ŞAHAN
HİKAYELER
Sıddık DEMİR
ŞAHAN
Sıddık DEMİR
KUĞU KİTAP
Dizgi
ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK
Ebubekir KADAK
ISBN:
978-605-5065-44-7
978-605-5065-44-7
Sertifika
No:
14721
14721
1.Basım,
ANKARA 2014
Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2
No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com
Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
K.Maraş-Afşin
doğumlu. Lise ve dengi okullarda
öğretmenlik ve idarecilik yaptı.
İdareci
olduğu yıllarda “Yeni Nefes”adında bir dergi ile yazım hayatına başladı.
Bilahare çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayımlandı. Günlük bir ulusal
gazetede kısa süre köşe yazarlığı denemesi oldu.
Aşık
Edebiyatımızın 20 Yüzyılda yetiştirdiği en büyük temsilcilerinden Afşinli
DERDİÇOK’un şiirlerini edebiyat dünyamıza kazandırdı. Onu takiben Gündemde
KESİNTİLER (deneme) ve Ankara GÖNÜL ERLERİ (Araştırma) adında çalışmaya Dirgen
ALİ ve En Uzun GÜN adında belgesel mahiyet arz eden romanlarla devam etti.
Tahlil ve tespitlerini Duyarlı GEZİNTİLER adı altında yayımladı.
Yaşanmış
hikâyelerden bir demet ŞAHAN ise son çalışmasıdır. Yazar daha çok kendi yöresinin
kültürel sınırlarını genişletmek için emek harcamaktadır. Bu anlamda Derdiçok,
Dirgen Ali, En Uzun Gün ve Şahan adındaki çalışmalarında Afşin-Elbistan
yöresinin kültürel potansiyeli işlenmektedir.
Kitaba
adını veren hikâye ŞAHAN’ dır. Bu hikâye başak bir özellik arz etmektedir.
Diğer dokuz hikâye de Şahan’la beraber aynı bölgenin kültürel potansiyelini
işlediği için bu anlamda tamamlayıcı bir unsur olmuşlardır. Aslında ‘Şahan’ tek
başına bir roman çalışması da olabilirdi. Edebi tasnifinden ziyade
Afşin-Elbistan yöresinin potansiyelinin işlenmesi açısından bu hikâyeler bir
bütünlük arz ettiği için aynı kitapta toplanmasında bir sakınca görmedik.
Okuyucular
Afşin ilçesinin merkezinde yaşanmış gerçek bir anlatım olan ŞAHAN’a ilaveten,
‘Demirci Halil’ ile Dağlıca’ya, ‘Telli Senem’ ile Tanır’a, ‘Kırılan Güller’
hikâyesi ile Abdurrahim Karakoç ağabeyin ilçesi Elbistan’a, ‘Elif Nine’ ile
eski vekil Edip Özbaş’ın şahitliğine, ‘Develeri Oynatmak’ ile yine eski vekil
Saffet Topaktaş’ın anlatımına ilaveten,
bu satırların yazarının hayatında iki
kesit olan ‘Çalkantılı Yıllar ve Halk Mahkemesi’ tecrübesiyle 12 Eylül
1982 öncesine kanat açabiliriz.
Yazılı
kaynaklarımıza küçük de olsa bir nebzecik katkıda bulunma bahtiyarlığı bize
yeter.
Şahsına münhasır bir adam... Orta yaşın üstünde, ciddi görünümü ile etrafında sayılan ve sevilen biridir. Sabah ezanına kadar kâh evinde, kâh duygularının yoğunlaştığı sessiz sakin bir tepede mütevazi çilingir sofrasına benzer bir sofranın tek kişilik müdavimi... Bazen de esrarlı birtakım hizmetin içinde olarak ülkesine hizmet ettiği görüntüsünde olan rol model bir nefer.
Sineklerden ve böceklerden etrafının sessizliği bozulduğu
halde o farklı âlemlere saatlerce dalar gider. Bazen sessizliğini bozan duygu
yoğunluğunun meyvesi olan ilhamını kâğıda dökerek kalemin hışırtısıyla ayakları
yere basar. Ne yazar, ne eder kendisi dahi bilmez ama sabah ezanıyla beraber
eve dönüşü arzuladığında, kabaca yazılmış ürünlerinden imzasını taşıyan birden
çok şiirle döner.
Mısralarının, yazdığı kâğıt parçaları üzerinde gözyaşıyla
ıslanmış yerlerine toprak bulaştığı için günün sonunda çamurlaşmış bölgeleri
silerek üzerinde tekrar çalışmaya başlar.
Onu tanıyanlar Şahan’ın güne güneşle beraber doğduğuna hiç
şahit olmazlar. Derler ki; yıllar vardır Şahan, güneşin doğduğuna şahit
değildir. Onun güneşle buluşması en iyi ihtimalle günün tam ortalarına
doğrudur. Normal insanların günü kullandıkları gibi kullanmakta hiç de mahir
değildir.
Dışarıdan bakanların gördükleri budur. Şahan normal değil ve
bu tarz onun içindir. Kendisi yatarken eşi ve çocukları yavaştan kalkmak ve
işlerine ulaşmak için günü telaşla karşılarlar.
Nevi şahsına münhasır deyimine uygun bir kişiliği yansıtır
Şahan...
Bütün bunların yanında esrarengiz işleri olan birine dair
göstergeleri çağrıştıran atakları da olmaktadır. Şahan’ın günü öğle vaktinden
sonra başladığında üçü beşi geçmeyen arkadaşlarıyla sohbet ederken, bir işaret
veya bir telefonla aniden bir telaşla meclisi terk edip gittiği gözden kaçmaz.
Yakın çevresinde bazı duyarlı dostlarının gözünden kaçmayan
bu durum, Şahan’ın gizemliliğini daha da artırır.
Geceleri Ankara’daki Bağlum tepelerini mekân tutarak yazdığı
onca şiirlerini arkadaşı Hikmet’e zaman zaman okur ve hakkında görüşlerini
alır. Şiirlerinde işlediği tema Karacaoğlan gibi hep sevgi, sevda ve doğa
üzerinedir.
Gönül işleri olmayan, aşkı bilmeyen, sevmeyen, sevilmeyen
biri kelimelere gönlünü yükleyebilir mi? Âşık olmayan, özellikle de ayrılık
yaşamamışsa iki gönlün türküsü olan aşk şiirlerini yazabilirmi? Bir büyük sevda
depremi geçirenlerin terennümüdür bu hâl...
Bu hikmetli şiirlere ilham olan hikâyeyi;
“Şahan lütfen senin için mahsuru yoksa müsait bir ortamda
dinlemek isterim” diyen Hikmet’i hiç duymamış gibi, nice sonraları sükutunu
bozarak, “Bir gün anlatayım ama sabırla dinlemelisin” cümlesi ağzından dökülür.
Ve, o gün gelir; Hikmet’e haber eder.
“Ben hazırım Bağlum tepesine...” der. Onun dilini çözen
yerdir Bağlum tepeleri. Keçiören ilçesinin daha önceleri kasabası iken
şimdilerde mahallesi durumunda olan bir yerleşim bölgesi Bağlum... Keçiören’in
merkezine altı-yedi kilometre mesafede olan Bağlum, çok mübarek insanları
bağrında misafir eder. Horasan Erenlerinden Yakup, Yusuf ve Sadık ismiyle
bilinen zatların yanında, Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in irşatçısı veya mürşidi
Abdulhakim Arvasi Hz., meşhur sosyolog ve fikir adamı Nurettin Topçu’nun
mürşidi, terbiye edicisi Ahmet Mekki Hz., on ciltlik İslam Tarihinin müellifi
Mustafa Asım Köksal Hz’leriyle beraber onlara yeni komşu olan büyük şairimiz
Abdurrahim Karakoç’un şereflendirdiği bir yerdir orası.
Belkide onların muhitinde verimli olan Şahan dağa taşa,
kurda kuşa gecenin sessizliğinde mırıldanmadan hâl dili ile yüreğinin yangınını
anlatmada kararlı. Bir ilke imza atmak için güneşli bir havada kendi cinsinden
birine hâl dili ile değil, Adem’in diliyle; usulce değil yüksek sesle, üstelik
hasretini çektiği anlatım biçimiyle, sanki bendini yıkmak isteyen sular gibi
gümbür gümbür anlatacaktı çok özellerini.
Bu duygu yoğunluğuyla Hikmet’i de yanına alarak yıllarca mekân tuttuğu Bağlum tepelerine, gün
ortasında intikal ederl...
Yanından eksik etmediği piknik tüpünün üzerine çay suyunu
koyduktan sonra;
“Evet Hikmet Bey kardeşim; merak ettiğiniz şeyler dâhil
sohbetimize başlayalım. Hafızamın müsaade ettiği kadarı ile bana ait gizemli
bulduğun hayat hikâyemi bir bir anlatayım da rahatlayayım. Yoksa içime
hapsettiğim, yalın ve yalnız şu gördüğün dağlara ve tepelere haykırmak isteyip
de hatıralara saygısızlık olacağını düşünerek yapamadığımı şiirlerime yükledim.
