunluk olarak bulundukları yerlerde
görünmeye başlar. Onlarla yavaş yavaş ilişki kurarak, bölgenin problemlerine
yönelik fikir beyan eder, söylenilen laflara gereğini yapabilmek için kulak
vererek duyarlı davranmaya başlar.
Köylü, bu yabancıya şüpheli baksa da, ağırbaşlı ve vakur
yapısından dolayı da güven duymaya başlar.
Köyün sığırlarını otlatmak için çoban arandığını duyunca
hemen ücretsiz, sırf karın tokluğuna çobanlık yapabileceğini söyler.
İş ücretsiz olduğu için köylü tarafından olumlu bulunur.
Şeyh hazretleri başlar çobanlığa. Derken uzun zaman geçer. Köylü çobandan
fazlasıyla memnun. Nasıl memnun olmasınlar, hiçbir sığıra zayiat vermeden,
üstelik danaları emzirtmeden, bir inekten alınacak en fazla sütü verdirecek
kadar işini hakkıyla yapabilecek kişi, şimdiye kadar ne gelmiş nede gelmesi
mümkündü! Herkes işin farkında ancak yinede, o şuurlanmanın zayıf ve yeni
olduğu dönemden geçildiği için insanların bir kısmı bu işten faydalandıkları
halde, hayata sağlıklı bakamadıkları için, işin ilahi boyutunu görmeleri elbette mümkün değildir. Mal mülk
biriktirmenin, fakir fukara gözetmeksizin yapılmasının sıkıntısı, uyarılmaları
halinde rahatsızlık yaratacağının bilinmesi… Evliya bu! Sabır en önemli
yapısıdır. İrşat etmenin kolay bir şey olmadığını bilir.
Eskipazar’da çobanlık yaptığı süre içinde Hazreti Şeyh’in
iki önemli kerameti halkın dilinde dolaşmaktadır. Çobanlığı sırasında bir öğle
vakti sürüye yaklaşan kurdun, ala bir öküzün başında iştahı açılmış bir şekilde
durduğunu görür.
Hemen:
“Ey hayvan, bu öküz bana emanettir, sakın ona zarar
vermeyesin” der.
Kurt dile gelir ve “bu öküzün sahibi zekâtını vermediği için
Allah’ın izniyle bu benim kısmetimdir” diye cevap verir.
Şeyh hazretleri:
“Öyleyse yarına müsaade et de sahibine haber vereyim”
deyince kurt bu işe razı olur. Akşam köye gelir, öküzün sahibi bulunur ve durum
izah edilir. “Zekâtını verirsen kurt ala öküzünü yemeyecek, yoksa yarın öküzsüz
kalacaksın” der.
Öküzün sahibi, olurmu böyle şey diyerek kükrer ve bir gün
sonra tekrar çobana yollar. Kurt da gereğini yapar. Ali Semerkandi hazretleri
öküzün postunu akşam üzere sahibine vermek üzere getirir. İş mahkemeye düşer.
Bursa’dan kadı gelir. Öküzün sahibinden rüşvet istediği iddiasıyla hep Ali
Semerkandi hazretlerini sıkıştırır. Savunmasında Hazrete şahidi sorulur.
“Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar” der. Ve dağlar taşlar hep bir ağızdan
dillenerek yürümeye başlar. Halen ibret alınmaz.
Kadı:
“Öküzü yiyen kurdu getir, bunu kurt değil sen yedin” gibi
suçlamalarına devam eder. Karardan sonra kadı atına binip giderken atı ile
birlikte taş olur.
Bu dağın adı ‘Durdağı’dır.
İkinci kerameti:
Şeyh hazretleri Eskipazar kazasına bağlı Sadeyaka köyünde,
şeyhler mahallesinde abdest almak ve vaktini ihya etmek için, köylü
kadınlarının temizlik yaptığı çeşmeye uğrar. Bir türlü abdest alma fırsatı
kendisine verilmez. Fırsat verilmediği gibi kadınlar tarafından sözlü tacize
uğrar, küçük görülür:
“Sen sihirbazmısın ki ekin içindeki otları yediriyorsun
hayvanlara da ekine zarar verilmiyor? Emlik danalarla beraber analarını
otlatıyorsun da, danalar analarını hiç emmiyor? Sana abdest için suyu
vermiyoruz, çek git” denilince, Şeyh hazretleri Asa’yı oracığa çakar. Bismillah
diyerek çıkarınca, gümbür gümbür su etrafa yayılmaya başlar.
Yine aynı kadınlar:
“Aman bu su eşyalarımızı götürecek, şu suyu topla, akıtma”
diye feryat edince, Şeyh hazretleri:
“Ey mübarek tekrar çıktığın yerde kal, yok olma ama akmada”
dediği anda su çekilir ve halen insanlara şifa dağıtan bir su kuyusuna dönüşür.
Dünya’nın en şifalı sularından biri budur. Adına sığırcık
veya çekirge suyu denilmektedir. İsfahan ile Şiraz arasındaki Çekirge veya
Sığırcık suyu zemzem olarak bilinen en şifalı sulardandır. Asırlardır aka gelen
bu suların etrafında efsaneler oluşmuştur. Bu sular çok büyük hikmetlere vesile
olmuşlardır. Bundan sonra da olacaktır.
Anadolu’yu ebedi Türk vatanı yapmak ve esas olan İslam
futuhatının İnkişafını sağlamak amacıyla on binlerce gönül erleri, Türk
dervişleri Şeyh hazretleri döneminde bölgenin manevi mimarlığını
üslenmişlerdir. Bu nedenle merkezden ziyade uçlara nüfuz etmişler,
yöneticilerin, emirlerin yakın çevrelerinde bulunarak manevi dinamiklerin canlı
kalmasını sağlamış Allah dostlarının çokluğu, gayenin büyüklüğüne işaret
etmektedir.
Ali Semerkandi hazretlerinin ünü bütün Anadolu’yu sarar.
Döneminde Osmanlı devletinin başkenti Bursa idi. Bursa’da öyle bir afet
yayılmışki yetkililer çare peşinde, halk panik içinde büyük bir kaos yaşanırken
Ali Semerkandi hz. ve Sığırcık suyundan bahsedilir. Bu fısıltı halkının derdine
derman arayan Padişah tarafındanda duyularak Hazretin Bursa’ya gelmesi sağlanır.
Bu bölgede meydana gelen afete çara
bulur. Bütün haşere ve çekirgenin
sığırcık kuşları vasıtasıyla yok olmasını sağladı. Eskipazar’daki şifalı
sudan bir miktar alıp, tadili erkân üzere taşınarak haşere ve haşeratın
bulunduğu yerde, bir ağaca dua edilerek asılınca, gökyüzünü arıoğulu gibi
kaplayan sığırcık kuşları oluşuyor ve doğal afetten o bölgeyi ve insanlarını
kurtarmaya vesile oluyor.
Sığırcık kuşlar yiyebildiği kadar haşara yiyor, aynı hızla
öldürmeye devam ediyor. Allah’u Teâlâ hazretleri bu mübarek kerameti, Hz. Ömer
ve devamı olan Ali Semerkandi hazretlerine vermiştir. Şeyh hazretleri hiç
evlenmemiştir. Manevi evlatları tarafından bu su ile ilgili şifa işi
yürütülmektedir.
Hazreti Şeyh’e, sığırcık Şeyh’i, çekirge Şeyhi veya
Semerkandi Şeyhi de denilmektedir. Ali Semerkandi’nin “Bahru-l Ulum” adını
verdiği hacimli bir tefsir kitabı da bulunmaktadır. Hüdavendigar Murat ile
sohbetleri olmuştur. Kendisine teklif edilen vezirliği kabul etmemiştir.
Kabrinin bulunduğu Çamlıdere 1926 yılında tamamen yanmış olduğundan, kıymetli
kültürel hazineleride tamamen yanmıştır.
Çankırı Eskipazar’dan ayrılan Ali Semerkandi hazretleri
Kızılcahamam Çatak beldesine gelir. İrşada burada devam eder. Şeyh hazretleri
için Çatak son durak olmamalıydı. Manevi bir emirle sondurağına doğru yanında
bulundurduğu sacayağının fırlatılması istenir ve fırlatılır. Üç ayağı olan sacayağının biri kırılmış
vaziyetde bugünkü Çamlıdere ilçesine düşer. Şeyh hazretleri sacayağını takiple
Çamlıdere’ye gelerek yerleşir. Hazrete atfen bu beldenin eski adı Şeyh’ler
imiş, sonradan Çamlıdere olmuş. Şeyh hazretleri Çamlıdere halkı tarafından
hüsnü kabul görmüştür. Hizmetine sonuna kadar burada devam etmiştir. Devlet
erkânı tarafından da hep sayılmış ve sevilmiştir.
Şeyh Ali Semerkandi hazretleri Osmanlı Sultanları tarafından
yaptırılmış türbede yatmaktadır. Mübarek Şeyh, Hanefi ve Nakşî idi. Bu belde
imparatorluk dönemine kutsal bölgelerden biri olarak değerlendiriliyor ve önem
veriliyordu. Gerek öz vergi konusunda, gerekse civardaki yerleşim yerlerinin
vergilerinin Çamlıdere’ye aktarılması bugün itibariyle açık bir şekilde ifade
edilmektedir. Üstelik payitahtdan dahi ilave olarak her yıl önemli bir miktar
para Çamlıdere’ye aktarılır. Bu durum Cumhuriyetten önce, seferberliğe kadar
devam etmiştir.
Çamlıdereliler ve Ankaralılar böyle ulvi bir Sultanı
kucaklarında bulundurdukları için kendilerini çok şanslı saymalıdırlar. Allah’u
Teala bizi, kerametleri halen devam eden bu Evliya kuluna layık eder inşallah.
Vesselamün alel mürselin velhamdülillahi Rabbül âlemin.
Gelüp ettik dua ile niyazi
Evliya ÇELEBİ
Evliya çelebi seyahatnamesinde, Ankara’ya epey uzaklıkta
Çubuk ovasına hâkim yüksek bir dağın tepesinde yatan Hüseyin Gazi’nin türbesini
ziyaret ederek dua ve niyazda bulunduğunu yukarıdaki veciz sözde ifade
etmektedir.
Ve devamla:
“Bu zat Malatyalı Seyyit Battal Gazi’nin pederi, azizidir.
Kabri başında yasin okuduğunu, meraklı çevresinde, süslü, muhteşem şamdanlar
olduğunu, ayrı ayrı kış ve yaz meydanları bulunduğunu, senede bir kere burada
mevlüt okunup, kırk, elli bin adam cem olmakta, İmam Hüseyin evladından ve
‘Sadatı Kiram’dan olan bu Hüseyin Gazi, burada din uğrunda şehit olmuştur.
Dergâhın o anki Şeyh’i Muhican dedenin hayır duasını aldık demekte ve bir
sonraki gelişi de 1058 tarihlerine rastladığını beyan etmekte.”
Ankara, Emevi Halifesi Muaviye zamanında İslam ordularının
hücumlarına maruz kalır ve yağmalanır. Bu hücumlarda İslam şehitleri Ankara
toprağını kutsallaştırır. Abbasiler dönemindede ayni mücadele devam eder.
Özellikle ‘Avasım’ şehirleri olarak bilinen merkezi yerleşim yerlerinde
hareketle bu bölge yumuşatılır. Taki sonuç alınıncaya kadar. Müslüman Türk’ün
Ankara’yı alıp tam bir İslam şehri yapmalarının temel harcını atmış olurlar.
Kâtip Çelebi’nin cihannümasında ise, “Ankara’nın şarkında
kalan Hüseyin dağ zirvesinde
bulunan Bektaşiler tarafından mücahit bir veli olarak kabul edilen bir Arap’ın
(Hüseyin Gazi) mezarı vardır. Evliya zamanında burada yüz Bektaşi dervişini havi
bir tekke vardır ve her sene çok kalabalık bir dini tören yapılır. Şimdi yalnız
Ankara Bayrami dervişleri tarafından idare edilen bir türbe vardır” demektedir.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, Bayrami’ler de çekilmiş olup, yalnız
türbe ziyaretçilere açık olarak tutulmaktadır.
Hüseyin Gazi, Malatya fatihi Battal Gazi’nin babasıdır.
Ankara’yı İslamlaştırmak için savaşmıştır. Hüseyin Gazi hem mücahit savaşçı,
hemde gönül eri/mutasavvıf bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ankara
ovasında savaşırken yaralanmış, kendi emniyeti için dağa vurmuş ve bugün adıyla
anılan dağın zirvesinde Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Prof.Dr. Hikmet Tanyu hocanın,
“Ankara ve çevresinde adak yerleri” isimli eserinde bir
menkıbesi şöyle anlatılmaktadır:
“Hüseyin Gazi şehit düşünce oğlu Battal Gazi Malatya’da
bulunuyordu. Bağdat halifesi Abdüsselam’dan babasının makamını ister, o da;
“Daha babanın kanı kurumadı, kanını alda ondan sonra gel” der. Bunun üzerine
Battal Cafer Gazi yola çıkar. Çorum Alaca’da Hüseyin Gazi tekkesinde misafir
olur. O vakitler burası manastır olup, keşişinin adı da Şambaz baba imiş. Keşiş
Battal Gazi’ye “Seni birine benzetiyorum, sen Hüseyin Gazi’nin oğlusun” demiş.
İtimat ettiği için Hüseyin Gazi ile olan sırrını Kur’an okuyarak, namaz kılarak
ifşa eder. Ve Şambaz, babasının öcünü almak üzere Battal Gazi’yi Ankara’ya
gönderir. Battal Gazi babasının intikamını alır. Katilinin başını Şambaz’a
getirir. Tekkenin önüne gömdürür ki, dünya durdukça çiğnensin diye.
Bu tekkeye ‘Hüseyin Gazi kolu’ yahut ‘Kutlu’ denir,
demektedir.
Bu gün Karapürçek köyünün batısında Hüseyin Gazi dağının
tepesinde olan türbe ve zaviyesi üzerindeki kitabeye göre, 1463 yıllarında
Fatih Sultan Mehmet tarafından restore edilerek yeni ve sağlam bir yapıya
kavuşturulmuştur.
Ankara, Emeviler ve Abbasiler döneminde sık sık İslam
ordularının hücumlarına maruz kalır. Bu hücumlarda şehit olanlar Ankara
toprağına düşerek, bu beldeyi bir sonraki hücumların gayesini güçlendirmek için
kutsallaştırırlar.
Seyyit Hüseyin Gazi Hazretleri Ankara’da bilinen ilk
‘Evlad-ı Resül’den olan İslam şehididir. Anadolu insanı kendisinin kadir ve
kıymetini bilmektedir. Bu toprakları vatanlaştıran bu ülkenin gerçek
sahipleridir. Hüseyin Gazi’lerin açmış olduğu yoldan devam eden Türk akınları
bir iki asır içinde fütuhatı gerçekleştirmişlerdir.
Bir menkıbeye göre:
‘Hüseyin gazi rüyasında Cafer adında yiğit mi yiğit,
heybetli mi heybetli, uzun boylu, pehlivan yapılı beyaz tenli, güzel yüzlü bir
yiğit görür. Pehlivanlığı hazreti Hamza’ya, heybeti hazreti Ali’ye, azameti
hazreti Ömer’e benziyordu sanki. Hatta bu yiğidin savaş araçları, bindiği atı
ve zırhı vs. hepsini gördü. Uzun zaman bu rüyanın tesirinde kalan Hüseyin Gazi,
kendi kendine “Kimdir Cafer adındaki bu
yiğit, neyin nesi” diye konuşur. Günlerden bir gün rüyasında bir ‘pir-i fani’
derdine çare olur.
“Ya Hüseyin, müjdeler olsun sana ki; rüyanda gördüğün Cafer
adındaki o yiğit senin oğlundur. Dünyaya gelmesine az kaldı. O Rum illerinin
baştan sona Müslüman olmasına katkıda bulunacak. Her insana nasip olmayacak
olan başarıları olacak” der.
Zaman gelir, mana zuhur eder. Hüseyin gazinin Malatya’da
bıraktığı eşi bir erkek evlat doğurur. Büyükleri ona Cafer adını kor. İri yarı
olduğu için Battal’da denir. Ancak baba Hüseyin gazi, oğlu Battal Cafer Gazi’yi
göremez. Ankara’da bugünkü Ulus semtine düşen ‘Bent deresi’ olarak bilinen
yerde 360 askeriyle beraber sıkıştırılır. İki yüzden fazla zayiat vererek
yaralı olarak çekilerek yüksek bir yer olan bugün kendi adıyla anılan tepeye
sığınır. Cenkte ağır yaralandığı için kurtulamaz ve şehit olur.
Ankara’da ilk bilinen İslam Şehidi ‘Evlad-ı Resul’den
Hüseyin Gazi hazretleridir. Rahmetli Türk gezgini Evliya Çelebi
seyahatnamesinde:
“Ben burada malları aldım. Hacı baba ve damadı ile
vedalaşarak kuzeye kar üzerinde çıkıp, Hüseyin Gazi köyüne geldik. Çubuk ovası
kazasında yüksek bir tepe üzerinde Hüseyin Gazi türbesi vardır. Bu zat,
Malatyalı Seyyit Battal Gazı’nin muhterem pederidir. Kabri üzerinde bir Yasin
okuyup, ruhaniyetleriyle tanıştık. Nurlu mezarının dört bir yanında çeşitli
yıldızlı şamdanlar, kandiller ve ayetler vardır. Ayrı ayrı yaz ve kış
meydanları vardır. Çubuk ve Yaban ovaları ile Mürtet ovası, burada ayak altında
gibi görünür. Tekkesinin vakıfları çoktur. Senede bir defa burada mevlit okunup,
kırk elli bin adam toplanır. Amma Hüseyin evladından ve Peygamber sülalesinden
olan bu Hüseyin Gazi, burada din uğrunda şehit olmuştur. Bu tekkede fakirlere
on kuruş sadaka verip, üç kurban keserek tekkenin Şeyhi Muhyican dedenin
duasını aldık. Burada yine kuzeye gidip mamur köyler içinde geçerek Engürü’ye
ulaştık”diye kayıt düşmüştür.
Başkent Ankara’mızın bağrında yatan en büyük
ulularımızdandır. Hacı Bayram-ı Veli ve Tacettin Sultan’dan sonra en fazla
ziyaret edilen yerlerin başında gelmektedir.
Vesselamün alelmürselin velhamdülilahi rabbül alemin
Nesl-i pak künyesinde ibni Yamin,
Mustafa’dır namı, Bünyamin Ayaşi şöhreti.
Bir şairin, hakkında söylediği gibi, veciz sözün yukarıdaki
alıntısına bakılarak Türk İslam mutasavvıfı Ayaşi’nin esas adı Yamin Mustafa,
şöhreti ise Bünyamin Ayaşi olduğunu anlıyoruz. Yamin kelimesi halk arasında
Bünyamin’e dönüşmüştür. Kendisi 15. asrın ortalarında Ayaş ilçesinde doğduğu
için Ayaşlı Bünyamin veya Bünyamin Ayaşi olarak tarihe geçen bir gönül eridir.
Ayaş ilçesi tarihi bir yerleşim yeridir. Beypazarı, Göynük,
İskilip ve hatta Safranbolu gibi başta mimaride tutun da, hayatın bütün
inceliklerinde, her yerde Müslüman Türk kültürü yaşar. Hatta Ankara içinde bir
Ankara vardır ki (kale içi ve eteği)
sonraki Ankara’ya pek benzemez. Kendine özgü medeniyetin günümüze uzantısı
durumundadır. Her türlü alt yapısıyla kale eteği zamana meydan okurcasına
insana höykürüyor.
Ayaş ilçesi, beylerin pazar olduğu bir eski Osmanlı veya
Selçuklu kasabasıdır. Devlet hizmetinde çok büyük görevler ifa etmiş
bürokratları ile Bünyamin Ayaşi gibi birden çok gönül erlerinin mekân tuttuğu
bir beldedir.
Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin Hak’ka yürümesinden sonra
halifelerinden Akşemseddin ve diğer müderris ünvanlı bağlıları, Akşemseddin’in
etrafında kümelenerek Bayramiliğin “Şemsi” kolunu, geçimini dokumacılık,
bakırcılık veya orta halli halk tabakasının iştigal ettiği meslekleri yaparak
sürdürdüğü Bursalı Ömer dede’nin (Bıçakçı dede veya Emir Sekkini) etrafında
kümelenen bağlıları ise Bayramiliğin “Melami” kolunu oluşturdular.
Bünyamin Ayaş-i hazretleri de Melamiliğin kurucusu Bıçakçı
Ömer dede’nin halifesidir.
Bayrami-Şemsi ile Bayrami-Melami arasında var olarak
gösterilen en önemli fark:
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri ile başlayan, Ak Şemseddin
hazretleri ile devam eden, siyasi iradeye yakınlık ve beraber mücadele anlayışı
benimsenmişken, yine Hacı Bayram-ı Veli hazretleri ile başlayan ve Bıçakcı Ömer
dede ile gelişen, Bünyamin Ayaş-i hazretleri ile devam eden siyasi iradeye
hiçbir konuda pas vermeyen uzak duruştur. Bu anlayış ki, birçok Melami şeyhi
veya taraftarı siyasi irade tarafından tedbire zorlanmış ve hatta idamlara
kadar gidilmiştir.
Hacı Bayram-ı Veli duruşu iki şekilde yorumlanmıştır. Biri
genelde huzur ve resmiyet kazanırken, aynı ilkenin öbür yüzündekiler için şüphe
ile gözetlenen ve gerektiğinde tedbir alınan duruma düşülmüştür. Salnamelerde
veya Sarı Abdullah efendi’nin “Semeratül Fuad” isimli eserinde Bünyamin Ayaşi
hazretlerinden bahsetmektedir.
Mevcut bilgilere göre Bünyamin Ayaşi hazretleri Kanuni
Sultan döneminde Bıçakçı Ömer dede’nin Hak’ka irtihalinden (1496) sonra
postnişine oturmuş olup irşada devam etmiştir. Mürşidi Ömer dede Bursa kökenli,
Ankara’da yıllardır bulunmuş ve hatta irşad vazifesinin büyük bir bölümünü bu
bölgede geçirmiş, diğer Bayrami kolunun postnişini Akşemseddin hazretlerinin
medfun olduğu Göynük’e defnedilmiş bir Veliyullah’dan zattır.
Melamiliğin resmiyetle olan soğukluğu yukarda bahsedilen
kaynaklara göre Bünyamin Ayaşi hazretlerinin, Kanuni tarafından Kütahya
kalesinde zorunlu ikamete mecbur edilmesine sebep olmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı devleti kuvvetler ayrılığı prensibine
riayet şartı ile mutasavvıflara fevkalade saygılı idi. Hal böyle iken
şüphelenerek tedbir alması kadar doğal bir şey olamaz. Üstelik Yıldırım
Beyazıt’ın vefatından sonra ortaya çıkan ve on yıl kadar süren Şehzadeler
mücadelesi ardından patlayan “Şeyh Bedrettin” isyanı, Bünyamin Ayaşi ve
müritlerinin yaşadığı dönemde vuku bulunan olaylardı. Diğer taraftan İran
Safavi devletinin kışkırttığı din motifli propagandalar, devletin tedbir almasını
gerektirir bir hal almıştır.
Kanuni Sultan Süleyman, Rodos seferine çıkar ve bu adayı
kuşatır. Yaklaşık altı ay süren kuşatmada netice alınamaz. Sarı Abdullah
efendinin verdiği bilgiye göre; Sultan’ın çuhadarı, bu başarısızlığın sebebini
bir fırsatta Kanuniye anlatır. Çuhadara göre başarısızlığın sırrı; Bayrami
Melamiliğinin Şeyh’i, Şeyh Bünyamin Ayaşi hazretlerinin Kütahya kalesinde hapis
oluşudur. Kendisinin serbest bırakılarak manevi tasarrufu alınırsa “Rodos”
düşer.
Koca Kanuni, kendi gücünden kat kat küçük bir ada için tam
altı aydır var gücüyle yüklendiği halde kalenin düşmemesi, akla hayale
sığmayacak bir iş olduğunu düşünerek “neden olmasın, görelim ve deneyelim”
diyerek “tiz çıkarıla” emri ile Bünyamin Ayaşi hazretleri serbest bırakılır ve
tasarruf etmesi sağlanır. Netice, tabi ki çuhadarın işaret ettiği yönde olup
“Rodos” fethedilir.
Mesajı alan Kanuni, Bünyamin Ayaşi hazretlerini sarayda
ağırlar ve ikramlarda bulunur. Evliyanın tasarrufu budur. Allah’u Teâla
“Evliyama savaş açana, savaş açarım” buyurmaktadır.
Benzeri bir örnekle ehl-i hal olan bu muhterem şahsiyetlerin
durumunu veya gücünü ortaya koyalım.
Konstantiniye kuşatılır, çok uzun müsamereler olur. Bir
türlü düşmez. Hayat damarları tamamen kesilen, adeta bitkisel hayatla can
çekişme noktasında seyreden bu kutsal şehir bir türlü düşürülememektedir. Fatih
celalli, asker moral olarak iyi bir noktada değildir. Akşemseddin meselenin
farkında velâkin İlahi bir tertip...
Surların içinde daha önceden irşad vazifesi ile
vazifelendirilen ve epeyce insanı kazanan “Cibali baba” adında bir gönül ehli,
Fatih tarafından surlara yönelik fırlatılan top ve benzeri gibi insana zarar
verecek mermi veya güllelerin “Aman kuzucuklarıma zarar verir” düşüncesiyle
etkisiz hale getirilmesi durumu, kuşatmanın uzamasına sebep olmaktadır.
“Cibali kelimesi Ankara tiftik keçilerinin kırklıkla tıraş
edilerek, tiftiği alındıktan sonra tıraşlanmış haline denir. “Cibali baba” da
bu keçilerin bulunduğu yöreden hareketle Konstantiniye’ye ulaşmış olabilir.
Bir sabah yani 28 Mayıs sabahı, Akşemseddin hazretleri
Fatih’e ulaşarak “Gözünüz aydın Sultanım, zaferiniz yarın taçlanacaktır”
müjdesini verir. Cibali Baba’nın Hak’ka irtihalini gönül gözüyle gören Ak Şeyh,
fetih için hiçbir engelin kalmadığını anlamıştır. Cibali tasarrufu ve Cibali
anlayışı, İslam’ın evrenselliğinin ifadesidir. Ve 29 Mayıs Konstantiniye
fethedilir.
Fizik kuralları ile ifade de zorlanılan bu durumlara benzer
örnekler tasavvufta çok görülmektedir. Bu açıdan bakılacak olunursa Bünyamin
Ayaşi hazretlerinin Rodos’un fethindeki tasarrufuna hak verilebilir.
Bünyamin Ayaşi hazretlerinin beş halifesi vardır. Bunlar,
Pir Ali Aksarayi, Sivaslı Osman efendi, Bolulu Süleyman efendi, Kasımpaşalı
Emir efendi ve Aziz Ruşani’ dir.
Yaklaşık yarım asra yakın postnişinde irşad görevini
sürdüren Bünyamin Ayaşi hazretleri, ömrü boyunca Allah’ın(cc) emirlerini,
Hz.Peygamberin sünnetini kendine şiar edinmiş, Peygamberin yolundan ayrılmamış,
dünya ya ve dünyalığın duayeni devlet adamlarına fazla değer vermemiş, ama
ihtiyaç duyulduğunda da ihmal etmemiş, orta ve dengeli bir yol tutmuş, geniş ve
sanatı olan esnaf kesiminin irşadında bulunmuş, kendisi de tıpkı Ahi Evran ve
diğer Ahiler gibi sanat ile uğraşarak geçimini sağlamıştır. Bu haliyle birlik
ve dirlik açısından önemli bir sosyal organizasyonu tesis etmiş bir güzel
Türkmen dervişi, bir güzel gönül eridir.
Bünyamin Ayaşi hazretleri Rodos’un fethini takip eden
yıllarda Hak’ka yürür. Mezarı Ayaş ilçesinde olup, kendi adıyla anılan cami
veya zaviyesindedir.
Yerine geçen halifesi Pir Ali Aksarayi dir. Şeyh Pir Ali’yi
takiben oğlu İsmail Maşuki Melami Şeyh’i olmuştur. Bünyamin Ayaşi hazretleri
henüz sağ iken, halifesi Pir Ali Aksarayi’nin bir oğlu olur. Ayaş-i hazretleri
adını İsmail koyar. Ve devamla; bu çocuğun ilerde kurban olacağına dair
ifadeler kullanır. Şeyh İsmail Maşuki bu kültürle ondokuz, yirmi yaşlarında
İstanbul’a gelir. Merkez camilerinde halka ateşli konuşmalar yapar.
Konuşmalarının arasında bazen aşka veya cezbeye kapılarak, şeriata uygun
olmayan sözler de sarfeder.
Zamanla uyarıldığı halde, babasının Şeyhi Ayaşi
hazretlerinin kendisi hakkında söylediklerini hatırlayarak “Ben sonumu
biliyorum” diyerek devam eder. Devrin en büyük kelam âlimi olan Ebussuud
tarafından sürekli uyarı alır. Ebussuud Maşuki’nin babasına muhabbet duyduğu
için bir türlü gereğini yapamaz.
Neticede Şeyh’ül İslam İbn-i Kemal tarafından fetva
verilerek Şeyh İsmail Maşuki idam edilir.
Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbül alemin.
Ankara’nın Nallıhan ilçesine on altı km. mesafede kibar
Evliyaullahtan Emrem Sultan veya Taptuk Emre hazretleri medfundur. Yaşadığı
dönemde yörede en namlı bir zat olarak bilinir. Kendisine hemen yakın bir
bölgede kızı Bacım sultan yatar. Taptuk Emre hazretlerinin türbesi son
dönemlerde Etibank tarafından onarılarak, şanına layık bir hale getirilmiştir.
Taptuk Emre, Selçuklular devrinde Türkistan taraflarından
gelerek kendi adıyla maruf Emrem Sultan köyüne yerleşmiştir. Gözleri görmeyen
bu gönül eri, irşat merkezi olan Emrem köyünün dışına hiç çıkmamıştır.
Türk dervişlerinin, manevi işaretle ‘Diyar-ı Rum’un fütüvvetinde
görevli kılınması eshabıyla, binlerce gönül eri Anadolu’yu her anlamda
vatanlaştırmak amacıyla dalga dalga bu coğrafya ya gelerek, mekân tuttukları
bilinmektedir.
Bunlardan en şöhretlisi olan Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri,
Prof. Fuat Köprülünün “Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar” isimli eserinde
bahis olunduğuna göre;
Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri, Rum diyarına geldiği zaman,
orada Seyyit Mahmut Hayrani, Celaleddin Rumi, Hacı İsmail Sultan gibi birtakım
büyük mutasavvıflar arasında Emre adlı kuvvetli velayet sahibi bir Şeyh var
idi. Hacı Bektaş’ın daveti üzerine bütün Rum erenleri onun yanına geldikleri
halde, bu Şeyh her nedense davete icabet etmedi. Diğer Rum erenleri onun gelmek
istemediğini Hacı Bektaş-ı Veli’ye haber verdiler. O da güvendiği bir adamını
gönderip Emre’yi yanına çağırtı ve gelmemesindeki hikmeti sordu.
Şeyh Emre ise perde arkasında çıkan bir elin kendisine nasip
verdiğini, hazır bulunduğu o erenler nezdinde Hacı Bektaş adında birini hiç
görmediğini söyledi. Hacı Bektaş-i Veli, o elin bir işareti olup olmadığını
sorunca, yeşil bir ben olduğunu söyledi. O anda Hacı Bektaş-ı Veli elini
uzatınca, Şeyh Emre yeşil beni gördü. Kendisine el veren mürşid’in karşısında
bulunduğunu anlayınca tam üç defa “Taptuk Padişahım” dedi. Ve ismi o andan
itibaren Taptuk Emre oldu, demektedir.
Taptuk Emre’nin, Cengiz istilası sırasında Buhara’dan kalkıp
Anadolu’ya gelmiş bulunan Sinan efendi veya Sinan Ata adında orta Asyalı bir
Türk Şeyh’i tarafından irşad edildiği beyan edilmektedir. Taptuk Emre, Sakarya
nehri civarında yaşadığı dönemde çok büyük manevi nüfuz kazandığını,
dolayısıyla meşhur olduğunu yine Fuat Köprülü’den öğreniyoruz. Buharalı Şeyh
Sinan efendinin, Ahmet Yesevi ocağının bağlıları arasında olması, Taptuk
Emre’nin, hatta Yunus Emre’nin de aynı geleneğin temsilcileri durumunda
görünmektedir. Anadolu’da ki sofi geleneği, istisnalar hariç tutulursa tamamı
Horasan kökenli bir anlayışın devamı niteliğindedir. Kısacası buna Türk
sofiliği diyebiliriz.
Anadolu tasavvuf hayatında, bir Yunus Emre olmamış olsaydı
belki de Taptuk Emre’nin yeri bu kadar olmayabilirdi. Yunus Emre’nin duru
Türkçesi ile yazılan, söylenilen kitabi deyişleri, bütün canlılığıyla günümüze
kadar ulaşmış ve insanımızın tamamını kendisine hayran bırakmıştır. Yazılı ve
sözlü kaynaklar gün geçtikçe artıyor, beraberinde kendi adıyla mürşidinin adı
da hep zikrediliyordu.
Bir müridin, mürşidine karşı bundan daha büyük saygısı,
bundan daha önemli hizmeti düşünülemez. İşte Taptuk Emre’nin ölümünden sonra
postuna oturan, yaşarken dahi haklı şöhrete ulaşan Yunus Emre – Taptuk Emre
münasebetinin zaman dilimi içinde seyrinin bilinmesine rağmen, bir daha, sırası
gelmişken arz edecek olursak:
Yunus Sivrihisar’ın Sarıgöl denilen bir yerinde çiftçilik
yapmakta iken, kıtlık nedeniyle gerek kendi ihtiyacı, gerekse köyden
bazılarının ihtiyacı gereği, buğday almak için Hacı Bektaş-ı Veli’ye kadar
gelir. “Buğday mı, himmet mi” sorularına hep “Himmeti nedeyim, buğday” der.