Şimdi bu halimi seninle paylaşmak istedim. İnşallah biraz daha rahatlarım”
diyerek söze başlar Şahan.
Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine yakın bir köyde doğmuştur.
Üçü kendisinden büyük, dört kardeştirler. Babaları Çukurova’nın bazı
beldelerinde imamlık yaparak ailenin geçimini sağladığı için kendisi ile senede
bir iki defa zor görüşür. En son gördüğünde ortaokul ikinci sınıftadır. Babası
imamlık yaptığı beldede, yemek davetinin birinde içine böcek ilacı karışmış
“Hatize” denen bir yemeği yemesinden dolayı hastalanıp memleketine gelir ve
kısa bir süre sonra da ölür.
Şahan, ilkokula dokuz yaşında başlar. Ortaokula başladığında
on dört yaşındadır. Ortaokulu ilçesi olan Afşin’de okur. Bir odalı evi üç yıl mekân tutar. O
dönemlerde çocukların eğitimi vesilesiyle ardı sıra gitmek ne mümkün. Buna
imkânlar elvermediği gibi ebeveynler de bilinçli değildir. Okumak için istekli
ve bir o kadar da ısrarlı görünen çocuklara izin çıkması bile büyük şanstır.
‘Kös önünde belli olan koçluk kuzu’ların durumu gibi bir durumdur bu... Yalnız
başına veya iki arkadaşla aynı odayı paylaşarak okumak... Ailelerinden bu
şekilde izin kopararak okuyabilmek, o dönem için büyük şans olarak
addedilmektedir. Anasının talebi üzerine ağabeyleri tek odalı bir ev tutarak
kardeşlerini yerleştirirler. Zaman zaman ziyaretine gelirler o kadar. Bütün
masraflarını birazcık anasının katkısı ile diğerini ise yazları bağ bahçe
işinde çalışarak biriktirdiği harçlıkla kimseye muhtaç olmaz.
Şahan’ın evi ile okulu arası çok yakındır. Bu ara bir
ağabeyi Almanya’ya işçi olarak gider. Diğer ağabeyi ise öğretmen okulunu
kazanarak baba evinden zorunlu olarak ayrılır. Babasından kalan malı mülkü de
diğer kardeşi işletir.
Anasına ‘Hürrem Kadın’ derler. Allah var, anası
kardeşlerinin ve Şahan’ın eğitim işlerinde desteğini esirgemez. Afşin’de yalnız
kaldığı evinin ihtiyaçlarını karşılamak için çaresiz çırpınan Hürrem Kadının
fedakârlığını Şahan ancak onu kaybettikten sonra anlayacaktır.
Sınıf arkadaşlarına göre daha güçlü bir fiziğe sahip olduğu
için boş zamanlarında omuzuna baltayı asar, mahalle mahalle kışlık odun
parçalatmak isteyen sakinlerin ücret karşılığı işlerini yapar. Kimseye muhtaç
olmadan okulu bitene kadar bu hali sürüp gider.
Okula giderken kapısının önünden geçmek mecburiyetinde
olduğu bir ev vardır. Ev sakinlerinin babalarına Fettah derler. Temiz, dürüst
ve babacan bir adamdır Fettah... Bunca yıldır o bölgede hep iyi bir insan
olarak bilinir. Şahan okula gidip
gelirken ister istemez Fettah’ın ev halkıyla tanışıklığı başlamış olur.
Fettah’ın iki kızı vardır. Küçük olanın adı Ayşe...
Zaman zaman etraftaki bazı yaşlı kadınların
hatırlatmalarıyla Şahan’ın Ayşe kıza karşı duygularında değişiklik olmaya
başlar. Her okula gidiş geliş saatlerinde ya cama veya kapının önüne çıkan
Ayşe’ye duygularını belirtici gönül hırsızlığına başlar. Kalkması gereken perde
bir okul dönüşünde elindeki kartopunu işaret ederek, “Bunu sana vurmak için
hazırladım” diye laf attığı anda öyle tatlı bir tebessümle “Ne suçum oldu ki vurasın” dediği zamanki
sesindeki ahenkle kalkar. Gönül ibriğinin yanında sesli ikrardır bu... Malumun
ilanı olan o günden sonra Ayşe’yle birliktelikleri gelişip gürleşir.
Öyle ki; öğlen vaktine rastlayan ders aralığında eve
geleceği saatte, Ayşe ondan önce eve gelir; evin işini yani soba yanacaksa
sobayı yakar, bulaşık varsa yıkar, ortalığı temizler. Üstüne üstlük yemeğini de
Allah ne vermişse hazırlar. Evin anahtarını vermiştir çünkü. Bu işi ablasıyla
da yaptığına çok şahit olmuştur. Tabidir ki, etrafta da yavaş yavaş dedikodular
dolaşmaya başlar. Hatta bir gün okul çıkışında Murat ağabeyiyle eve gelmek
mecburiyetinde kalınca paçaları tutuşur. İlk defa Ayşe’nin evde olmaması için
dua eder. Eve gelirler gelmesine ama evde Ayşe’yi gören ağabeyine karşı ne
diyeceğini bilemez. O da Ayşe de boyunları öne doğru bükük ve ziyadesiyle mahcup
olmuşlardır. Kem küm ederek durumu bir şekilde anlatır.
Zamanla ağabeyi ve diğer gelen gidenleri bu duruma alışır.
Çünkü bakarlar ki, fevkalade samimi ve çok iyi niyetli bir tablo. Şahan’dan
Ayşe’ye zarar gelmeyeceğine kanaat getirmiş olmalılar ki “Yine de bu haliniz
doğru değil çocuklar, sakın olun sınırları aşmayın” tembihini de yapmaktan geri
kalmazlar.
Şahan, Ayşe’yi görmek istediği vakit ona gider, pencerenin
demir parmaklıkları arasında geç vakte kadar sohbet eder. Ayşe’nin yanında
bazen ablası, bazen de annesi, onları uzaktan güderken olur bu iş. Ama bazen de
babasına yakalanırlar. Her defasında bir
güzel dayak yiyerek ayrılmak mecburiyetinde olur Şahan. Öyle ki; tuza saldıran
koyun misali Ayşe’yle birlikte olabilmek için yediği sopalara ve azarlara bütün
konu komşu defalarca şahit olur. Başlangıçta yanlış değerlendirilerek kınanan
bu oğul karşısında onlarda da yelkenleri indirerek kabullenme başlar. Zamanla
hoşgörü dahi aşılarak desteğe dönüşür. Gençlerin sevdaları baba Fettah’a karşı
bile baskılara neden olur. Adeta mahalle baskısı gibi bir hava esmeye başlar.
İnsan bu çevre etkisinde kalmamak mümkün mü? Bu doğal baskı Fettah’ı da
etkilemiş olmalı ki, döveceği yerde azarlamayı, azarlanacak yerde
görmemezlikten gelmeye başlar.
Artık bütün aile Şahan’ın güvenilir ve samimi olduğuna dair
kanaat edindikleri için yan yana gelmelerine çoğu zaman göz yumar olurlar.
Başından beri hikâyesini dinlemeye çalışan Hikmet dayanamaz.
Araya girerek “Şahan
bir sorum olacak; o günün şartlarında,
dar bir çevre ve o çevre insanlarında ar, namus, onur sayılan kadın erkek
ilişkisinde senin Fettah örneği pek görünmez, bunu nasıl izah edersin” der.
Şahan tam da bu konuyu izah etmek istediği anda Hikmet’in
merakına memnun olur. Hikâyenin heyecanla takip edildiğini anlar, tekrar gözünü
sabit bir noktaya dikerek anlatmaya devam eder. Bizim sevdamızın baba Fettah
tarafında zor kabullenildiğini biraz önce anlattım. Bu noktaya gelene kadar
Ayşe’nin başına gelenler çok daha vahim olmuştur. Pencerede konuşurken ilk
yakalandıkları zaman kendisini bayağı pataklayan Fettah’ın, evde Ayşe’ye neler
yaptığını yaklaşık bir ay sonra öğrenebilecektir Şahan.
Fettah, kızını yatak döşek olana kadar dövmüş. Ayşe’yi
hastaneye kaldırmışlar. Çürüyen yerleri şifa bulduğu halde kız yemekten de
içmekten de kesilmiş. Doktorlar bir türlü yardımcı olamamışlar.
Sonunda hastabakıcı bir bayan kızın anasına “Kızınızın
hiçbir şeyi gözükmüyor ama yine de çok sıkıntılı sağlık problemleri var. Gönül
ilişkisine benzer bir duruma vakıf oldunuz mu?” dediğinde, Baba Fettah ve
hanımı birbirlerine bakarlar. Sessizliklerinden anlam çıkaran hastabakıcı da,
“Öyleyse baskı yapmayın. Kızınızın hastalığı gönül ilişkisine bağlı bir durum
büyük ihtimalle. Kızınız ölmez ama sıkıntısı daha çok büyür” diyerek uzaklaşır.
Can bu, ciğer bu, evlat bu... Ne yapsın şimdi Fettah ailesi.
Ayşe’yi oradan çıkararak eve getirirler. Bütün bunlardan Şahan’ın haberi olmaz.