Buğday verilir, verilmesine ama Yunus’un iç dünyasında sıkıntılar oluşur.
Sıkıntılarının sebebini çok geçmeden anlar ve tekrar huzura vararak hata
ettiğini, buğday yerine himmet istediğini ifade edince Hacı Bektaş-ı Veli
hazretleri, “Gayrı nasibin bizden değil, nasibin Taptuk Emre’den” diyerek
Yunus’u gönderir. Yunus, Taptuk Emre’nin huzuruna varır ve intisap eder. Tam
otuz yıl geçer, o kapıdan eğri bir odun geçirmemek kaydıyla, tekkenin yakacak
ihtiyacını karşılar. Hatta “Bu ne haldir Yunus, dağda hiç eğri odun yokmu“ diye
soran Şeyhi Taptuk Emre’ye “Bu kapıdan odunun bile eğrisi giremez” Sultanım
der.
Kurulan ‘erenler meclisi’n de şeyhi ile beraber Yunus da
hazır olur. Meclisde Taptuk Emre “Şevkimiz var, haydi sen de biraz terennüm et”
ifadesi ile Yunus’u söz söylemeye zorlar. Birkaç defa aynı isteği bildirdiği
halde, Yunus edep gereği hiç seslenmez. Bu defa Taptuk Emre gür bir sesle
“Haydi, artık zaman geldi, kilidin açıldı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin sözü yerine
geldi, durma söyle” der. Bunun üzerine Yunus’un dili çözülür, kilidi açılır.
Derhal arifane ilahiler, kitabi sözler söylemeye başlar.
Taptuk Emre, hizmeti esnasında Yunus’un bir ara “of”
demesini işitince gücenir. Yunus’u huzuruna alarak “Madem şikâyetçisin, artık
hizmetin bana haramdır” der. Yunus makamdan ayrılır. Ayaş ilçesi civarında
yolda karşılaşarak arkadaş olduğu iki derviş ile nereye gideceğini bilmeden
sağa sola savrulmaya devam eder.
Acıkırlar;
Dervişin biri, derken ikincisi maharetlerini göstererek
sofra kurdururlar. Sıra Türkmen kocasına gelir. Arkadaşları “Haydi bakalım sıra
sende” derler. Yunus şaşkın, ne diyeceğini, nasıl Allah’a iltica ederek yemek
isteyeceğini bilemez. Kestirmeden “Bu arkadaşlar kim adına ne istedilerse, ben
dahi ayni dille ayni kişi adına istiyorum Allah’ım” dediğinde çok muhteşem bir
sofra yayılır. Arkadaşları hayret ederler. “Sen nasıl iltica ettin de, bizim
ikimizin toplamından daha güzel bir sofra ikram edildi, söylermisin” diye
sıkıştırırlar. Yunus “Siz kimin adına beyan da bulundunuz?” der. “Derviş Yunus
adına istekte bulunduk” cevabını alınca, herşey anlaşılmış olur.
Gerisin geri Taptuk Emre’nin huzuruna varır. Af ve mağfiret
ister. Ancak bu işi tasavvuf adabına göre yapması için şeyhinin hanımından
talimat alır. Eşikliğe yatan Yunus’un bastonla yoklanarak “Bu kim hanım”
sorusuna, “Yunus” cevabı ardından, “Bizim Yunus” mu?” sorusu sorulur. “Evet,
bizim Yunus” sözü karşısında, Yunus fırlar ve elini eteğini öperek af
edilmesini diler.
Bir müddet sonra Taptuk Emre hazretleri elindeki asasını
göğe doğru fırlatarak Yunus’a “Ara, onu bul” der. Yunus Emre geri kalan ömründe
hep bu asayı arar durur. Dağ, taş, köy, şehir demeden gezer. Gezdiği gördüğü
yerlerde hep irşad edici şiirler söyler. Sosyal ve içtimai problemlere kayıtsız
kalmaz. Hep müdahaleci olur. Sonunda asayı bulur ve orada Hak’ka yürür.
Bacım Sultan, Taptuk Emre’nin kızıdır. Makamı
Nallıhan’a onbeş kilometre uzaklıktadır.
Genç kızlığı döneminde Yunus ile dağlarda dergâha odun getirmeleri dolayısıyla
çıkan dedikoduları Taptuk Emre, ateşle pamuğu bir araya koyarak, ateşin yandığı
pamuğun ise yanmadığı kerametini göstererek bir ders vermiştir.
İleri ki yıllarda Bacım Sultan, Hamza Sultan isimli yörede
mukim bir beyin oğlu Ulu Sultana gelin gider. Bacım Sultan yolda Erenler
mevkiinde kaybedilir. Bunun üzerine damat taraftarları dönüp Taptuk Emre’nin
huzuruna gelerek durumu anlatırlar. Taptuk Emre’de “Gidin gelin kaybolduğu yerde” diyerek tekrar
gönderir. Aynı yere gelindiğinde Bacım Sultan bir ağaca dayanmış halde görülür.
Kocası olan kişiye “Ben buraya kadar geldim, sen de burada kalmalısın” deyip
evlenirler. Bu köyün adı Tekke köyüdür. Onlarla beraber kurulur ve öldüklerinde
oraya gömülürler.
Vesselamün alel mürselin velhamdülillahi rabbül alemin.
Cumhuriyet entellektüeli, onu Mehmet Akif Ersoy’un milli mücadelede
Ankara’ya intikalinde yerleştiği yer ve muhitle tanıdı denebilir. Türk’ün
ateşle imtihanının sevk ve idare edildiği Ankara’ya, ‘Belde-i Tayyibe’den
hareketle sanki ısrarla davet edilmiş, Ankara’nın içindeki Ankara’yı ikamet
edilecek yer olarak seçmesi ne Akif için, ne Ankara’lılar için, ne de milli
mücadele için tesadüfü bir olay sayılamaz.
Taceddin Sultan, Anadolu Selçuklu devletinin son
zamanlarında yaşamış Kayseri’li Taceddin veli hazretleri soyundan gelmektedir.
Dede Tacettin veli, Osmanlı devletinin kuruluşunun kültürel dinamiğini
hazırlayan teorisyenlerden, torun Taceddin Sultan ise Osmanlının ihtişamlı
döneminin gönül erlerinden olup irşat merkezi olarak Ankara’yı seçmiştir.
Taceddin Sultan Bursa’dan gerekli eğitimi aldıktan sonra 17.yüzyılda Ankara’ya
geldiği söylenmektedir,
Ankara’da Karacabey hamamı önlerinde dergâhını kurarak
‘Celvetilik’ ekolünde irşada devam etmiştir. Dönemin en ulu erenlerinden kabul
edilmektedir. Halk arasında kerametleri yaygınlaşmıştır. Günümüze intikal eden
bir örneğini verecek olursak:
Dönemin Padişahına Taceddin Sultanı gammazlarlar. Padişah,
Taceddin Sultanın huzura getirilmesi için askere emir verir. Askerler dergâha
gelince bakarlar ki Sultanla beraber, hemen kenarda bulunan ibrikler de secde
ediyor. Ürperirler, ön yargılı olmaktan utanarak durumu Padişaha rapor ederler.
Padişah raporu inandırıcı bulur ve emri geri çeker.
Taceddin Sultanın asıl adı Taceddin İbrahim’dir. 1600-1700
yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamıştır. Bir dönem, başta
da söylediğimiz gibi Bursa’da bulunur. Meşhur Evliyadan Üftade hazretlerinin
dergâhında Aziz Mahmut Hüdai hazretleri ile beraber intisap ederek ders alır.
Bilahere, hadis, fıkıh ve tefsir eğitimini alarak hemen her alanda kendini
yetiştirir.
Zamanla gereken olgunluk derecesine geldikten sonra Üftade
hazretleri tarafında Ankara’ya gönderilmiştir. Ankara’da Celveti Şeyhi olarak
irşadını sürdürmüştür. Dergahdaki kitabesindende anlaşılacağına göre, Taceddin
Sultan, bir müddet Ankara’nın Karalar köyüne göç etmiş, yaklaşık yedi yıl bu
köyde kaldıktan sonra, tekrar Ankara’ya dönerek Hamam önündeki evine
yerleşmiştir.
Taceddin Sultan evli ve bir erkek çocuk babasıdır. Kendisi
hayattayken oğlu Muddaki’yi kaybeder. Bugünkü dergâhın bir bölümüne defneder.
Bilahere kendisi de aynı yerin yanına defnedilir. Türbe veya derğahın önceki
yapısı kerpiç ve çamurdan olduğu halde, bugünkü haline Padişah II. Abdülhamit
getirir.
Hamam önü, Taçlı Sokak, Haccetepe üniversitesi içinde
bulunan kendi adıyla anılan camii, türbe ve dergâhı bulunmaktadır.
Türbede oğlu Muddaki veya diğer bir kaynağa göre Mustafa ile
baba Taceddin İbrahim medfundur.
Tacettin Sultan’ın adıyla anılan türbe ve camiinin hemen
yanındaki Taceddin dergâhı Haccetepe üniversitesi rektörlüğünce restore edilmiş
olup, vatandaşlarca her gün, devlet ricali ve duyarlı sivil toplum örgütü
aydınlarınca senede bir gün ziyaret edilir. Vesile olunduğu olağanüstü
güzellikler hep beraber yaşanır.
Yazımızın başlangıcında da belirttiğimiz gibi
Cumhuriyetimizin en büyük şairlerinden biri olan merhum Mehmet Akif Ersoy,
milli bakiyemizin ve milli mücadelenin, özgürlüğümüzün sembolü olan, hemen her
Türk çocuğunun göğsünü gere gere okuduğu istiklal marşımızı bu dergahda
yazmıştır.
Bu dergâhla ilgili başka bir hatıra daha vardır. Sekiz
yaşındayken Hindistan’da Müslüman ana ve babadan kopartılarak İngiltere’ye
götürülen, orada İngiliz ajanı olarak yetiştirilen, bilahere Afganistan’a
gönderilerek dönemin Afgan Emirine yönelik ihtilalde başrol oynayan, daha sonra
da Hindistan pasaportuyla Milli mücadelenin merkezi Ankara’da onun lideri
Atatürk’e suikast düzenlemek için İstanbul’a gönderilen Mustafa SAĞIR adında
bir ajana sahne olma açısında Taceddin Sultan dergâhı önem taşımaktadır.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın İstanbul şubesi olan ‘karakol
cemiyeti’nin referansı üzerine Mustafa SAĞIR Ankara’ya gelir ve Ata ile
görüşür. Çok iyi yetiştirilen Mustafa SAĞIR konusunda Atatürk şüphelenir. Takip
ve kontrol görevi Mehmet Akif’e verilmek üzere, onun ikamet ettiği Taceddin
dergâhının bir katına da bu adam yerleştirilir. Mustafa SAĞIR’a gelen mektuplar
önce Akif’in kontrolundan geçerek ulaşır. Ajan olduğu Akif’çe de tespit edilir
ve Mustafa SAĞIR tutuklanır. Suçunu itiraf eder. İstiklal mahkemelerince
yargılanır 1921 yılında idam edilir.
Tacettin Sultan dergâhında, şer ittifakının olması
mümkünmüdür? O makamlar kullanılamaz. Art niyetli planlar belki kısa süre
gündeme alınmış olsa da uzun vade de asla.
O makamlarda ancak
istiklalin marşları yazılır. Kendisi de tasavvufi şiirler yazan Taceddin
Sultan, bütün Türk milletinin şapka çıkararak, gönül gözünde yaşlarını akıttığı
İstiklal marşının güftesinin yazılmasına engel olacak değildi ya...
Bir nebzecik unutulduğu an gösterilen kerametiyle ülkenin
gündemine tekrardan gelmiş olan Taceddin Sultan bunun ilkini Akif’le götermiştir.
Kendisi Akif’i çağıran pozisyonda görünmektedir. Arada uzun yıllar geçmiş
olmalı ki Taceddin Sultan tekrar gündeme gelmek iştiyaki ile ‘nedeni bizlere muamma’ kendi ruh yapısına uygunluğu olan bir er kişi ile
tekrar hatırlanır olmuştur. Bu er kişi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’dur. Evet,
çağıran Taceddin Sultan, çağırılan Muhsin Yazıcıoğlu…
Yan yana koyun koyuna mülaki olmak…
Taceddin Sultan’ın Şeyhulmeşayıhtan ve Kırklardan olduğu
söylenir. Sevap kazanmak ve şefaatine nail olmak için, ziyaret edilerek dua
edilir.
Vesselamün alel mürselinvelhamdülillahirabbül alemin.
Abdülhakim Arvasi
Mustafa Yardımedici
Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu
İbrahim Ethem
Mustafa Asım Köksal
Dr.Münir Derman
Hasan Burkay
Ahmet Kayhan
Dr. Haluk Nurbaki
Padişah’ı âlem olmak kuru
bir kavga imiş
Bir Veli’ye bende olmak
cümleden evla imiş.
Yavuz Sultan Selim
Ruhuyla sürekli cebelleşen adam... Zahiri ilimlerde
ilerledikçe iç huzuru sıfırlayan, ilgi ve iltifat gördükçe garip davranışlarla
kendini kaybeden adam…
Yaş otuz beşler de sanatının zirvesine çıkan, ama ruhundaki
fırtınaları dindirmekten aciz, o sokakta aklını sarhoş eden, “ derya içrede,
derya dan uzak” ama hep birşeyler umut eden, bekleyen, neyi beklediğini de,
beklerken tasavvur edemeyen adam…
Yunus’dan gayrisine mesleği itibariyle hiç itibar etmeyen,
Akif’lere, Yahya Kemal’lere tepeden bakan adam…
Kısacası beyninden zıpkın yemiş oraya buraya seyirden, deli
divane adam. Hiç bir söz üstadı, âlim, ehl-i dil huzurunda üç beş dakika
sabırla dinlemesini bilmeyen adam...
Bir dostunun ısrarlı yönlendirmesi neticesinde Esseyyit
Abdulhakim Arvasi hazretlerine götürülür. Huzura alınır. Başlar dinlemeye. Soru
sormadan, itiraz etmeden, bağırmadan, el kol hareketleri yapmadan, huzura nasıl
girdiyse, hangi şekil ve adabda görüldüyse yaklaşık altı yedi saat, aynı
şekilde kapı dışına çıktığında, olanlar olmuştur.
Vahşi bir ceylanın avcının okuna hedef olduğu gibi, tutsak,
esrarengiz bir kuvvet alanı, manevi hava değişimi ve ilaç...
“Buldum buldum” diye bağırmış, kendini götüren dostunun
yüzüne karşı...
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde en büyük tasavvuf
âlimlerinden olan Şeyh Abdulhakim Arvasi hazretleri, Van ilimizin Başkale
ilçesinde doğmuştur. Çocukluk dönemi bölgesinde geçer. İlk bilgileri babasından
öğrenir. Başkale’de ipdidai ve rüştiye mekteplerini bitirir. Bilahere Irak’ın
çeşitli kültür merkezlerinde Arap- Fars dili edebiyatı, mantık, kelam, fen ve
matematik, tefsir, hadis ve tasavvuf kültürü dersi alır.
Abdulhakim Arvasi hazretlerinin ataları, Hülagü’nun Bağdat’ı
istila ettiğinde Musul’a hicret eder. Sırayla Urfa, Bitlis ve Mısır’da
bulunurlar. Bu ailenin büyük oğlu Molla Muhammed tekrardan Van’a gelir ve
şehrin yüksek tepelerinde bir köy kurar. Eğitim ve ibadet yerleri de inşaa
eder. Bu köyün adına ‘Arvas’ adını verir. Yaklaşık altı yedi asır, bu sülale
Arvaslar olarak varlığını bozulmadan devam ettirir ve günümüze kadar gelir.
Soyu anne tarafından Abdulkadir Geylani’ye ulaşan Abdulhakim Arvasi’nin
sülalesine “Arvas Seyitler” denilmektedir.
Abdulhakim Arvasi hazretleri Irak’tan Başkale’ye döndüğünde
ilk iş olarak, aileden kalan servetle bir medrese yaptırır ve zengin bir
kütüphane kurar. Yirmi yıla yakın öğrenci okutur. Nice insanların
aydınlanmasını sağlar.
1880 yılında Halidiye tarikatı Şeyh’lerinden Seyyit
Fehim’den Nakşibendiye tarikatından icazet alır. Tarikat silsilesi Seyyit Fehim
ve Seyyit Taha vasıtasıyla, Nakşibendiyenin Halidiye kolunun kurucusu Mevlana
Halid-i Bağdadi adında büyük Şeyh hazretlerine uzanır.
Abdulhakim Arvasi hazretleri I.Dünya savaşı başlarında, doğu
Anadolunun uyumlu tebası olan Ermenilerin, Ruslar tarafından kışkırtılması ile
ortaya çıkan kan, zulüm ve gözyaşı döneminde Türk Devletinin tedbir gereği
ailecek güneye yani Irak içlerine hicret etmeleri emri üzere yola çıkarlar.
Musul’da iki yıl kalır, İngilizlerin o bölgeyi işgalinden sonra hayati tehlike
artacağından, ailesinden kalan kişilerle Suriye üzerinden Adana’ya intikal
eder. Adana’nında karışıklığı ve işgale müsait hale gelmesi durumundan
hareketle, Eskişehir ve oradan da Payitahtın ebedi ve en önemli şehri
İstanbul’a varırlar.
Bu yolculuk esnasında, Başkale’den 150 kişi ile hareket
edilmişti. İstanbul’a gelene kadar çoğu, açlıktan, hastalıktan ve sefaletten
hayatlarını kaybetmişlerdir.
Yardım ve desteğe ihtiyacı olan Arvas ailesi bir süre ‘Evkaf
Nezareti’nce Eyüp’teki yatılı mederesede misafir edildikten sonra, Hazretin
statüsü gereği yine Eyüp’deki ‘Kaşgari dergâhı’ Şeyhliğine tayin edilir. Bu
dergâhda uzun dönem tasavvuf dersi okutur. İmamlık ve vaazlık görevi ifa eder.
Tekke ve zaviyeler kapatılana dek bu görevleri hakkıyla yürütür.
Tekkeler kapatıldıktan sonra kendi evinde irşadına sürdürür.
Cumhuriyetin ilk döneminde ihtilalin mantığı gereği, yeni teammüllerin oturması
için eski ile ilgili hemen her konuda ilgi ve bağın kesilmesine yönelik Devlet
cebri olduğu için, Abdulhakim Arvasi hazretleri de bundan olumsuz olarak
etkilenir.
Çok savdiği İstanbul’dan, Menemen hadisesi bahane edilerek
İzmir’e sürülmesi, İzmir’den hiç sevmediği Ankara’ya mecburi ikamete
gönderilmesi, suçsuz olduğu halde Devlet ricali’nin gerekli girişimlere olumsuz
cevap vermesi onu Ankara’ya mahkûm etmiştir. 27 Kasım 1943 de vefaat eder.
Cenazesi Ankara’nın Keçiören ilçesine bir taş atımlık mesafede kurulan Bağlum
kasabasına defnedilmiştir.
Abdulhakim Arvasi hazretlerinin Ankara’da çevresi yoktu,
kendi ailesi dışında. Ebediyete intikalinden hemen sonra, cenazenin tekrar
İstanbul’a götürülmesi talebine de olumsuz cevap verilince, aile efradı ne
yapacağına karar veremez durumda kalır. Tam bu sırada kapı çalınır ve bir
aksakallı adam, kapıyı açan zata “Cenazeyi Bağlum kabristanlığına defnedin,
oradan bekleniyor” der ve kaybolur.
Bu işaret üzere mesaj alınır ve cenaze bir otomobil içinde,
üç beş yakınıyla beraber Bağlum’a getirilerek defin işi başlar. Etrafda
binlerce insan naaşı duyarlar. Kimler bilinmez ama Abdulhakim Arvasi
hazretlerinin yalnız olmadığı anlaşılır. Allahül âlem o mahşeri kalabalık halen
orada yani Bağlum tepelerinde sonsuzluğu beklemektedirler.
Cenazenin Bağlum’a defni ve bunu işaret eden adam...
Ve Bağlum kabristanlığı...
Meğer davet edilen durumda imiş... Hazreti Arvasi’yi davet
edenler üç kişi Horasan kökenli Evliya-yı Salih olup, Bağlum kabristanlığında
medfun imiş. Tasavvuf adabı gereği ziyaretçiler, davet edenleri bilmediğinden,
hep davet edilene vararak dua ederler.
Seyyit Abdulhakim
Arvasi hazretleri İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı hanedanı halen
ayakta idi. Anadolu’da milli mücadele veriliyordu. Devletin başına kara kâbus
çökmüş, adeta can çekişiyordu. Sonuç ne olur bilinmez ama Padişah Vahdeddin, Anadolu’da direniş
hareketini yapan oluşuma ve onun başındaki Mustafa Kemal'e en azından yürekten
yardım ediyor, Âlimlere, devletin bürokratlarına, Anadolu’ya geçmeleri ve
yeniden diriliş veya “Bas-ü Bedel mevt” olan Misak-ı Milliye destek vermeleri
konusunu hep işliyordu.
Nitekim Abdulhakim hazretleri, Beşiktaş Sinan Paşa camiinde
vaaz verdikten sonra çıkarken kapı önünde duran saray arabasında inen biri
“Sultan’ın sana selamı var ve akşama iftara bekliyor” der. Aynı araba ile
saraya varılır. İstanbul’un ne kadar manevi büyükleri ve din görevlisi varsa
hepsi de hazır ve nazır bulunur. Yemekler yenildikten sonra, şimdi bir kısım
zombilerin vatan haini dedikleri Vahdeddin’in baş yaveri gelir ve itinalı bir
sesle “Sultan’ın selamı var, hepinizden rica ediyor. Anadolu’da kâfirlerle
çarpışan Kuva-i milliyenin galip gelmesi için toplu bir dua etmenizi ve
Anadolu’daki mücahitlere para ve insan gücü ile yardım etmeleri, eli silah
tutanların onlara katılması için milleti teşvik etmenizi rica ediyor” der.
Bu emir üzere başta Abdulhakim Arvasi olmak üzere birçok
cemaat önderi ve din adamları birçok insani ve nakdi yardımı Mustafa Kemal Atatürk’e
ulaştırmak için olağan üstü gayret gösterirler.
Abdulhakim Arvasi hazretleri, tekke ve zaviyelerin
kapatılması konusunda kendine yöneltilen bir soru üzerine “Hükümet tekkeleri
değil boş mekânları kapattı, onlar zaten kendi kendilerini çok önceden kapatmışlardı”
demiştir. Bu yorum, tekkelerin özellikle o dönemlerde içinde bulunduğu durumu
çok güzel izah eder. Benzeri durum günümüzde de yok değil.
Atatürk’ün kendini ziyaret eden bir Şeyh Hazretlerine “Hocam
müsterih olun, tekkeleri ben kapattım, Allah(cc) izin verirse sağlığımda tekrar
ben açacağım” ifadesiyle örtüşen derinlikte bir yorum ve niyettir.
Şeyh hazretlerinin kerametlerine şahit olan ve nakilcilikle
günümüze kadar gelen birçok durum vardır.
Hazretin uzun dönem hizmetinde bulunan Abdulkadir Efendi
adında bir talebesiyle beraber, bir yaz günü Eyüp camiinde öğle namazı
kılarlar. Bilahere Hazreti Eyüp-el Ensari’nin türbesine girerler. Başka kimse
yok. Sandukanın ayakucun da diz üzeri otururlar. Arvasi hazretleri talebesine
“Yanıma sokul ve gözlerini kapa” der. Öğrencisi gözlerini kapayınca Eyüp-el
Ensari hazretlerini ayakta durup Arvasi hazretleriyle konuştuğuna şahit olur.
Hemen yanına varıp ellerini öptüğünü ve “aç” deyince gözünü açtığını, bilahere
o halin kaybolduğunu söyler.
Makamdan ayrılırken Arvasi hazretleri talebesine “Benim
sağlığımda gördüğünü unut” tembihini yapar.
Yine bir genç adam kar ve tipi şartlarında yola çıkar, ama
yolunu kaybeder. Donacak halde iken, “ Yarabbi zamanımızın kutbunu imdadıma
yetiştir” nidası üzerine, bir kişi zuhur eder ve donmaktan kurtardığı gibi
varacak yere de rahat bir şekilde avdet ettirilir. Otuz sene sonra Beyazıt
camisinde vaaz eden adamın silüetini çıkarmak için kafa yorarken, vaaz biter ve
Arvasi hazretleri cemaatin içinde bu genç adamın yanından geçerken “ Ne o tipi
fırtınasını mı hatırladın” diye kulağına eğilerek söyler. Genç adamın haleti
ruhiyesi birden bire allak bullak olur. İlk refleksi eline çökmek olur. Ve
öper, öper.
Tasavvufi kültüre göre her asra muttalip bir kutup zuhur
eder. Bu manevi bir rütbedir. Necip Fazıl’a göre asrın mürşidi Abdulhakim
Avrasi hazretleridir. Kendisine akran Bediuzzaman’lar, Hilmi Tuna’lar ve başka
âlimler olsa da asrın mürşidi Arvasi hazretleri’dir. Onun için “Başbuğ
velilerden otuz üç” demiştir.
Arvasi hazretleri İstanbul Bağlarbaşında Şeyhülislam Hikmet
Efendinin kabri yanında kendisine mezar hazırlattığı, hatta birde tabut
yaptırdığı halde hiç sevmediği Ankara’ya defni inşallah hayırlara alamettir.
Evliyaullahtan kabul edilen oğlu Ahmet Mekki hazretleri de, İstanbul’da
defnedildiği halde naaşı bilahare Bağlum’a taşınmıştır. Zahiri sebebi; Ahmet
Mekki’nin mezarı üzerinde çevre yolunun geçmesi bahanesiyle alınarak babasının yanına defnedilir. Mezarı
açıldığında vücudun hiç bozulmaması dikkatleri çeker. O Ahmet Mekki hazretleri
ki İstanbul’da uzun müddet ilçe müftülüklerinde bulunmuştur. Babasının Necip
Fazıl üzerindeki etkisine benzer bir tasarrufu, son dönemlerin en büyük
Sosyologlarından olan Merhum Nurettin Topçu’nun şahsında kullanması ve onun
olgunlaşmasına katkıda bulunduğu bilinmektedir. Arvasi hazretlerinin müridi
Necip Fazıl Kısakürek:
Son günüm olmasın çelengim, top arabam
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam
Mısralarında içinde bulunduğu “Beni Bağlum’a Efendimin
yanına defnedin” vasiyetine nedendir uyulmamış ve Efendisinin özlemini duyduğu,
sevdiği İstanbul’un koynuna bırakılmıştır.
Ne diyelim, kime niyet kime kısmet… Ya nasip derler ya…
Vesselamün alel mürselin velhamdülillahi rabbül alemin.
MUSTAFA YARDIMEDİCİ
(Cebeci - Ankara)
Diyanet İşleri Bakanlığı’nın finansörlüğünü yaptığı
“Sahibini Arayan Madalya” isimli belgesel mahiyet arz eden Kahraman Maraş’ın
düşman işgalinde vermiş olduğu mücadeleyi anlatan filimde gerçeğe uygunluğu
tartışmasız kabul edilen “Ali Sezai”
rolünde işlendiği gibi Kadiri Şeyhi Ali Sezai hazretlerinin iki halifesinden
biridir Mustafa Yardımedici. Diğeri ise bir ömür tek bir bağlısı dışında
dervişi olmayan Sofu Ökkeş Efendi’dir.
Ali Sezai hz.
zamanında Maraş’da Ulu Camide kürsü şeyhliği (merkez vaizliği)yapmaktadır. Yolunun takipçileri tarafından büyük Şeyh
Efendi olarak bilinir.
Mustafa Yardımedici hazretleri küçük yaşta yetim kalmış,
ailesinin üzerine titrediği bir çocuk, genç yaşta dergâhla tanışır. Şeyhinin
hizmetinde bulunarak zahiri ilimler konusunda kendini yetiştirir. Hocaları hep
Maraş eşrafındandır. Fevkalade düzenli ve temiz görünümünü hep muhafaza eder.
Onun için ilk dönemlerde arkadaşları kendisine “Süslü veya Apalak Mustafa” diye
hitap ederler.
Manevi olarak mesafe alabilmenin en önemli yolu bir mürşide
intisaptan ve o uğurda gayret göstermekten geçeceğinin idraki ile Mustafa
Yardımedici bir taraftan ailesinin geçimi için çalışırken, diğer taraftan
dergâhtaki yerini önemli hale getirmek için çok çalışır. Bu gayreti Şeyh Ali
Sezai hazretlerinin gözünden kaçmaz ve çok genç yaşta onda ki kemalatı fark
ederek icazet verir.
Mustafa Efendi, debbağ-dericilik sanatının imalata yönelik
olan kösgerlik, mesleği olduğu için, yaptığı ayakkabıları satarak geçimini
temin eder. Askerlik dönüşü evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı için köşgerliği
ihmal etmeden sekiz erkek bir kız evlatla, sıradan bir esnaf intibası
oluşturarak hayata devam eder.
Şeyhi Ali Sezai hazretleri Hak’ka yürüdükten sonra posta
Sofu Ökkeş efendi oturur. Mustafa efendi, o dönemin sıkı takiplerinden -tedbir
gereği -sakındığı için eşiyle ve çocuklarının eğitimiyle uğraşır. Yapmış olduğu
ayakkabıları civar illere satmaya devam eder.
Bir gün yine böyle bir ticari kaygı ile Adana’ya varır.
İstirahat için konaklama yerine çekilir. İştirak ettiği sabah namazı sonrası
cami çıkışında, nurani yüzlü biri önünü keserek “Maraşlı Mustafa efendi siz
misiniz” sualine “Evet” cevabını verince “Buyurun Sami efendi sizi bekliyor”
diyerek Hacı Sami efendi hazretlerinin huzuruna çıkarılır.
Hacı Sami efendi (Medine’de medfun) onu kapıda büyük bir
muhabbetle karşılar. İzzet ikramdan sonra karşılıklı hediyeleşirler, Sami
efendi ona Nakşi’den, o da Sami efendiye
Kadiri tarikinden ders tarif eder. Sami efendi ile bir ömür oluşacak dostluğun
tanışmışlığın temeli böylece atılmış olur.
Ankara’ya intikal:
Efendi Hz.lerinin çocuklarından biri Diyanet teşkilatında
memur olduğu için babasını Ankara’ya yanına gelmesi için sürekli sıkıştırır.
Ömrünün son demlerinden elim bir tertip gereği talihsiz bir durumla hayatını
noktalayan diyanet teşkilatı görevlisi oğul, babasının Ankara’ya hicretinin
zahiri sebebidir. Şems’in, Mevlana’nın,
İskilipli İbrahim Ethem’in, Mustafa Köksal’ın coğrafyasına kadar zuhur
etmelerinin rabbani tasarrufu geniş kitlelerce o dönem için bilinecek değil ya…
Zahiri sebepler, görünüşte insan hayatındaki sebep sonuç
ilişkisini tayin edeceği için ona sarılınır.
Efendi hazretleri1953 yılında Ankara’ya ailesiyle birlikte gelir.
Kendisi Maraş’ta sanki kamufle edilmiş,
gizlenmiş, tanınma derecesi zayıf bir kişilikten Ankara’ya intikal
etmesiyle tam tersi bir dönüm yaşanır.
Bu değişikliğe tasavvufi kültürde “Uzlet ve halfet” hayatı
denir. Uzlet hayatın bırakılarak halfet hayatının yaşandığı Ankarada ismi
duyulmaya ve bağlılarının sayısı artmaya başlar.
Sürekli namaz kıldığı cami imam-hatibi oğlu olduğu için ona
oğlum “Cemaatin içinde Marangoz Galip
efendi adında bir zat var mı? Ben onu
arıyorum bulunca beni haberdar et” diyerek arzusunu bildirir.
Marangoz Galip efendi ise; maneviyatında emri ilahi gereği
büyük Şeyh Ali Sezai hz. postunun gelecekteki sahibi olacak gönül eri, Mustafa
efendinin sırtındaki yükün varisi. Bir ulu zincirin büyük halkası, olacaklardan
habersiz için için yanmakta, halden hale sürüklenmekte, Rabbi ile halleşmede,
önce kokusunu hissettirerek, bilahere cismaniyetinin beklenmesinde ki
sabırsızlık veya gösterilen sabır…
“Yeter artık dayanamıyorum” ilticası “gönderiyorsan gönder
de bir an önce bu hasret bitsin” diye yapılan gönül imbiğindeki
feveranlar…
Oysa Galip efendi, öz amcası, altı tarikat ulularından
icazetli Kara Şeyh adıyla bilinen Hacı Bekir Kuşcuoğlu, amcasının halifesi ve
postnişini Ali Haydar Ahıskavi, onun da yerini dolduran yine altı tarikattan icazetli
kayınpederi Şeyh Mustafa Andaç
hazretlerinin aile oluşturduğu bir manevi ortamın aile fertlerinden biri olduğu
halde tertibi ilahi gereği sahibini
bekler.
Galip efendi, emrinin altında onlarca insanın çalıştığı
Ankara Samanpazarı’ndaki atölyesinde verilen siparişleri karşılamak için gece
gündüz alın teri dökerek çalıştığı yerin yanı başında boş olan işyerinin
kiralandığını bilir. Kiralayan zatı daha önce hiç görmemiştir. Ama temiz, nur
yüzlü bir görünüşü olan bu zatı ara sıra iş yerine girip çıkarken selamlaşma
dışında tanışıklıkları olmaz.
Böyle merkezi bir
yerde kiralanan bu işyerinde uzun dönem hiçbir işle iştigal edilmediğini
dışarıda müşaade eden Galip efendi kendi kendine “Burayı kiralayanlar deli mi
akıllı mı bir türlü anlayamadım, bunca zaman geçmesine rağmen hiç iş
yapılmıyor, dükkan kiralandığı gibi duruyor, acaba bunların maksatları ne ola,
elbet bir bildikleri, yapmak istedikleri vardır” gibi sözler sarf etmekte de
geri kalmaz.
Mustafa efendi Ankara’da kaldıkları müddet içinde başta
devlet ricallerinde olmak üzere maneviyat ulularından Hacı Sami efendi,
Süleyman Hilmi Tunahan, Said Nursi gibi yüksek maneviyatta zatlarla sık sık
görüşüp muhabbet eder. Bu ulu zatlara ev sahipliği yapar. Memleketin gidişatı hakkında
ümit var bir gelecekten sitayişle bahseder. Kendi dönemlerinin istibdat veya
baskıcı unsurlarının ortadan kalkacağını yerini çok daha özgür bir ortama
bırakacağı hususunda moral verici sohbetler ederler. Yakınlarına “Beni şeyhimin
vefatından sonra yetiştirdiler” der. Kendisinin de yetiştirmede memur olacağı
şuurla aşığına dogru mesafe aldığının farkında olarak zamanın keşiştiği an
marangoz Galip Kuşcuoğlunun;
“Yeter artık dayanamıyorum ya gönder sahibimi rahatlayayım
ya da al canımı da bu istek arzu çile bitsin” babında yakarışta bulunuşu
hissettirilir.
O gecenin sabahında
büyük bir belirsizlik içinde iş yerine varan Galip efendi tam da iş hazırlığı
yaparken atölyenin kapısının ağzında iki kişi belirir. Birinin elinde Kur’an,
diğeri onun biraz gerisinde elleri bağlı.
Galip efendinin meraklı bakışları altında Besmele çekerek içeri
girerler.
Galip efendi ara sıra selamlaştığı yanı başında ki işyerini
kiralayan adamı tanır. O adam Mustafa efendidir. Söze “Galip efendi oğlum ben
seni yetiştirmek üzere görevlendirildim. Senin nasibin bizdendir. Bundan gayrı
sen bizim manevi evladımızsın, mübarek ola” dediği andan itibaren Galip
efendi’de o kadar rahatlama olur ki bütün dertlerine, bütün manevi buhranlarına
ilaç olan bu buluşma onun adeta ayaklarını yerden keser. Kuşlar gibi hafifler.
‘Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun’
Defalarca tekrarlar.
Metafizik zuhuratı:
Kahraman Maraş’da iken bir gece çocuklarından Şevket
efendinin yattığı odanın kapısı açılır, biri uzun boylu iki kişi girer. Meraklı
bakışlarla gelen kişileri süzen Şevket efendiye “Oğlum babanız iyi adamdır,
onun kıymetini bilin” derler ve çıkarlar. Bu durumu sabahleyin babasına anlatan
Şevket efendi şu cevabı alır.
“Oğlum uzun olan Abdulkadir Geylani, kısa olanı da Ahmet el
Rufa-i hazretleridir. Hanemizi ziyaret ederek sana görünmüşlerdir. Bu senin
için çok güzel bir manevi zuhurattır bilmiş olasın” der.
Çocuklarının dönemin olumsuzluklarından etkilenmelerini arzu
etmediği için tasavvufi hallere aşina olmaları endişesiyle metafizik örnekler
verir. Çocuklarından Şevket efendinin anlattıklarına göre ocak başında yanan
meşe korunu eliyle alarak “Bu ateştir, Allah emretmezse yakmaz, bakın elimde
bir yanma acıma var mı”? diyerek ateşi elinde uzun müddet tuttuğu halde eli
yanmaz. Öyle ki eliyle yanan korları karıştırır, nihayetinde günümüzde
tarikatlara karşı mesnetsiz ve yersiz düşmanlık var. Halk dahi böyle bilir.
Allah’ı zikreden Şeyhe ve dervişlere karşı manasız tavırlar serğileniyor.
Bunlardan kendinizi korumanız ve olumsuz etkilenmemeniz için bir işaret olarak
bu hali gösterdim, der.
Onun en büyük manevi zuhuratı, Şemsi Tebriz’i gibi, onca
zamandır ızdırap çeken bir gönül erine hal atlatmaya vesile olarak
sıkıntılarından kurtardığı gibi, Galip Kuşçuoglunu bu alana kazandırmaya vesile
olmasıdır.
Mustafa Yardımedici hazretleri ömrünün son dönemlerinde hac
farizasını yerine getirir. Bu yolculuk dönüşü rahatsızlanır. Doktoru tedavi
için ameliyat önerir. Kendisi ameliyat gününden bir gün önce “Vücudumu
yaramayacaklar” diyerek o gün gelmeden rahmeti rahmana intikal eder.
Emri ilahi gereği
ölüm döşeğindeyken halife olarak Hacı Galip Kuşçuoğlunu kendi yerine işaret
eder. Mezarı, Cebeci Asri mezarlığında olup İskilipli İbrahim Ethem hazretleri
ile ayni mekânı paylaşmaktadırlar.
Vesselamün alelmürselin, velhamdülillahi Rabbül alemiyn.
Şeyh hazretlerinin kendi ifadeleri ile hayatı hakkında
kısaca bilgi verdikten sonra, ömür boyu mücadelesi, kendine özgü tebliğ
anlayışı ve irşadı, özellikle kalın harflerle altının çizilerek okunmasını
istediği yeni söylemleri hoşgörü ve musaması, devlet siyaset ilişkisini ve bu
konuda özellikle beyan ettiği dengeli yaklaşımı, ifrat ve tefrit noktasında
Müslüman Türk milletinin karakterinden kaynaklanan tavırlarının aksine, kendini
aşmış tavırları ve sözleriyle statik duruşu, espiri ve fıkra kültürü ile
anlatmak istediği meramını kısa yolda vermesi, bu konu da Hoca Nasreddin’in
karakteristik özelliğinin tabiatında var olması gibi yönlerini ortaya koyarak
kendimce anlatmaya çalışacağım.
Tabi ki Allah izin verirse…
Ne diyelim “niyet hayır akıbet hayır.”
Efendi hazretleri 1919 yılında Çorum’da doğar. Dindar bir
aileye mensuptur. Cemaat kültürünün hâkim olduğu bir ortamda yetişir. Neseb
olarak Seyyit ve Şerif olup, soy isminden de anlaşıldığı üzere, büyük atası
Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış astronomi ilminin üstadı Ali Kuşcu’ya
dayanır. Amcası Hacı Bekir Kuşcuoğlu’dur. Hacı Bekir Kuşcuoğlu’da Nakşi ve
Mevlevi Şeyh’idir. Yedi tarikattan icazetli Çorum’lu Evliyaullahtan Hacı
Mustafa Andaç hazretlerinin tek çocuğu Fatma hanımefendi ile evlenir. Bu
evlilikten yedi kız bir erkek çocuğu olur. Geçimini ömür boyu alın teri misali
marangozlukla temin eder.
Marangozluk zanaatını Çorum’da kavradıktan sonra Ankara’ya
gelen Şeyh hazretleri tezgâhını bu işlerin yapıldığı sitelere kurar. Gerek
işinde gerekse insanlarla olan ilişkisinde göstermiş olduğu dikkat ve
samimiyet, çevre esnafın takdirini ve
güvenini kazanmaya yeter.
Hazreti Şeyh, yaptığı işi ibadet ve taat noktasında ihlâsla
yürüttüğü için, gün geçtikçe geliştirmiş, devlet ricalinin ve diğer resmi
yerlerin taleplerini en iyi şekilde karşılayanlar arasında olmuştur. Ancak
manevi bir arayış gün geçtikçe dayanılmaz olur. İlahi aşk isteği içindeki
tasavvufi arzu zamanla patlamaya hazır şark çıbanı gibi gümbür gümbür kendini
gösterir.
İşyerinin yanında boş olan bir dükkânı tutarak kendine komşu
olan garip bir insana da yavaş yavaş ısınır. Onunla konuştukça rahatlar.
Zamanla bu rahatlama samimiyet ve aşka dönüşür.
Ve “senin ilacın bende” denir.
Rabbani bir tasarruftur, Yardımedici hazretlerinin taa
Kahramanmaraş’tan gelip şifa arayan hastasını dizinin dibine oturtması...
Emri ilahi gereği yalnız bir manevi görevin yeri ve zamanı
geldiğinde sahibine tevdii olayı, akılla çözülecek iş değildir.
Kahramanmaraş’ın kurtuluşunun maddi ve manevi lideri büyük Şeyh Ali Sezai
hazretlerinin halifesi Mustafa Yardımedici manevi işaretle sırat-ı müstakim
üzere olan yolunun, kendinden sonra devamı olacak olan muhteşem atlı piyadenin
yetiştirilmesi, eğitilmesi ve icazeti konusunda kutsal görevini yerine getirir.
Kendi kendini kurtaran şehir Kahramanmaraş’ın bu büyük
Evliyası Kadiri, Rufai ve Nakşi tarıkında icazetli bir güzel insan. Halifesi
Mustafa Yardımedici tarafından iki yıllık bir eğitim uygulaması neticesinde
1956 yılında görev Şeyh Kuşçuoğlu Hazretlerine tevdii edilir. Bunun dışında
kayın pederi yedi tarıktan icazetli Çorum’lu Mustafa Andaç hazretlerinde de
Rufailik icazetini alır.
Kendi deyimi ile:
“Bir dervişin bir Şeyh’i olur. İcazet aldıktan sonra başka
Şeyh Efendilere verilen hallerden istifade ettirilir. Tertibi ilahide ayrılık
yoktur. Küllü tarıkın kökü Resulullah’tadır. Ayrı görenler hata ederler. Yalnız
terbiye usulleri ayrı ayrıdır. Derviş Şeyhine beyat ettikten sonra terbiye
tarzına kimse karışamaz. Karışırsa dervişin manasını öldürür” demektedir.
Hacı Galip Kuşcuoğlu bu zaman vetiresi içinde posta
oturtulduğu 1956 tarihinden 1993 tarihine kadar Kadiri-Rufai Şeyhi olarak, 1993
tarihinde ise ilahi irade tarafından Galibilik kolu da tevdi edilince,
Kadiri–Rufai-Galibi şeyhi olarak bilinir, yaşanır ve yaşatılır.
Şeyh hazretlerine ikinci Şirazi’de denilmektedir.
Şöyle ki:
1956 Yılının Beraat gecesinde, mana âleminde Peygamber
efendimiz, seçkin insanlarında hazır bulunduğu bir ortamda, Hazreti Ebubekir
Sıddık’ın önünde duran masa üzerine açılmış bir deftere, huzurda imtihan edilen
şeyh Kuşcuoğlu için “Yaz, Şeyh Sadi Şirazi” diye emir buyurunca, Ebubekir
Sıddık yazmaya başlar. Şeyh Kuşcuoğlu içinden “Şeyh Sadi yüzyıllar önce
yaşamış” diye düşünürken, Efendimiz “İkinci Şeyh Sadi Şirazi” işaretini
buyurur.
Bu mana da murat, Şeyh Kuşcuoğlu’nun mizaç, yakarış, üslup,
irşad anlayışı ve strateji bakımından kendinden yüzyıllarca önceden yaşamış
İran–Azarbaycan coğrafyasında irşad ederek ömrünü bitirmiş, ama söz ve
kasideleri ile halen yaşayan, Şeyh Sadi Şirazi’ye çok büyük oranda
benzeyişidir. Şeyh Sadi, bir Yunus, bir Mevlana gibi sırrı asırları kucaklayan
deyişleri ile ölümsüzleşmiş klasik tasavvuf edebiyatı şairlerindendir.
Şeyh Sadi mizaçlı, ikinci Şeyh Sadi yani Şeyh Kuşcuoğlu,
klasik nakilciliğe saygı duyarak tasavvufda kendi anlayışını da ortaya
koymaktan çekinmemiştir. Klasikleşmiş Şeyhlik anlayışını, “Dün dünde kalmıştır”
hali yaşamak ve geleceği yaşatmak için, halde yapılması gereken yenilikleri
yapmakdır farklılığını düstur edinmiştir.
Öncelikle Kelime-i tevhit’de birlik inancı mücadelesinin
temelini teşkil ettiğini bilmemiz gerekir. O her ne söylerse tevhit inancı
üzerine söyler, her ne yaşarsa tevhit inancını yaşar ve yaşatmaya çalışır.
Tek bir din vardır, o da İslamiyettir. Hz. Âdem babamız’dan
Hz. Resulullah’a kadar ne kadar gelmiş geçmiş Peygamber, Resul ve Nebi varsa
hepsi islamiyetin tesisi için uğraşmışlar ve hepsi müslümandır. Ancak tebliğ
mekânı tebliğ zamanı ve şeriatlarında olan küçük farklılıklar vardır, o
kadar...
Bütün Peygamber Efendilerimiz bir zincirin halkaları
gibidir. Allah’a iman etmek hepsinde imanın zirvesi olmuştur. Peygamber’leri
farklı da olsa çok büyük önemi yoktur. Her Peygamberin kendine göre şeriatı
vardır. Hepsi şeriatları doğrultusunda ümmetine Allah’ı tanıtmak, onun emirleri
doğrultusunda terbiye etmekle mükellefdir. İsevisi, Musevisi, Muhammedisi aynı
demir yolları üzerindeki istasyonlar gibidir. İnsanı Allah’a ulaştırmak ortak
ve kutsal amaçlarıdır.
Şeyh Kuşcuoğlu; Hal böyle iken dünya insanlarını özellikle
farklı şeriatta olan insanları tarih boyu birbiriyle niçin kavga ettirirler?
Hiçbir semavi kitapda diğer semavi din mensuplarıyla, sizin
şeriatınıza girene kadar savaşın emri olmadığı halde adeta varmış gibi
yorumlanan kültürlerin yıkıcı etkisinden kurtulması gerekmez mi?
Gibi ifadeleri çok çarpıcıdır.
Bir Muhammedi’nin, İseviye gavur–kâfir, bir İsevinin de
Muhammedi’ye aynı ifadeleri kullandığı bilinmektedir. Gavur–Kâfir ifadeleri
fevkalade onur kırıcı tahrik edici sözlerdir. Şeriatlar arası diyalogun,
uzlaşmanın çok ciddi olarak yapılanması halinde bu olumsuz yaklaşımlar ancak
ortadan kalkabilir. Şövenistçe yorumlanan şeriatlar bir başka şeriatı yok
saymak durumunda kurtulamaz. Hâlbuki bir İsevi bir Musevi dinsiz/kâfir olmayıp,
bir Allah’a inanmaktadırlar. Allah’a inanan bir insan hangi şeriattan, hangi
renk ve hangi milletten olursa olsun “lailahe illallah” dediği müddetce benim
kardeşim, kanı katli bana haramdır, demektedir Şeyh Kuşcuoğlu.
Tarihe bakıyoruz insanlık hep birbirini, dinlerini istismar
ederek yemişler. Milli menfaatlerini elde etmek, başka birilerini tepeleyerek
ilini ve obasını tarumar etmek için şeriatlarını moral değerleri olarak
kullanmışlardır. Zamanla şeriatları farklı, aynı dine mensup insanlar arasında
kan davası kronikleşmiştir. Halende devam etmektedir… Gibi ifadeleri şimdiye
kadar bilinenlerden farklı bir yaklaşımdır.
Şeyh Kuşcuoğlu ibadetlerinin sonunda adet haline getirdiği,
yüksek sesle söylenen “ümmet-i Muhammedin hayır ve selameti” ifadesini “bütün
insanlığın hayır ve selameti” şeklinde temenni ve tazarru da bulunması, yukarı
da anlatılmak istenileni apaçık ifade etmektedir.
Maide 51. Ayetin bilinen meali olan “Yahudi ve Nasranîleri
dost edinmeyin, onlar size dost olmaz, taki dinlerine dönünceye kadar” bu
mealin ve tefsirinin anlamı çarpıtılıyor demektedir. Hal böyle iken aynı
anlayış, Amentüde; Meleklere, Peygamberlere ve kitaplara imanı da Maide 51’e
zıt anlam da ortaya koyuyor. Biz Amentü’ye inanıyoruz, ancak aynı Allah’a
inanan insanları rencide edici şekilde yorumlanan Maide 51. Ayetin bilinen
tefsirine katılmıyoruz, demektedir.
Bir başka farklılığı buradadır. Şeyh kuşcuoğlu Evliya, Veli
ve Dost kavramları üzerinde de ısrarla durmaktadır. Yüce kitabımız Kur’an’da
‘Evliya’ olarak geçen kelimenin, Türkçe karşılığı ‘Dost’ olarak söylenmesinin
doğru olmadığını, Evliya tabirinin karşılığı olarak Dost kelimesi çok cılız
kalmaktadır. Evliya kelimesinin ve yüklendiği anlamın karşılığını izah etmekten
yetersiz olduğunu sık sık vurgulamaktadır.
Karıştırılan bir başka terim ise Evliya eşittir Veli
tenakuzudur. Hazreti Şeyh bu iki tabiri de yerli yerine oturtuyor. Hakikaten
tasavvuf erbabının bile karıştırdığı veya dikkatini çekmediği bir durumdur bu.
Hazreti Şeyh, Evliya hakkında şöyle beyan etmektedir; Evliya
doğuştan verilen Tertib-i ilahi gereği olan bir manevi kurumun başında bulunan
insana maneviyatta verilen bir durumdur. Sonradan Evliya olunmaz, Evliya
doğulur. Evliya hiçbir zaman Veli değil dir. Veli sonradan olunur. Kişinin
nefsi emmareden nefsi tezkiye basamağına ulaşmak için ibadet ve teatla sonradan
kazandığı manevi bir rütbe, demektedir.
Çünkü Evliya nur-u Muhammedi’dir. Peygamberlerin
varisleridir. Masum değildir ama nur-u Muhammed’inin kıyamete kadar
taşıyıcılarıdır. Diğer bir adıyla varis-ül nebidirler. Onun için varis-ül
nebilere dikkat etmek gerekmektedir. Onların incinmemesi ve hep saygı görmesi
lazımdır. Aksi halde onlar incinir ve incitilirse Allah(cc) “evliyama savaş
açana savaş açarım” demektedir.
Bu garip bunun canlı şahidini gördü. ‘Temiz eller’ programı
ile incitmeye ve netice itibarıyla rant almaya çalışan bir ekibin akıbetinin ne
olduğunu geçmiş yıllar, idrak sahibi insanlara, sırf ders olsun diye
gösterilmiştir.
Efendi Hazretleri meslek sahibi olduğu için site esnafından
epeyce dostu vardır. Gün geçtikçe de bu dostların sayıları artmaktadır.
İktisadi güç ve tahsil seviyesi de bir hayli yüksek olan bu muhitin, bu büyük
potansiyel gücün, herhangi bir partiye saplantılı olması mümkün değildir.
Elbette Hazretin bir siyaseti vardır. Bağlılarının üzerinde
bu açıdan önemli bir belirleyicidir. Ve lakin hep partiler üstü bir anlayış
üzere olunduğu defalarca vurgulanmaktadır. Hazretin ve bağlılarının siyaseti
memlekete, millete en hayırlı olan, dürüst ve temizliği ile temayüz etmiş kişi
ve kurumlar nerede varsa orası desteklenmeli, anlayışı dergâha tam hâkimdir.
Diğer tarafta bir takım polemiklere girmemek için, bir kısım
insanlar hakkında, net tavrın ortaya konulması açısından yapılması gerekeni
cesurca yapma durumunda olmaktadırlar.
Bunlardan biri ve en önemlisi devletimizin kurucusu Atatürk
hakkında ifrat ve tefrit noktasındaki rantiyecilere gereken cevabi yaklaşımı
takdire şayandır.
İlk Meclisi Mebusanda çok sayıda Şeyh ve din adamı
bulunduğuna dikkati çeken Kuşcuoğlu, Atatürk Peygamber değildi, bu nedenle
elbette hataları olmuştur. Mesela dini tetrisatı kaldırmasaydı çok daha iyi
olurdu. Diğer taraftan, devletle dinin görev alanları birbirine karışmasın diye
devletin yerine gör dine müdehalesi normaldir. Eğer devlet, halkını batıl
inançlara alet ederse buna göz yummak ne insanlığa ne de müslümanlığa sığar.
Çünkü devleti biz kurduk, cumhuriyet bizim eserimiz, Atatürk’ü de biz Atatürk
yaptık, demektedir.
Efendi Hazretleri onun hakkında terbiye ediciydi
buyurmaktadır. Hatta bazı TV programında da sık sık A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi yayınlarında öğretim üyesi Prof.Dr. Hanif Faruki hocanın Nedim Sehbai
tarafından Urdu’ca yazılmış “Atatürk” adındaki kitabın tercümesinde, ölümünden
15 gün önce Atatürk kendine geldiği zaman, dünya Müslümanlarına verdiği şu
mesajı hep tekrarlar:
“Bütün Dünyanın müslümanları Allah’ın son Peygamberi Hz.
Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve onun verdiği talimatlar tam olarak
tatbik edilmeli, tüm islamiyetin hükümleri olduğu gibi yerine getirilmeli, zira
ancak bu şekilde insanlık kurtulabilir ve kalkınabilir.”
Mustafa Kemal’in bu mesajı başbakan ve dışişleri bakanı
vasıtasıyla Dünyaya açıklanmak üzere gereği yapılır.
Yine Atatürk son dönemlerinde bir ekip ile kendini ziyaret
eden Şeyh Nurullah Efendiye:
Efendi Hazretleri, tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım.
Allah bana ömür verecek mi bilmiyorum, ama şayet ömrüm olursa günü gelince
bunları yine ben açacağım, dediği ifade edilmektedir.
Abdulhakim Arvasi’ye de benzer soru sorulunca ‘İçi boş olan
yerler kapatıldı’ diye anlamlı ve o gün için tekkelerin durumunu ortaya koyan
bu yaklaşımı çok manidardır.
Kuşcuoğlu ve Hz.
Ali’den bir söz
“Ümmetim geçmiş zamana göre değil, yaşayacağı zamana göre
hazırlansın” hadisini duyurmak görevi 30 Ocak 1995 tarihinde bir sabah
namazından sonra Mekke-i Münevvere’de Şeyh Hazretlerine manasında veriliyor.
Hali yaşamak ve yaşayacağı zamana göre hazırlanmak, daha doğrusu çağı
yakalamak, çağdaş performans göstermek, modern teknolojinin ürünlerini tanımak,
kullanmak ve istifade ederek hayatı kolaylaştırmak, geleceği hazırlamak için
çırpınmak, gibi her konu da geri kalmamak Müslüman’ın temel şiarı olmalıdır,
demektedir.
Allah uzun ömür vesin, Efendi Hazretlerinin yaşı doksanı
geçmektedir. Bu kalemin sahibi
daktilodan bile bir sayfa yazı almak için saatlerce uğraştığı halde, Efendi
bilgisayarın başına oturup harı harıl çalıştığı bilinmektedir.
Şu anda elimizde Hacı Galip Kuşcuoğlu Kültür ve Eğitim Vakfı
adına basılmış
– Muhtaç olduğumuz kardeşlik
– Tasavvuf ve zikrullah
– Rahmet-i İlahi’den damlalar
– Metafizik
İsimli Galip Kuşcuoğlu imzalı kapsamlı dört adet kitabı
bulunmaktadır.
İşte yaşadığı, yaşayacağı zamana göre hazırlanmak bundan
başka ne olabilir ki?
Kuşcuoğlu
ve Burhan
Ahmet El Kebir Rufai ve Gavs-ul Azam Abdulkadir Geylani
hazretleri Evliya’nın büyüklerindendir. Birbirleriylede akrandır. Rufai
Hazretlerinin tarıkı kıyamete kadar devam edecek olan uzun bir yoldur.
Hz. Rufai Peyğamber aşkıyla yanıp tutuştuğu bağlılarıyla
beraber, bu aşkı bir nebzecik söndürmek üzere saadetli coğrafyaya doğru yola
çıkarlar. Yol güvenliği için de her mürit üzerine bıçak ve benzeri şeyleri
almayı da unutmazlar.
Hicaz’a avdet ederler, Mekke’den Ravza-ı Mutaharaya
geçerler. Huzura vardıklarında Rufai hazretleri öyle bir iltica eder ki:
“Uzak yoldan geliyorum, uzat elini öpeyim ya Resulallah”
dediğinde Peygamberin mezarından elini uzattığı ve uzatılan elin adeta
yalanırcasına öpüldüğü rivayet edilir. Bu olaya şahit olan müritler cezbeye
gelerek üzerlerinde taşıdıkları delici demirleri vücutlarına gelişi güzel sokup
çıkarırlar. Ama hiçbir yaralanma olmaz. Olaya şahit olan Rufai hazretleri bu
sefer de Allah’ına iltica eder ve “Bu hal kıyamete kadar benim ocağımın
geleneği olsun” diyerek dua eder. Bu olaya ‘Burhan’ denmektedir.
Rufai geleneğinden bu hali yaşatmak gerekir. Şeyh
Kuşcuoğlu’nun da yaptığı budur. Tasavvufta bi haber, din kültürü zayıf
Müslümanlar bu hali anlamaktan zorluk çekmekte ve ileri geri konuşarak günaha
girmektedirler. Kuşcuoğlu sırf bu türde Müslümanlar arasında fitne yaratmayalım
fikrinden hareketle emir olduğu halde ‘Burhan’ yapmamakta veya seyrek
yapmaktadır.
Burhan’da Peygamberin sünneti vardır. Burhan metafizik bir
olaydır ve akılla bunu izah etmek mümkün değildir. Kuşcuoğlu burhan olayını
anlamaktan sıkıntıya düşenlere ve hatta trans deyip geçenlere “Öyleyse sizde
transa girerek vücudunuza aynı demir parçasını vurun bakalım cesaretiniz varsa”
demektedir.
İslam dininin Kur-an’dan sonra en önemli kaynağı sahih
hadislerden meydana gelmiş Kütüb-ü Sidde isimli kitaplardır. Bu kitaplar da
bahsedildiğine göre Peygamberimiz Cuma namazını zuhruahırsız kılardı.
Peygamberimizin ve Ashabının kılmadığı bir namazı bugün elliye yakın islam
devletleri içinde yalnız Anadolu Müslümanlalarının Cumanın şartıymış gibi kılması
Kuşcuoğlu’nu üzmektedir. Kendisi ve dergâhında kesinlikle bu namaz kılınmadığı
gibi diyanet nezdinde de Cuma’nın doğru kılınması hususunda söylemlerini yüksek
sesle arz ediyor. Gelenekci yapılanmanın kırılması İslamı kaynağından
öğrenenlerin sayılarının artmasıyla mümkün olacaktır. Moğol istilası döneminde
İslam âlimlerinin cumhurunun toplanarak, islam hukukunda olağanüstü halin
yaşanması anında Cuma ile ilgili birliktelik sağlanamaması ve bu şartlar da
geçici bir protokolde anlaşılarak “Cuma farz değilse o günün öğle namazı yerine
zuhru ahır namazı kılınsın” babında geçici tedbir, sonraları vazgeçilmez bir
namaz haline dönüşmüştür.
Diyanet işleri başkanlığı bidatlar listesinin başına koyduğu
yazılı evraktaki doğru anlayışı bir türlü uygulamaya koymaktan çekinmektedir.
Bu konu üzerinde Şeyh Hazretleri çok büyük mesai harcamıştır. Eserlerinde bu
işin doğrusunu göstermiştir. Sürekli diyanet teşkilatını da uyarmaktadır. Ama
insanımız gelenekçi anlayıştan kurtulup da bu konuda bir türlü kitabı anlayışa
geçememektedir.
İslamı bidatsız, hurafesiz ve Allah’ın emrettiği,
Peygamberin yaşadığı gibi yaşamayı şiar edinen Kuşcuoğlu’nun bir iki istisna
hariç metafizik zuhuratına burada yer vermeyi düşünmedim. Gerekirse bu konu
ilerde ayrı bir çalışma olabilir. Meraklıları bir kısım hallerini son eseri
metafizik kitabında kendi kaleminden öğrenebilir.
İrşad merkezi uzun dönem Hüseyin Gazi tepesinde yaptırdığı
Tevhid camiinde olmuştur. Kendine bağlı insanlarla o bölgeyi bayındır ederek
büyük bir mahalle oluşturmuştur. Bir taraftan Ankara’ya hâkim, diğer taraftan
Hüseyin Gazi hazretlerine komşu olmanın verdiği hazzı yaşamaktadır. Hazret,
ömrünün son yıllarında tebdili mekân eyleyerek Antalya’yı, bilahereİstanbul’u
kendine ikinci üçüncü irşad merkezi olarak seçmiştir. Kış aylarında bu
illerimizde, yaz aylarında da Hüseyin Gazi’de çalışmalarını sürdürmektedir.
Allah hayırlı ve uzun ömür versin.
Kuşcuoğlu’nun kendi kaleminde bir zuhuratını aşağıya alacak
olursak…
“Arzettiğim gibi tezgâhta çalışmak zevkimdi. Zaman oldu ki
manevi vazifelerim ağır basıyordu. Hz.Allah’ın hayat nizamımı düzenlediğini
görmüş gibi hissediyordum. Çalışmak için elimi takıma uzattığım zaman bir engel
zuhur ettiriyordu. Tezgâhta çalışmak ayrıca benim zevkim ve hobimdi. Ne zaman
harekete geçsem ya telefon çalar – acele gel – ya da yanında çalışamayacağım
sevdiğim insanları misafir gönderir... Aylarca böyle devam etti. Mutlaka bu
tertibi İlahiye hiç şüphesiz ben acizin hayrına idi. Şüphe yok fakat ben
tezgâhta çalışma hastası ve tiryakisi idim Çalışamamanın sıkıntısı hat safhada
idi. Yaradanıma karşı iç âlemimde küstahça tutum ve düşünceye iteleniyordum.
Şahittim Allah’tan başka İlah olmadığına... Gücün ve kuvvetin Allah’ın yedi
kudretinde olduğundan zerre kadar şüphem yoktu. Bu zuhuratın hayrıma olduğunu bildiğim
halde, bu hal her âdem in nefsinin kolaylıkla kabul edeceği cinsten değildi.
Aylardır beni alışageldiğim çalışma zevkinden değişik
sebeplerle tezgâha yaklaştırmayan, elime takım almama müsaade etmeyen Rabbime
desem ki:
Ben ihtiyarımla çalışmıyorum. Tembel tembel bir köşeye
çekilsem, bilmem beni nasıl çalıştıracak?
Bu merak hâşâ, isyan değil mutmain olma arzusu beni
küstahlaştırdı.
Atölyem iki katlı idi. Zeminde makinalar üst katta ise işler
monte ediliyordu. Üst kata çıkmak için merdiven, merdivenin altında da mütevazı
yazıhanem vardı. Merdivenin ortasına oturdum ve merakla:
“İhtiyarımla çalışmıyorum dersem beni nasıl çalıştıracaktı”?
Bu arzumu küstahça Hz. Allah’a hitaben:
“Şuan da ben ihtiyarımla çalışmıyorum ve buradan da
kalkmıyorum” dedim.
Aradan birkaç dakika ya geçti ya geçmedi. Kapıdan iri
yapılı, uzun boylu gözleri kızarmış, akıl hastahanesinden kaçmış gibi, daha
önce de tanıdığım tipik bir adam azmanı (Niğde’li Mustafa efendi) , sanki benim
terbiyem için hususi yaratılmış, kapıdan girer girmez: Nerdesin ulan? Gel arkam
sıra dedi. Öyle celalliydi ki gayri ihtiyari korku ve ürperti sarmıştı beni.
İtiraz etmek şöyle dursun, titrek bir sesle:
“Takım alayım” dedim.
Ona da müsade etmedi.
“Lüzum yok” dedi.
İtraz edersem akibetimi görür gibi oluyordum. Derhal emre
icabet ettim. Düştüm peşine...
Ankara Denizciler caddesinde Marmara hamamının bitişiği
Beyrut Palas’ın zemininde bir odaya girdik. Dört tarafı tavanlara kadar yüksek
dolaplarla çevrili idi...
“Bu dolapları sök” diye emir verdi.
Bir keser, testere, tornavida, kerpeten... Getirdiği
takımlar bu kadardı. İşci getirmeme de müsade etmedi. Kendisi de iş bitene
kadar odanın ortasında oturarak yanımdan hiç ayrılmadı. Durmadan dinlenmeden
çalıştırdığı halde söküm işi çok geç bitti. İş bittikten sonra terin tabanımdan
çıktığını hissettim. O günkü yorgunluğumu hiç unutamam.
Cenab-ı Hakka yaptığım küstahlığı çok ağır ödemiştim.
Dünyevi ceza verilmişti bu abdi âcize. Tesellim affu mağfireti sonsuz Rabbimin
affetmesidir.
Bilmem gerisini anlatmaya gerek var mı?
Anlatayım:
Niğde’li Mustafa Efendinin ahlak ve huyunun tebettulatında
bariz gördüm ki, bir an da herşeyi değiştiren Yaratıcının Haliki zülcelal
olduğunu... Rabbimin bu sıfatını ezberlemiştim amma bu olayda da yaşadım. Hiç
unutmamak üzere iyi öğrendim. Rabbimin bu ismini, bu sıfatını bir daha hiçbir
hadise ve olay bu abdi âcize büyük söz olmasın, bu tür günahı işlethemez,
inşallah.