Bir gün değişik yoldan eve geldiğini gören ev sahibi kadın
“Şahan eve girme, hemen benimle geleceksin” diyerek Şahan’ı tembihler. Son
derece saydığı bir büyüğü olduğu için “Tamam” diyerek peşine düşer. Zaten yüz
metre mesafede olan Fettah’ın evine götürür onu. Ev sahibi kadının gölgesinde
Ayşe’nin odasına duhul eder.
Kalbi duracakmış gibi olur. Korku mu ondaki hal, yoksa
özlemini çektiği Ayşe’yi yeniden görebilme heyecanı mı? Derken bir anda kendini
Ayşe’nin yanı başında bulur. Sobanın yanında yer yatağında yatan Ayşe çok
bitkin görünmektedir. Şahan’ı görünce yüzü gülmeye başlar ve Şahan da yanına
ürkek bir kuş misali sığınır.
Ev sahibi kadınla Ayşe’nin anası hastanın yatağından biraz
uzaklaşırlar. Şahan kendisi için bir ortam hazırlandığını anlar, ama Ayşe neden
yatak döşek hasta olmuştur, bunu da ondan öğrenir. Yavaş yavaş anlatılanlarla
anlamaya başlar. Yorganın altındaki eli elinde; konuştukça rahatlamaya, gözüne
yüzüne can gelmeye başlar Ayşe’nin.
Meğer babasının da verdiği bir ruhsatmış bu. O günden sonra
kızına çok düşkün olan Fettah dedikodulara önem vermeden bu çocukların
gerçeğini her halde kabul eder ki yumuşamaya başlaması ondan olur.
Murat ağabeyi Almanya’ya gideli bir yıl olmuş, Salih ağabeyi
de halen öğretmen okulunu bitirmemiş, kendisi de orta son sınıf öğrencisidir.
Ağabeyinin Almanya’dan izine geldiği günlerde Afşin’de beraber gezerken;
Fettah’ın kendilerini takip ettiğini anlar. Ağabeyinin
birkaç adım gerisindeyken Fettah onu bir iki adım geçer gibi yaparak ağabeyinin
omuzuna elini atar. Ağabeyini “Murat Efendi birkaç cümle sözüm var beni bir
dinler misin?” diyerek durdurur.
Zaten tanıştıkları için rahat bir pozisyonda olan Fettah;
“Senin kardeşin olan bu çocukla benim Ayşe’nin durumunu biliyorsun. Biz
bunların büyükleriyiz. Gelin beraber bu çocukları bir araya getirelim. Çünkü
biliyorsun ki, Ayşe okumuyor ve evlenme yaşı da geldi. Bu hafta istemeye dünür
gelecekler, malum bu işi geciktiremeyiz. Bunlara değilse de bundan sonrakilere
mecbur kalabilirim. Ben istiyorum ki Şahan’la olsun. Birbirlerini nasıl
sevdiklerini cümle Afşinli biliyor. Bir kız babası olarak bunları benim
söylemem uygun olmazdı ama ben de teamülleri yok kabul ederek cesaretimi
topladım ve düşüncelerimi söylemiş bulunmaktayım. Ola ki olumsuz bir takım
gelişmelere hem Allah hem de kul katında mesul olmayayım dedim, ne dersin”
dediğinde ağabey Murat;
“Sen ne diyorsun Fettah Efendi, sırası mı şimdi. Henüz Şahan
daha küçük, daha doğrusu Şahan önce aç karnını doyursun” gibi laflar ederek
Fettah’ı o sözleri söylediğine bin pişman ettiğine Şahan ölmeden önce ölümü
tadarmışçasına şahit olur.
Şahan’ın işi zor, Şahan bedbin, Şahan sarhoş, Şahan çaresiz,
Şahan kendinde değil. Sağa sola, nereye uğradığını, nereye ayak bastığını,
kiminle karşılaştığını, zamanın nasıl aktığının farkında olmadan kafasına değen
sert bir cisimle kendine gelir.
Meğerse o kafaya değen sert cisim Fettah’ın evinin pencere
demiridir. Çıkan sesin yansıması ile Ayşe de pencerede görünür ve o da aynı
durumdadır. Meğer sevdalılara suikast böyle düzenlenirmiş. Şahan’dan önce eve
gelen Fettah, aile ortamı içinde Murat’la yaptığı konuşmayı anlatmış,
sevdalılar ne konuşurlarsa konuşsunlar kalbe inmeyen veya kalbi teselli
edemeyen ürperti, korku ve endişeyle sarsılmışlar.
Fırtınalı günlerin ayak sesleri hissediliyor ama ifade
edilemiyor. Olmaz olsun imkânsızlık diz boyu olduğu için, çaresizlerin çaresine
müracaatta da zaafiyet var. Alın size seyredeceğiniz dramatik bir oyun.
Murat ağabeyi izini bittiği için Almanya’ya geri döner.
Salih ağabeyi de okulunu bitirip Artvin’e öğretmen olarak atanır. Şahan da
okulunu bitirmeye ramak kala Ayşe’nin sözü kesilir. Fettah her kız babasının
yapmakta zorlandığı görevini yerine getirmiştir. Yöre kültürü gereği en
delikanlı işi de yapmıştır. Durumu ailesi ile paylaşarak Ayşe’yi bir şekilde
ikna etmeye çalışır. Şahan’ın ağabeyi Murat ile aradaki geçen konuşmayı bir
daha hatırlatır. Ayşe de başta olmak üzere baba Fettah’a bu konuda
söyleyecekleri bir şey yoktur. Bütün bunlara rağmen kaderin zorlamasına şahit
olunacaktır. Ve Fettah dünürcülerine
evet der.
Kısa sürede Ayşe’nin düğün hazırlığı başlar. Ayşe bitkin,
perişan... Şahan ha keza daha kötü. Derken oğlan tarafı kızın evine gelmeye
başlar. Adamlar gelinliklerini alacaklar. Ayşe bir delilik yapmasın diye aile
eşrafının gözü üzerindedir. Kapılar kapalı, pencereler yine öyle güvenlidir.
Fakat bütün bu tedbirlere rağmen hesap edilemeyen bir şey olur. Gelin Ayşe
gideceği sabahın gecesinde ablasının da yardımlarıyla pencere demirinin
altındaki duvarı parçalayarak bir insanın çıkışı kadar açılan delikten çıkar ve
Şahan’ın evine gelinliği ile beraber kaçar. Hiç kimsenin farkında olmadan
kaçtığını zanneden Ayşe, oğlan tarafından birinin fark ettiğini nereden bilsin.
Seğmen ekibinden silahlı birileri hemen duruma el atarak
kaçabilecekleri yol ağızları tutulur.
Bu arada Şahan, ev sahibine çıkarak yardım diler. Kaçmaları
için ahırdaki atın eğerini vurarak Ayşe’yi de terkisine alan Şahan, kapının
önündeki yoncalığa kendini vurur.
Seğmen tarafında hazırlıklar bittiği için Şahan, atılan
pusunun içinden geçerek kaçmak mecburiyetinde kalır. İşte o an silahlar
patlamaya başlar. Şahan farkında değil ama Ayşe vurulmuştur. Biraz sonra onu
terkinde tutamaz olur. Ayşe düşer, ama silahlar ateşlenmeye devam ettiği için
Şahan terkinden düşen Ayşe’sini almak aklından geçse de bu mümkün olamaz.
Bereket at vurulmamıştır da Şahan oradan uzaklaşmıştır.
Yine Hikmet araya girerek;
“Vay be kardeşim bu ne yürek, bu ne cesaret… İnşallah
Ayşe’ye bir şey olmamıştır. Ha bir şey daha, şayet sağ salim kaçsa idiniz
nereye gidecektiniz” der.
Şahan;
“Nereye gideceğimi hesap dahi etmedim ama Deli Hürrem’e
uğrardık her halde, daha doğrusu hani derler ya “Gelin bindi deveye gör kısmeti
nereye”…
Çaresiz ve zayıf durumdadır. Ayşe’si kaçırırken vurularak
düşmüş. Düştüğünü fark eder etmez almak için geri dönmesi fayda vermez. Bu
halde kendi canını zor kurtarmasını bile suçlulukla yorumlar. “Neden ben
vurulmadım da kör olası kurşunlar Ayşem’e isabet etti. Keşke beraber
vurulsaydık da acıları beraber çekseydik” gibi serzenişlerle kendi kendini
adeta yer bitirir.
Ayşe’siz olduğu halde köyüne gidemez. Tedbir gereği bir
başka köyde oturan arkadaşına gider. Üç beş gün o köyde kalır. Arkadaşı
vasıtası ile Ayşe’sinden ve gelişen olaylardan haberdar olur.
Vurulduğunu, durumunun ağır olduğunu öğrenir. Tedavi için
Elbistan Devlet Hastanesi’ne götürmüşler, tam üç hafta hastanede ölüm kalım
mücadelesi vermiştir Ayşe.