Belli bir zaman sonra Niğdeli Mustafa efendi oturduğum evin
yakınına taşınarak komşum oldu. Mizacının sertliği doğruluğundan geliyordu.
Temiz kalpli, imanlı, pırlanta gibi örnek bir insandı.
O hadisenin tesirini üzerinden atamıyor beni her gördüğünde
eziliyor, utancından yüzü kızarıyor, “Affet beni, ben öyle insan değildim, o
muameleyi sana nasıl reva gördüm” diye
üzüntüsünden kahroluyordu.
Nedenini anlatmak istedimse de anlatamadım. Bu hadise benim
bilgisizliğimden kaynaklandı senin suçun yok diyemedim. Belki oda o yönüyle
terbiye olmaya muhtaçtı. Uygun bir zamanda sordum:
“Cinayet işlemeye müsait gibi bir halin vardı” dediğimde
“Doğru, o anda kendimde değildim, muhakememde yoktu” diye cevap verdi.
Yazmaya çalıştığım kuvvet ve kudreti varlığının imtihan
dışı, metafizik zuhuratları hikâye gibi dinleyip umursamaz isen acırım,
sermayesini kullanacak yerini bilemediği için iflas eden tüccara benziyorsun
diye!
Deyimler, atasözleri, veciz sözler; bir kültürün, bir soylu
duruşun, bir ilahi prensibin, altları kalemle işaret edilerek, dua gibi, ilahi
bir metin gibi taşıdığı anlam ve mesajları ölümsüzleştirerek kuşaktan kuşağa
aktarılan anlamlı sözlerdir. Toplumların kabul dağarcığında ikna metodu ile
ilmik ilmik işlenen bu veciz ifadelerle, bazen ciltler dolusu zahiri ilimlerle
izahı zor olan konular, bir iki cümle ile işleniverir.
Dini prensiplerin mevcut şartlara göre anlaşılması,
bidat’lardan uzak esas kaynaktan hareketle insanımızın anlayışını
zorlaştırmadan sunulması, şeriatlar arası diyaloga yönelik yenilikci tavrı ile
Şeyh Kuşcuoğlu hazretleri, her biri resmedilecek iş yerlerimize, evlerimizin
duvarlarına ve toplumun yoğunlaştığı merkezlere asılması gereken kendisine ait
veciz sözleri aşağıya alıyoruz:
·
Sonra gelen din evvelkileri iptal etmez. Zira
semavidirler.
·
Şeriatlar kulların tekâmülüne göre ihsan edilir.
·
İslamiyet doktrindir. Her semavi din
İslamiyet’tir.
·
“Allah’tan başka ilah yok. İlla Allah vardır.”
Diyen Müslüman’dır.
·
Din nakildir. Akıl ile ölçülmez.
·
Din terakkiye mani değildir. Bizatihi
terakkıyettir.
·
“Nur-u Muhammedi” Rahmet-i ilahi’nin ismidir.
·
Bir olan Allah’ın iradesine bağlanmak
İslamiyet’tir.
·
Tasavvuf dinin dışında değil, bizatihi dinin
kendisidir.
·
Tarikatlar tasavvufun kollarıdır. Mezheplerde
fikirleridir. Bunları inkâr cehalettir.
·
İlim toplayıp yığmışsın, gönlünü ihmal etmişsin,
o kaybettiğin servete acıyorum.
·
Akıl, aşk sokağında yolunu kaybeder.
·
Medeniyet ve teknolojide ilerlemiş, Allah’a şırk
koşmadan yaşayan fert ve toplumlar, islam’ın bu yönünü anlamış örnek insan ve
toplumlardır.
·
Allah’ın istisnai yaratılmış seçkin kulları
Emr-i ilahinin bekçileridir. Onların bazıları İrşada, bazıları İkaza, bazıları
da İslaha vazifelidirler. Atatürk islah vazifesi ile vazifeliydi. Şahidim.
·
Gönül gözü gönül’e rabt olunca, gönül yolunu
samimiyetle görür. Gerçek şeriat, marifet, hakikat bu tertib-i, tanzim-i ilahi
karargâhında yaşanır. O vakit gönüle bağlı kalıp, Ars-ı ala olur.
·
Kalbi gözyaşlarıyla suladığın zaman yaptığın
duayı kâinat bilir. Bu yaşa kıyamayanlara, aşk yolunda sefer haram kılınmıştır.
Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbül âlemin.
İBRAHİM ETHEM
(Altındağ - Ankara)
Gizlendi burada kâmil insan
Mensubu şah-ı cenabı Gavsı Geylan
İbrahim Ethem İskilipli
Allah deyip etti, azmı Yezdan
Mustafa Asım
Köksal(Hz)
Çankırılı Astarlızade Hilmi efendi adıyla meşhur
mutassavvıfı anma toplantısındayız. Yanı başımdaki koltukta oturan beyi,
İbrahim Ethem hazretlerinin torunu Mimar Galip bey diyerek tanıştırdılar.
Silüeti nurlu, orta yaşın üzerinde görünen Galip bey’in belki de ilk defa böyle
bir toplantıya katılmış olması ve toplantıyı sonuna kadar pür dikkat ve
heyecanla takip etmesinden kendini belli ediyordu.
Söze Mustafa Asım Köksal’ın mürşidi İbrahim Ethem mi, yoksa
ilk dönem gönül adamı ve Horasan Belh hükümdarı iken tacı tahtı bırakıp kutsal
mekânlara seyri sülük yapan İbrahim Ethem mi diyerek girdik. Muhatabım Galip
bey anlaşılan odur ki birinci İbrahim Ethem hazretlerini duymamış. Asım Köksal
Hoca efendinin hocası olan İbrahim Ethem’in torunuyum deyince muhabbetimiz o
yönde gelişti. Göl dibinden su eksik olmaz derler ya; Hazretin torunu Galip bey
ile daha sonra da teşriki mesaimiz oldu. Dedesi ile ilgili dedesinin yakın
bağlılarından Dursun Güler bey ile, lisans tezi olan başka kardeşimizin
hazırladığı dokümanları verdi. İkili sohbetimizde dedesinin hali karşısında,
kendisinin “Onun büyüklüğü altında kendimi ezilmiş, bir köşeye sıkıştırılmış,
ona layık bir evladın çocuğu olamamanın sıkıntısını gittikçe daha fazla
hissediyorum” demekle yetinmektedir. Nurlu bir silüetin sahibi torun Galip
bey’in deryayı daha iyi tanıması, ondaki derinliği yakalaması ve hal ehli
olması temenni olur.
Belh Sultanı İbrahim Ethem hazretlerine “Ne yapıyorsun
geçimin ne ile? ” diye sual eden bir gönül erine “ Gönül bekçiliği yapıyoruz,
burada bulursak yiyoruz, bulamazsak şükrediyoruz” diyerek cevap verince
tekrardan o zatı muhterem gülümseyerek “Eren; Horasanın köpekleri de onu
yapıyor, onlarda bulursa şükrediyor, bulamazlarsa sabrediyor, bu haliniz öyle
dikkate alınacak bir hüner değil ki’ deyince;
İbrahim Ethem hazretleri “Peki siz nasıl davranırsınız”
dediğinde zatı muhterem “Biz bulursak veriyor, bulamazsak şükrediyoruz” der. Ve
şu veciz ifadeyi peşinden ekleyerek İbrahim Ethem’in olgunlaşmasına bir nebze
katkıda bulunur:
“Hast-ı tac-ı arifan ender cihanıber çarı terk
Terk-i dünya, terk-i ukba, terki hesti, terki terk”
Bizde Ebussuud hazretleri ve İskilipli Atıf hocayı
yetiştiren İskilip’in cumhuriyetin başlangıç döneminde yaşamış olan büyük gönül
adamı İbrahim Ethem hazretlerini okuyuculara tanıtalım.
Kendisine 2. İbrahim Ethem diyerek konumunu belirlemeye
çalışacağımız İbrahim Ethem(ks) Çorum İskilip’te dünyaya gelir. İslami kültür
ve ritüellerin yoğun olarak yaşandığı bir belde olan İskilip önemli bir kültür
şehri olup âlimler barındırır. Onun içindir ki İbrahim Ethem(ks) bunlardan
haberdar olan bir çevrenin kucağında bulur kendini. İstidadı veya eğilimi
doğrultusunda aradığı insani merakını giderici kitapları, ibadet ve taatını
yapacak ortamı bulmakta zorlanmaz. Ta küçük yaşta bir takım olağan dışı haller
zuhur eder kendisinden, büyüklerin şahit oldukları. Çocuklarının gelişiminde
normal olan çizgi dışı oluşumunu merak eden büyükleri bu halden endişe
duyarlar.
İbrahim Ethem(ks) İskilip ve Kastamonu’da uzun müddet
medrese tahsili görür. Klasik İslami kaynakları gözden geçirerek dünyevi ilim
edinmiştir. Mevlana’nın Mesnevisini okumak ve anlamak için çok uğraşmışsa da
orijinali Farsça yazılı olan bu eseri anlamlandırmada yetersiz kaldığı için bu
konuda kendisine yardım edecek birini hep aramıştır. Öyle ki bu müşkülatın
çözümü için “Mesneviyi ve Mevlana’yı anlama fırsatı ver, anlayan birini gönder,
yoksa öyle birini yarat” diye dualarda bulunur.
İskilipte devlet memurluğu yapan bir zatın kayınpederi olan
Fazrullah Rahimi kızını ziyaret bahanesi ile İskilip’e intikal eder. İskilip
merkez camisinde namazdan sonra müezzine “bu beldede sohbet edecek gönül adamı
yok mu” diye sorar. Camii görevlisi böyle birine götürür. Rahimi efendi bir gün
sonra camii görevlisine tekrar sorar. “Dünkü zat benim aradığım gibi çıkmadı
başka birileri daha olmalı” der. Görevli “Genç bir kardeşim daha var, seni
birde ona götüreyim” der ve beraber iki katlı bir evin kapısını çalarlar. Üst
katta merdivenin başında onun siluetini gören Rahimi efendi camii görevlisine
dönerek ‘Ben ardağımı buldum gidebilirsin evlat’ der ve merdivenden yukarı
doğru çıkarak huzura varır. İbrahim Ethem(ks) de aşağıdan yukarı muhatabını
süzdükten sonra “Oh nihayet beklediğim o ana kavuştum” diyerek tanış olurlar.
Fazrullah Rahimi efendi; “İbrahim Ethem ben sana mesneviyi
öğretmem için memur edildim. Derslere hemen başlamamız lazım, ancak
Mevlana-Şems ikilisinden olduğu gibi görevimi tamamlayana kadar beni hep
dinleyeceksin. Soru sorarsan benim görevim biter ve çekip giderim. Tek şartım
budur” der. Eğitim tam altı ay sürer. Eğitim sonlarında İbrahim Ethem efendi
Mesnevide bir şerh misali bana göre de bunun anlamı şöyle olamaz mı? Dediği
anda Rahimi Efendi “Şuan itibari ile benim vazifem tamamlandı” diyerek bıçak
gibi eğitimini keser ve İskilip’i terk eder. Son söz olarak “Sen zamanın “Teki” ve yolunun en yüksek
mertebesine ulaşacaksın” der.
İbrahim Ethem(ks) gerek mesnevi eğitiminde, gerekse medrese
hayatında Arapça ve Farsça dillerini de öğrenmiş olur. Zahiri eğitimini
tamamlama sürecinde “Ledunni” tasarruflar sağlayan şeyhi Üstad-ı Enbiyazade
Mehmet Hilmi efendiden icazetini aldıktan sonra irşada memur edilir. İbrahim
Ethem efendinin Kadiri silsilesinin önemli bir halkası olduğu bilinir.
Kendisine postnişin verilmesi tasavvuf geleneğinin olmazsa olmazlarındandır.
Enbiyazade Hilmi efendi ile İbrahim Ethem efendi arasındaki usta çırak
ilişkisine dair veri sıkıntımız gözden kaçmamaktadır. Mesela İbrahim Ethem(ks)
kendinden sonra posta oturacak olan Mustafa Asım Köksal efendi arasındaki
ilişkiye benzer bir hal mevcut bilgilerimizde yoktur. Rabbani tasarruf belki de
öyle tecelli etmiştir. Bunu biz çözemeyiz.
Milli mücadele yıllarında Çankırı Kastamonu ve özellikle
Ankara ve ilçelerinde camii ve odalarda halkı düşmana karşı direnmeye ve vatan
savunmasında canlı ve dinamik olmaya yönelik faaliyetleri olur. Birliği bozucu
isyan ve fitne gibi zararlı oluşumlar aleyhinde sert konuşmaları merkezi
hükümete karşı güven ve yardımı esas alan gayretleri o günün bürokratlarının
gözünden kaçmamıştır. Başta M. Kemal Atatürk olmak üzere mücadele ileri
gelenlerce defalarca görüşmeleri olmuştur.
Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir ortamda Atatürk
kendisine isterse tekkesini açarak irşad vazifesine devamı yönünde fikirlerini
beyan etmişse de Efendi hazretleri, “Tekke ve zaviyelerin kapatılması yerinde
olmuştur. Çünkü yıpranmış ve eğitim yuvası olmaktan çıkmıştır” demektedir.
Atatürk, Efendi hazretlerine, Ulus-Rüzgârlıda büyük bir
arazinin tapusunu milli mücadeledeki yararlılığından dolayı “Al bu tapuyu hem
sen, hem senden sonrakiler sıkıntı çekmesin” der. Efendi hz’leri reddeder.
“Olmaz paşam kabul edemem, fakirin bu arsada zerre kadar hakkı yok. Bir damla
terim düşmüş değil. Hak etmediğim bir şeyi nasıl kabul ederim, size tavsiyem
böyle bir şeye ön ayak olmayın, buna hakkınız yok. Mesuliyeti çok büyüktür”
dediği zaman Atatürk; “Hayret böyle
birine hiç rastlamadım” diye söylenir,
“Mala mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi,
Bir muhalif yel eser savrulur harman gibi”
Demenin tam zamanı.
Atatürk, “Madem öyle yinede ben sana bir izin belgesi vereyim. Türkiye’nin
neresinde olursa olsun faaliyet göster. Kimse sana dokunamaz” der.
Milli mücadele yıllarında Ethem hazretleri halkı hazırlamanın
yanında geceleri uzun uzun dua ve niyazda bulunur. İşgal edilmiş vatanımızdan
düşmanlarımızı uzaklaştır diye her duadan sonra kalbine gelen bir ilhamla
irkilir. ‘Henüz beşikte olan çok sevdiği Necati adındaki oğlunu verirsen duan
kabul olur’ babında ilham birden çok zuhur edince Efendi hz’leri “Memleketin
kurtuluşu için feda olsun” hissiyatı,
varlığını kuşatan iradeye ulaşınca beşikteki Necati ruhunu teslim eder. Ne
ilginçtir o gecenin sabahında düşman ordusunun bozulduğu ve çekilmeye başladığı
haberini alırlar.
Atatürk ile bir görüşmesinde “Siyaset konusunda ne
düşünürsün Hoca” sorusu sorulduğunda Ethem efendi:
“Paşam biz halkı din ahlak ve terbiye bakımından irşad
ederiz. Bizim vazifemiz bu. Siyaset de sizlerin işidir. Herkes kendi işini
yapmalı ve yaptığı işte de en iyi olmaya çalışmalı” diye cevap verir.
İbrahim Ethem hazretleri 1951’de Ankara Keçiören’e gelerek
öldüğü tarih olan 1963 yılına kadar burada ikamet eder. Dolayısıyla o dönemin
siyaseten çalkantılı yıllarına şahit olur. Kanaat önderi olarak bilindiği için
kendisinin değil de siyasilerin istifade edeceği desteği almak için kapısı
zaman zaman aşındırılır. O dönem de DP ve CHP çok şiddetli siyaset yapmaktadır.
Ethem efendinin duasını almak bile onlar için büyük bir moral olacağından
sırası ile önce Merhum Menderesin partisinden, bilahare İnönü’nün partisinden
dua almak için huzura çıkarlar. Ethem efendi her iksine de olur cevabı
verdikten sonra ikindi namazının ardından yaşadığını şöyle anlatır:
“Ya Rabbi mülkü millet hakkında hayırlı kararlar verip
uygulamak isteyen hangi parti ve ekibi layıksa sen iktidarı onlara ver” gibi
temennide bulunmayı daha düşünürken, aniden iki koluma iki kuvvet çullandı ve
beni yüzüstü yere kapakladılar. Üzerime kuvvet uyguluyorlar, canım çıkacakmış
gibi ter içinde kaldım. Bir testereyi elimin üzerine koyarak şuradan mı yoksa
gövdeye yakın yerden mi keselim diye sesler işitiyordum. Derken zoraki bir
şekilde kafamı kaldırarak ufuklara bakar gibi oldum. Tam o sırada Peygamber
Efendimiz mübarek eliyle işaret ederek “Bırakın, bu kadarı İbrahim’e yeter”
dediğini duydum. O iki kuvvet beni bıraktı. Baktım ki sağımdaki Abdulkadir
Geylani, solumdaki de Ahmet-el Rufai hazretleri. Geylani hazretleri sert bir
şekilde “Evladım sen kime ve niçin dua edecektin?” deyip kayboldular. “Az daha
velayet elimden alınacaktı” demektedir.
İbrahim Ethem(ks) bir Cuma günü Hacı Bayram’da Sait
Nursi(ks) ile karşılaşır. Ona, “Evlen, otur, mazbut bir hayatın olsun, hükümet
ile uğraşma ibadetine devam et” diye tavsiyelerde bulunur. Sait Nursi(ks) de
ona, “hapishaneden çıkamıyorum ki nasıl evleneyim” der.
Görüldüğü gibi, gerçek bir mürşidi kâmil günlük siyasetle
uğraşmaz. Bu anlamdan da ağırlığını hiçbir tarafa koymaz. Onlar büyük
siyasetlerin insanlarıdır. Seçilmiş kişilerdir. Yanlışları hemen karşılık
bulur, düzeltilir.
27 Mayıs ihtilal sonrası Rahmetli Menderesin idam edilmemesi
için Ethem Hazretleri şöyle niyaz eder “ Ey Allah’ım Adnan senin habinin
atalarından birisinin ismi, onun hatırına bu kulunu idamdan kurtar, onu bağışla
diyerek dua da bulunur. Kalbine gelen ilham şöyledir; “Onun şehit olmasını
ahirete temiz gitmesini istiyorsan dua etme. Onun büyük bir hatası var. O
hatadan temizlenmesi için şehit olması gerekir. Kefaretini orada ödeyecektir”.“Ya
Rabbi sen daha iyisini bilirsin” diyerek duadan vazgeçer.
Halifesi Mustafa Asım Köksal’a:
“Henüz gençtim. Beni alıp gökyüzüne çıkardılar. Sonra da
dediler ki kâinata nazar et. Nazar ettim kâinat toplanıp yeşil bir top haline
geldi. Dediler ki gördüğün bu şeriattır. Tekrar nazar et dediler. Kâinat
kırmızı bir top haline geldi. Dediler ki tarikat, tekrarında kâinat beyaz bir
top haline geldi hakikat, tekrarında beyaz bir top haline geldi, dediler
marifettir. Bu dört esasın sırları da o zamanda fakire çözdürüldü” diye
anlatırmış.
İbrahim Ethem(ks)kalbi Allah sevgisinden başka bir şeye
meyletse elinden uçar gider. Beşikteki oğlu Necati’nin darül bekaya
irtihalinden sonra ilkokul çağlarında olan torununa elinden olmadan fazla ilgi
gösterme olayını M. Asım Köksal Hazretlerine:
“Bu çocuğu da kaybedeceğim Asım Bey oğlum. Kalbimde Allah
sevgisinden başka sevgiye yer verirsem Yüce Allah hemen elimden alır” der. Kısa
bir zaman sonra torunu da rahmetli olur.
Ankara’ya hicret edişinin en önemli sebebi yerine
geçebilecek er kişiyi irşat ederek emaneti ona teslim etmek. Bu er kişi Mustafa
Asım Köksal hazretleridir. İlk tanıştıkları günü takip eden dokuz ay bu emek
üzere halifesini meclisinde tutmuştur. Mustafa Asım Köksal hazretleri
anlatıyor;
“Her ne kadar Hazretin yanında yer aldımsa da, sanki gönlümü
iki sevgiliye vermiş durumda idim. Önceleri Mahmut Sami hazretlerin den ders
alayım derken, karşıma İbrahim Ethem(ks) çıktı. Bu sıkıntıdan gördüğüm bir mana
üzerine kurtuldum. Manamda bir dağ başındayım abdest alacağım. Su arıyorum.
Dağın dibinde deniz var ama ulaşmak zor. Sağa sola derken bir baktım yanı
başımda pırıl pırıl bir su var. Hemen abdestimi aldım. Anladım ki o çağlayanda
abdest aldığım su İbrahim Ethem hazretleri, derinlerdeki deniz ise Mahmut Sami
hazretleridir. Hemen Ethem efendiye intisap eyledim” demektedir.
Efendisi ile ilğili bir başka olayı da şöyle nakleder:
“Akşam işten gelince evde birkaç lokma yer, hemen yanına
giderdim. Evlerimiz yanyana idi. Geç vakitlere kadar sohbetini dinlerdim. Onu
ilk defa dinliyormuş gibi dinlerdim, her defasın da. O da bunun farkına
varırdı. Bazen, “Asımbey oğlum senin, bildiğin konuları dahi ilk defa
dinliyormuşsun gibi tavrın hoşuma gidiyor” derdi. Oysa ben onun her sohbetinde
yerdemiyim göktemiyim, bilemezdim. Tavan
yok, duvar yok, şaşıyorum ben bu işe. Bir bakıyorum vücudum da yok. Adeta
gözüme iki halka takılmış oradan bakıyormuş gibiyim. Bu his öylece saatlerce
devam eder. Mevzu sırf Allah ve Resulünün sevgisidir. Bunun dışında başka hiç
bir şey yok. Tam böyle bir atmosferde iken “Asımbey oğlum biraz da çoluk
çocuktan bahsedelim” dedi sohbetin sonun da. Bu sözden sonra oda yerine geldi,
tavan yerine geldi, duvar yerine geldi ve ben kendimi oda içinde buldum...
“Bak oğlum biz meşru olan şeyleri konuştuk, hal hatır
sorduk. Nereye gitti biraz önceki manevi halimiz? Demek ki meşru olan şeyler
dahi bu manevi havayı dağıtmaya yetti. Ya gayri meşru bir şey konuşsaydık
halimiz ne olurdu?” diyerek meclisin de bulunanlara bu hazzı yaşatmıştır
demektedir.
İbrahim Ethem(ks) Ankara’ya geldiği yıllarda kaldığı
gecekondu bir evde hayatının belirli günlerinde sohbet ederek bağlılarının
olgunlaşmasını sağlar.
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen ağabeyin de bizzat İbrahim Ethem hazretlerinin
halifesi Asım Köksal hazretlerindan dinlediği bir bilgiyi hemen buraya almak
istedim. Bahsi olan gecekonduda bir sohbet esnasında evin kapısının güçlü bir
şekilde çalınması üzerine “Kapıya biriniz baksın” talimatı verir. “Kimsecikler
yok efendim” bilgisi üzerine, kapı aynı şiddetle tekrar çalınır. Tekrardan
“Biriniz baksın, bir misafirimiz var herhalde” uyarısı üzerine yine kimsenin
olmadığı bilgisi üzerine sohbete devam eder. Üçüncü defa kapı aynı şiddetle
çalınınca Efendi hazretleri kapıya kendisi gider. Bakar ki ayakta zar zor durma
gayreti gösteren sarhoş olduğu her halinden belli olan bir adam. “Buyur evladım
ne istemiştin” deyince, sarhoş olan adam “Efendim ben sizin sohbetinizi
dinlemek istiyorum ama beni içeri almıyorlar” deyince Efendi hazretleri “Gel
evladım” diyerek içeri alır. Önce elleri ile yüzünü yıkar. Bilahare yanına
oturtur. Bu olaydan sonra o sarhoş, iyi bir derviş olur.
İbrahim Ethem(ks) 1963 yılı Ramazan ayında Hak’ka yürür. Son
nefesinden önce takma olan dişlerini avucunun içine alır. Bilahare elleri
açılarak takma olan dişleri alınmak istenir, fakat ne mümkün açılamaz.
Hacı Bayram Camii imamlarından Kırklardan olduğu sanılan
Kasım Efendi vasiyeti gereği cenazeyi yıkar. Kefenlemeden önce mevtanın
kulağına eğilerek usulce “Dişlerin sana burada lazımdı Ethem efendi, orada
işine yaramaz ver onları bana” dediğinde yine usulca cesedin avucunun açıldığı
ve Kasım efendinin dişleri aldığına şahit olunur. Kasım efendi, ayrıyeten
hastalığının başından beri olduğu gibi cenaze defin edilirken de Abdulkadir
Geylani ve Ahmet-el Rufai hazretleri başta olmak üzere on ‘piran, devamlı
oradaydılar” der. Cebeci Asri Mezarlığı 194 ada ve 176 parsele defnedilir.
Divan-ı Refi Kolayı, İbrahim Hakkı Divan-ı, Battal Gazi
Gavazatnamesi, Delailül Hayrat, Gülistan, Divan Şeyhi.
Vesselamün alelmürselin velhamdülillahi rabül âlemin.
MUSTAFA ASIM KÖKSAL
(Bağlum - Keçiören -
Ankara)
Asrımızın en büyük din âlimlerinden olan Mustafa Asım Köksal
hazretleri 1913 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğmuştur. İlk tahsilini
Develi merkez numune erkek mektebinde tamamlamıştır. Bilehare Kayseri parasız
akşam lisesi (leylimeccani) giriş imtihanını kazandığı halde, Develi’den
Kayseri’ye intikal etmesi gereken bir evrak noksanlığından kaydını çok
istemesine rağmen yaptıramamıştır.
İlmi istek ve arzusu onu önce Develi müftüsü İzzet Efendiden
ilmihal bilgisi almaya itmiştir. Mustafa Asım Köksal efendinin ailesi Ankara’ya
hicret edince ilim edinme imkânı da artmıştır. Aslen İskilip’li olan İbrahim
Ethem Gerçekoğlu’nun rahle-i tedrisatında tam on iki yıl bulunduktan sonra
icazet almıştır. Ethem Efendi hazretleri diğer Meşayıhlarında tasdik ettikleri
gibi insan-ı kâmil Evliyaullahtan olan bir zattı. M. Asım Köksal efendi’nin
zahıri ve batıni ilmlerden yetişmesi ve terbiye edilmesinden sonra, Müslüman
Türk milletine değeri zor doldurulabilecek bir âlimin yetişmesini sağladı. Öyle
bir âlim ki; Peygamberler ve Asr-ı sadet dönemi uzmanı derinliği olan şair ve
tasavvuf ehli...
İbrahim Ethem Hazretlerinin halifesi.
Kalem ve tasavvuf ilminde zirve…
Her iki meziyeti bünyesinde bir meziyete dönüştürerek,
tasavvufa sıcak bakmayan zahıri ilim ehline adeta bu iş tasavvufsuz olmaz,
tasavvuf bizatihi dinin kendisidir, dikkatli olun demek isteyen duruşuna dikkat
çekmek isterim.
M.Asım Köksal, efendi 1933 tarihinde Diyanet işleri
başkanlığı evrak kâtipliğinde vekâleten göreve başlar. Bilahere devlet
memurluğu görevine aseleten atanır. Liyakatı gereği zaman içinde kurumda terfi
ederek, en son “müşavere dini eserleri
inceleme kurulu üyesi” yardımcılığindan, 1960 yılında emekli olur. Memuriyeti
süresince Rıfat Börekci, Şerafeddin Yaltkaya, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ömer
Nasuhi Bilmen ve Hasan Hüsnü Erdem gibi diyanet işleri başkanlarıyla çalıştı.
20 Kasım 1998 günü beyin kanamasından hastahaneye kaldırılarak 85 yaşında
Hakkın rahmetşne kavuşmuştur.
Evliyalara makamlık yapan Keçiören- Bağlum kasabası
mezerlığına defnedilir. Meşhur Abdulhakim Arvasi, oğlu Ahmet Mekki Arvasi ve
bunları Bağlum’a çağıran Evliyadan, Horasan erenlerinden iki zatla beraber aynı
makamı paylaşmaktadırlar.
Mustafa Asım Köksal efendinin Murşidi İbrahim Ethem
efendinin makamı da Ankara asri mezarlığındadır.
Harf devriminden sonra Anadolu coğrafyasında yaşayan
Müslümanların dini konularda yazılı metinlere duydukları ihtiyacın bir türlü
giderilme çabası için de tepeden inmeci aydınların kafa yordukları
bilinmektedir. Halkın anladığı Müslüman kültür ve akaidinin milletimizi muasır medeniyetten
geriye ittiği, bu noktadan hareketle din değiştirmenin de mümkün olmadığı ve
olmasını istediği islam anlayışını hâkim kılmakla mümkün olacağı inancının
sergilenmesi doğrultusunda yapılan çalışmalar hayra vesile olmuştur.
Oryantalist İtalyan yazar Leona Kateani’ nin 20. Yüzyılın ilk çeyrek yıllarında
kaleme aldığı, yanlış ve kasıtlı birçok bilgilerin ihtiva ettiği on ciltlik
“İslam tarihi” isimli ışık batıdan gelir düsturuna iman etmiş, tepeden inmeci
aydın Hüseyin Cahit tarafından Türkçe’ye çevrilerek basımı yapılan ve Türk
entelektüeline sunulan bu eserin yukarıdaki fikrimizin doğruluğunun müspet
delilidir.
Leona Kateani’nin bu eserin çevirisini yapan Hüseyin Cahit,
kendisinin yeterli din bilgisine sahip olmadığını, ancak Avrupalı müşteşrikler
tarafından yazılan bu eserin tarafsız ve ilmi değere haiz olduğu yönünde
kanatini belirterek tavsiye ediyor.
Kateani’ye göre:
Peygamberimiz, dünyayı ele geçirmek hırsıyla ortaya atılmış
bir maceraperest, İslamiyet bu iş için siyasi bir alet, Kur’an’ı Kerim ise
Peygamberin kendi sözlerinden ibarettir.
Keteani on ciltlik İslam Tarihi isimli eserinde bu mantıkla
örgüsünü yapmış, hiçbir izan sahibi oryantaliste bile yakışmayan tavrının
şüphesiz tarafsızlıkla, ilimle bir ilgisi yoktur. Ancak tercümesindeki kasıt
ortadadır.
Her musibette bir hayır vardır derler ya doğrudur. Bu eser
Türkçe’ye çevrilip tehlikesi görülmeseydi, merhum Mustafa Asım Köksal
hazretleri nasıl bir eksiği kapatmak için harekete geçebilirdi?
Hüseyn Cahit, bu kitabı tek başına 1924 yılında çevirisini
yapıyor. Bu kitapdaki bilgiler doğrultusunda yapılanmalar oluyor. Atatürk bile
sıkıntılara giriyor. Birkaç cılız ses dışında kimse ciddi bir iş yapamıyor. Ve
nihayet bir kişinin oyununu bozmak için, 15-20 yıl sonra diyanet teşkilatında
“Kateani’ye Reddiye” isimli çalışmalar yapmak üzere bir komisyon kuruluyor.
Kurulan bu komisyon 1955 yılında dağılınca, Mustafa Asım Köksal hazretleri bu
işi tek başına yapmayı kendine mecbur ediyor ve çalışmaya başlıyor.
Mustafa Asım Köksal hazretlerinin bu konudaki kendi ifadesi
şöyledir:
“Kateani tarihindeki hataları tespit edip, ilmi mahiyetini
ortaya koymak maksadıyla birinci ciltten itibarıyla gözden geçirmeye ve hatalı
satırların altlarını çizmeye başladım. Gözden geçirdiğim satırlardan altı
çizilmeyen kalmadı. Bende satır altı çizmekten vazgeçtim. Olanca gücümü
zorlayarak ve kaynak bulmadaki gücümü de zorlayarak, reddiye’yi yazmaya altı ay
kadar devam ettim. Ne iştahım kaldı nede uykum. Bunun üzerine çalışmayı
bırakmak zorunda kaldığımı Mürşd’im İskilip’li İbrahim Ethem’e bildirdim. O da
“Sen bu işte manen memursun evladım, sakın bırakayım deme” diyerek beni
çalışmaya teşvik etti. Çaresiz kalınca hemen desteklendiğim ve şükür secdesine
kapandığım oldu. Beş yıl gibi bir sürede gecemi gündüzüme katarak bu görevi yerine
getirdim.”
Tamamlanan çalışma yaklaşık beş yüz sayfa kadardır. Diyanet
işleri başkanlığı, “Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulunun” tetkikine
sunuldu. Ömer Nasuhi Bilmen’in Diyanet İşleri Başkanı olduğu, müşavere
kurulunun kararında:
“İslamiyeti hadis gibi en büyük kaynağından mahrum etmek ve
sarsmak için hadis’e, ilmi hadis’e, muhaddislere, hatta ashabın büyüklerinden
İbn-i Abbas ve Ebu Hüreyre gibi şahsiyetlere var kuvveti ile saldıran,
İslamiyetin beş vakit namaz gibi ameli farizasının, Kur’an-ı kerim’e istinat
etmeyip, sonradan sonraya İslam kelamcıları tarafından icat edildiğini, Resul-ü
Ekrem’in Haşimi veya Kureyşi bile olmayıp, mechul bir soydan geldiğini iddia
eden İtalyan müşteşriki Kateani’ye, ilme ve İslamiyet’e has ağır başlılık ve nezaketle
layık olduğu cevabı veren bu reddiye ayni zamanda Kateani tarihine istinat eden
neşriyata da bir cevap teşkil edeceği cihetle, başkanlık yayınları arasında yer
almasının uygun olacağının yüksek başkanlığa arzına karar verildi.”
Hüseyin Cahit örneğinde olduğu gibi bir hikâyecik de aynı
kafa yapısında olan Dr. Abdullah Cevdet’in tercümesini yaptığı, Oryantalist Dr.
Dozy’nin“Histor of İslam” isimli eserinde bizzat Atatürk tarafından müdahale
edilerek bertaraf edilmiştir.
Diyanet teşkilatı yayınlarından, Ahmet Gürtaş imzalı
“Atatürk ve Din Eğitim” isimli kitaptan da anlaşıldığına göre:
Atatürk, tarihçi, devlet adamı Prof.Dr. Şemsettin Günaltay’ı
makamına çağırtarak, hakkında düşüncelerini almak niyetiyle avrupalı müşteşrik
Dr. Dozy’nin, Dr. Abdullah Cevdet tarafından yapılan çevirisini verir.
Şemsettin Günaltay çeviriyi okur. Hakkındaki kanaatı nasıl
söyleyeceği endişesiyle zamanında huzura çıkmaktan imtina eder. Ama Ata
zekidir, unutmaz ve hocayı acele çağırtarak “Hoca geç kaldın, kanaatin nedir”
der.
Atatürk’ün yanında Başvekil İsmet İnönü’de bulunmaktadır.
Şemsettin Günaltay, o günün hassasiyetinden dolayı, biraz da çekinerek;
“Ele alınacak şey değil, bir facia paşam” diye cevap vermeye
başlayınca, Atatürk yerinden fırlayıp parlar ve Başvekile dönerek;
“Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapan Bey’i de devlet
hizmetinde kullanılmamak kaydıyla hükümet kapısından uzaklaştırın” diye
emreder.
Ve Şemsettin Günaltay’ı kolundan tutarak yanı başında ki
masa üzerinde bulunan hatıranın yanına çeker. Devamla;
“Hz. Muhammed’in bir avuç İmanlı müslümanla mahşer gibi
kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir muharebesinde
kazandığı zafer, fani insanların karı değildir. Onun Peygamberliğinin en
kuvvetli delili işte budur” diyerek gözlerini saadetli coğrafyaya doğru
çevirdi, demektedir.
Batılı oryantalistlerin İslamiyet ve onun Peygamberi
hakkında ileri geri yazdıklarına reddiye yazmak gibi bir ulvi reaksiyonun
gösterilmesi yeterli değildi.
Bu yüce milletin kültür devrimi sonunda temel bazı kaynak
eserlere sahip olması gerekirdi. Su uyur düşman uyumaz anlayışından hareketle,
ortalık biraz durulduktan sonra M. Asım Köksal hazretleri bu boşluğu doldurmak
maksadıyla Diyanet İşleri Başkanlığından 1964 yılında emekli olur. İster ki,
bir an önce dışarda oryantalist ve diğer yıkıcı odaklar, içeride de onlardan
daha fazla gayretli olan dönme ve dönme meşrepli tepeden inmeci aydınlar, daha
fazla zarar vermeden herkesimin üzerinde ittifak ettiği, Hz. Muhammed ve
İslamiyet’i işleyen “İslam Tarihi” adlı eserini çabucak ortaya koysun.
Uzun yıllar çalışarak 18 ciltlik İslam Tarihi isimli eseri
yazmayı başladı. Her aydının özellikle her tarihçinin bir günde bir cildini
zevkle okuduğunu şahsen bizler müşahade ettik. Çok büyük temel bir eseri büyük
bir boşluğu doldurdu. Bu konuda M. Asım Köksal hazretleri şöyle demektedir.
“Müslümanlar, dinlerine ait hükümleri nasıl hıfz ve
kaydetmeyi ihmal etmemişlerse, Peygamberimizin hayatına ve savaşlarına ait
bilgileri de ihmal etmemişlerdir. Hicri birinci yüzyılın ortalarından itibaren
Peygamberimizin hayatına ve savaşlarına dair eserler kaleme alınmaya başlanmış
ve bunlar günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Peygamberimiz’in(sav) hayatı ve İslam dinini yayışı hakkında
şimdiye kadar yapılan Türkçe yayınlarda kaynaklarımıza pek o kadar bağlı
kalınmadığını, fazlaca ihtisar ve tasarruf yoluna gidilerek, olaylardaki
canlılık ve güzelliğin söndürüldüğünü gördüm.
Ben bu yola gitmedim. Sadece kaynakları konuşturmak istedim.
Şahsi görüş ve düşüncelerimle araya girmekten, olayların arı-duru havasını
bulandırmaktan son derece kaçındım. Şayet arada sırada kendiliğimden birkaç
kelime veya satır yazdığım olmuşsa; bu da ancak açıklama, konuya veya olaylara
ışık tutmak maksadıyla olmuştur.
Hayatımın en mutlu devri, hiç şüphesiz Peygamberimiz’in
hayatına ait kitabımı yazmakla geçirdiğim yıllar olmuştur. Çünkü başından
sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluklarıyla
Pegamberimiz’in ve ashabının yanında yaşamış gibi idim. Kitabımı okuyanların da
aynı şeyi tadacaklarını, aynı kanaate varacaklarını sanıyorum.”
Mustafa Asım Köksal hazretleri yazmış olduğu 18 ciltlik
İslam Tarihi isimli eseri için uğrunda her şeyini vermeye hazır olduğu
vatanında hangi ödüle layık görüldü bilinmez ama bilinen bir ödül, Pakistan
devleti, Umur-ı Mezhebiye Bakanlığı tarafından verilmiştir. Eser incelenmiş,
birinci seçilmiş, Hoca Efendi Pakistan’a davet edilerek beş bin dolar ödüle
layık görülerek onurlandırılmıştır.
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde Diyanet işleri başkanlığı
statü olarak Başbakanlık müsteşarlığına bağlıymış. İlmi seviyesi herkes
tarafından takdir edilen M.Asım Köksal hazretlerine, müsteşar bey gayet ciddi
bir şekilde. “Hocam beş vakit namaz çoktur, iki vakite indirilemez mi?” sorusuna Hoca efendi, “indirilir” şeklinde
cevaplamış. “O halde ne duruyorsun” bir yerde başla dediğinde; Hoca efendi;
“Ben seni nasıl peygamber yapabilirim” sözüne karşılık, “Ben de beş vakti nasıl
iki vakte indiririm” ifadesini kullanır.
İçerdeki Dozy’ler, içerdeki Kateaniler...
·
Armağan (Manzum ilmihal) 1939 yılında
basılmıştır.
·
Hz. Âdem’den Hz. Peygamberimize kadar olan
peygamberlerin hayatı, 1941’de basılmıştır.
·
Peygamberimiz. 1944’de basılmıştır.
·
Ezanlar 1946’da basılmıştır.
·
Gençlere din kılavuzu. 1946’da basılmıştır
·
Din dersleri. İlkokul dördüncü sınıflar için
·
Tevbe 1958’de basılmıştır.
·
Reddiye 1961’de basılmıştır
·
Hıristiyanlık propagandaları
·
Bir Amerika’lının 23 sorusuna cevap
·
İslam tarihi 1966 – 1987 tarihleri arasında
basılmıştır.
·
Kerbela faciası 1979’da basılmıştır.
·
Sohbetler 1981’de basılmıştır.
·
Makaleler (Gazetelerde)
·
Şeyh Ahmet Kuddusi 1993’de basılmıştır
·
Peygamberler tarihi (iki cilt)
·
Kutlu doğum (şiir) 1991’de basılmıştır
Vaazlar, Şeyh Bedrettin, İlmiye Salnamesi, Türkçe ezan
meselesi, Konferanslar
Son söz olarak demektedir ki:
Hiçbir itirazla karşılaşmayacağımızdan emin olarak iddia
edebiliriz ki, bütün tarihi şahsiyetler ve hatta bütün peygamberler içinde
batılılarca soyu, hayatı, şekil ve şemali, en ince özelliklerine kadar bilinen
ve nesilden nesile nakil eden bir tarihi şahsiyet ve Peygamber varsa o da ancak
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselamdır.
Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbül âlemin
Abalı Sultan namıyla anılan meşhur gönül erini ziyaret
etmek, hakkında malumat alarak bir de fatiha göndermek için Yenimahalle
ilçesine bağlı Memlük köyüne uğradım. Abalı Sultana hemen bir göz atımlık
mesafede, etrafı taş duvarlarla çevrilmiş, içi son derece güzel tanzim edilmiş
bakımlı mezar ve taşları, mezarlar arası etrafa güzel kokular saçan çiçekler ve
yeni dikilmiş ağaçlarla beraber, bir kenarda kendinden doğan ve kendi içinde
kaybolarak akan şırıl şırıl su, ibadet edilecek, ihtiyaç giderilecek Osmanlı
mimarisini andıran zaviyesiyle, adeta küçük bir cennetten köşe gibi bir yerle
karşılaştım.
Fevkalade güzel ve yeni bayındır edilmiş yerin ilk
görüntüsü, bu anlamda klasik anlayışın dışında farklı bir yapılanma içindedir.
Skolastik gelenek, medfun olan zatın üstünde türbesi yükselirken, Derman
hocanın kabri, diğer kabirler arasında üstü açık ve sadedir. Aynı statü de olan
birçok gönül erinden farklılığı buradan bile göze çarpmaktadır. Hele o su!
Biraz eğimli olan kabristanda, kabirlerin ayak hizasında, birkaç düğümlük
mezrasında, ahenk üzre akışı, yanında yatan gönül erinin bir hayat boyu
oluşturduğu ve yaşadığı felsefenin kendisidir sanki.
Hemen girişte gözüme, üzerine birtakım yazılar işlenmiş
mermer çarptı. Klasik algılamaya, hemen kitabesi yani özgeçmişi zannederek
dikkatlice okumaya başladım ne söylemek istediğini anlamadan. Zamanla insan
derinliği anlıyor ve tekrar başa dönerek sindire sindire bu farklılığı yaşamaya
çalışıyor. Kitabe “Kabir taşım” diye başlıyor ve devam ediyor;
Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakta beni ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu.
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri.
Burada arama burda değilim.
Azap da değil, nar da değilim.
Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim.
Dünya da haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı
dertlerle
Arkadaş yaşadım.
Şikâyet etmedim, Rabbimden bu nedir diye
Kırklar, yediler, üçler arkadaş idim.
Hızır’la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya
yüzünde...
Şikâyet etmedim kendi halimden.
Nefsinle uğraşma bu savaş değildir.
Kabirde azabın esası budur.
Bırak nefsini kendi haline.
Uğraşma onunla yakışmaz sana.
Gövde, nefis, ruh başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları.
Nefis Dünyada kalır gövde toprakta.
Ruh gider aslı olan Rabbine.
Burada arama burda değilim.
Azap da değil nar da değilim.
Sıkıntım kalmadı aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı.
Üzme kendini ben de senin gibiyim.
Rabbimin yanında uçar gibiyim.
Büyük bir gizlilik içinde âşıklara duruş vardır. Dr. Münir
Derman hazretlerinde, kendisinin yazılı ifadesinden anladığıma göre:
“Bana hocam söylemişti yıllar evvel. Seni ancak ben
görebilirim, başkası göremez. Niçin der gibi mübarek gözlerine baktım. Gülerek
bana, sen görünmessin de ondan demişti” demektedir.
Dr. Münir Derman hazretlerinin yazdığı kitapları, hakkında
yazılan yazıları ve öz geçmişini okumama rağmen nerede medfun olduğunu yani
gizliliğini sanki ben ifşa edecekmişim gibi bir halet-i ruhiyeye girdim. İşin
başında tümden gelim gibi bir tasarrufla karşılaştığımı tahmin ediyorum. Abalı
Sultan ziyaretinde belki de makama çağıran Derman hocadır.
Makamında celalli bir bağlısıyla karşılaştım, meraklarımı
gidermek için peşi peşine sorular sordum ama nafile. Sanki hazretin gizlilik
felsefesini, gizlilik sırlarını açıklamaktan imtina eder gibiydi...
1910 yılında Trabzon’da doğdu, baba tarafından Kafkas
Kartalı ŞeyhŞamil’e, ana tarafından ise Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi, adında,
halk tarafında “Uçan Şeyh” olarak bilinen Evliyaya dayanır.
Trabzon’da dört yaşından itibaren Buhara’lı Ömer İnan
Efendinin manevi eğitiminde ilerlemiş ve dokuz yaşında hafız olmuştur.
Ailesinin maddi durumu iyi olduğundan, ilkokulu ve liseyi
özel Fransız okulunda tamamladıktan sonra
devlet tarafından üniversite tahsili için Fransa’ya gönderilmiştir.
Felsefe ve psikoloji eğitimi ile çok başarılı bir öğrenci olduğu için tıp
fakültesini de bitirerek doktor olmuştur. İlahiyat tahsilini ise Mısır El-
Ezher üniversitesinde tamamlamıştır. Kore savaşlarına doktor olarak katılarak
hizmetlerde bulunmuştur.
Bilahere Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinde hocalık yaparak
felsefe dersi vermiştir. Kısa bir süre sonra üniversiteden ayrılarak çok
sevdiği doktorluk mesleğini yapmak için Anadolu’da göreve başlamıştır. Uzun bir
tabiplik hayatını Eskişehir’de tamamlayarak emekli olmuştur.
Türk tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak
haklı bir milli ve uluslararası başarı sağlamıştır. Japonya’da ve Almanya’da
uzun zaman bulunarak birçok insanın yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bulunduğu
ülkelerde konferanslar ve vaazlar vermiştir.
Fransızca, Almanca, Rusça ve Arapça yı en az bu devlet’lerin
vatandaşları kadar güzel konuşan, bu ülkelerin kültür ve edebiyatını yakından
takip eden bir aydın portresi çizmiştir.
Maddi ilim denilen fen ilmine hemen her alanda vukufu onu
manevi ilimlerden alıkoymamış, bilakis eşyayı derinine inceleyen ‘ilm-i ledün’
sahibi olma yönünde de gayret etmiştir. Başta da söylediğimiz gibi ledün
ilminin gelişmesine Buhara’lı Ömer İnan’ın bir mürşit, bir terbiye edici olarak
katkıları çok büyük olmuştur.
Dr.Münir Derman hazretleri uzun müddet kaldığı Almanya’dan
döndükten sonra, Ankara’da bir otel odasında uzun müddet mütavazi bir hayat
sürmüştür. Hiçbir gayrimenkul edinmek için çaba göstermemiştir. Yaşadığı
müddetçe kendini şan, nam gibi afetlerden koruyarak adeta gizlemiştir. Klasik
tasavvuf kültürüne önem vermemiş, adeta nevi şahsına münhasıl bir irşad
stretejisi oluşturmuştur. Ancak bağlıları vaaz ve sohbetlerinde tanıdıkları
Dr.Derman hocanın etrafında bir aşkla kümelenmişlerdir.
Dr. Münir Derman hazretleri 1989 tarhinde Hakka irtikal
eder. Mezarı, çok sevdiği köy hayatının içinde, Memlük köyündedir ve
Ankara’mızın manevi tasarruf sahibidir.
İsmini gizleyen, ancak yazıya aktarmaktan çekinmeyen bir
yakın bağlısı, hocası ile ilgili şahit olduğu birkaç olayı şöyle anlatmaktadır;
Notlarını yazmak üzere yanına gidiyordum. Yolda rastladım,
karşı kaldırıma doğru yürüyordu. Hocam, demir parmaklı tercihli yolu geçit
olmadığı halde yürüyerek karşıya geçmişti. Çok ani oldu. Nasıl oldu bilmiyorum
ama oldu işte, hayretler içinde kaldım. Yakında bulunan trafik polisi de
koşarak yanına gitti. Elini öptü kucakladı. Amca bize de dua et. Buradan nasıl
geçtiniz?
İleriden geçip yanına gittim. Bana dönerek, gülümsedi. “Ne
oldu ben de anlamadım. Birden demirler ortadan kalktı yol açıldı ben de geçtim”
dedi. O ayet geldi aklıma “Biz her şeyi Âdem’in emrine verdik”...
Gülhane hastahanesinin komutanlık katından çıkış kapısına
doğru yürüyorduk. Elimden tutuyordu. Birden kendimde bir başkalık sezdim. Bütün
vücudum hücrelerime kadar titremeye başladı. Özenle parlatılmış yerdeki mermer
taşlardan, duvarlardan, ‘Allah, Hu’ sesleri geliyor, inilti, haykırış halinde
zikrediyorlardı. Dayanılması güç bu hal ile ben de haykıracaktım ki kendimi
tutmak için çaba sarf ederken Hocam elimi sıktı, “Sakin ol yavrum”… Hemen
toparlandım. Anladım ki Hocam bu zikri içine almış ‘Hak ile Hak’ olmuştu.
Elini dizime koymuştu. Belki tonlarca ağırlık dizimi ezmeye
başladı. Bacağım ağrıyordu. Sonra elini çektiler. Ayağa kalktık, biraz
yürümekte zorlandım. Bu hali çok sonra bir gün kendilerine anlattım. Gülümsedi,
fısıltı halinde kulağıma söyledi:
“Demek ki kendimle birlikte seyahatte idim”.
Dostlarıyla birlikte bir yerde oturuyorduk. İçeri yabancı
bir adam girdi. Hocamı görünce; ‘Hoş geldiniz efendim. Her halde siz benden
evvel gelmişsiniz. Ben de Almanya’dan iki gün önce döndüm. Geçen hafta Münih
camiinde Cuma vaazını dinlemiştim. Ne kadar kalabalıktı değil mi’ diyerek
konuşmasını bitirdi.
Hocam kısa bir sükûttan sonra hemen sözü değiştirdi. Hayret
ettim. Hâlbuki Hocamla her gün, aylarca birlikte idim. Almanya’ya gitmemişti.
Huzurlarında oturuyorduk. Eli anlatıyorlardı. Fırsat bilerek
sordum; ‘Efendim siz yürürken elinizi yan tarafınızdan biraz öne tutarak
parmaklarınızı aralayıp etrafı tararcasına yürüyorsunuz, bu durumun el ile ilgisi var mı’?
Bununla ilgili hatırasını anlattılar:
“Gençtim. Köyde sabah namazına kalktım. Köydeki helâlar
başkadır bilirsiniz, dedi. Aşağıda pislik yığın halinde görülür. Pisliğe düşmüş
bir örümcek çırpınıyordu fakat kurtulamıyordu. Hemen gittim, uzandım, elimi
pisliğe daldırıp hayvanı temiz bir yere bıraktım, kurtulmuştu...
Sonra ellerimi sabunladım yıkadım ve abdest alıp sabah
namazın kıldım. Biraz uzanmıştım ki uyumuşum. Rüyamda bu sağ elime ışık
verdiler. Sağ elim ışıldakdır, ışık saçar. Görmekte güçlük çektiğim zaman giderken ondan böyle yapıyorum”demişlerdi.
Hocam sağ elini açar avucunun içinden kâinatı seyrederdi.
Manevi emanetlerini, kendisine yakinen hizmet eden, ona
yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş fakat isim
açıklamamışlardır.
Son zamanlarını iki buçuk sene hastanede geçirdi.
Vasiyetlerinde “Dünya’ya garip geldim, garip gitmem lazım. Garibin yeri
tenhadadır” ifadesiyle sessiz bir köy kabristanına gömülmek istediler.
Yine Dr.Derman hocayı yakinen tanıyanın kaleminde manevi
portresi şöyledir;
“Derman hoca, kendini diken ve çalılarla gözlerden gizleyen,
gönüllere girmekten kaçan, zamanın nokta halinde görülen en büyük kutbu ve
Sultanıdır. Hocanın tevazusu karşısında tevazuu erir. Sabrı karşısında sabır
erir yok olur. Kanaatı karşısında kanaat utanır, ağlar.
Hoca, görünür görünmez, görünmez görünür. O, Ömer İnan
Efendi Rahmetullahı aleyhin ta bu asırda görünüşüdür. Hoca, kendini görenlerin
yanına sokulmaz. Göremeyenlerin yanına sokulur. O’nun ilmi nereden gelir
bilinmez. Bildikleri bir ömür boyunca öğrenilmez. Nereden bunları almıştır o
hiç bilinmez. Maddi ve manevi ilimlerin hepsi ondadır. Yarın göçerse yerine
geçecek kimse olmayacaktır. Kendilerine sorulduğunda ise; “Var ama söylemem
demiş”.
Hoca taşı elmas, odunu gül, gülü gül yapanlardandır.
Her müşkülü halleden O’dur.
O’nu görenler bile yanaşamazlar O’na.
Zamanın Eba Hüreyre’si…
Üç kalanların bağlandığı baş...
Ledün ilmini nereden öğrendiği bilinmeyen velayet ve
tasarruf sahibi “Arifi billah.”
O zat hocayı böyle tarif etmişti.
Yaradan, her gönül eri kuluna, farklı meşrepler ve farklı
irşat anlayışı verirmiş. Dr. Münir Derman Hocanın’da diğer gönül erlerinden
farkının olması normaldir. Mesela Ali Semerkand-i hazretlerinin “Şifalı suyu”
Abdülkadir Geylani hazretlerinin mevtayı diriltmesi gibi; Derman hocanın
kitapları okunacak olursa, onun bütün hayvanatla konuştuğuna dair yaşanmış
birden çok durumlarına şahit olunur. Fransa’da hayvanat bahcesinde kimsenin
yaklaşamadığı genç bir arslanla konuştuğunu gören görevli ve ziyaretçilerin
nasıl hayretler içinde hocayı takip ettiklerinden tutun da daha neler, neler...
Bir gün hocamı ziyarete gitmiştim. On yedi yaşında idim.
Odası, tavanında penceresi olan geniş yüksek tavanlı idi…
Odası çıplak, bir post, bir de yerde ki yatak...
Desti, leğen, işte o kadar...
Çok güzel koku vardı havasında...
Kendisi oturmuş, uzun saçları yele gibi omuzlarına
sarkıyordu. Gel bakalım dedi. Elini öptüm. Ben artık gidiyorum mektep bitti
dedim.
Dua etti, nasihat şeklinde emirler verdi. Ara sıra kendi
kendine bir oda da kal…
Bunu adet edindim, ara sıra bunu yaparım...
Tahsil için Fransa’ya gittim. Aradan beş altı sene geçti.
Bir gün bu nasihat ve emri yapmak için odama girdim. Odam da iki zat gördüm.
Birden bire şaşırdım. Nereden girdiler bunlar?
Beni görür görmez yürüdüler, duvarın içinde kayboldular.
Şaşırdım kaldım. Bir kâğıt bıraktılar yere, küçük...
Hala saklarım o kâğıdı...
Ve hayretim hala devam ediyor. Otuz küsur sene oldu. Son
nefesime kadar bu hayret devam edecek...
Halledemedim...
Bu hadiseden bir sene sonra yurda tatile döndüm. Doğru
hocama gittim...
Yaşlanmış... Elini öptüm. Bana halimi sordu...
Ağabeyimi sordu. Gelsin dedi. Ağabeyim o sıralarda Sivas’da
defterdardı. Telgraf çektim, bir hafta sonra geldi. Yanında oturduk… Hocam
hastalanmıştı. Yanında idik...
Bize nasihat etti, dua etti, bizi okşadı...
Bir aralık o kâğıt sen de mi dedi. Birden bire anlayamadım.
Ha! Derken başparmağını ağzıma uzattı. Sus dedi... Öyle yaptım... Ağabeyime
döndü, Kazım sen de biliyorsun ya...
Bir gün sonra hocamızdan ayrıldık, ağladık... Ağabeyime
sordum. O kâğıttan sende var mı? Sus kardeşim dedi... Eşek kardeşim dedi.
Hala hocam bizi bırakmamıştır.
Bunalırsak yetişir.
O kâğıt’ta ki yazı şu:
Size de söyleyeyim, böyle hareket edin; “Vesveseyi bırak… Ne
kadar işin arzun ve dileğin varsa hepsini kaza ve kadere teslim et… Kendini
nasıl dilerse öyle iş gören Allah’a bırak ve bekle… Telaşı terk et. Izdırabı,
üzüntüyü kaldır. Murad yolu, kendi kendine görünür, o yola düşersin. Aç kal,
kimseye söyleme. Dertlerini, yoksulluklarını, ızdırabını söz haline geçirme.
Melekler bile duymasın. Derdin olursa Hak ile konuş, O her şeye yeter. Sefalete
düşersen vakur ol. Sabret. Hak’ka bile ellerini istek için kaldırma. Yalnız
hamd için kaldır”.
Yine kendi kaleminden;
“Derya içre düşünürdüm, damla idim umman oldum,
Derli idim, derdim gidip Derman oldum.
Kırklar sofrasında bulundum. Bunlardan üç kişi ile halen
haftada bir gece buluşurum. Kırklardanmısın diye sorma bana, ben o üç ile dört
olurum. Hiç ile kırk oluruz. Üç kişi birde ben, bir de hiçbir taife teşkil
ederiz. Gezeriz... Hem kırkız, hem dördüz, hem de hiçiz… Bulunduğun yerde kırk
oluruz biz...Çünkü biz kırklarız da ondan...Elini tuttuğumuzu içimize alırız
hemen kırk oluruz ve iki görünürüz...Ondan sonra ister görünür, ister
görünmeyiz biz... Biz her yerdeyiz, her yer bizdedir. Gündüz cismani, gece
ruhani işlerle meşgulüz biz... Bizi görürler bulamazlar. Zira gaflet ve şüphe
bulutlarıyla örtülüyüzdür... Bin bir renkte görünmeye mecburuz... Biz
yeryüzünde bahane arayıcısıyız... Bu bahane ile kırk kişi olduk... Bizi bazen
Veli, bazen Meczup, bazen de Zındık görürler... Bu hal bizim sükûn ve
huzurumuzu bozmamak için Allah’ın bir vergisidir. Halvet suyu ile gideceği
yerin yolunu yıkayan insanın biz elini tutarız. Bizim duamız bize yaramaz,
başkasına yarar. Çünkü biz Allah için dua ederiz, nefsimiz için değil. Kıyamet
de buradadır. On üç senedir kırklardanım, kırkların yedincisi ve en genciyim.
Türkiye’den üç kişi vardır kırklardan. Üç Suriye, üç Mısır, dört Irak, yedi
Medine, altı Mekke, iki İspanya, iki Hindistan, bir Kafkasya, bir Salamon
adaları, bir Cava, bir Çin, bir Güney Afrika, bir Güney Amerika, dört tanesinin
de yeri söylenemez... Bunların yerleri icabında değişir. Veliler Allah’a doğru,
Nebiler ise kula doğru seyrederler. Ondan dolayı, Allah’a doğru seyirde bilgi
gerekir. Allah’tan kula doğru seyirde bilgiye ihtiyaç yoktur. Bundan dolayı
Nebi’ler ümmi’dir. İkisinin arası Ubuduyettir. Resul de bu makamdan miraçta
kabul buyurulmuştur. Kırklar da görülür dünya ile görünmez ruhani âlemi
yekdiğerine rapteden köprü gibidirler. Yekdiğerleriyle Kırklar izni ilahi ile
kendi telsizleriyle her an konuşabilir, her an görebilirler. Mekân “la” mekânı.
Setreden bir perdedir... Perdeyi kaldırdığın zaman mesafeler yok olur... Çok
tuhaf söylüyoruz, cidden çok tuhafdır... Bu kelime gafletin taa kendisidir.
Size tuhaftır fakat asıl hakikat budur. Kırkları sen boynuzlu, kuyruklu veya
başka türlü bir şey mi zannediyorsun? O da kul... Onlar da kul... Amma kul...
Özetle alınan yazı, ilk defa bu denli güçlü ifadeler ve
ayrıntılar, aman Allah’ım, neler varmış metafizik alemde...
Ve devam ediyor kırklarda Münir Derman hazretleri;
“Akıl ile matematik ile Allah’ı idrak etti demek, bir şey
ifade etmez. Bugünün fen ilmi ile artık
Allah’ı inkâr kapıları kapanmıştır. Bu asırda her şeyde Allah tecelli etmiştir.
İnsanların akıl ve fen ile doğa kanunları karşısında daha diyecekleri, itiraz
ve şüpheleri kalmamıştır.”
“Birçok gizlenmiş hakikatler vardır. Onlar etrafında birçok
tahminler yürütülmüştür. Fakat insan aklı bu gibi bazı meselelere yeterli
olmadığından nazariyeden nazariyeye fikirden fikire sürüklenip gelmiştir.”
Koca Sultan kendi kendini ne güzel anlatıyor. Bu abd-i aciz
kulun bir şey ilave etmesi haddine mi? Meraklıları “Allah dostu diyor ki” Bir,
iki, üç, dört, beş ve “su” bir, iki cilt
kitaplarını okumalıdır.
Vesselamün alelmürselin velhamdülillahi rabbülalemin.
Hafız Mehmet Hulusi efendinin, 1930 yılında ikamet ettiği
Bursa’nın Orhaniye ilçesinin Sölez köyünde yedinci erkek çocuğu dünya ya gelir.
Bu durum, zamanın Kutbül Mürşidi olan Şeyh Şerafettin
Zeynelabidin hazretlerine malum olur. Gönül dostları ile o zamana kadar hiç
tanımadığı Hafız Mehmet Hulusi efendinin evini ziyaret için “Sölez” köyüne
gidilir. Yola çokmadan önce şeyh Şerafettin hazretleri; “Bugün erenler durağı
Bursa’mızın Orhaniye ilçesi Sölez köyünde bir bebek dünyaya geldi... Bu bebek
yaşayacağı zamanın “kutbu” olacaktır. Varıp onu ziyaret edelim” diyerek aniden
alınan kararla ilgili merakı giderir. Bebeğin adı Hasan konur. Böylece “Burkay”
ailesinde Hasan Burkay gerçeği, en ihtişamlı bir şekilde, en şerefli bir
şekilde, sözlerin en güzeli, insanın en güzellerinden biri tarafından kutlanır.
Efendi Şerafettin tarafından verilen bu müjdeden ötürü, Hasan bebek, kucaktan
kucağa dolaşır gözyaşları ve hatim duaları içinde.
Bir çocuğun Evliyaullahtan olması veya Evliya doğan çocuk
olayı, zahiriden seyreden ilim sahipleri nezdinden kabul edilecek bir durum
değildir. Ama ‘Terk-i bi ilahi’ olayının sırrını bilen ‘İlm-i Ledün’ sahibi
muhterem zevatlar tarafından, gayet tabi, hatta imrenilecek kıskanılacak bir
durumdur. Hemen aklımıza “ Muhtac Olduğumuz Kardeşlik” isimli kitabın müellifi
Kadiri-Rifai-Galibi şeyhi, şeyh Hacı Hasan Galip Kuşcuoğlu’nun bu konudaki
tahlillerini hatırlarsak, Evliya, Veli ve Dost sözcüklerinin manasını daha
güzel kavramış oluruz.
Şeyh Kuşcuoğlu hazretleri açık ve net bir şekilde:
“Evliya doğulur. Sonradan olunmaz. Evliyanın karşılığı Veli
değildir. Veli sonradan olunur” ifadesini sırası gelmişken hemen tekrarlama
ihtiyacı duyulur.
Bebek Hasan Burkay’ın Evliya olarak doğduğunu müjdeleyen
Kutbül Mürşit Şeyh Şerafettin hazretleri de bu tavır ve ifadesiyle yukardaki
sözlerin birbirini tasdik etmekte olduğu görülür.
Üzerinde itimam gösterilen bebek Hasan Burkay’ın
yetiştirilmesi de belli bir programa göre olur. Öyle bir program ki dakikası
dakikasına işlenir. İlk önce Kuran ve kıraat dersleri, Kavala’lı Hacı Hafız
Emin ve Ahıska’lı Ali Haydar efendiler tarafından verilir. Hatta tasavvufi
anlamda ilk dersi de babasının mürşidi Şeyh Ahıska’lı Ali Haydar efendi den
altı yaşında iken alır. Hasan Burkay hazretlerinin babası da ismi üzerinde
Hafız olup ilahi aşk-a sahip Bursa merkezde billuriyecilikle geçimini temin
eden bir ‘evlad-ı fatihan’dır. Misak-i Milli hudutları dışında kalmış
topraklarda, bin bir güçlükle hicret ederek Bursa’ya yerleşmiş bir güzel
insandır. “Göl yatağından su eksik olmaz” bu tip olayları anlatmakta ne kadar
mahirdir.
Kendisine “Hasaneyni Hüdaverdi” Hazretleride denilen şeyh
Hasan Burkay “Altın Silsilenin” kırkıncı halkasını teşkil etmektedir. Şeyh
Şerafettin hazretlerinin otuz yedinci olduğu halkadan, emaneti bu ikisinin
ortasında bulunan Şeyh Muhammet Necati Simavi tarafından Şeyhlik görevi Hasan
Burkay’a verilir. Genç bir yaşta bu göreve oturtulmadan önce Hasan Burkay
hazretleri Şeyhi Necati Simavi tarafından çok iyi bir hal ilminden geçirilir.
Kendisinin sürekli etrafında bulunarak onun olgunlaşmasını sağlayan bir
Nakşi-Halidi Şeyhi dir. Bilindiği gibi “Halidilik” Büyük Evliyaullah Mevlana
Halidi Bağdadi’ye verilen nakşiliğin büyük bir kolunun adı dır. Dolayısıyla
Hasan Burkay hazretleri tarıkı Nakşi-Halidi dir.
Şeyh Mehmet Necati Simavi hazretleri buyurmuştur ki “Bundan
sonra ben yokum, siz varsınız. Arkanızdaki cemaat bir hayli kalabalık, çünkü
bütün sahipsiz yollar siz de birleşecektir.”
Bir edep ve tevazu örneği olan Hasan Burkay hazretleri ise
şöyle cevap vermiştir;
“Allah razı olsun Hazret, vazifem çok güzel, ancak bu
görevler daha sağlıklı bir kişiye tevdi edilse, benim mazeretim var. Sağlığım
yerinde değil, görevimi gereği gibi yapamamaktan korkarım.”