Okulunun bitmesine haftalar kala Ayşe’nin tedavisi
tamamlanır. Oğlan tarafı gelin hanımlarını almak için düğün hazırlıklarını
tekrardan başlatırlar. “Bu kızın gönlü başkasındaymış, başımıza gelenler hiçte
öyle altından kalkılacak işten değil. Haber salalım Fettah’a bu kızdan bize
gelin olmaz” gibi olması gereken tavır göstermeden kaldığı yerden devam
ettirmeleri her babayiğidin altından kalkabileceği şeyler değildir. Demek ki
oğlan tarafının da bir bildiği vardır.
“Oğlan tarafını caydırmanın başka yolları da olmalıdır”
diyerek çareler arayan Şahan, bu düğünü yaptırtmamaya, Ayşe’sini başkasına yâr
ettirtmemeye karalıdır. İlk olayda olduğu gibi hazırlıksız yakalanmak
istememektedir. Kendini ve Ayşe’sini korumak için silahlanmanın gereğine
inanır. Ama silahı nasıl ve nereden bulmalıdır.
Bu maksatla köylüsü, ayni zamanda aile dostu, hatta
ağabeylerinin arkadaşı, Gildik Memet adıyla maruf tanıdığına vararak önce
başından geçenleri bir bir anlatır. Şahan anlatana kadar ne Gildik Memet ne de
köyünde hiç kimse olayı duymamışlardır. Gildik Memet hayretler içinde kalır.
“Bu yaşta böyle bir işe koyulmak, akıl kârı değil oğlum
Şahan. Sen kafayı mı yedin, üstelik kimseden yardım almadan, olacak iş değil
yahu…” demekten kendini alıkoyamaz Gildik Memet.
Yeni planını Gildik ağabeyine anlatma fırsatı bulamadan
Gildik Memet; “Sana bir kötülük etmelerinden korkarım Şahan kardeş; sakın ha
bundan böyle üzerinde kendini korumak için bir şeylerin olsun. Arzu edersen
benim silahımı alda üzerinde bulunsun” teklifini yapınca, Şahan balıklamasına
atlar.
“Ben de bunu diyecektim, şu olaylar bitene kadar silahın
bende kalsın ağabey” diyerek Gildik Memet’ten silahını emaneten alır. Gayesi
Ayşe’yi tekrar kaçırmaktır.
Bundan böyle silahlıdır Şahan. Üzerinde bulunan silahın
verdiği güçle bütün mahalle üzerine gelse dahi tek başına karşı koyma
cesaretini kendinde görmektedir. Hem delikanlı hem de deli cesareti, bu iki
faktör bir araya gelince kişi kendini tek başına ülkesinin bütün sınırlarını
koruyan Zaloğlu Rüstem gibi görürmüş ya, Şahan’ın ki de öyle bir şey... Cahil
cesur olur derler, Şahan hem cahil hem de aşık; kör olması için en büyük
sebebin bunlar olması yetmez mi?
Bayraklar kalkmış, davullar gün boy çalınmış, oyunlar
oynanmış, kınalar yakılmış... Bütün bunlara uzaktan şahit olan Şahan, halen
kendinden emin, “Vermeyeceğim, gücünüz yetmez, hele bir gelini çıkartmaya
başlayın o gün gelsin görüşürüz” demektedir.
Pazar günü Ayşe, gelinliğinin içinde ata bindirilir.
Davullar gümbür gümbür, ardında oğlan tarafı seğmenler eşliğinde Fettah’ın
evini geride bırakarak ayrılırken Şahan, geceden mevzilendiği yerden gelinin
bindiği atın yularını tutan adamı omuzundan vurur. Ortalıkta büyük bir panik,
seğmen ekibini oluşturan insanlar bağırarak sağa sola sığınırlar kendilerini
korumak için. Durumdan vaziyet çıkaran Ayşe altındaki atı topuklayarak Şahan’a
doğru hareket ettirse de seğmenlerden birileri atın önünü keserek Şahan’a doğru
gitmesine engel olur.
Bu arada karşılıklı silahlar atılagörsün Şahan silah tutan
kolunun bir an yana düştüğünü hisseder. Elinden silahın düştüğünü görür. Meğer
oğlan tarafının uyarısı ile önceden tedbir alan jandarma, Şahan’ın kolunu
dipçik darbesiyle düşürmüştür.
Karşı taraftan insanlar Şahan’ın işini bitirmek maksadıyla
seğirtseler de jandarma bu sefer kolunu kırarak etkisiz hale getirdiği Şahan’ı
korumaya alır. Bu olaydan da böylece kendini kurtarır Şahan, ama Ayşe kız
bundan sonra ellerin olacaktır. Son hamle de geri tepmiştir.
Şahan karakola götürülür. Enteresandır, ilk ziyaretçisi
Fettah’tır. Şahan’ın lehine kız babası olarak şahitlik yapacağını söyler.
Omuzundan vurulan adamı şikâyetten vazgeçirir. Bu arada Şahan’ın kullandığı
silahı bakmak maksadıyla eline alır almaz ateşleme mekanizmasını el yordamı ile
kırar ve geri bırakır. İfadesine önce silahtan başlar:
“İsterseniz silahı bilirkişiye gönderin, bu silah korkutmak
maksadı ile kullanılır, bununla ne adam öldürmek ne de yaralamak mümkün
değildir” Olay günü Şahan’ın silahını insanlara doğrultmadığını, havaya ateş
ettiğini; bu olaydan da kimsenin mağdur olmadığı doğrultusunda verdiği ifadeyle
Şahan’a yeniden hayat verir.
Silah bilirkişiye gönderilir. Hakikaten Fettah’ın ifadesi
doğrultusunda rapor gelir. Başka davacı olmayınca Şahan iki ay hapis yattıktan
sonra serbest kalır.
Ayşe gelin olmuştur başka ocaklara. Şahan dama girmiş, onca
eziyet çekmiş, ancak yakınları habersiz. Yük mü ki ne ala...
İki ay hapis hayatı Şahan’ı nispeten olgunlaştırır. Devletli
ile ilk karşılaşmasıdır Şahan’ın. Böyle muazzam gücü
daha önce nereden bilsin. Hakimlerin iki dudakları arasındaki ömür serüveni,
gardiyanların disiplin adı altında uyguladıkları terör, Şahan’ı kendine
getirir. Başka güçleri gördükçe tırsar. Ve bu ortama tercüme olabilecek ilk
şiirini yazarak bu hikâyenin oluşmasına şahitlik eder.
Daha on altıda gencecik yaşım,
Vurma artık yeter acı gardiyan.
Ayşe’min yüzünden ağrıdı başım,
Ölümden de beter acı gardiyan.
Elbistan Ovası zil takmış oynar,
Sen tokat vurunca yüreğim kaynar.
Bende sana vursam savcılar duyar,
Hâkimler kin tutar, acı gardiyan.
Sevip sevilenin dayak mı suçu,
Kan geldi ağzımdan bozdum orucu.
Bu kadar ağır mı gönlümün borcu?
Kaç arşın yol tutar acı gardiyan.
Kader kurbanını hor görme dur da,
Senin bir ayağın girmiş çukurda.
Şahan suçlu ise yüzüne vur da,
Mevlâ beni kurtar acı gardiyan.
***
Şahan orta son sınıf ikinci dönem mağduriyetinden dolayı
derslerinden geri kaldığı için bitirme imtihanlarına hazırlanır. Okuduğu bir
konuyu rahatlıkla kâğıda dökecek hafızaya sahip olduğu için derslerinden
zorlanmadan başarı sağlayarak okulunu bitirir. Hatta önemli bir dersin sınavı
yapılırken ön sırada oturan bir öğrenciyle kâğıtları el yordamıyla değiştirir.
“Bu dersten zorlanıyorum, başarılı olursam polisliğe başvuracağım” sözü üzerine
bu yardımı esirgemez. İşin ilginç tarafı da bu olmalıdır, yardım ettiği genç Ayşe’nin
kocasıdır. Sonradan öğrenir.
Ayşe gelin gideli çok olmuştur. Şahan küllenen olayın
ardından kendine bir yön tayin etmede zorlanır. Okulu bittiği için köyüne dönse
de yaşayamaz. Bu kadar hatıraların yaşandığı ilçede, için için ağlayarak
Fettah’ın evini gözler. İster ki Ayşe’si kapı eşiğinde onu bekler durumda
olsun. İster ki evinin ihtiyaçlarını görmekten ziyade, onun varlığını
hissetsin. Yürürken endamına sevgi dolu bir yürekle baksın.
Boşuna hayal kurar Şahan. Mahallede gezerken Ayşe’nin
ablasına rastlar. Haberleşmek ister. Ablası; “Bir şartla bu isteğini yaparım. O
artık evli bir kadın. Senin ona sözlü haberlerini iletirim ama yazılı olarak
asla” der. Şartını Şahan kabul eder. O
günden itibaren uzaklara gitse bile ablası vasıtası ile haberleşecektir.
Yaşanılan bütün bu olaylardan bihaber olan ağabeylerine ve
anasına, Ankara’dan atılmış gibi gönderdiği mektupları etkili olur.
Mektuplarında, ses sanatçısı seçimlerine iştirak etmek için kimseye haber
vermeden ayrıldığı vurgusunu yapar ve yakın akrabaları Şahan’ı Ankara’da
zannederler.