O anda Mehmet Necati Simavi hazretlerinin aydınlık yüzü
büsbütün aydınlanır. Tebessüm eder, yumuşakça:
“Yavrum, der, bu vazifeleri veren ben değilim ki, geri
alabileyim. Vazife size verilmiştir, takdir Onun’dur. Siz endişe etmeyin,
büyükler yardımcınızdır. Arkanızdan pek çok kişi gelecektir. Şimdiden sizi ve
onları tebrik ederim.”
Hasan Burkay hazretleri buyuruyor ki;
“O gün bu gün hizmette kusur etmemeğe çalışıyoruz, Rab’bim
kusurlarımızla kabul buyursun.”
“Sevenlerin kaleminde hocamız, Hasan Burkay” adındaki
kitapçığın bu konu ile ilgili bölümünde bağlıları şöyle tamamlamaktadır:
Bizler, Hasan Burkay hazretlerinin yoluna gönül vermiş ve
hocamızın gönlünde bir nebzecik olsun yer bulmayı ümit eden takipçileri olarak
şöyle niyaz etmekteyiz:
“Yüce Allah(cc) sevgili ve çok sevdiğimiz hocamıza daha nice
uzun uzun seneler, hayırlı bir ömürle, bu güzel vazifeyi yerine getirmeyi
nasib-i müyesser eylesin.” (Amin!)
Hazret 1965 tarihinden itibaren Ankara Cebeci semtine
yerleşir. Yaklaşık otuz beş yıldır Ankara’da irşada devam etmektedir. İlk
dönemler de oturmak mecburiyetinde kaldığı Cebeci semtinden, birkaç yıl
kaldıktan sonra, dostlarıyla alınan ortak kararla, bugünkü “Hacı Hasan’ köyü
olarak bilinen Gölbaşı ilçesine bir taş atımlık mesafede yüz yirmi dönüm toprak
alınarak müstakil evler yapılır. Hacı Hasan köyüne gidip görmek lazım. Görenler
farkı da hemencecik görüyor. Planlı programlı, her türlü sosyal tesisleri
mevcut. Evlerin iyi bir mimari görüntüsü var. Alt yapı mükemmel. Bilinen
köylerden çok farklı ve çok bakımlı. Gerek Gölbaşı belediyesince, gerekse büyük
şehir belediyesince her türlü hizmet verilmiş. Buram buram manevi havanın
teneffüs edildiği bir köydür Hacı Hasan köyü...
Atalarımızın sosyal tesisler merkezli şehircilik anlayışı
bütün köylerimizde kendini sürdürmektedir. Bu durum Hacı Hasan köyünde çok daha
belirgindir. İnsanların refah seviyesi yüksektir. Her ihvan kendi müstakil
evinde (villa) oturmaktadır. Her hafta büyük meclisler düzenlenerek sohbet ve
zikir yapılmaktadır.
Köyün bakımlı ve temiz kalabilmesi için “Hüdaverdi” adında
vakfı vardır. Bu vakıf sayesinde finanse edilen yeni güzellik her ihvanı tatmin
etmektedir. Sosyal yardımlaşma ve kültürel faaliyetler bu vakıf altında
yapılmaktadır. Hacı Hasan köyünün ısıtma ve diğer alt yapıları mükemmel,
binlerce insanın hep bir arada bulunabileceği güzel bir camiisi ve Efendi
hazretlerine ait olup ancak vakfedilen beş bine yakın kitaplığı ile adeta Hacı
Hasan köyü üniversite durumunu arz etmektedir.
Hasan Burkay(ks) kendi dünyalarının zahiri görüşlere göre
“uçma- kaçma- keramet gösterme” gibi algılanmasının yanlış olduğunu her defa
tekrarlamaktadır. Hazrete göre:
“Bu yol keramet değil istikamet yoludur, sırat-ı
müstakimdir. Keramet bir bakıma çocuklara verilen şeker gibidir. Onların bu
yolda güçlenmesi veya onlara bazı hakikatleri hissettirmek için veya mübtedi
saliklerin teslimatlarının kuvvetli olması için, vuku bulan birtakım
zuhuratlardan ibarettir. Şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, tasavvuf
yollarının hiç birisi keramet gösterme alanı değildir. Asıl keramet, Allah’a
yerli yerince kulluk yapabilmektir. İslamiyet’den habersiz bir insan, gökte
uçarken dahi görünse ona itibar edilmemelidir. İtibar, Kur’an’a ve sünnet-i
peygambere olmalıdır” demektedir.
Hazret, başta kendi dostları olmak üzere bütün müslümanların
ticaret yapabilme imkânları varsa bunu özellikle birleşerek yapmalarını tavsiye
etmektedir. İslam da şirketleşmenin olduğunu Hz. Peygamberin de nübüvvetten
önce ortak ticaret yaptığını, Müslüman’ın alan elden ziyade veren el olmasının
gereği için devrin şartları ne olursa olsun güçlü ve sağlam bir yapıda olunması
gerektiği yönde mesajlar vermektedir.
“Halka hizmet Hak’ka hizmet” düsturu ışığında insani
münasebetlerin ortaya konularak, milletimizin her türlü kalkınmasında bir
payımız olmalı. Nasıl mı? İşlerimizin mesuliyetini hissederek, onlara gereken
titizliği ve dikkati göstererek elimizden gelenin en iyisini ve doğrusunu
yaparak...
Ve Hasan Burkay hazretleri devamla:
“Bir kere rahmetli pederime, babacığım yaşın birhayli kemale
erdi, artık camiiden eve evden camiiye gitsen, dükkânı biz idare etsek, diye
ricada bulunmuştuk. Sevgili pederimin cevabı şu oldu.
“Allah benim canımı bu masanın başında alsın.”
Yine bir gün üstadımız Ali Haydar Efendi teşrif etmişlerdi.
Rahmetli pederim şikâyette bulundular. “Bu dükkân yüzünden camiiye gidemiyorum
namazımı buradan kılmak mecburiyetinde kalıyorum onun için üzülüyorum” dedi.
Ali Haydar Efendi:
“Hacı Mehmet Efendi, eğer bu kasanın sahibi olarak bu
masadan doğruluktan ayrılmazsan senin bu dükkandaki namazların da, o camii
imamının arkasında kılınmış namaz gibi olur, istikametten ayrılmayacak olursan
bu vatan-millet evlatlarına doğru muamele de bulunursan, alış-verişine hile,
sahtekarlık karıştırmazsan, bu dükkandaki hizmetlerinde senin için başlı başına
birer ibadettir” buyurmuşlardı demektedir.
Ahmet Atilla Arkan, Hasan Burkay hazretlerinin dergâhında
uzun müddet bulunmakta olup, bu dergâhın ve diğer dergâhların sırrına vakıf
olmuş Allah’ın veli bir kuludur.
Kendisiyle yapmış olduğumuz sohbetlerde mürşidi Hasan Burkay
hazretleri ile ilgili konuların ifade edilişinde, hal ilmi sahibi olma yönünde,
sırrını her ne kadar tevazu ve tedbirle göstermese de, huzurda bulunanları çok
etkilemiştir. Efendisine o kadar aşk ve muhabbetle bağlıdır ki onun bu hali
bize “âşık-maşuk” halini yaşattı.
Atilla Arkan’ın ifadesine göre:
Hacı Hasan Burkay hazretleri dört tarıktan icazetlidir.
Bunlar Kadiri, Rufai, Mevlevi ve Nakşi’dir. Dergâhın Mevlevi kolunun yetkilisi
Atilla Arkan’dır. Atilla Arkan, Mevlevi’liğin zahiride sembolü durumunda olan
semazanların yetişmesi için gayret göstermektedir. Bu iş için yaşları küçük
olan çocukların ruh ve beden eğitiminden başlanılarak, ihlâs ve takva ile devam
edilmektedir. Yoksa Kültür Bakanlığının sırf turizm amaçlı şekilde semazanları
gibi değildir. Küçük semazanlar, dergâhta işlerini ruh ve beden bütünlüğü
içinde profesyonelce icra etmekte olup, zikir meclislerinde mutlaka çeşni
olarak yer almaktadır.
Atilla Arkan, manasında Resulüekrem Efendimizi görür.
Kendisine “Evladım, bütün meşayıhlara saygılı ol, hepsine hürmet et, ancak
Hasan Efendiyede intisab ol” der.
Atilla Arkan Hasan Burkay hazretleri ile birgün Bursa’ya
davet edilir. Hatim yapılacak eve varılır. Kapı açılır ve dip taraftaki sedir
üzerinde oturan üç kişi fark edilince Hasan Burkay hazretleri hemen el pençe
vaziyet alarak kapı eşikliğine oturur. Sedirde oturan yaşlı zatlar, büyük Şeyh,
Şeyh Şerafettin’in halifeleridir.
Hasan Burkay hazretlerine:
“Bizden küçüksün ama derecen büyük, ilmin ve muhabbetin
bizden üstün, o halde eşikten kalkıp yerinize geçin” dendiğinde itiraz etmeden
salonda yerini alır.
Atilla Arkan’dan bir hikâyecik:
Elleri bağlı bir meczubun başında görevli duran doktorlara
şahit olan Beyazit-i Bestami hazretleri “Maneviyat hastalığına çare nedir” diye
sorduğunda doktorlar cevap veremez.
Elleri bağlı meczup söz alır:
”Tövbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştırıp, gönül havuzunda
dövmeli, insaf eleğinden geçirdikten sonra gözyaşı ile hamur edip, gönül
ateşinde pişirmeli, içine muhabbet balı katarak gece ve gündüz kanaat kaşığı
ile yemelidir”.
Maneviyat hastalığının en keskin ilacı budur demiştir.
Beyazıt-i Bestami hazretleri ise tamamlayıcı mahiyette:
“Ehl-i irfanım deyip hiç kimseyi taan etmesen, Defter-i
divan’dan söz gelir divaneden” der.
Hasan Burkay Hazretlerinin yayınlanmış kitaplarının
isimlerini aşağıya alacak olursak:
İlk Meyve; Hüdaverdi Divanı; Meviza-i Hasene I ve II;
Çocuklara Dini Bilgi; Muhtasar Adab-ı Vezaif; Hz. Muhammed’in(sav)Varisleri;
Hac Rehberi; Örnekal Camiinden Hutbeler; Hacı Hasan Köyü Minberde Hutbeler;
Risalet İncileri Hadis-i Şerifler; Zamanın İptilası Tütün; Adelet Burçları
Şeyhülislam; Selamlaşmanın Fazileti; Cuma Namazının Fazileti: İslamda Ticaret;
İcazetname; Evrad-ı Bahaiye; Hikmetli Fıkralar;Sahabe-i Kiramdan Sohbetler;
Hüdaverdi Divanında İlahiler; Halk İlaçları, Şifalı Bitkilerin Hassaları; Ömer
Bin Abduaziz’den Nasihatlar; Ehli Sünnetin Altı İmamı; Genişletilmiş Sahabe-i
Kiramdan Sohbetler; Esma-ül Hüsna ve Hassaları; Genişletilmiş Risalet İncileri
Hadis-i Şerifler; İman ve Ahlak; Mümin’in Miracı Namaz; Güzel İsimler;
Sevenlerin Kaleminden Hasan Burkay;Evliliğe İlk Adım; Hakikatten Damlalar;
Dakaikul Ahbar; Ali Usta (Şeyh Şerafettin); Fıkh-ı ve Tasavvuf-i Sorular ve
Cevapları; Menakıb-ı Şerefiye I ve II; Ediyetül Varide; Hasan’ın Hayatı ve
Görüşleri; Hüdaverdi İlmihali…
Son söz olarak yine Hasan Burkay hazretlerine müracaat
edelim:
“Allahü Teâla Müslüman necip Türk milletine Hz. Muhammed’i
güzel tanımak altmışüç yıllık yaşantısını incelemek, her hareketimizi mümkün
mertebe ona benzetmek nasip etsin.
Yüzbinlerce maddi manevi faydaları olan bu düsturlar,
zamanımızda daha güzel anlaşılmaktadır. İleride daha da güzel anlaşılacağı
muhakkaktır. İslam her sahada hayat bahşeden yegane yaşanılacak bir nizam,
kabul edilecek bir din, tatbik edilecek nurlu bir yoldur. Bu nedenle Hazreti
Allah-“İnneddine indallahül İslam” yani “Allah katında din islamdır”
buyurmuştur.
Mevla-i Müteal’den dini mübini islamın bin senedir
bayraktarlığını yapmış olan yüce milletime her sahada olduğu gibi, bu sahada da
yine büyük başarılar bahşetmesini, Resulullah Efendimizin ve yüce Ashabının
şefaatlerini dua ve niyaz ederim.
Vesselamün alelmürselin, velhamdülillahirabbülalemin.
Başkentin semasında bir yıldız gibi kayan Efendi hazretleri
1905 yılında Malatya’nın Pötürge ilçesi, Attarlar köyünde doğar. DSİ
teşkilatından emekli olur. Bir asra yakın ömrünün yarıdan fazlasını Ankara’da
geçirir. Aile efradı olarak da Ankara’yı mesken seçen Kayhan hazretleri,
yaratılış kanunlarına uygun olarak geçirdiği koca bir ömrü, ölümsüzlüğe
terkederek Mamak ilçesi Kayaş semti Kızılköy’e defnedilir.
Hayatının son dönemlerinde, kendisinin farkında oldum. Selçuk
Özdağ beyle birden fazla Mamak’ta ki evine uğrayarak elini öpmek nasip oldu.
Bizim zahiride el pençe divan durduğumuz zat-ı muhteremler’i, zat-ı
devletlileri çocuk sever gibi bir şevkatla sıvazlayarak öğüt vermesi unutulacak
gibi değildir.
Diğer Meşayıhlardan farkı, devletlilere yönelik tasarruf
sahibi oluşudur. İsimlerini şuan zikretmemizde fayda olmayan, bilumum
devletliler Hazrete gelir, saygılarını sunarak himmet isteğiyle ayrılırlar.
Menderes merhumunun yolunda yürüyen rahmetli Turgut Özal, on beş günde bir,
saat 23-24 sularında Hazretin evine gelir, çok geç vakte kadar baş başa sohbet
ederek ayrıldığına şahit çok insan vardır.
Altmış ihtilalinin milli birlik komitesi üyelerinden Ahmet
Er, Ankara’ya geldiği zaman, Cahit Ocakcıoğlu ise her daim dizinin dibinde
Rahle-i tedriste yanmak veya pişmek yolunda merhale kat etmek için sabırla
çalışır durur.
Kayhan hazretlerinin irşadcısı yine kendi adına çık benzer,
Hacı Ahmet Kaya efendidir. Hacı Ahmet Kaya, Kadiri tarıkına mensup bir gönül
eridir. Dolayısıyla Ahmet Kayhan 1960 yıllarına kadar Kadiridir. Bilahare
Mevlevi ekolüne yakın mizaç sergiledikten sonra son halini “Ne Bektaşiyim, ne
Hanefiyim, ne Şafiyim, ne Malikiyim, ne Hambeliyim, doğrudan on iki imamın
salikiyim. Muhammet Ali’nin sevgilisiyim. Ali Aba’nın örtüsüyüm, on dört
masumun matemiyim. İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin aşkı ile Ehl-i Beyt’in
aşıkıyım” ifadesiyle kendi kendini ve tarıkını beyan eder.
Her mesayıhın mutlaka yolunun adı belirgin bir şekilde
konduğu halde, Kayhan Hazretlerinin, yukarıda da beyan ettiği gibi bu konudaki
belirsizliği iki şekilde yorumlanabilir.
İlki:
Batı Evliyalarının en büyüğü Bergama’lı Hasan Baba örneğinde
görüldüğü gibi, Ehlibeyt sevgisini bütün tarıkların üstünde gören bir anlayışı
dini bir siyaset gibi işleyerek, rezil siyasetin pençesinde iki dünyasınıda
bedbah eden bir kesim Müslümanlara Ehl-i Beyt sevgisini samimi olarak
işleyerek, bu yönde tasarruf kullanma eğilimi olabilir.
İkincisi ise:
Hakikaten tarıklar üstü bir uzlaşmanın oluşturulması, tıpkı
Osmanlılar döneminde “Mecal-i Meşayıh” gibi zahiride postnişine oturacak olan
şeyh hazretlerinin devlet tarafından atanmasında ki role benzer manevi bir üst
tarık’mı dır?
Bize göre Ehl’i Beyt, Ali Beyt terminolojisinden hareketle
İslama sarılmak isteyen Bektaşiliği rayına oturtma tasarrufu gerçeğe daha
yakınmış gibi geliyor. Bergama’lı Hasan Baba’nın Bektaşi kesiminden çok büyük
iltifatlar aldığı söyleniyor. Bergama’lı Hasan Baba, Ankara’dan Bergama’ya
sürgün giden Mehmet Ertosun bey kendisini ziyaret ettiğinde:
“Evladım bizim Cumhurbaşkanımız, bizim Özal’ımız
Ankara’dadır. O güzel insanın coğrafyasından gelen insanı biz ancak hürmetle
karşılarız. Lütfen dönünce Sultanımızı ziyaret ederek, bizden de selam
söyleyin” ifadesi karşısında Mehmet Ertosun bey “Ankara’da yaşadığım halde,
Ankara’yı bilmiyormuşum, derya da bir ömür tüketen balığın, suyu bilmediği
gibi, vay halime ki vay halime”diye kendi kendine mırıldanır.
Kayhan Hazretleri yazılı metinlerinin altına ‘dedeniz’
imzasını atmaktadır. Bergama’lı da ‘babadır’. Bektaşiliğin iki kolu, İzmir
Narlıdere merkezli babalar, Hacı Bektaş ilçesinde dedeler organizeli bir
şekilde bulunmaktadır.
Siyasi irade tarafından bir dönem baş tacı edilen
Bektaşiliğin, bir başka dönem varlığına kast olayı, basit siyasetten uzak
gerçek Bektaşi sofiliğinin gelişmesini engellemiştir.
Bu alanda çok büyük bir boşluk olmuştur. Bu boşluktan
istifade eden haşereler, Müslümanlar arasına nifak sokarak, biribirlerini
kırdırmayı amaç edinmişlerdir. Geçim sıkıntısını gidermek amacıyla oluşturulmuş
“Dede-Baba” müesseseleri yerine, gerçek anlamda Bektaşi sofiliğinin, daha da
ileri Ehl-i Beyt sofiliğinin tesisine bir ömür veren Kayhan dede ve Hasan
babaların irşad anlayışını bu açıdan takdir etmemek mümkün mü? Düşmanın mücadele alanı olan boşluğu
doldurarak, bütün tasarruflarını bu yönde kullanmak, diğer tarıklardan en
önemli farktır.
Mehmet Ertosunun anlattığına göre; Hasan baba ile beraber
Kayhan Hazretlerine varıldığında, Hasan baba, huzura varır varmaz önüne çöker,
başı hep yere bakar, sırtı sıvazlanır, bu arada Mehmet beye dönerek “Bana mı
geldin, Hasan’a mı” sorusu iki üç defa tekrarlanır. Hepsinde de “Sana” efendim
denir. Öyleyse hadi Cumaya denir ve gönderilir. Yolları mezarlığa düşer. Hasan
Baba, Mehmet beyin yakınlarından karı koca iki kişiyi ziyaret eder. Medfun
olmuş kişilerle konuşurken, Mehmet beyin gözündeki perde kalkar ve dünyadaki
halleriyle beraber yakınlarını dünya gözüyle görür görmez, “Baba yapma” sözüyle
beraber bir tarafa düşer. Ve bunca zaman geçer. Kayhan dedenin evinde çıkıldığı
an ezan okunmaya iki dakika var. Mamak’tan Hacı Bayram’a kuş uçuşuyla en az on
dakika sürer. Giderken uğranılan asri mezarlık da çabası...
Mehmet Bey diyor ki:
“Hacı Bayram Camiisine vardık, bir müddet sonra ezan okundu”
zamanın durması veya durdurulması, akıl bu işi gelsin de çözsün...
Ahmet Kayhan dede, dünya da meydana gelen olumsuz
gidişatlara da kaygısız kalmadığını gösteren girişimleri olmuştur. Bir
Irak-Kuveyt anlaşmazlığında birleşmiş milletlere mensup devlet reislerine
yönelik internet aracılığı ile, hem de kendi dilleriyle gönderdiği mesajlar ve
cevapları, Kayhan dedenin dostlarının kitaplığınnda mevcuttur. Savaştan bir gün
önce gönderilen mesaj da Saddam için kullanılan kelimeler bir gün sonra Clinton
tarafından bütün dünya iletişim merkezlerine aynen geçmiştir.
Şair Tevfik Fikret meşhur şiirinde; “Vatanım bütün coğrafya,
milletim bütün beşer” ifadesini kullanır. Rahatsızlık veren görüşünün zirvesi
bu beyitle şekillenir. Millilikten evrenselliğe ulaşmak her zaman mümkün
olmadığı için, Tevfik Fikret çok eleştirilmiştir.
Tevfik Fikret, belki de farkında olmadan, tasavvufi bir
boyutla, insanlığın topyekün sıhhat ve selameti için çalışmıştır. Şovenist
milliliğin, evrensellikle, barışla, sevgiyle yok olması gereği için mücadele
etmiş olmalıdır.
Ahmet Dede ve diğer bir kısım Meşayıhların temsil ettiği
inanç sistemi; milli sınırları aşarak bütün insanlığın hayrına olan evrensel
değerlerin tesiri, insanlığın hayrına olmayan ateizm, ahlaksızlık ve savaş gibi
afetlere karşı önlem alıcı tedbirlerin oluşturulması yönünde mücadele emri
vermektedir.
Ahmet Kayhan Dede, bunun farkında olarak insanlığın kendi
kendini yok edebilecek kitle imha silahlarının yeryüzünden tamamen kaldırılarak
imha edilmesi yönünde dünya liderlerini sürekli uyarır. Dikkate alınır veya
alınmaz, ama o Hz.Adem’le başlayan, insanlığın ikinci atası Hz.Nuh’la devam
eden sürecin, üçüncüsünün yaşanmaması için, gelin kendi kıyametimizi
hazırlamayalım demektedir.
Ahmet Dede’nin, bütün dünya liderlerine insanlığın
kaygılarını giderici “barışa davet” telkinlerini, modern teknoloji aracılığla
sürekli iletmektedir. Bu anlayış sofi Müslümanlığın temel espirisidir.
Her Meşayıh gibi Kayhan Dede de, ilim ve irfan sahibidir.
Eşyanın yaratılış sırrının çözümü için, senelerce lâboratuarlarda verilen savaş
neticesinde alınan kıymetli mesafeyi, bir anda alabilecek ilim ve irfandan
bahsediyoruz. Hazretin bilinen eğitim ocaklarının hiç birinde diploması yoktur.
Yani ilkokul mezunu bile değil. Ama yazımızın sonuna orjinalliğini bozmadan
koyduğumuz, din temonolijisine ait bazı terimlerin izahatındaki derinlik,
insanın beynini allak bullak etmektedir. İlm-i ledun, Gayb-Rical özellikle de
Tayyi Mekân adındaki makalenin vukufu kendi sırrını ifşa etmektedir. Kuantum
fiziğinden tutunuz da, Heyisberk’in atom teorisine kadar, insan aklının
asırlarca uğraşarak ulaştığı noktaya, ilk mektep diploması olmayan birinin
‘ledun ilmi’ sayesinde bir anda kavraması...
Ahmet Kayhan Dede kendi ifadesiyle:
“İrfan okulunun sırır nedir? Cevaben, irfan okulunun sırrı,
tevhit sırrıdır. Tevhit sırrını aramanın yolu ilimdir. Gerek maddi olsun,
gerekse manevi olsun her şey ilimle olur. İlim ise, irfan ile kaimdir. Gerçek
ilim sahibi, aynı zamanda gerçek irfanın da sahibidir. En güzeli de budur. Yani
ilimle, irfanın bir arada olması” demektedir.
1998 tarihinde mübarek vücudunun defnedildiği Kızılköy’de
ziyaretine gidip dua ettikten sonra, sandukanın karşısında asılı bir yazıya
gözüm ilişti. Yazıyı okuduktan sonra yanlış yapmanın telaşı ile insan ebedi
alemde olan birinin huzurunda iken bile kendine gelmesi ve doğru yolda sağlıklı
mesafe katetmesi için halen irşada devam ettiğini anlıyor.
Yazıda şöyle diyor Ahmet Dede:
“Ey Adem oğlu, ey insanlar... Bizler hüvel baki “ Hay”ız,
ölmeyiz. Bizlere dua etmeyin. Kendinize acıyın. Fatihayı bizden bekleyin. “Hay”
olan ölmez. Ölen beşerdir. Beşer fani, Allah bakidir. Ölen sensin, çünkü
dirilmedin. Ölü olan sensin. Fatihayı Şerifi asıl sana okumalı”...
Derinliği olan bu ifadeler bilinen uyarmalardan veya öğütlerden
çok farklıdır.
Ahmet dede, emr-i hak gelmeden önce, defnedileceği yeri hep
arar. Yakın dostları da bu konuda seferber olmuştur. Bir türlü koca Ankara’da
uygun bir yer bulamazlar. Dostlarından Mehmet Ertosun beyin de içinde bulunduğu
bir araba, şu anki yerden seyrederken, çamura saplanır. Uzun zaman çok
uğraştıkları halde arabayı çıkartmaya muvaffak olamazlar. Şöyle biraz
dinlenelim diyerek, hemen kenarda bulunan tümseğin üzerine çıkarlar. Etrafa bir
göz atım bakış sonunda hep bir ağızdan “Bulduk” derler.
Köyde bir meczup “Burayı size vermezler buranın sahibi var”
derse de, dostlar arabayı çıkartarak Mamak’ta Ahmet Dedeyi yıldırım hızıyla
bölgeye getirirler. Kendisine meczup anlatılır.
“Doğrudur, buranın sahipleri var, müsaadelerini alalım.
Diyerek yanındaki kabristanlığa yönelir. Ve tamamdır dostlar, müsaade verildi,
makamımız bundan böyle burasıdır” der.
Kızıl köye uçar...
Ardında binlerce dostlarıyla beraber, yüzlerce makale ve
risale türünde küçük kitapçıklar ile İrfan Okulunda Oku, Âdem ve Âlem,
Aradığımı Buldum, ilahi Aşk Kaynağı, Ruh ve Beden adında hacımlı eserlerle
beraber aşağıdaki tavsiyelerini bırakmıştır.
Evlatlarım!
Çeşitli vesilelerle sizlerle tanıştım. Bazılarınız beni,
yazdığım kitapları okuyarak, bazılarınız da eşinden dostundan duyarak tanıdı.
Hatta bir kısmınız da, Allah’ın takdiriyle rüyasında görerek bulduğunu ifade
etti. Her ne olursa olsun. Sonuçta, takdir-i ilahi tanışmamızı istediği için
tanışıp görüşmüş bulunuyoruz.
Hak yolunda edinebildiğim manevi tecrübe ve ilahi ilimler
doğrultusunda hiçbir menfaat beklemeden sizlere faydalı olmaya gayret
gösterdim. Sizlerden bazılarının, yetenekleri ölçüsünde, bizim eserlerimizi
okuyarak, manevi olgunlaşma yolunda oldukça önemli adımlar attığını görmek,
beni ziyadesiyle sevindirmiştir.
Hiç ayrım yapmadan tüm insanlara Allah rızası için hizmet
etmek; sevgi, kardeşlik ve barış yolunda ülkemize faydalı, inançlı insanlar
yetiştirmek gayesi, yazdığımız kitap ve bültenlerde açıkça görülmektedir. Dilerim,
bu ülkedeki her fert bu şuur ve idrak etrafında birleşmek suretiyle, şu cennet
vatanımızın birlik ve beraberliğine bir nebze olsun katkıda bulunmuş olur.
Ben, kitaplarımı okuyan, tavsiyelerimi dinleyen herkesi
gönülden seven, onların maddi-manevi insanlık yolunda gelişmesi için elinden
geleni esirgemeyen bir Dedeniz’im. Bana yakın olan kimseler, beni dinleyen,
tavsiyelerimi tutan, Allah için sevdiklerimi en çok sevendir. Onlar benim fikir
bahçemin yeni açan gonca gülleridir. Onlar beni Allah için sevdiler. Ben de
onları Allah için çok sevdim. Allah için yetiştirdim. Allah sağlık, sıhat
verdiği sürece yetiştirmeye devam edeceğim.
Yavrularım!
Sizler Beni seviyorsanız, başkalarının da Allah ve Resulünü
çok sevmesine sebep olun. Bilerek veya bilmeden Hakk’ı seveni, Hak’tan
uzaklaştırmayın. Kıskançlık tuzaklarına düşerek fitneye sebep olmayın. Bunu her
kim yaparsa beni çok incitmiş olur. Her konuda kusuru önce kendinizde arayın.
Başkalarının kusur ve açıklarını arayarak kendinizi tatmine kalkışmayın.
İslam’ın beş imanın altı şartını yerine getirerek
Resulullah’ın sünnetlerine sıkıca bağlanın. Allah’ın emirlerine hassasiyetle
uyarak, yasaklarından titizlikle uzaklaşın. İnandığınız gibi yaşayın,
yaşadığınız gibi inanmaya kalkmayın. Bu dini kendi aklınıza göre yorumlayıp,
onu tahrif etmeyin. İslam dini bir bütündür. Noksansız tamamlanmıştır. Reform
ile düzeltmeye ihtiyacı yoktur.
Anne ve babalarınıza iyi davranın. Büyüklerinize saygılı
olun. Devletinize, demokrasiye ve insan haklarına yürekten bağlanın. Kanun ve
nizamlara uyun. Gençlere sahip çıkıp, doğru yolda yetişmelerine yardımcı olun.
İmanınızı güçlendirin. İşinizde başarılı olun. Eşinizle iyi
geçinin. Çocuklarınıza şefkatli davranıp onları vatana, millete faydalı olacak
şekilde yetiştirin.
Nefsinizi şefkat ve menfaatin esaretinden kurtarıp, ruhun
kutsal hâkimiyetine sokarak, Rabbiniz den gelen faydalı ilhamlara gönül
kulağınızı açık tutun. Edep insanın ziynetidir. Edepli olun. Herkese anlayışla
davranıp gönül kırmayın.
Dertlilerin derdine ortak olup hasta ve yoksullara yardım
edin. Acizlere sahip çıkın. Vakıflar ve yardım dernekleri kurarak topluma
faydalı olun.
Çevrenizi temiz tutup, güzel kullanıp kirletmeyin. Toplu
alanlarda, ibadethanelerde başkalarını rahatsız etmeyin. Yüksek sesle konuşup
etrafınızdakilerin huzurunu kaçırmayın.
Büyücülük ve üfürükcülük safsata olaylara itibar ederek bu
işle uğraşanlardan medet ummayın. Hastaları doktorlara emanet edip, yalnız
Allah’tan şifa dileyin. Canı gönülden yapılan duanın gücüne içtenlikle inanın.
Her türlü kazadan, beladan, Yaratan’ınıza sığının.
Allah hepinizden razı olsun.
Hepiniz, tümden Allah’a emanet olun.
Vesselamün alelmürselin, velhamdülillahirabbülalemin.
Haluk Nurbaki hoca 1924 yılında Nevşehir’de dünyaya geldi.
İlk ve orta öğretimini Afyon’da tamamladı. Üniversiteye İstanbul’da başlayarak
Ankara’da tamamladı ve doktor oldu. Bu güzelim şehir İstanbul’da tahsil
hayatını sürdürürken Nur-u Osmaniye Camisinde görev yapan bilge kişilerden
hadis dersi aldı. Sultan-uş Şuara Üstad Necip Fazıl ile diyalogu büyük doğu
mecmuası çatısı altında devam etti. Hatta bu cemiyetin genel sekreteri oldu.
Yurdun çeşitli yerlerinde hükümet tabipliği yaptı. Ömrü
boyunca başkalarının göremediklerini görmeye çalıştı. Pek çok gönül erleri,
mana devleri meczup görünümündeki insanlarla karşılaştı.
Cemiyetçilik hayatının yanında gönül sultanlığı olma yönünde
gayret etti. Cemiyetçiliği, onu 1961-1965 yılları arası Afyon milletvekili
olarak TBMM’ne girmesini sağladı. Vekillikten sonra tekrar tabipliğe devam
etti. Onkoloji alanında yüzlerce hastaya şifa verdi. Ankara’nın en büyük hastahanelerinde
kanser doktoru olarak görevlerde bulundu. Hiç kimsenim kendisi hakkında ne
dedikleri ve ne diyecekleri umurunda olmadan irşad görevine devam etti. Hatta
mesai saati dışında Numune Camisinde vaaz vererek, hastahane ve özel kliniğinde
mana sohbetlerinde bulundu.
Cumhuriyet dönemi âlimleri arasında çok özel bir öneme haiz
olan Dr. Nurbaki için iyi bir bilim adamı diyebiliriz. Onun ortaya koyduğu
eserlere şöyle bir bakılacak olunursa bu ifadenin doğruluğuna en büyük delil
teşkil ettiği görülür.
Dr. Nurbaki eserlerinde ruh ve vücut terbiyesinde olduğu
gibi olması gereken mana-madde terkibini en çarpıcı metotla işleyen ilim sahibi
idi. İlim-din çatışmasını, ilim-din terkibi veya dayanışması mı, suallerine
cevap vermekten bir ömür tüketti.