Hapishaneden çıktıktan sonra köye geldiği zaman “Nasıl geçti
Ankara seyahatin hoş geldin” derler o kadar.
Şahan o yaz okulu bittiği için daha ilerisini okumaktan
başka çaresi yoktur. Ama kim yardımcı olacak? Ağabeyleri, babalarından kalan
Şahan’ın hissesine düşen toprakları bir elbise, bir yol parası, birkaç aylık
geçim için verilen borç karşılığı imza attırarak kendi üzerlerine
geçirdiklerini bütün köylü bilir. Satacak başka gayrimenkulde yoktur ki, onun
karşılığı eğitim yapabilsin.
İşte o yaz Şahan’ın Artvin’de öğretmen olarak görev yapan
ağabeyi köye gelir. Tanıştıkları eş, dost ve ahbap sohbetlerinin birinde
Şahan’ın sırrına vakıf tek kişi olan Gildik Memet yüksek ve kararlı bir sesle;
“Salih; Şahan senin kardeşin. Okulunu bitirdi ama bir yükseği Afşin’de yok.
Çocuk okumak istiyor. Burada kalırsa başı belaya gireceğe benzer. Onun için ona
bir ağabeylik yaparak buralardan alıp götür ve okut. Kendisinin bile böyle bir
teklif yapılacağından haberi yoktur. Bunu ben çocukluk arkadaşın olarak senden
talep ediyorum. Artvin’de lise varmış” der. Gildik Memet’in teklifi öğretmen
Salih’i kıpırdamaz eder. Psikolojik olarak böyle bir sorumluluğun altına
girmesi gerektiğine inandırılır.
Salih;
“Neden olmasın Memet, Şahan benim kardeşim. Dönerken alıp
götüreceğim ve okumasını sağlayacağım. Sizin de beni uyarmanıza memnun oldum”
diyerek konuyu kapatır.
Hiç hesapta olmadığı halde Gildik Memet’in teklifine olumlu
bakan Salih’in kararı Şahan’ı heyecanlandırır.
Artvin; yeni bir mekân, yeni bir çevre... Üstelik Şahan’ın
buna çok ihtiyacı vardır. Hazırlığını yapar, gidelim denildiği an “İğnem
ceketimde” diyen terzi misali hazır kıta bekler.
O günün şartlarında yolculuk çok uzun geçmiştir. Öyle ya
Kahramanmaraş Afşin’den çıkıp aktarmalı bir şekilde o günün vesaitleriyle taaa
Artvin’e ulaşmak çekilecek gibi değildir. Ama Şahan, Afşin’i kendisine zindan
eden ortamdan özgürlüğe doğru yol almanın zevkini, lezzetini yaşar. Derken
menzile varılır. Şahan, Artvin Lisesine kaydolur. Ağabeyinin eşi bankacı olduğu
için evi de okula yakın bir yerdedir.
Günler, aylar, yıllar geçer; yeni ortam, yeni arkadaşlar ve
yeni iştigal alanları... Şahan flaş bir öğrenci olur. Esnafından tutunda sosyal
amacı olan kurumlarca Şahan tanınır. Çok güzel sesi olduğu için müsabakalarda
kendini gösterir. İyi koştuğu için uzun ve kısa mesafeli maratonlara katılır.
Çok ipi göğüslediği olmuştur. Daha sonradan milli koşucu olan Mehmet Terzi ile
başa baş çekişmelerine bile rastlanılır.
Okulun en sevilen öğrencilerinden birisi olması hesabıyla
etrafındaki arkadaş yoğunluğu özellikle güzel kızlarla birarada bulunma durumu
Ayşe’yi unutturmadığı gibi daha da özleminin artmasına neden olurken,
kendisiyle bu anlamda ilgilenen kızlarla araya koyduğu mesafeyi daraltmaya
başlayınca geceleri huzursuz olur.
“Ayşe’ye nasıl ihanet edebilirim” fikriyle kendine gelir.
Afşin’de olmayan yeşil bitki örtüsünün insanı büyüleyici şekilde Artvin’de
karşısına çıkması, bir ömre değer güzelliklerin içinde yaşaması ne büyük bir
nimettir. Öyle basamak basamak yerleşim alanları, kademeli olarak yerleştirilen
binaları ve rengârenk ormanlarıyla harika bir yerdir Artvin. Ayaklar altına en
güzel manzaraların serilir gibi görünen yerlerde yemek ihtiyacını gidermek,
hele hele bir dostunla aynı güzellikleri seyrederek içilen bir bardak çay
dünyaya değer niteliktedir.
Bu kadar güzellikler içinde Şahan yine dertli yine hasret,
yine “Altın kafesteki bülbül” hikâyesinde olduğu gibi Ayşe’siz zaman
geçmemektedir. Bazen Ayşe’m diye bağırır, birkaç saniye sonra sesi akis yaparak
kendine gelince sevinir.
Aklına Ayşe ile haberleşmek gelir. Ablasının adresini
bildiği için, içindeki özlemi bir nebzecik giderebilecek, gönlünü gönlüne
koyabilecek bir nağme yazmaya karar verir. Çok ciddi duygu yoğunluğunu
kelimelere, şiire dökerek ifade etmek ister. Fettah’ın kızına ilk şiiri bu
şekilde ortaya çıkar. “Gül çiçeğim, çok özledim” nakaratı ile tekrar eden
şiirin sözleri şöyledir:
Oyuna girdi sıradan,
Güzel yaratmış Yaradan,
Bir nazar ettim buradan,
Senden bir haber gözlerim,
Gül çiçeğim çok özledim.
Bahar dalı çiçek açar,
Seven kalır naçar,
Gönül kuşun yüksek uçar,
Senden bir haber beklerim,
Gül çiçeğim çok özledim.
Sarı saçı yana tara,
Bir bakışın açtı yara,
Siyah kirpik kaşı kara,
Senden bir haber beklerim,
Gül çiçeğim çok özledim.
Çatma kaşı bana karşı,
Yoluna versem Maraş’ı,
Şahan’a eğdirme başı,
Senden bir haber beklerim,
Gül çiçeğim çok özledim.
Bu şiir tıpkı Ayşe gibi Şahan’ın da ilk göz ağrısıdır. Hoşuna
gitmiş olmalı ki, ona ulaştırmak ister. Her ne kadar manzum veya nesir yazılar
şiir kadar olmasa da Şahan göndereceği bu şiire bir de mektup ekleyerek
taçlandırmak ister. Bu amaçla kaç gece geçer bilinmez ama Ayşe’nin ölümünden
sonra sandığından çıkan zarfın içindeki şiire ek olan mektubu şöyledir:
“Olmuyor be Ayşe’m, aylar yıllar geçse de hatıraların izleri
çok taze. Zamanla unutursun denilirdi... Unutulmuyor, unutulamıyor... İçimdeki
fırtınalar onca zamana rağmen dinmedi Ayşe’m. Yalnızlığımda özlemin bana kâbus
oluyor; gözlerime uyku girmiyor. Her yerde sen varsın. Şimdi ne yapıyor diye
seni hayal ediyorum. Gelin gittiğin günden beri senden hiç haber alamıyorum.
Şartların gözü kör olsun. Kader şimdi de senden yüzlerce kilometrelerce uzağa
fırlattı. Afşin’de olsaydım oğrun oğrun kıyıda köşede seni izler ve sen beni
görmesen de, uzaktan bir tebessüm etmesen de ben seni görerek huzurlu olurdum.
Sen Ayşe’m, yaratılmışsın ki sevilesin ve sevesin diye.
Aşksız dünyanın ne anlamı olur. Bir an değil ömür boyu, hatıralarımızın
depreştiğinde sessizliğin kucağında sen kanat çırpa çırpa yaklaşır mısın benim
dünyama. Fiziken sana sahiplenen birileri olabilir, oysa sen ruh dünyamdasın
benim, sen benimsin Ayşe’m. Sevmeyi seninle öğrendim; duygu, sevgi, aşk seline
bent yapabilecek hazırlıkta olmadığımız için savrulduk oraya buraya Ayşe’m.
Hayatımda senin gibi özel birini sevmenin, arada onca mesafe olsa da lezzetini
hissederek yaşamak çok anlamlıdır benim için.
Hatırlar mısın Ayşe’m; demirli pencerede sohbet ederken
“sırnaşık“ demiştim sana da anlamını dahi bilmeden bu sözüme üzülmüştün.
Demeseydim keşke de dillerim lal olsaydı. O an benim de yüreğime indi, bir
diken gibi durur ve her daim dert olur be sırnaşığım. Uzat elini de çıkart o
dikeni maharetle yüreğimden. Gülün dikeni bülbüle acı vermez, ama gençlik işte.
Bu mektubu serin bir ortamda yazarken cımcılık terlemekteyim.
Merak ettiğim ve korktuğum şudur Ayşe’m. Yıllar sonra da
olsa kader bizi yan yana getiriverse eskiden olduğu gibi yine ürkek bir ceylan
gibi sokulur musun yanıma. Ya da tanımazlıktan gelerek hiç pas vermeden ezer
geçer misin?