Fen ilmiyle iştigal edenlerin, ilimlerini mana süzgecinden
geçirmeden, hayata geçirmelerini tek kanatlı kuşa benzeten Dr. Nurbaki, hayatın
iki boyutunun dengeli terkibiyle, seyr-ü sülükunu tamamlama cihetiyle çalışıp
durmuştur. Ortaya koyduğu onlarca kitapları onun en büyük kerametleri
sayılabilir. Kendisi son derece mütevazı bir gönül adamıdır. Ömür boyu yılmaz
bilmeyen bir azim ve vecd ile gerçek bir mücahit özelliği…
2 Haziran 1997 tarihinde İstanbul’da ölen Dr. Nurbaki
mebusluğunu yaptığı ilin topraklarına defnedilmiştir.
Dr. Nurbaki yetmiş üç yıllık ömrünün çok büyük bölümünü,
irşad, ömrünün ise hemen hemen tamamını Ankara’mızda geçirdiği için, kendisini
Ankara’mız Sultanlarından kabul etmek bizim için bir borçtur.
Cesedi çok sevdiği Anadolu’nun hangi toprağında olursa
olsun, bu toprağın insanına Ankara’dan seslenmiş, öncelikle Ankara’lılara
ulaşmış manevi vücudu hep Ankara’nın semalarında, Ankara’nın kültür
mahfillerinde, tasavvuf ve ilm-i ledün verilen alınan yerlerde hep beraber
yaşamaktadır. Hangi kitapçıya varılırsa, Dr. Nurbaki’nin ölümsüz eserlerini
oradan bulabilirsiniz.
Son dönemlerini İstanbul “İslam Annelerini ve Yücelerini”
anlatarak geçirdi. İlk yazısı yirmiyedi yaşında İslamın Nuru isimli dergide
yayınlandı. İlk kitabı olan İlk Nur’u ise yirmisekiz yaşında yazdı. Devamla,
çeşitli dergilerde, gazetelerde yazılar yazdı, tebliğler sundu. Konferanslar,
paneller, açık oturumlar, sohbetler hayatının vazgeçilmez mecburiyetleri oldu.
Radyo ve televizyonlardaki konuşmaları, son güne kadar sürdü.
Hep “Efendimiz”diye hitap ederdi.
Bu konuda “Dikkat ediniz, bir kişi çıkarda ben Efendimize
aşığım derse, ne kadar infak ediyorsun, neyini verdin Allah rızası için” diye
sorun derdi. Efendimiz Hz. Ebubekir ve diğer sahabelerin samimiyetlerinin
ölçüsü infaktır. Hiç çaresi yok, vereceksiniz. İnfakı yapamayanların Efendimize
karşı sevgisi sahtedir.
“Levlaka levlak lema halektül eflak” sen olmasaydın habibim
eflakı yaratmazdım, emri mucibindeki sırrı anlayanlar nasıl ona karşı
sahteciliği tercih edebilirler, demektedir.
Dr. Nurbaki hoca, klasik din âlimlerinin bilinen
yöntemlerinin dışında, kendine has modern tekniği ile modern bilimin dini saf
dışı bırakacak bir yol haline çekmek isteyenlerin karşısına, nurdan bir kale
gibi duruyor, hemen her alanda o yalancı ve ateist ağızları susturuyordu.
Öyle ki kanser’den, atoma, şiirden kara deliklere, musikiden
hat ve minyatür sanata, mimariden fizik kanunlarına kadar, hemen her alanda
irşad ederek bilgiye dolu dolu sahip olduğu aşikârdı.
Kısacası Dr. Nurbaki, ilimle imanı kaynaştıran süper bir
insan. Efendimize ve onun Ehl-i Beytine sevgi ile dopdolu bir kalbi vardı.
Afyon’da tabip iken, halk arasında “Helva Yiyen Adam” olarak
bilinen bir meczup görünüşlü kişi ile akşamları gönül sohbetleri ederdi. Helva
Yiyen Adam, gündüzleri çocuklara hep helva ve benzeri yiyecekler vererek,
onları önceleri kendine bağlar. Ara sıra da çok istemelerine rağmen vermezmiş.
Çocuklar da kızdıkları için taş yağmuruna tutarak, onu kovalarmış. Akşamları
nöbetçi eczanelerde ağırbaşlı ve vakur bir görünümde sohbetler eder, nasipli
insanları irşad edermiş. Dr. Nurbaki Hoca da hep sohbetlerinde olur ve ondan
istifade edermiş. Tabi çocuklara neden kendini taşlatarak kan revan içinde
kaldığının cevabını bilmesine rağmen sorarmış.
Helva Yiyen Adam:
“Doktor onu da sen bul” diyerek, Taif’te Efendimizin
taşlandığı olayı hatırlatır bir yüz hatları oluştururmuş.
Dr. Nurbaki’yi irşad eden murşidi Faik Saraç’tır. Kadiridir.
Ali Septi kanalıyla büyük mutasavvıf
Mevlana Halid-i Bağdadi’ye dayanır.
Yıllar önce Dr. Nurbaki’yi Murşidi Faik Saraç efendi, Sümbül
Efendi dergâhının bahçesindeki bağrı yanık çınar ağacının yanına götürerek
İstanbul’un en önemli sırrının keşfedilmesini sağlar. Sırrın başlangıcı
Kerbelaya dayanır. Hz. Hüseyin efendimizin kızları Fatıma ve Zeynep Sakine
Sultanlar’ın bir şekilde Bizans hükümdarına cariye olarak verilmesine sebep olan
Yezit, farkına varmadan şerden hayır çıkmasına vesile olur.
Efendimizin torunları olan bu iki Sultan Bizans kralının
haremine girmeden, adet gereği bir ay müsaade edilerek, bu zaman zarfında
Hıristiyanlık telkin edilmesi emri verilir. Bu zaman zarfında iki Sultan
sürekli ibadet ve taatta bulunurlar. Kendilerinin korunmasını Yaradan’dan talep
ederler. Bu arada kralın kızı Katerina bu Sultanların etkisinde kalarak din
değiştirir. Adını bile ‘Sarı Sıddıka’ olarak değiştirir. Vakit gelince
görevliler Sultanların odasına girerler ki, onların Kral kızı ile beraber
ruhlarını teslim ettiklerini görürler.
Faik Saraç efendi Dr. Nurbaki Hocaya bu hikâyeyi anlatır.
İşte “bu çınar onun için bağrı yanık” der. Böylece Sultanların Kerbela’da
başlayan çilesi İstanbul’da son bulur. Mezarlarını Sümbül efendi bulur. Kendisi
de vasiyeti gereği bu Evlad-ı Resulün ayak uçlarına gömülür.
Dr. Nurbaki Hoca her İstanbul’a vardığın da Evlad-ı Resul’ün
kabirlerini ziyaretle onların manevi ışınlarından istifade eder.
1980, 12 Eylül ihtilali öncesi, yeryüzü Marksist
cereyanlarla çalkalanıyordu. ABD’de dahi bu yalancı cennete inanan bir yığın
çevreler oluşmuştu. Her milli devletlerde, mutlaka baskı altına alınmış küçük
kimlikte insan toplulukları vardı. Bu insan topluluklarının yasasıdır
Marksizim. Mikro milliyetciliklerin, makro seviyeye çıkmasını Marksizim çok iyi
işlemiştir. Mevcut sistemlerin değişmesi pekçok yerde imkânsız gözükse de,
sosyolojik olarak toplumları huzursuz etmek, bu yolla vahşi kapitalizmin
gelişmesini sağlamaya yaramaktan başka fazla bir işe yaramayan sosyalist
hareketlerin çok iyi sunulduğu dönemlerde; Dr.
Nurbaki, bir şekilde tanıştığı ABD Büyükelçisine, Türkiye’de Ülkü Ocakları’nın
teşkilatlanması ve bu harekatın doğal lideri Alpaslan Türkeş konusunda objektif
yaklaşım sergilenmesi yönünde aylarca çok uğraşır. Ülkü Ocaklarındaki gençlerin
milli bakiye için Marksizim önünde nasıl en büyük engel teşkil ettikleri
hususunu, onların mücadelelerinin kuru bir ırkçılık mücadelesi olmadığını,
faşizim nazizm gibi üstün ırk nazariyelerine saplanmadıklarını,
mücadelelerindeki merkez fikrin, Marksizmin, beynelmilel emperyalizm anlayışı
karşısında milli harsların canlı tutularak, insan fıtratına uyum sağlamayan
anlayışları retdedmek esasına dayanan bir hareket olduğuna inandırır.
12 Eylül arafesinde Türkiye’deki fikir hareketleri ve
Marksizm konulu araştırma yapan ABD’nin Türkiye büyük elçisini bu şekilde ikna
eden Dr. Nurbaki Hoca büyük elçinin “O halde sayın Türkeş’i destekleyerek
iktidar yapalım” ifadesini merhum Türkeş’e aktarır. Ve ilaveten ABD’ye
gidilerek kongre üyelerinden bazılarının da, büyükelçilerinin vereceği rapor
doğrultusunda ikna edilmesi fikrini ısrarla savunur. Bu fikir merhum Türkeş’de
heyecan uyandırır. Ama “Nasıl gidelim paramız yok Haluk” der. Merhum Nurbaki
hoca biz tarihi kararlaştıralım, işin finans yönünü Kemal Hortum’a havale
ederiz der. Ve sayın Hortum zengin bir iş adamı sıfatıyla gerekeni yapar.
Hareket tarihi 12 Eylül 1980 olup, bilet iki adettir. Basından da gizli olarak
gerçekleştirilecek olan yoculuğun belirlenen ismi Dr. Nurbaki ve Alpaslan
Türkeş’tir. Yolculuğun biletleri Dr. Nurbaki’ye bizzat ulaştırılır. O gün gelir
ve ihtilal...
MHP Genel merkezi basılır ve genel merkez odası açılır.
Sümenin üzerinde 12 Eylülde Dr.Nurbaki ile seyahat edilecek notunu, baskın
yapan bir yetkili zuladan cebine koyar. Kendisini yakinen tanıdığı, anasını ve
aile efradından birilerini kanser tedavisiyle şifa bulduran Dr. Nurbaki hocaya
iki üç ay sonra gelerek, o notu önüne kor. Aksi halde idamlıkla yargılanmaktan
kurtulamayacaktı.
Sene 1980 sıraları…
Rahmetli Özal’ın teşkilatlandırmadan sorumlu bir adamı
kanalıyla, Dr.Nurbaki’ye “Milletvekilliği seçilmesi halinde sağlık bakanı
adayımdır” haberi üzerine, Dr. Nurbaki Hoca, manasında büyük bir stadyumda,
sdatyumu dolduran insanlara kendisinin bile konuşma esnasında öğrendiği
birtakım bilgiler içeren konuşma yapar. Elhak, kimse dinlemez. Herkes kendi
âleminde, hiç kimse konuşmacıyı dikkate almaz.
Bu arada o insanlar gider, kefen içinde binlerce insan zuhur
eder. Kefenden başlarını çıkararak, aynı hatibi can kulağı ile pürdikkat
dinler.
Nurbaki hoca, sabah olunca, hemen İstanbul’da ikamet eden
Faruk Saraç üstadına koşar. Rüyasını anlatmadan, FarukSaraç, “Doktor sana
bundan böyle siyaset yok, sen bir kenarda şef vs. gibi ufak görevde kalarak
hizmete devam etmelisin” der.
Bu senaryodan sonra Dr. Nurbaki Hoca ebedi istirahatgahına
gideceği tarihe kadar, ilim ve tasavvufi çalışmalarına devam etmiştir.
Dr. Nurbaki’nin manevi ustası, Faruk Saraç’tır. Faruk Saraç
aslen Elazığ’lı olan Ali Septi hazretlerinin yolunun yolcusu, kalp gözü açık
bir güzel insandır. Ali Septi, Aslen Diyarbakır’lı olup, Seyyit’dir. Kabri
Elezığ, Palu ilçesi, Murat suyu kenarın da bir tepe üzerinde dir. Ali Septi,
Mevlana Hald-i Bağdadi’nin kardeşi, Muhammet Sahip’in irşad ve telkinleriyle
olgunlaştı. Kendisine bu kolda icazetname verilen Anadolu evliyalarındandır.
Dr. Nurbaki Hocanın, milli ve manevi dinamikler
doğrultusunda yazdığı, yorumladığı yaklaşık yirmi beşin üzerinde kitabının
yanında, önceden belirttiğimiz gibi yüzlerce röportaj, radyo ve televizyon
konuşmaları ve makaleleri yayınlanmıştır.
Bunları aşağıya alarak kendisine minnet ve şükranlarımızı
maneviyatında tebliğ ediyoruz.
Sonsuz Nur; İlk Nur; Kutsal Mücadele; Evrendeki Mucize;
Kur’an Mucizesi; İnsan Bilinmezi; Fatihanın Kırk Yorumu; Gönül Penceresinde
Fahri Kainat Efendimiz; Gönüllerde Sema; Anadolu Mucizesi; Nurdan Anneler;
İmanla Gelen İlim I-II; Yusuf Suresi Yorumu; Namaz Sureleri Yorumu; Amme Cüzü
Yorumu; Bakara Suresi Yorumu I-II; Sure-i Teksir’in Yorumu; Kur’an’ın Matematik
Sırları; Yüce İslam Büyükleri; Veliler Deryasında Katreler; Nur Dolu Geceler;
Radyasyon ve AİDS; Kanser; Bilim Açısından İmanın Altı Şartı; Peygamber
Çizgisinde Yaşamak; Kur’an’ı Kerimde Ayetler ve İlmi Gerçekler.
Vesselamün alel mürselin, velhamdülillahi Rabbil âlemin.
Dini
termonolojideTasvvufi Deyimler:
Gönül erlerinin isimleriyle beraber telaffuz edilen birden
çok kelime ve deyim vardır ki, ihtiva ettiği anlamları yazıya dökmek çoğu zaman
mümkün değildir. Ancak erbabına sorulursa bilinir. Bu sırlı kelimeler tasavvufu
açıklayan teknik ifadelerdir. Hal ehlinin çoğu, yaşadıkları sırrı ifşa
etmezler, onu yaşarlar.
Bu kelime ve deyimlerin başında gelen, gönül erleri veya
ışık insanların hallerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, esrarengizliğin
bazılarını erbabının kaleminde ortaya koymayı uygun bulduk. Değişik yorumlarla
değişik bilgilere ulaşılabilir. Ancak herkesin anlayacağı sadelik ve akıcılık
bunlardan “İlm-i Ledun, Vahdet-i Vücut, Murşit, Tayyi Mekân, Tayyi Zaman, Gayb-Rical,
Abdal ve Budela” gibi deyim ve kelimeler, İslam ve Evliyalar ansiklopedisinden,
felsefi doktrinler sözlüğü ve İrfan okulu isimli kitaplardan orjinalliğine
değinilmeden açıklamayı meraklıları açısından yerin de gördük.
GAYB:
Bu konu da İslam ansiklopedisin de kısaca şöyle
denilmektedir. “Kur’an-ı Kerim’de mümünlerin özelliklerini anlatırken “Gayb’a
inananlar” görmedikleri halde Rab’lerine gönülden saygı gösterenler, gibi
ifadeler bulunmaktadır. Kur’an’da Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili ayetler,
fizik âleme ait maddi yönüne, ona ruh üflendi ifadesini eden ayetlerde Gayb
âlemine ait yönüne dikkat çekerek, insanı gayb ve şahadetin birleşimi olarak
göstermektedir. Kur’an’da insanla sürekli ilişki halinde olduğu belirtilen
ikinci gaybi varlık meleklerdir. Melekler her an insanın yanında yanı başında
onların yaptıklarını kaydetmektedir. İnananlara mağfiret dilemekte ve nihayet
günü gelince ruhlarını gabzetmektedir. Üçüncü gaybi varlık Şeytan ve Cindir.
Şeytan insana vesvese vererek Meleklerin aksine kişiyi olumsuz yönde
etkilemektedir.”
Kur’an ın gaybı telakkisi insanın dünya hayatı ve ahlak
anlayışıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu dünyada yapılan her işin gaybi âlemin
bir bölümünü oluşturan Ahiret ile çok yakın münasebetleri vardır. Mümin, Ahiret
sorumluluğuna veya gaybi murakabeye inanır, davranışlarını da buna göre
düzenlerse İslam’ın ön gördüğü ahlaki seviyeye ulaşır.
GAYB-I RİCAL:
Ahmet Kayhan hazretleri, ‘İrfan Okulunda Oku’ isimli
eserinde bu konuyu uzun ve akıcı bir üslupla incelemektedir.
Şeyh Alaüddevle Semnaniden devamla:
Gayb’da üç zümre müşahede ettim. Gönlüm onlara meyletti.
Selam verdim. En güzel şekilde cevap verdiler ve en güzel şekilde “Merhaba” dediler. Sözlerinin güzelliğini,
hallerinin sıhhatini çok beğendim. Onların mensubiyetlerini araştırdım. Dediler
ki: “Biz sufileriz. Yedi tabakamız vardır: Talipler tabakası, müritler
tabakası, salikler, sairler, tairler, vasıllar tabakası. Yedincisi kutub’dur
ki, her zamanda birtane bulunur. Onun kalbi Muhammed’in(sav) kalbi üzeredir.
Abdal’lar kutbunun kalbi de İsrafil’in kalbi üzeredir. Aynı şekilde gökte de
güney kutbu ve kuzey kutbu olmak üzere iki kutup vardır. Güney kutbuna en yakın
yıldız ‘Süheyl yıldızı’dır. Kuzey kutbuna en yakın yıldız da ‘Kutup
yıldızı’dır. Allah aynı şekilde yeryüzünde de iki kutup koşmuştur. Her birine
de mertebeleri yakın etmiştir. İrşad kutbunun mertebesi Süheyl yıldızı’nın
mertebesi dir. Işığı ve faydası bakımından en büyük yıldız budur. Abdal’lar
kutbunun mertebesi de kutup yıldızının mertebesidir. Bu da insanların çoğunun
gözlerinden gizlidir.
Abdal’lar üç yüz altmış kadardır.
Bunların eşleri, çocukları, geçimleri malları, mülkleri
vardır.
Hazreti Peygamber’den rivayet edilen bir sahih hadiste:
Hiçbir Peygambere bana edildiği kadar eza edilmemiştir,
buyurmuşlardır. İnsanlar Peygambere ettikleri gibi, bunlara da hased ederler,
eza ederler. Bunlar halkı Hak’a çağırma hususunda Peygamberlerin
halifeleridirler. Bunları hiçbir kimse hakkıyla tanıyamaz. Ancak kalplerini
Allah’ın nurlandırdığı kimseler tanırlar. Bunlar “El Mürid” isminin delaletiyle
bilirler. O bunların basiret gözünü aydınlatıcı nur ile tanır. Onlar kendi
kubbeleri, yani örtüleri altındadırlar. Bunlardan her birinin insanlık gereği
olan şeylerden kubbeleri vardır ki, bu suretle yabancıların gözlerinden gizlenirler.
Kim irşad kutbunu ve halifesini bilirse, müritler zümresine dâhil olur.
Abdal’larin altı tabakası vardır. Nebi Sallallahu aleyhi ve
sellem’in hadisinde buyurulduğu gibi:
Allah’ın üç yüzleri vardır ki, kalbleri Âdem Aleyhisselam’ın
kalbi üzeredir.
Kırkları vardır ki, kalbleri Musa Aleyhisselam’ın kalbi
üzeredir.
Yedileri vardır ki, kalbleri İbrahim Aleyhisselam’ın kalbi
üzeredir.
Üçleri vardır ki, kalbleri Mikail Aleyhisselam’ın kalbi
üzeredir.
Bir’leri vardır ki, kalbleri İsrafil Aleyhisselam’ın kalbi
üzeredir.
Bir’ler öldüğü zaman Allah Üçler’den birini onun yerine
koyar.
Üçler’den biri öldüğü zaman Allah onun yerine Beşler’den
birini, Beşler’den biri öldüğü vakit Yediler’den birini, Yediler’den biri
öldüğü vakit Kırklar’dan birini, Kırklar’dan bir öldüğü vakit de Üç yüzler’den
birini onun yerine getirir.
Üçyüzler’den biri öldüğü vakit Allah kulların’dan birini
onun yerine koyar. Allah bir çok belaları onlar hürmetine bu Ümmetten kaldırır.
Biz bunların varlığına, mertebelerine, tabakalarına, yakinen
inanırız. Onların ‘Tayyi mekân’ su üzerinde yürümek, uzun mesafeli denizlerden
köprüsüz ve gemisiz aşıp geçmek, insanların gözlerinden gizlenmek, dar ve dolu
yerde bedenleri başkalarının bedenlerine dokunmamak şartıyla toplamak gibi
kerametlerini gördük. Bunların hiçbir kimseye zulmü asla görülmemiştir.
Mecliste Kur’an’ı yüksek sesle okurlarken sesleri duyulmamış, gök ehli arasında
şiir söylerken, zikrederken, ağlarken görülmemişlerdir. Bunlar çirkini temize
çevirmişler, muhtaçları her zaman kendilerine tercih etmişler, kendileri için
sarf etmekten şiddetle sakınmışlardır. Onları yeme, içme, giyinme, traş olma,
ahlak, edep, arkadaşlık hususlarında siretleri (yani tuttukları yol), sufilerin
siretleri gibidir. Bana göre, sufiler, bu siretlerini bunlardan almışlardır.
Bunlar, dünyada insanların sakin oldukları ve dörtte bir miktarda olan yerler
içinde beldeleri dolaşırlar.
Bunlar senede iki defa toplanırlar. Biri Araf’ta, diğeri
Recep ayında. Recep’deki toplantıyı nerede emrolunursa orada yaparlar. Onların
insanlar arasında büdelası (Abdal’ları) vardır. Onlar onları tanırlar, fakat
Büdela onları tanımaz.
Hazreti Peygamber zamanında, Hilal Büdelası Seba’da yedi
Abdal’dan idi. Onu hakiki vechesiyle kimse tanımazdı. Ancak Müslümanlardan her
zamanda bir kişi tanır. Bu “bir” olursa Allah’ın emriyle diğer “bir”le sohbet
ederler. Ashabı kiram ile Hazreti Peygamber arasında ki bu “bir”, Huzeyfe bin
Yeman(ra) idi ki Hazreti Peygamberin onlara selamı, onun vasıtasıyla ulaşırdı.
Ashabı kiram, Resulullah huzurunda toplanırlar, hep beraber namaz kılarlar ve
dinin esaslarını öğrenirlerdi. Fakat onların herbirinin kim ve ne olduklarını
Huzeyfe’den başka kimse bilmezdi. Huzeyfe(ra) Ashabı kiram arasında
“Resulullah’ın sır dostu” diye bilinirdi. Bunlar Peygamberlere uyarak, şeriatlarına
sarılıp iki şehadet kelimesini ikrar ile memurdurlar.
Hazreti Peygamber zamanındaki kutup İslam el- Karani idi ki,
Üveys El Karani’nin amcasıdır. Nebi Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında
“Allah” ismi celali ile tahsisi olunan Ulûhiyet tecellisinin özel mazharı idi.
Üveys el – Karani de Rahman tecellisinin özel mazharı idi. Bu sebeble Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem:
·
Şüphesiz ki ben Rahman’ın nefesini Yemen
taraflarından duyuyordum, buyurmuşlardır. Allah onu vefat ettirdiği zaman
namazını İbni Ata el Garki kıldırmıştır. Gark, Mekke ile Yemen arasındaki bir
kasabanın ismidir.
Kutuplar, insanlık
husunda bizim gibidirler. Yerler, içerler hasta olurlar, tedavi olurlar,
nikâhlanırlar. Bunlar Abdal tabakasına girmeden evvelki halleridir. Çocukları,
evleri, malları, mülkler vardır. Fakat halk zemininden çıkıp Abdal dairesine
girdikten sonra, terk ettikleri bu şeylere artık dönmezler. Bu gibi şeylerde
tasarruf etmezler. Kadınları ve çocukları ile konuşmayı terk ederler. Fakat
onları gayet iyi bilirler ve nikâh sünnetine riayete son derece özen
gösteririler. Kendi dairelerine bir bekâr girse, bir hafta içinde evlenmesini
temin ederler. Genç helalliğinin hakkını verir ve kalben masiva muhabbetini
terk eder, fakat ailesi onu tanımaz. Bunlar, Hazreti Peygamber’den gelen
sünnetlere son derece riayet ederler. Ben bunların her tabakasına daha onlarla
teşerrüf etmeden önce güzel isimler verdim. Seçkin kimseler olarak tanıdım ve
tanıttım. Birinci tabakaya “ebdal” dedim. Çünkü Allah onların yerine Şehadet
ehlinden bedeller koyuyor. İkinci tabakaya “edtaal” dedim. Kahramanlar
demektir. Üçüncüsü “sebbah” ( yüzücüler ) , dördüncüsü “evtad” (direkler),
beşincisi “efzas” altıncısı “kutup” dur.
Bunlar halk arasında çarşılarda alış veriş ederler,
çarşılara girerler, yiyecek, giyecek,
ilaç ihtiyaçlarını alırlar. Hiçbir kimseden saklanmazlar. Ancak kendilerini
arayanlardan gizlenirler. Evlerinde çok eğlenmezler. Ancak hastalanırlarsa
evlerinde kalırlar. Birçok hastalıklarını kendileri tedavi ederler. Hamama
gittikleri vakit ücretini verirler. Ebdal ve ebdaat tabakaları devamlı olarak
değişir. Bu tabakaların kardeşleri çoktur. Kutup ise makamında sabittir. Ömrü
uzundur. İlyas ve Hızır Aleyhisselam’lar birçok vakitlerinde onunla sohbet
ederler, saygı gösterirler, hayır dua ederler. Namazda ona imam olurlar.
Hızır Aleyhisselam onların paralarının sarfedicisidir.
Yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını temin eder. İlyas aleyhisselam’ın ve
ashabınınkini de aynı şekilde temin eder.
İlyas, Hızır’ın dedesinin amcasıdır. Hızır ona hizmet eder.
Hızır Aleyhisselam Kutbül ebdal’dir. Ashabı ona, tirmizlerin üstadlarına hürmet
ettikleri gib hürmet ederler. O uzun boylu ve başı büyükçedir. Az konuşur.
Devamlı murakabe halindedir. Vekarlı, temkinli ve heybetlidir. Nice ilimlerin
ve marifetlerin sahibidir. Açık kerametleri çoktur. Hazreti Mustafa’nın
şeriatına tabidir. Onun sünnetine hakkıyla riayet eder. İlyas ve Hızır
Aleyhisselam’lar, insanları bugün de sünnetine uyarak, emir ve yasaklarına
hakkıyla riayet ederek Hazreti Mustafa şeriatına davet etmektedir. İlyas ve
Hızır’ın varlığını inkâr eden cehaletinin fazlalığından, Peygamberliklerini
inkâr eden de bunlarda ki nübüvvet mührünün noksanlığından dolayı, ihtiyat
ederek, aklının azlığından inkâr eder. Bunlar şehadet ehlinden, Ricali Gayb’dan
olmayanlardan bazılarıyla da Allah’ın emriyle sohbet ederler.
Hızır Aleyhisselam’ın üç sıfatı vardır. Abdiyet (kulluk),
Allah’ın dininden verilmiş bir rahmet ve ledünni ilme sahip olmak. Kitabı Mübin
buna: “ Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona indimizden bir rahmet hediye
etmiş, ledün ilmiyle de bilgilendirmiştik” (Keyf,65) ayeti celilesiyle işaret
eder.
O sık sık hastalanır. Kendi kendini tedavi eder. Allah Teâla
onun dişlerini Hatemül Enbiya Sallallahu aleyhi ve sellem’in Dünya’ya
teşrifinden evvel beş yüz senede bir yeniler, vücuduna ayrı bir kuvvet verirdi.
Hatemül Enbiya’dan sonra ise yüzyirmi senede bir yenilemektedir. Ecelinin
tamamlanması da Allah’dan ümit ederiz ki Müslümanların işinin düzelmesi,
“iyiliği emret, kötülükten sakındırma” sancaklarının bütün âlemden
çekilmesinden sonra olur.
Hızır Aleyhisselam güzel ahlaklı, eli açık, halka gayet
şefkatli, bol sadaka veren, Allah’tan kendisine bir ikram olarak kimya (alşimi)
ilmini bilen, Allah’ın bildirmesiyle dünya hazinelerini bilen, ihtiyacı olanları
Allah’ın emriyle kendisine ve hizmetinde bulunan on arkadaşına tercih eden,
Allah’ın emriyle yeryüzünü dolaşan örtülülerdendir. Yine onların, yukarıda
Ebdalin halini anlatırken zikrettiğimiz şekilde, gözle görülen birçok
kerametleri vardır.
Hızır Aleyhisselam’ın evlilikleri çoktur. Evladı da çoktur.
Bugün yeryüzünde evladı kalmamıştır. İzdivacı da terk etmiştir. Evladı ve
eşleri onun Hızır olduğunu bilmezler. Nikâh akdi esnasında kadıya, “Ben
Mağrib’liyim” der ve eşi kendinden evvel vefat eder. Mirasını muhtaçlara
dağıtır. Çarşılara girer, insanların içine dalar, tellal kılığında insanlarla
alış veriş eder. Çoğunlukla Mina ve Arafat’ta bulunur. Yemesi ve uykusu azdır.
Güzel sesi sever. Sema’da büyük vecd sahibidir. Bir gündüz ve bir gece manevi
sarhoşluk halinde kaldığı çoktur. Bazı salihlerin meclislerine girer ve
Allah’ın emriyle onlarla sohbet eder. Bazı vakitlerde onlara para ve elbise
gibi şeyler verir, binek verir. Bazen borçlanır, elindekileri rehin bıraktığı
olur. Kısacası, bu gibi halleri ve kerametleri çoktur.
Birçok haller vardır ki, Sadece ona mahsustur. Fars ve
evladındandır. Şiraz’a iki fersah mesafedeki bir beldede doğmuştur. Bu belde
bugün ‘sebha’ diye bilinir. Peygamber Efendimize vahiy gelmeden önce ve
geldikten sonra kendini tanıtmadan sohbet eylemiştir. Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem, ondan birçok sözler rivayet etmiştir. Mesela: “Bir kimse eğer kendi
görüşünü beğenerek ısrarla sarılmışsa ona hüsran olarak kâfidir, zararı
tamamdır.”
Yine:
“Kim, Allah ve Muhammed’e salat etsin, Allah muhakkak onun
kalbine hayat verir, yardım eder ve kalbini nurlandırır.”
Yine Hızır Aleyhisselam şöyle demiştir:
Ben bir İlyas Bin Sam, İşmuil ile beraberdik. (İşmuil de
Beni İsrail peygamberlerinden biridir.) Düşmanları onu denizin bir tarafına
sıkıştırmışlardı. O ashabına dedi ki: Allah Muhammed’e salat etsin deyin. Bunu
devamlı olarak söyleyin. Ashabı bunu söylediler ve tekrar etmeye devam ettiler.
Düşmanları hezimete uğrayıp denizde boğuldular. Bütün bunlar bizim huzurumuzda
oldu.”
Hızır Aleyhisselam ve ashabı, vecd sahibi oldukları için çok
ağlar. İyisiyle kötüsüyle bütün insanlar, onu severler. Onları sevdikleri için
fakir ve miskinleri gözetirler, yardım ederler. Peygamberleri de ancak bunların
ashabı ve talebeleri severler. İnsanların kalblerine işleyen bu Hızır, İlyas ve
Ebdal sevgisi, onların insanların gözlerinden gizlenmeleri sebebiyledir.
İnsanlar onların kemalatını (olgun hallerini) işitirler, fakat hallerini,
tavırlarını görmezler. Görmezmisin ki insanlar bir zamanlar hayatlarında eza
ettikleri şeylerin kabirlerini, şimdi nasıl ziyaret ediyorlar? Birçokları kendi
zamanlarındaki Peygamberlere de böyle eza etmişlerdi.
Hızır Aleyhisselam ile kutbun, zalim elinden mazlumu çekip
kurtarırlarken türlü ezalara uğradıkları çoktur.
Bunun misallerinden birisi:
İki hammal Medinei Münevvere’de taşla kavga ettiler. Taş
Hızır Aleyhisselam’ın başına isabet ederek, mübarek başını yardı. Soğukta
aldığı için üç ay kadar yarası iyileşmedi. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den
rivayet edilen sahih hadiste:
“İnsanların en çok belaya maruz kalanı Nebiler’dir. Sonra
Veli’ler, sonra onlara en çok benzeyenler, sonra onlara en çok benzeyenler”
buyurmuştur.
Allah’ım bizleri afiyet içinde yaşat, afiyet içinde vefat
ettir. Büyük fazlın ile afiyet içinde haşret.
Mehdi hakkında hadisler:
·
Dünyanın ömründen bir gün bile kalmış olsa,
Allah benim neslimden, Ehli Beytimden bir adamı göndermek için o günü uzatır.
Onun ismi benin ismimden, babasının ismi de babamın ismindendir. Yeryüzü nasıl
zulüm ve eziyet ile doldurulmuşsa, o da onun terini ölçü ve adalet ile
doldurur.
Resulullah, bu ümmetin başına gelecek bir beladan
bahsederek, sözlerini şöyle sürdürür:
·
belanın gelmesiyle, insanın zulümden sığınacağı
bir sığınak bulamadığı bir sırada, Allah benim neslimden, Ehli Beyt’im den bir
adam gönderecektir. Yeryüzü ondan önce nasıl zulüm ve eziyyet ile
doldurulduysa, o da ölçü ve adalet ile dolduracaktır. Gök ve yer sakinleri
ondan memnun olurlar. Gök, hiçbir damlası kalmayıncaya kadar bütün yağmurunu
indirir. Yeryüzü de ne kadar bitkisi varsa hepsini çıkartır. Hatta ölüler bile
dirilmek isterler. O, böyle bir zeminde yedi sene, veya sekiz sene, ya da dokuz
sene yaşar.
·
Mehdi bizden, Ehli Beyt’tendir. Allah onu bir
gece çıkarır.