İşte korktuğum budur Ayşe’m. Sana iki cihanda saadetler
dilerim. Benim için dua eder misin?
Şahan.”
Zarfın üzerine uyduruk bir bayan adı yazarak alıcı olan
Ayşe’nin ablasına gönderir. Şahan’la anlaşmaları gereği abla mektubu ve şiiri
Ayşe’ye ulaştırır. Okuduktan sonra yakmasını sert bir dille söyler. Ayşe büyük
bir heyecanla zarfı açar ve ağlayarak okur. Ablasına verdiği söz mühim olduğu
için yerine getirmesi konusunda bir an tereddüt eder. İmha edeceğine dair
verdiği söze uymak içinden gelmez. “Ne yapsam da ablamı incitmeden bir yerlere
saklasam” derken aklına, ateş alma bahanesiyle mutfağa geçerek zarfı tutuşturup
dönme fikri gelir. Ve öyle de olur. Elinde ateşe tutuşturulmuş zarfla ablasının
yanına döner. Oysa yanan şey mektubun içi değil zarfıdır.
Çok uzun yıllara şahitlik edecek ‘maruf’ el yordamı ile daha
sonraları ele geçme riski de olsa sandığının bir köşesine saklar.
Zaman kısa, ama Şahan için çok zor geçen yıllar da olsa
nihayet okul biter. Memleketi olan Afşin bahane... Ayşe’ye bir an önce kavuşmak
için yola koyulur. Birkaç günün sonunda Afşin’e intikal eder. Köyüne gitmek
aklına dahi gelmez. Doğruca Ayşe’nin ablasının kapısını çalar. Yalvarır,
uzaktan da olsa bir göreyim diye. Elin karısı, namusu, helallisi olan Ayşe’yi
görmekte ısrar eden Şahan’ı caydırmak isteyen ablası başarılı olamaz. “O halde
ben onu alış veriş bahanesi ile çarşıya çıkarayım. Yalnız sen Allah’ını
kitabını seversen yüz metre dahi yaklaşmadan uzaktan uzağa görüver” diye söz
alır Şahan’dan.
Sözleştikleri zaman diliminde iki kardeş çıkarlar sokağa.
Ablası Ayşe’ye de demiş olmalı ki, yol boyunca sözüne sadık kalan Şahan’ı sanki
gizli bir hazine arıyormuşçasına gözleri fıldır fıldır o da onu arar. Bir
esnafa girdiklerinde Şahan biraz daha yaklaşır. Kirli camın arkasından
birbirlerini fark ederler. Ablası, esnaf fark etmesin diye oyalarken iki yüreği
yanık âşıkların hiçbir şey söylemeden gözlerinden akıttıkları cisim cisim
yaşların döşlerini ıslattıklarını dahi fark etmeden dakikalarca öyle kalırlar.
Nice sonra Ayşe’nin birden bire toparlanmasına bir anlam
veremeden kendi omuzuna dokunan bir elle Şahan da o vaziyetini bozarak elin
sahibine döner. Bakar ki o da buğulu gözlerle Şahan’a; “Bak oğlum sizi
anlıyorum ama o bir evli kadındır artık. Bunu kabullenmen lazım... Buralarda
böyle şeyleri benim hoş gördüğüme bakma, başkaları hoş karşılamaz. Eğer
gerçekten seviyorsan onunla bundan böyle ilgilenme. Yuvasını bozma. Sana da,
kızıma da, bize de çok yazık olur” öğüdünü sarf eden Fettah’tır bu. Şahan’daki
mahcubiyet ve bozuntu “Peki efendim bundan böyle uzaktan da olsa
ilgilenmeyeceğim” ifadesiyle kendini gösterir. Fettah tarafından adam gibi
yapılan bu uyarı karşısında Şahan uzun müddet Ayşe’yi görme teşebbüsünde
bulunmayacaktır. İstemediği için değil, hukuken haklı olmadığı içindir. Eğer
gönül ferman dinlerse...
Şahan işsiz güçsüz, sığınacağı tek yer anası Hürrem’in evi
olur. Yine dünyası allak bullak, Ayşe’nin ilk davulu aklına gelir. Kendi
kendine mırıldanmaya başlar. Bakar ki iyi ve güzel sözler çıkıyor ağzından.
Kalem kâğıt derken şu şiir dökülür zamana...
Gördüm yoncalıktan geçerken bugün,
Sorma hallerimi Fettah’ın kızı,
Davullar çalıyor kurulmuş düğün,
Kaçtın kollarıma Fettah’ın kızı.
Düğünde yakmışlar kına ellerin,
Kaçır götür diyor bana dillerin,
Çoban beye giden bütün bellerin,
Tuttum yollarını Fettah’ın kızı.
Çayı geçincedir Çobanbey Köyü,
Köprünün üstünden geçeriz suyu,
Zaten dedikodu Afşin’in huyu,
Kesilsin dilleri Fettah’ın kızı.
Geçit yollarını seğmenler sarmış,
Yoncalık içine pusuyu kurmuş,
Şahan kader deyip kavgaya girmiş,
Tutun bellerime Fettah’ın kızı.
Şahan’da şairlik istidadı gelişmeye başlar. İlham kaynağı
Ayşe’dir veya onun şahsında remz edilmiş ilahi bir olgudur bu. Afşin - Elbistan
ovasında Şahan’dan önceleri de çok vardır, sonrasında da olacaktır. Özellikle
pirleri Karacaoğlan olan âşık tarzı irticalen veya kalem şairi tarzı şairler
yatağıdır o bölge.
Derdiçok’lar, Hayati Vasfi Taşyürek’ler, Kul Hamit’ler,
Mahsuni Şerif’ler, Abdurrahim ve Bahattin Karakoç kardeşler, Ali Akbaş’lar,
Çıtak’lar, hatta Necip Fazıl’lar... Yeni yetmelere model olmuş Türk Edebiyatında
hakkıyla yerini almış şairlerdir. Onları yetiştiren, genetiklerine adeta
sanatçılığı şifreleyen topraklarda bundan böyle Şahan da vardır artık. Bu böyle
biline...
Yine bir gün yoğun duygular içinde olan Şahan, elinden
koparılan Ayşe’si için çatışmaya girdiği anı hatırlayarak sabaha karşı şu şiiri
gönül imbiğinden sayfalara döker:
Yürü bire Afşin gücün mü yete?
Vurdum dizginleri seğmenden öte.
Haber vermiş bizi sümüklü çöte,
Elimden aldılar Fettah’ın Kızı.
Üstüme yürüdü seğmen alayı,
Sarıldım silaha var mı kolayı?
Yoncalık içinde buldum belayı,
Elimden aldılar Fettah’ın kızı.
Atın terkisinde alınca yara,
Kan içinde kaldı göl oldu ora,
Kimse arka gelmez ben düştüm dara,
Elimden aldılar Fettah’ın kızı..
Tuttular kolundan çektiler geri,
Al kana boyandı yoncalık yeri,
Çötenin Şahan’a düşmanmış seri,
Elimden aldılar Fettah’ın kızı.
Şahan iş bulmak ümidi ile tekrar ağabeyi Salih’in yanına
gitmek için anasıyla helalleşir. Afşin’den ayrılmadan son bir defa Ayşe’nin
ablasına varır. Ayşe’den sadır olan halleri öğrenmektir amacı. “Gidiyorum abla
bir daha ne zaman dönerim bilinmez. Ayşe’nin huzur ve selameti için de olsa
burada duramam artık, hakkını helal et” diyerek ayrılmak ister. Ablası “Seni
görünce çok müteessir oldu, çok duygulandı, ağladı, ağladı. Şahan sana çok
selamı var. Kaderine razı olsun ama beni unutmasın, çünkü ben yaşadığım
müddetçe kendimi ona ait hissedeceğim bilmiş olsun.
Üstelik Ayşe’nin beyi polislik imtihanını kazanmış
önümüzdeki günlerde tası tarağı toplayarak Afşin’den ayrılacaklar. Tayinleri
nereye çıkarsa artık. Bundan böyle istesem de aranızda haberleşmenizi
sağlayamam bilmiş ol Şahan” diyerek çaresizliğini dile getirir.
Bastığı yerler çamur mu, toz toprak mı farkına varmadan
yürümeye devam ederken, ayakları sakin bir çay ocağına götürür Şahan’ı. Boş bir
masaya oturarak çayını söyler. Son zamanlarda yanından eksik etmediği kağıt ve
kalemi çıkararak, gönül pınarından dökülen şu şiiri yazar:
Durmadın ahdinde yazıklar olsun,
Boş selamın geldi Fettah’ın kızı,
Ağabey ayırdı Allah’tan bulsun,
Afşin bize güldü Fettah’ın kızı.
Tekrar gelin olup binince ata,
Kestim önünüzü silahlı kıta,
Ben ne diyem şimdi öyle hayata,
Gönlüm sende kaldı Fettah’ın kızı.
Nerede yeminin nerede sözün,
Sen ellerin oldun yalanmış özün,
Karşıma çıkmaya tutmuyor yüzün,
Gönlüm dersini aldı Fettah’ın kızı.