·
Biz Abdulmuttalip oğulları Cennet ehlinin
seyitleri, önderleriyiz: Ben, Hasan, Hüsyin, Hamza, Cafer ve Mehdi.
·
Ehli Beyt’im den bir şahıs Arap’lara baş
olmadan, Dünya yıkılmaz. Onun ismi benim ismimdendir.
Bu nakledilen hadislerden açıkça anlaşılmaktadır ki, ahir
zaman da ortaya çıkması beklenen Mehdi, İmam Hasan Askeri’nin oğlu değildir.
“Onun ismi benim ismimden, babasının ismi benim babamın ismindendir” hadisi,
Şiilerin (İmamiye’nin) görüşünü açık olarak iptal etmektedir. (Bilindiği gibi
Resulullah’ın babasının adı, Abdullah’tır.)
·
Ümmetimden bir tayfa, Hak uğrunda muzafferler
olarak kıyamet gününe kadar savaşacaklar. Bu sırada İsa Aleyhisselam iner,
Müslümanların emiri ona der ki: “Buyur, bize namaz kıldır.” O da der ki: Hayır,
Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak, sizin biriniz diğerinize amirdir.”
·
İsa Aleyhisselam iner, Allah onun zamanında
İslam’dan başka bütün saltanatları yıkar. Deccal de helak olur. İsa da yeryüzün
de kırk yıl kaldıktan sonra vefat eder. Namazını Müslümanlar kılar.
·
İmamınız sizden olduğu halde Meryem oğlu sizin
içinize inip geldiği vakit ne halde olacaksınız?
·
Nefsim kutret elinde olan Allah’a yemin ederim
ki, Meryem oğlunu hakem ve adil olarak içinize inip gelmesi yakındır. O sahibi
(Haç’ı) kıracak, Hınzırı öldürecek, Cizyeyi kaldıracaktır. Mal artacak, hatta
onu kimse kabul etmeyecek.
Mehdi hakkında söylenmiş olan: “Ümmetim o güne kadar nail
olmadıkları bolluğa, onun zamanın da nail olacaklardır” hadisinden, Mehdi ve
İsa Aleyhisselam’ın aynı veya yakın zamanda gelecekleri sonucu çıkartabiliriz.
Yukarıda “Haç’ı kırar” demek, Hıristiyanlığı iptal eder, İslam’ın hükmünü
yerleştirir, demektir. “Hınzırı öldürür” demek, bu pis hayvana ait ne varsa
yenmesini ve kullanılmasını yasaklar, İslam’ın hükmünü uygulayarak onu öldürür,
demektir. “Cizyeyi kaldırır” da, kitap ehlini İslam’a sevkeder, Müslümanlığa
sokar ve böylelikle cizye, ortadan kalkmış olur, demektir.
Her ikisinin davası aynı olan iki büyük topluluk, birçok
kayıp verdirecek şekilde birbiriyle savaşmadıkça; her birisi Peygamber olduğunu
iddia eden otuz kadar yalancı Deccal gönderilmedikçe; İlim kabzolunup,
depremler artıp, zaman yaklaşıp, fitneler artıp, katliam çoğalmadıkça; içinizde
mal çoğalıp mal sahibi, “Sadakamı kabul edecek kimse bulamıyorum” diye
üzülmedikçe ve sadaka teklif ettiği kimse de, “Benim buna ihtiyacın yoktur”
demedikçe; insanlar birbirleriyle bina yarışına girmedikçe; insan bir mezera
uğrayıp da “Ne olurdu, şunun yerinde yatan ben olsaydım” demedikçe; güneş
battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş battığı yerden doğup da
insanlar bunu görünce, hep birden iman ederler. Fakat bundan önce iman etmeyen
ve bu imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye bu iman fayda vermez (Enam,158).
İki adam sergilerini yayıp satamadan ve dürüp kaldıramadan kıyamet kopmaz. Adam
havuzunu sağlamca yapar, suyunu içemeden kıyamet kopmaz. Adam lokmasını ağzına
götürür, yiyemeden kıyamet kopmaz.
Hace Muhammed Parsa’nın Faslul Hitab/Tevhid’e Giriş eseri
temel alınarak hazırlanmıştır.)
Hakikat bilinmeden, Kur’an ayetleri bizlere bir şey vermez.
Ayetlerin anlaşılabilmesi, her şeyin Yaratıcı’sının isim ve sıfatlarıyla
bilinmesine bağlıdır ki, bu da izlenmesi gereken bir yol ister. Bilinmeyen bir
yola ise rehbersiz girilmez. İşte Mürşid, bu rehber dir.
Mürşid, ruh ve beden arasında ilişki kuran kalbini, bedenine
destek olan kuvvetiyle dünyaya, ruhuna yardımcı olan kuvvetiyle de zat’a
yönelmiştir. Mürşitler, Allah’ın verdiği hikmetle doğru yol (sıratı müstakim)
üzere yol gösteren; “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, zira onlar
dirdirler, fakat siz farkında değilsiniz” (2:154) mucizesiyle devamlı ışık
saçan, takva ve ehli kişilerdir.
Bir mürşit, aynı zamanda bir öğretmen’dir. Öğrettiği şey
“Marifetullah”, yani Allah’ı tanıma bilgisidir. Bunu şöyle düşünebiliriz:
Dillerin sahip oldukları alfabelerin küçük harfleri, eğitim
sırasında görüp öğrendiklerimizi, büyük harfler ise Marifetullah’ı temsil
etsin. Bizler, sana okulundan başlayarak hayatımız boyunca küçük harflerin
anlatıldığı bilgilerle donanırız. Bundan sonra sıra, büyük harfleri anlatan
sınıfları okumaya gelir. İşte Mürşit, burada karşımıza çıkar. Her iki harf
çeşidiyle birlikte aynı alfabeyi okutan bu sınıflar, aslında tek üniversite
olan Muhammedi Üniversitesi’nin sınıflarıdır. Muhammedi Üniversite’sinin büyük
harf sınıflarının bilgileri, Mürşitlerin yardımıyla öğrenilir. Bu örnekte küçük
harf diye ayırdığımız, görünen dünya ya ait bilgileri anlatan sınıflardır;
büyük harf diye nitelediğimiz ise görünmeyen (gayb) âlemlerini ve ahireti
kapsayan sınıflardır.
Unutulmaması gereken, küçüğü ve büyüğü ile iki harf
çeşitinin, aynı alfabeye ait olduğudur.
Tasavvuf’ da tekili “Abdal” çoğulu “Büdela” olan bir deyim
vardır. Allah dostları için bazı yer ve şartlarda kullanılan bu deyimin iki
anlamı vardır. Birinci anlamı, “tebdil” kökünden gelir. Yani “Abdal” diye
anılan kimseler, tedbil olmuş, dönüşmüş, bir değişim ve başkalaşıma uğramış
kimselerdir.
Bunun ne tür bir değişim olduğunu anlamak için, kelimenin
ikinci, daha derin anlamına bakmak gerekir. Bu da bedel’den gelir. Bu kişiler,
Allah ve Allah’ın Resulü yolunda her şeylerini vermiş kimselerdir. Bu yolda
kendinden geçen, her şeyini terkeden kimselere, Allah ve Allah’ın Resulü bedel
olur. Bu demektir ki, böyle insanlar, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmıştır.
Muhammedi bir arınmışlığa, Muhammedi bir ruha ve Muhammedi bir kişiliğe sahip
olmuşlardır.
Halk dilinde çok kullanılan “apdal” ve “budala” deyimleri,
bu kelimelerden türer. Fakat halk arasındaki bu kullanış tarzı, kelimelerin
esas anlamlarından çok farklıdır. Bunun sebebini de, tasavvufda ki akıl
çeşitlerine bakmakla anlayabiliriz.
Aptallık ya da akıllılık ne demektir?
Tasavvufta akıl dört sınıfa ayrılmıştır. Aklı maaş (ya da
akıllı maişet), aklı maad, aklı selim (ruhani akıl) ve aklı kül (sultani akıl).
Aklı maaş, yani “geçim aklı” yeme içmeyle, para kazanmayla,
eğlenmeyle, kısaca bu dünya ve onun işleriyle ilgilenen, bunun dışında da pek
fazla bir şeye ilgi duymayan akıldır. Buna nefsin emrinde ki akıl’da
diyebiliriz. Bu aklın tüm uğraşı, hesabı, ilgisi, nefsi rahat ettirmek, bu
Dünya’da nefsin keyfini getirmek üzeredir.
‘Aklı maad’ (ahiret aklı) ise bir şeyler duymuş, işitmiş.
Ölümden sonra ki hayattan, sevap ve günahtan, cennet ve cehennemden haberi
vardır. Bu nedenle onun da uğraşı büyük ölçüde, ahiretini sağlamaya
yoğunlaşmıştır. Cennete girebilmek, cehenneme düşmemek için Allah’ın emirlerini
yerine getirmeğe, günahlarından mümkün mertebe kaçınmaya çalışır.
Aklı maaş’tan bir derece üstün olmakla birlikte, aklı maad
de üstün akıl sayılmaz. Çünkü ‘aklı maaş’ nasıl nefsi dünyada rahat ettirme
çabasından kaynaklanıyorsa ‘aklı maad’ de onu ahirette rahat ettirmek
arzusundan yola çıkar. Bunda da gene bir çıkar, bir menfaat kaygısı vardır.
Kendisini cehenneme sokacaklarını bildiği için kötü davranışlardan kaçınır,
kendisini cennete sokacaklarını ümit ettiği için de iyi davranışlarda bulunur.
Sonuçta bu, Allah’la bir nevi ticarettir, bir alış veriş ilişkisidir.
Bundan sonra ‘Aklıselim’ gelir. Aklıselim sahipleri,
karşılığında bir şey beklemedikleri, bir şey istedikleri için değil, cezadan
mükâfata, ödüle kaçtıkları için değil, fakat bir şeyi yaptıkları vakit, sırf
doğru olanın bu olduğunu bildikleri için, Allah’ın emrinin bu olduğunu
bildikleri için, sırf onu hoşnut ve memnun etmek için o şeyi yaparlar. Onlar
bir iyiliği Cennete girmek kaygısıyla yapmazlar, bir kötülükten de kendilerinin
Cehenneme sokmasından korktukları için kaçınmazlar. Kuşkusuz bu daha yüksek bir
ahlak anlayışının sergilenişidir. Fakat bu anlayış, pek az kimse de bulunur.
‘Aklıselim’ sahibi kişiler, çok çalışıp çaba sarfederlerse,
‘Sultani akıla’ erişebilirler. Bu akıl en üstün akıldır. Olayları yüzeysel
görünüşlerine göre değil, en derin anlamlarına, etki ve sonuçlarına göre
değerlendirir. Kur’an’ı kerim’de (Kehf.18,65,82) anlatılan Hz. Musa ile buluşan
hızır Aleyhisselam’ın segilediği akıl, bu çeşit bir akıldır. Hz. Musa’ya
tamamen anlamsız hatta birer cinayet gibi görünen Hızır Aleyhisselam’ın
davranışları, aslında olayların özüne vakıf olan bir kavrayıştan ileri gidiyor.
Artık tasavvuf dilinde ki “abdal” ile, halk dilindeki
“aptal” sözcükleri arasındaki ilişkiyi ele alabiliriz. ‘Aklı sultani’
seviyesine gelmiş kişilerin davranışları, daha aşağı akıl düzeylerinde bulunan
kimseler tarafından anlaşılamayabilir. Hatta o seviyelerde ki akıllar için,
tamamen ters, hatta saçma görülebilir. Hz. Musa ile Hızır’ın karşılaşması, buna
güzel bir örnektir. Kaldı ki, Hz.Musa koskoca bir Peygamberdi. Ferdi, bireyi
değil, umumun, genelin yararını düşünen ‘aklı sultani’nin işleri, ‘aklı maaş’a
bundan daha anlamsız, “aptalca” görülebilir. Böylece “abdal” sözcüğünün, zaman
içinde nasıl “aptal”a dönüşmüş olduğunu anlamak mümkün olmaktadır. Ancak
ikisinin birbirine karıştırmamak gerekir.
VAHDET-İ
VÜCUT
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’a göre;
İslam tasavvufunun “Varlığın birliği” ni esas kabul eden
hususi bir şekli olup, Muhiddın İbni Arabî’ de zirveye ulaşmıştır. Burada
tasavvur, irade ve varlık bakımından birlik kabul edilmiştir. Diğer tasavvufi
hareketler gibi bu da önce Mutlak kavramını koyar.
Vahdet-i Vücud’da mevcuttur, Allah’ın sıfatlarının
tezahürüdür. Allah’ın her sıfatı bir varlıkta tecelli eder. Tek ve mutlak
varlık olan Allah, bütün mevcutların aslı’dır. O’nun her bir sıfatının meydana
çıkmasıyla eşya ve hadiselerden biri de ortaya çıkmış olur. Bu İslami mezhepde
Batın, Zahirle tamamlandığı zaman, Hakk Halk (yaratılış) ile, Nüzul (iniş) Uruc
(yükseliş) ile birleşebilir ve tam varlığa ulaşabilir.
Müceddidiye’nin en büyük temsilcisi İmam Rabbani, Vahdet-i
Vücud’a karşı çıkarak Vahdet-i Şuhud’u müdafaa etmiştir. İmam Rabbani müridin
ilahi varlık içinde erimesine karşı çıkmış, Allah ve Âlem, Allah ve insan
ikiliğinin devam ettiğini müdafaa etmiştir. Bu ikiliğin kalkarak Allah-âlem
birliğinin hasıl olması son merhalede olarak kabul edilmiş ve buna da Vahdet-i
Vucud denilmiş ise de bizzat İmam Rabbani, Muhiddin İbni Arabi’nin bütün
bilgilerinin inceliklerinin olduğu gibi kendisine gösterdiklerini, onun Adem
(yokluk) dediği zati tecelli ile şereflendirildiklerini söyler. Ona göre Yüce
Allah’ın bu âlem de sözü edilen şekilde hiçbir münasebeti yoktur. Yüce Allah’ın
her şeyi ihatası ve yakınlığı zatıyla değil, ilmiyledir. Allah kemmiyetsiz ve
keyfiyetsiz olduğu halde, âlem baştan başa kemmiyet ve keyfiyetten ibarettir.
Kadim Hadis’in, Vacib Mümkün’ün aynı olamaz. Yaratıklar, Yaratan’ın isim ve
sıfatlarının görünme vasıtasıdırlar.
Vahdet-i Vücud’un en ciddi ve en geniş tenkitlerinden biri,
zamanımızda, son şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi tarafından “Mevkıfül-Akl
ve’l-Beşer ve’l-Alem” adlı eserinde yazılmıştır. Bu 50 sayfalık tenkid Prof.
Hüseyin Atay tarafından tercüme edilip İlahiyat fakültesinin 1975 sayısında ve
İslami İlimler Enstitüsü dergisinin II. Sayısında yayımlanmıştır.
Batı düşüncesin de Tabiatcılığın gelişmesinde büyük bir alim
olan Pante(izm), Vahdet-i Vücud’dan çok ayrıdır. Panteizm’de Mutlak Varlık, bir
manzarasıyla tabiat, bir manzarasıyla Tanrı (Cevher) dır; Tanrı alemde tecelli
edecek yerde tabiat Tanrı olarak görülür. Vahdet-i Vücut, İslami akideyi esas
kabul eden, Ahiret hayatına inanan, gaye – sebebi lüzumlu gören, dini merasimi
ve ibadeti lüzumlu gören, ayet ve hadis ile keşfiyata dayanan bir mezheptir.
Panteizm’de zuhurun zarureti dolayısıyla ilahi iradenin ve ferdi hürriyetin
inkârı bahis konusu olduğu halde, Vahdet-i Vücud’da mutasavvıflar ilahi ve
ferdi iradeyi kabul ederek ferdi mesuliyeti temellendirirler.
Vahdet-i Vücud mutlaka çözüm yollarından biri olup ‘Mutlak
Varlık’ içinde diğer ve karşı görüşler erimektedir.
Evliyalar ansiklopedisi birinci ciltte ilmi-ledun konusunda
şöyle beyanda bulunulmaktadır. “İlm-i Ledun veya Ledunni ilmi, Allah teala ile
ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve marifet ilmi’dir. Allahü teala,
Ayet-i keriminde buyuruyor ki; Ora da kendi indimizden bir rahmet verdiğimiz ve
ona Ledünni ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır’ı) buldular.”
Hem Salebi’nin hemde İmam-ı Rabbani’nin ifade ettikleri gibi
Hızır aleyhisselam, güzel ahlak sahibi, cömert ve insanlara karşı çok
şefkatlıydı. Allah'’ın izni ile keramet ehli olup, kimya ilmini bilirdi.
Allah'ın bildirmesi ile Ledünni ilmi verilmiştir.
Ledünni ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsan edilen
kimselere mahsustur. Umuma şamil değildir. Ve herkesi ilgilendirir.
Peygamberlere verilen ilimler ise umuma şamildir ve herkesi ilgilendirmez.
Peygamberler bunları gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle vazifelidirler.
Bu bakımdan Peygamberlerin ilmi, Ledunni ilminden üstündür.
Seyyit Abdulhakim Arvasi Hazretleri ise, Şunları ifade
etmektedir. “Emir Sultan Hazretleri, Ledünni ilmine sahipti. Bu ilim 72
derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının bir çöle
bakınca kum taneciklerinin, bir denize bakınca damlalarının sayısını Ledün ilmi
sahipleri bilir” demektedir.
Ahmet Kayhan hazretleri yine ayni eserinde ilmi Ledün
hakkında şöyle demektedir;
Ledün ilmi, sırlar ilmidir: Gayb (görünmezlik) alemine ait
bilgilerdir. İnsanlığın büyük çabaları sonucu, bu gün ilim ve teknik, doruğuna
ulaşmıştır. Çağdaş bilim ve teknik, tamamen madde âleminin araştırılmasına
yöneliktir. Fakat tabiatta ki her olayın, insanların her teknik buluşunun, iç
dünyamız da, yani mana âlemin de, bir karşılığı, bir eşdeğeri vardır. Yüce
Allah, Kitab’ın da buyuruyor: “Biz onlara ayetlerimizi (yani işaretlerimizi)
ufuklarda (dışarıda) ve kendi nefslerinde göstereceğiz.” (41-53) Şu halde, dış
Dünya’da gözlediğimiz her olayın ve buluşun, kendi iç dünyamız’da da tekabül
ettiği bir gerçek vardır. Bu açı dan bilimin keşfettiği her sır, ilmi ledünden
bir parçadır. Ancak biz, onun iç manasını kavrayamıyoruz. Diğer bir deyişle,
ledün ilmine biz de sahip olabilirdik,
eğer dışarıda ki olayların iç yüzüne vakıf olabilseydik.
Peygamber Efendimizden rivayet edilen bir hadis şöyledir:
“Eşbahüküm ervahiküm, ervahiküm eşbahiküm” Yani bedenler (son çözümlemede)
ruhlardır, ruhlarda bedenlerdir. Bu söz hem tevhid (birleme) anlayışı ile
bağdaşır, hem de fiziksel dünyanın yasalarının ruhsal dünya’da, manevi
dünya’nın yasalarının da maddi dünyada birer karşılığı olacağını gösterir. O
halde madde bilimlerinde ilerlemek, doğru bir yorumlama sağlayabilirse, manevi
bilimlerde de ilerleme sağlar.
Bu düşüncelerden hareketle, nefsin saflaşması ile dış
dünyada ki bir olay arasında bir benzetme kurabiliriz. Kömürün elmas haline
gelmesi, bazı yönlerden nefsin arıtılması olayını andırmaktadır. Bilindiği gibi
kömür, çok eski çağlarda ormanların toprak altında kalmasıyla meydana
gelmiştir. Kömür hammaddesi, odundur. Ağaçlar, binlerce yıl boyunca toprak
altında kalmışlar ve sonunda kömürleşmişlerdir. Ancak bu, kömürün elmas haline
dönüşümünü açıklayamaz.
Bunun gerçekleşmesi için, kömürün (grafit) yerin çok
altında, çok yüksek sıcaklıkta (3 bin dereceden fazla) ve basınçla (yüz bin
atmosferin üstünde) maruz kalması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, kesinlikle
kolay bir iş değildir. Zaten elmasın ender oluşu ve değeri de buradan
kaynaklanmaktadır. Fakat kömür bu şartlara uğrarsa, sonuçta yapısı değişir ve
kristalleşir. Ortaya çıkan sonuç, elmas, yani saf karbondur. Kapkara kömürün
yerini, ışıl ışıl parlayan, saydam elmas almıştır. Saf olduğu için de,
yandığında hiç kül bırakmaz.
İşte nefsini arıtan herkesin yaptığı, belki de İnsanı
Kamil’in “Elmas bedeni”ne kavuşmak için çaba sarf etmeğe benzetilebilir.
Tayyı Mekan;
Tayyı mekân, Velilere özgü kerametlerden bir tanesidir. En
ünlü Mürşitlerden pek çoğunun bir anda başka bir yere naklonmalarının, sık
raslanan bir olay olduğu söylenmektedir. Tasavvufun en ünlü isimlerinden Şeyh
Abdulkadir Geylani hazretlerinin, bir anda binlerce kilometrelik bir yolu
aşarak, bir talebesinin cenazesinde hazır bulunduğuna inanılır.
Olayı biraz daha iyi kavramaya çalışalım. İlk bakışta ‘tayyı
mekan’ teriminin, “havada uçmak”gibi bir anlam taşıdığını düşünebiliriz. Oysa
durum, böyle değildir. Tayyı mekân’ın sözlük anlamı, “uzayın bükülmesi,
katlanması” demektir. Tasavvufçular, sözkonusu olayı ifade etmek için neden
başka bir deyim değil de, bu garip ve kavranması zor teknik terimi kullanma
ihtiyacını hissetmişlerdir? Tasavvuf erbabının koymuş olduğu bu ismin ne kadar
olağanüstü olduğunu anlayabilmek için, çağdaş matematik ve çağdaş fizik
bilimlerinin bazı bulgularına bakmamız yeterlidir.
Einştein’in İzafiyet (Görelilik) teorisine göre, üç boyutlu
uzay, plastik bir yapıya sahiptir, yani bükülemez. Gerçi o teoride bükülme
ancak çok büyük kütleler tarafından sağlanabilir, fakat uzay’ın (cisimlerin
değil, cisimlerin içinde bulunduğu uzay’ın kendisinin) büküleceğini düşünmek,
19. Yüzyıl bilimi için tasavvur bile edilemeyecek bir durumdur. Uzay’ın
bükülmesi konusu, birçok bilim-kurgu öyküsüne konu olmuştur. Son olarak ise
Amerika’da bazı fizikçiler, bu arada Prof.Kip S. Thorne ve arkadaşları, bu
bilim-kurgu konusunu bilimin içine sokmuşlardır. Onların görüşüne göre, uzay’da
iki nokta arasında, ara’da ki mesafeden geçmeksizin, direkmen bir “kısa-devre”
kurulabilir.
Bunun nasıl olabileceğini çok basit bir örnekle gözümüzde
canlandırmağa çalışalım. Bir kâğıt parçasının bir ucuna bir nokta, öbür ucuna
da ikinci bir nokta koyalım. Bu noktalara A ve B noktaları diyelim.
Elimizdeki kâğıt, bir düzlemdir, yani iki boyutlu bir uzay
teşkil eder. Bu noktaların birinden diğerine çeşitli rotalardan gidebiliriz,
fakat iki boyut içinde kaldığımız müddetçe en kısa ve en kestirme yol, A ve B
noktalarını birleştiren bir doğrudur.
Şimdi elimizde ki kâğıdı alalım ve üçüncü bir boyut içinden
bükmek suretiyle, A ve B noktalarını üst üste getirelim, yani çakıştıralım. İki
boyut içindeyken ne yapsak, noktalar arasında ki mesafeyi ortadan
kaldıramadığımız halde, bir üst boyut içinden onların uzayını büktüğümüzde,
aralarında ki mesafeyi sıfıra indirmeyi başarmış oluyoruz.
Şimdi bu söylediklerimizi üç boyutlu uzay için düşünürsek,
gerek tasavvuf erbabının, gerekse çağdaş fizikçilerin ne demek istediklerini
anlamış oluruz. Burada şunu belirtmekte yarar var: Tayyı mekân teriminin anlamı
derinliğine, ancak çağdaş matematik ve fizikte ki kavramlar sayesinde akıl
erdirebiliyoruz. Bu ise gerçekten çok ilginç bir durumu gündeme getiriyor:
Çağdaş fiziğin düşleri belki de, yüzlerce yıl öncesinden, tasavvuf için bir
gerçekti.
Tayyı Zaman
Gene tasavvuf ehlinin, bildiğimiz anlamda zamanı yok eden
işler yaptıkları yaygın biçimde anlatılır. Bu öykülerin en ilginç olanalarından
biri, Şahabüddin Suhreverdi hazretlerine aittir. Söylendiğine göre bir
defasında kendisi, Mısır Sultanından bir su kabına başını batırmasını istemiş.
Bunu yapan Sultan, kendisini bambaşka bir yerde ve zamanda bulmuş. Yıllarca
orada yaşamış, evlenmiş, çocukları olmuş. Sonra birgün yüzmek için denize
dalınca, kendini tekrar Suhreverdi hazretlerinin yanında, Kahire’de sarayında
bulmuş.
O halde şimdi gene soralım: Yolculuğunun başında devrilmeye
başlayan su kabını, dökülmeden önce dönüşünde tutabildiğine göre,
Peygamberimizin Miracı, ‘Tayyı zaman’ içinde gerçekleşmiş olabilir.
Geçmişe ve geleceğe yolculuk, Bilim-kurgunun çok işlenmiş
konularından biridir. Ancak zaman için de yolculuğun ciddi fizikçiler
tarafından ilk defa olmak üzere 1991 yılında ortaya atıldığını görürüz. Yani bu
konunun bilim tarafından ele alınışı, bu kadar yenidir.
Tayyı zaman’ın sözlük anlamı, “zamanın bükülmesi” dir.
Gerçekten Einstein’in kuramına göre, tıpkı uzayın üç boyutu gibi, dördüncü ve
onlardan ayrılamayacak olan bir boyuttur: Öyle ki, ayrı ayrı uzay ve zaman
yoktur. Boyutlu “uzay zaman sürekliliği” vardır. (Nitekim bizde birisine
randevu verirsek, sadece buluşacağımız yeri belirtmekle kalmayız, zamanını da
kararlaştırırız.) Zaman uzaya bu şekilde yamanınca, tıpkı uzay gibi zamanın da
plastik yapıya sahip olduğu düşünülebilir hale gelir. Eğer ‘Tayyı zaman’ bir
gerçekse, o zaman İslam tasavvufu, sadece bir ilim değildir; bilimin ötesinde
ki bilimdir, bir “süper-ilim”dir. Çünkü çağdaş bilim açısından böyle bir şey,
daha yeni tasavvur edilebilir hale gelmiştir.
Zaman zaman “Kur’an’daki ilim”den söz edildiğini hepimiz
duyarız. Gerçekten, “kainatın anayasası” niteliğindeki Kur’anı Kerim’de,
araştırmacı bir göz için nice ilimler saklıdır. Fakat onları bulup çıkarmak
önemlidir.
Eğer bilim adamları, Kur’an’daki bilgiler ışığında
araştırmalarını derinleştirebilseler, hem bazı gerçekleri daha kolay
keşfederler, hemde birtakım çıkmaz sokaklara sapmaktan kurtulurlardı. Bu sayede
bilimsel ilerlemelerde daha başka şekilde gerçekleşebilirdi.
Buna örnek verelim. Bilindiği gibi hayatın gelişimine dair
Batı’da yer etmiş bir kuram vardır: Evrim teorisi. Geçen yüzyılda Darwin’in
ortaya attığı bu kurama göre, yeryüzün de hayat, ilk olarak en basit
canlılardan başlamış, çok uzun bir zaman süresi içinde daha gelişmiş ve
karmaşık canlı türleri meydana gelerek, sonuçta insan, maymundan türemiştir.
İlk bakışta basit ve mantıki görünen bu kuram, en büyük
desteğini, hayatın temel taşı olan DNA moleküllerinin, insan dâhil bütün
canlılarda ortak oluşundan almaktır. Oysa bu gerçek, evrim teorisini ispatlamak
için yeterli değildir. Hayatın temelinin bütün canlılarda ortak oluşu, bunların
ilerde birbirlerinden türemiş olmalarını gerektirmez. Bunun da ötesinde
Darwin’cilik, “Tanrı” kavramı yerine “tesadüf” kavramını koymuştur ki, bu
felsefi bir varsayımdan başka bir şey değildir. Bilimin sınırları aşılıp fizik
ötesi bir kabule geçildiğin de biz, daha yüce olan Tanrı inancını kabul etmekte
mazuruz.
Bu gün evrim teorisi, yeterli ispat ve kanıttan uzak,
taraftarların sadece Tanrı kavramına geri dönmemek için sarıldıkları bir “can
simidi” durumundadır. Çünkü nekadar gayret ederlerse etsinler, Tanrı kavramını
dışladıklarında, Darwin’cilikten başka kuram geliştirmeyi başaramamışlardır.
İnsanın maymundan türediği iddiası ise, Kur’an’da açıkça
yalanlamaktadır; “Biz insanı kuru çamurdan yarattık” (15:26) . Zaman içinde
çeşitli türlerin evrimleşerek sonuçta insanı oluşturduklarına inanılıyor da,
eğer illede bir evrimleşme kabul edeceksek, aynı sürecin, ara aşamalar açıkça
belirmeksizin aşılarak Tanrı tarafından son şeklin yaratılabileceğine neden
inanılmıyor?
Burada önemli olan nokta, evrim kuramının bir çıkmaz sokak
oluşudur. Bu gün ne derece geçerli sayılsa da, bilim adamları gerçeği birgün
keşfedeceklerdir. Fakat bu arada boş bir teorinin ispatlanması için harcanan
emek ve zamana yazık olacaktır.
Öte yandan, bilim hayal gücüne ancak yeni yeni sığmaya
başlasa da, “ışınlanma” dediğimiz “madde nakli” (teleportation) olayı, 1400
küsür yıldır Kur’an’da, önümüzde apaçık durmaktadır. Buda ‘tayyı mekân’ (uzayın
bükülmesi) denilen olaydır. Saba Melike’sinin tahtını Kudüs’e getirmek
gerektiğinde, Hz. Süleyman’ın veziri Asaf bin Berhiya, bunu göz açıp
kapayıncaya kadar bir sürede başarmıştı (27:40). Şüphesiz Kur’an, Asaf’ın bu
işi nasıl başardığını uzun uzadıya anlatmaz. Fakat yapılmış olduğunu açıklaması
bile, bunun mümkün olduğunu göstermektedir. Eğer bilim adamları bu konu
üzerinde kafa yormuş olsalardı, beki de ışınlama, bugün bilim tarafından
gerçekleştirilmiş olurdu.
Ama merak etmeyin. Bunu da gene biz değil, batılı bilim
adamları başaracaklardır. Hatta belki de bu kitabın bu sayfasını bile araştırıp
bulacak, sonuçta bunu başarmanın yolunu öğreneceklerdir. Çünkü bütün kaynaklar
bizde, o kaynakların bu dünyada vücut bulmasını sağlayacak merak ve çalışma ise
onlarda... Bize gelince, biz onların ahlaklarının bu güzel yönlerini değil,
müstehcen filimler gibi çirkin yönlerini almakta ısrar ediyoruz.
ANKARA VE ÇEVRESİNDE ADAK VE
ADAK YERLERİ
(Prof Dr. Hikmet TANYU)
ALTINDAĞ MANEVİ COĞRAFYASI
(Prof. Dr. Refik Turan)
EVLİYALAR ANSİKLOPEDİSİ
(Türkiye Gazetesi Kitaplığı)
HACI BAYRAM-I VELİ VE TÜRBESİ
(Seyfi BAŞKAN)
İSTANBUL VE ANADOLU
EVLİYALARI
ALİ SEMERKANDİ
(Çamlıdere Belediye
Yayınları)
BİR SİVİL ÖRGÜTLENME MODELİ
“AHİLİK”
(Doç.Dr. Veysi ERKEN)
BEŞ ŞEHİR
(Ahmet Hamdi TANPINAR)
AYAŞ VE BÜNYAMİN AYAŞ-İ
(Ayaş Belediyesi Sempozyum
Notları)
SU VE ALLAH DOSTU DİYOR Kİ
(Dr. Münir DERMAN)
MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KARDEŞLİK
VE METAFİZİK
(Hacı Galip Hasan KUŞÇUOĞLU)
İSLAM TARİHİ
(Mustafa Asım KÖKSAL)
SEVENLERİN KALEMİNDEN HASAN
BURKAY
(Komisyon)
İRFAN OKULUNDAN OKU, ADEM VE
ALEM
(Ahmet KAYHAN)
ANADOLU MÜCİZESİ, İLK NUR
(Dr. Haluk NURBAKİ)
ZAHİRİ VE BATINİ EDEPLER,
EHLİBEYT VE ONİKİ İMAM
(Abdullah Faruk-i EL
MÜCEDDİDİ)
FELSEFİ DOKTRİNLER SÖZLÜĞÜ
(Prof. Dr. Süleyman H.
BOLAY)
İSLAM ANSİKLOBEDİSİ
(Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları.)
Ankara Üni. İlahiyat
Fakültesi Lisans Tezi-Son Devir Kadiri Şeyhlerinden Mustafa Yardımedici ve
Tasavvuf Anlayışı
(Muzaffer Yaman,Ethem Cebeci)
İBRAHİM ETHEM GERÇEKOĞLI-
Lisans tezi ve Dursun Güler
Allah razi olsun...
YanıtlaSilkitabın matbu nüshası varsa dönüş yaparmısnız
YanıtlaSil