Kıyarım canıma demiştin bana,
Can tatlı gelince gittin yabana,
Selam yolluyorsun yüzün utana,
İnan Şahan öldü Fettah’ın kızı.
Yazdığı şiiri tekrar tekrar okuyan Şahan Ayşe’ye çok ağır
ithamda bulunduğunun farkına varır. Sanki karşısında oturuyormuş da bu şiirden
dolayı “Bana haksızlık etmedin mi Şahan” der gibi olduğunu hissederek “Eyvah
doğru söylersin be Ayşem, biraz öyle olmuş; maksadım seni incitmek değil,
telafi etmek isterim” diyerek kaleme tekrar sarılır:
Kırdın kanadımı düşürdün yere,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.
Alnımı kurşuna verdim boş yere,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.
Öksüz bir gariptim kendi halimde,
Bir hile mi gördün gönül evimde?
Ettiğin bu zulüm hangi kavimde?
Ne derim sultanım canın sağ olsun.
Yoncalık yolunda elmalık dolu,
Pusuyu kurdurmuş Çöte fodulu.
Vurulup düşerken bıraktım kolu,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.
Hasrete bağladım yılları o gün,
Gönül âlemini eyledim sürgün.
O gün bu gün Şahan dünya ya küskün,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.
İlhamını aldığı sevdasına, doğduğu coğrafyanın kültürü de
eklenince bambaşka bir şey çıkıyor insanın önüne. İçli, duygulu, hassas ve
kırılgan bir kişilik, kabalıktan eser yok. Yalnız Allah’ın verdiği görsellik
hariç, o da bahtına... Şair olmamak
mümkün mü?
Çok zor ayrılır Afşin’den. Gönlündeki sevdanın diline
düşmesi tek tesellisi olur artık. Yanında deste deste kâğıt ve kalemini eksik
etmez artık; onlarla dertleşir, onlarla teselli olur. Yazdıklarını bir kendi
bilir. Kimseyle paylaşmaz. Bu hal neredeyse her biri, iki üç yüz sayfa
tutarında, üç dört kitaplık şiir yazmasına rağmen esas aşıklık istidadının
gelişmesi Rabbani bir tasarrufla ifade edilebilir.
***
Yolculuk Artvin’de tamamlanır. Lise tahsilini tamamlarken
çok güzel bir intiba oluşturduğu için arkadaşlarının olağanüstü ilgileriyle
hayata tekrar tutunur. Bir arkadaşının verdiği bilgilendirme ile Artvin’de
MTA’ya işçi olarak girer. Yine ağabeyi Salih’de kalmaya başlar. Tam iki sene
çalışması karşılığı aldığı bütün paraları velinimetim dediği ağabeyine verir.
Öyle ya aynı kazanda kaynayan, aynı kurulan sofrada tam üç yıl boyunca paylaşan
ağabeyinden aldığı paraları esirgeyecek değil ya. Üstelik önünde askerlik var.
Olur ya ne kadar geciktirse de evlilik var. Onun için ayrı gayrı olmayı kendine
yakıştıramaz.
Ambar memurudur MTA’da. Boş zamanı çok olur. Meşguliyet
olmadığı için ince işlere zaman zaman tekrar dalar. Ayşe unutulacak gibi değil,
çok ciddi tahribat yapar ruh dünyasında. Günlük mutat işlerden sonra Şahan’ı
hep bir şeyler yazarken görür arkadaşları. Çoğu takılır ona da halinden kimse
anlamaz. Para kazanır, eş dost ve çevre kazanır. Ama iç dünyasında sürekli
fırtınalar eser de bir türlü dindiremez. Tek çaresi kaleme sarılmaktır.
İşte onlardan biri;
Bu yalan dünyada mal neye yarar,
Bırak yakasını pul diye diye.
Sevip sevilenler kendine sorar,
Girdiğin gönülde kal diye diye.
Gönül bilmeyenin sevda nesine,
Kapıldım giderim yar hevesine.
Beni hasret koyma bir nefesine.
Beklerim seheri yel diye diye.
Aşkın deryasında gönüller saklı,
Belki de sevda da sevilen haklı,
Mecnun olan bir gün yitirir aklı,
Gezdirir çölleri bul diye diye.
Nerede arasam nerede bulsam?
Bastığın toprağın kölesi olsam,
Dünyadan göçmeden muradım alsam,
Şahan kapısında kul diye diye.
***
Uzun bir zaman çalıştığı Artvin-Murgul MTA’dan askerlik için
mecburiyetten ayrılır. Acemi yeri olan Denizli’de tam iki bin asker arasından
seçilen yirmi kişiden biri olarak özel eğitime tabi tutulur. Eğitim için
Ankara’ya götürülen bu askerlere gerçekten bir ömür hizmet kapısı açılır. Bu
seçilme işi bir taraftan başlarına konan devlet kuşu, diğer taraftan ciddi bir
hizmet anlayışına katkıda bulunulacak fırsat.
Tam üç ay uyuşturucuyla ilgili alanlarda istihbarat
metotları öğretilir. O günün dünyasında ülkemizin üzerinden çok ciddi
uyuşturucu transferi olmaktadır. Transit taşımacılığın yanında iç piyasadaki
bağlantıları ile mücadele ciddi disiplin ve sabır gerektiren durumdur.
İç piyasada oltaya gelinecek yerler, bar ve pavyonlardır.
Şahan bu konunun eğitimini almış olduğu için teşkilat tarafından korunup
kollanmaktadır. Bundan böyle o âlemin Turan Dayısı olacaktır. Bağlum
tepelerindeki mesailerin bir kısmı ailesine hesap verebilmek için bir
kamuflajdır.
Mesela; bir askeri karakola askerlik yapıyormuş görüntüsüyle
er olarak yerleştirilen Şahan’ın, karakol komutanı astsubayla bir sürtüşmesinde
komutana adam akıllı dayak attığı halde haklı çıkarak aynı karakolda görevine
hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi enteresan.
Şahan’ın mekânı olmuştur çoğu zaman bar ve pavyonlar.
Üzerine düşen görevi tam yapabilmesi için o ortamın alışkanlıklarına da kendini
kaptırıverir. Öyle de olması lazımdır. Şahan çok sıkı takip gerektirdiği için
güven esasına dayanan dostluklar oluşturur; özellikle çalışan hanımlar onun en
büyük bilgi kaynağı olur.
Askerliğinin geri kalanını Ankara’da geçirir. Terhisten
sonra tekrar çalıştığı kurum olan MTA’ya Ankara’da başlar. Bundan böyle
Şahan’ın iş kaygısı olmaz. Bu ülkede “Ben geldim devletlü, çalışmak istiyorum”
denince “Hoş geldin haşmetmeap, biz de devlet olarak seni bekliyorduk. Haydi iş
başına...” denecek kadar devletlünün adam aradığı görülmüş müdür? O gün de bu
gün de bir kişilik istihdam için en az kırk elli kişi başvurur da, adama göre
iş anlayışı mekanizması işletilir. Hal böyle olduğu halde Şahan’ın MTA’da işi
hazırdır. Üstelik ambar memuru gibi düz bir sıfatla ayrıldığı kuruma sondaj
yardımcısı gibi teknik bir hüviyetle işe başlar.
***
Şahan’ın işi gücü yerinde. Ağabeyi Salih’le ara sıra
haberleşir. Yengesinin öğretmen olarak yeni atanmış yeğeninden bahsederler.
Şahan hiç düşünmeden izdivacı kabul eder. Düşünmüş olsa başta kararsız,
bilahare hayır diyecektir. Çünkü Ayşe’nin fonksiyonunu kimselerle paylaşmak
istemez. Onun için düşünmeden evet demiştir. Demiştir demesine ama yine de
Ayşe’yi hayalinden çıkaramaz. Özlemini kalemden, hırsını kâğıttan alır:
Yiğidin ömrü de ömür mü olur?
Yanında sevdiği yâr olmayınca.
Her güzel sevende sevda mı olur?
Yiğidin yüreği kor olmayınca...
Yaman eser yüce dağın boranı,
Kim bilir ki sevda yeli vuranı,
Seven koç yiğide arka duranı,
Saf kurup yanında var olmayınca.
Güzelin gönlünde balın arısı,
Yaprağa bürünür gülün sarısı,
Karşılıksız sevmek ölüm yarısı,
İki gönül gelip bir olmayınca....
Güzelin sallanır incecik beli,
Dört mevsim öteye savurur yeli,
Şahan uzatsa da koynuna eli,
Gülü elde kalır yer olmayınca.
Şahan’ın düğünü Artvin’de olur. Düğüne Almancı ağabeyi Murat
da iştirak eder. Şahan ağabeyi Murat’ı her gördüğünde veya ondan
bahsedildiğinde Fettah’ın yüzüne karşı söylediği “Şahan önce aç karnını doyursun” sözünü
tarifi mümkün olmayan bir tiksinti ile hatırlar. Bundandır ki, Murat’a bir
düğün boyu hiç pas vermediği gibi hoş geldin dahi demez. Murat ağabeyi, yalnız
Fettah’a söylediği o çirkin ifade ile kalmayan çok kötü sicili de olduğu için
Şahan haklı hisseder kendini.
Babaları ölünce mal dağılımındaki usulsüzlükten tutun da;
Şahan’ın hakkına düşen toprakların hile veya desise yoluyla nasıl zimmetine
geçirdiği unutulur cinsten değildir. Şahan kendine böyle bir darbe vuran Murat’ın
yüzüne dahi bakmak istemez.
Salih Ağabey’i Şahan’ın düğününe ön ayak olmuştur. İki yıl
Artvin MTA’da biriktirdiği paranın düğün masraflarında kullanılması ümidiyle
gayet rahat olan Şahan, düğün sonunda hesaba oturulduğunda ağabeyinin,
davetiyelerin PTT kanalıyla gönderilmesini bir kalemde önüne koyunca Şahan’ın
“Ben iki yıldır bu günleri hesap ederek, sende biriktirdim zannettiğim onca
paranın bile hesabını sormazken, sen PTT masrafını benim önüme koyuyorsun ayıp
değil mi?” diye serzenişte bulunduğunda, ağabey Salih “Sen benim evimde üç yıl
yedin içtin, okulunu bitirdin. O paraları da o masraflara say” demez mi...
Ağabey; baba yokken baba demektir. Şahan’ın bu konuda da
fakirliği, Ayşe’nin üzerinde küllenmiş gibi görünen “Dert bir değil elvan
elvan” türküsünü mırıldanmaya başlar. Bu marazi durumu sineye çekmeye mecbur
olduğunu bilerek “Allah’ınızdan bulasınız, hiç mi ağabeyliğinizi, büyüklüğünüzü
tartmıyorsunuz?” demekten başka ne yapabilir. Mazlumun ahı tutarmış derler ya;
aradan uzun yıllar geçer.
Nefsine aşırı itibar eden, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya
saltanatını sürdüren, kardeşine karşı bu kadar duyarsız kalan, onun sevdasından
haberdar olmayan veya hiç önemsemeyen ağabeyi Murat, Almanya’da vefat eder.
Ağabeyinin öldüğü haberini alan Şahan, doğru Afşin’e gider.
Gereken vazifeyi yaptıktan sonra mezarı başına vararak gözyaşı içerisinde
duygularını, sırdaşı olan kâğıda şöyle döker;
Dinle sözlerimi etmeden telaş,
Geldim mezarını buldum be gardaş,
Fatiha okudum günahla savaş,
Yaptığından bizar oldum be gardaş.
Fettah’ın kızını gösterdim sana,
Aç karnını doyur dedin sen bana,
Gardaş atılır mı böyle yabana,
Ağlarken halime güldüm be gardaş.
Okulum biterken hemen o yaza,
Görünce yanımda ne dedin kıza,
Allah’tan korkmadan sattın ucuza,
Ben altmış yedi de öldüm be gardaş.
Bak sen mezardasın ben de başında,
Mal götürdü diye yazmaz taşında,
Fettah’ın küçüğü yine düşümde,
Sayende dertlere kaldım be gardaş.
Uzun zamandır zevkle anlatılanları dinleyen Hikmet nihayet
araya girerek “Son şiirin çok ağır olmuş Şahan, üstelik acısı henüz geçmeden ve
mezarının başından ruhuna karşı” ifadesiyle Şahan’ı biraz dağıtmak ister.
Ayşe’nin polis memuru beyinin tayini Adıyaman’a çıkar. Artık
o da mekân değiştirme zorunluluğuna muhatap olur. Dedikodunun önünün nispeten
kesilmesi, en azından unutulmaya yüz tutması için bu durum her muhatap için iyi
olacaktır. Hop oturup hop kalkan baba Fettah bir ohh çekecektir.
Çünkü bu deli oğlan Şahan’ın ne zaman ne yapacağı belli
olmaz. Ha kızı biraz akıllı olsa, nerede... O da Şahan’dan geri kalmaz.
Afşin’in Beyceğiz Mahallesi’nin dili olsa da konuşsa, neler
yaşanmış neler. Bereket versin Şahan’ın imkânı yoktu. Bir de o olmuş olsaydı,
yanında hısım akrabalarını da sürükleyerek kaderin akışını değiştiremeseler de
nice ağıt yakılmalarına vesile olurdu. Muhatapları bu açıdan yine tebrik etmek
lazım... Çok olgun davranmışlardır. Ayşe’nin yeni yuvasında sıkıntı nispeten
hafif atlatılmıştır. Sonu birçok ölüm olayı yaşanılarak ibretlik bir duruma
dönüşebilirdi.
***
12 Eylül ihtilalinden önce ortalık toz duman. Faili meçhul
onlarca cinayet... İnsanların mahalle mahalle, sokak sokak kurtarılmış bölgeler
oluşturduğu dönem. Ankara MTA’da sondaj yardımcısı olarak çalışan Şahan’ın
İzmir Bölge Müdürlüğü’ne sondajcı olarak tayini çıkar. O dönemin Başbakanı Bülent
Ecevit’tir. Sol iktidarda, Şahan’ın sürülmesi de denebilecek bu tayin normal
karşılanacaktır.
Velâkin hedef göstermeler veya dengeler gereği insanların
rahatça harcanmamaları kendilerince tedbir almaya itilir. Siyasi iktidarlar ve
ona omuz veren sivil toplum örgütleri karşı düşüncede olanlara prim vermeden
yerellerinde iktidardan daha iktidar olabilmeleri gibi halleri insanları ciddi
olarak bunaltır.
Öncesi bekar olan Şahan halde evli; üstelik her gün kendisi
gibi işe gitmesi gereken öğretmen hanımının da mesuliyetinin üstünde olması,
daha temkinli, daha dikkatli olmasını gerektirirken, Şahan, Ayşe sevdasında
görüldüğü gibi yine sivrilerek gariban olduğu mekanlarda paratoner gibi
insanların şerlerini üzerine çekmekte mahirdir.
Mesai saatlerinin dışında, duygu ve düşüncede paralellik
hissettiği milliyetçi bir partinin binalarını ziyaret etse de, il bazında
birçok binanın ya azgınlaşan solun korkusundan veya mevcut binaların
kiralarının ödenmemesinden dolayı kapalı tutulması Şahan’ı çok üzer.
Bir müddet sonra ilgilileri, ilgisizlerden aldığı bilgilerle
ya evlerinde veya işyerlerinde ziyaret ederek tanışır. Çözüm arar onlarla
beraber. Pusturulmuşluğun yanın da parasızlıktan ötürü hareket manevralarının
kalmadığını âcizane olarak ifade ederler.
Şahan’ın bazı derin güçlerle bağlantısı olduğu, işe onların
desteğini alarak, partili yetkililerin de bilgisi dâhilinde bir takım
çalışmalara başlaması hayırlı sonuçlar doğuracağa benzemektedir.
İzmir, Manisa ve Balıkesir yöresinde tespit ettiği iş
adamlarını ziyaret ederek meramını sağa sola bükmeden anlatarak düzenli olarak
para akışını halletmeye başlar. Ziyaret ettiği iş adamlarından “Benden size
zırnık çalışmaz” babında yüreklice karşı koyanlara, daha ileri gitmeden
teşekkür ederek “Bir daha rahatsız etmeyiz” sözü vererek ayrılır.
Böylece Şahan birkaç ay içinde parti teşkilatlarının parasal
problemlerini çözer. Öyle bir sistem kurar ki; tahsilât için zamanında gitmese
de kendisiyle bağlantı kurularak emanet gönderilir. Altı ay içinde İzmir ve
çevresinde partinin maddi problemleri kalmaz. Ama oldukça önemli bir meblağ
birikmeye başlar. Bölgenin ihtiyacı dışında biriken paraları çuvallara
doldurarak Genel Merkeze bizzat kendisinin getirdiği çok olmuştur. Öyle ki
Genel Merkez de alıştığı için Şahan denilince Koca Kurdun dahi ağzı kulaklarına
kadar yayılırmış.
Tahsilât işinin bu kadar rahat olması, hiçbir polislik
takibe ve şikâyete muhatap olmadan bu işi yürütmesi Şahan’ın yiğitliğinden veya
kararlılığından değil, kendisine verilen istihbarat desteğindendir daha çok.
Şahan’ın çalışmalarından paylarına düşeni almasalar göz yummaları mümkün mü?
Zorla veya gönüllü olarak uygulanan bu projeden çok daha
küçük, organize olmuş durumda olanlar 12 Eylül’de takibe alınarak
cezalandırıldığı halde, Şahan’la ilgili en ufak bir dedikodu dahi resmiyete
intikal etmemiştir.
Hadi diyelim ki Şahan, iyi niyetli, yardım ettiği kişi ve
kuruluşları, işin içine bulaştırarak ihtilal iddianamesine malzeme hazırlamak
için artniyetli birileri de o teşkilatlarda sürekli bulunmuşlardır.
“Devlet her şeyi bilir, yeri ve zamanını bekler ve can
yakmak veya hasmını bertaraf etmek için yetkili kadrolara malzeme hazırlar.
İşte Şahan böyle bir ortamda basireti açık olarak vicdanının emrettiğini yapar
ve hiçbir şekilde başı da ağrımaz. Bu durum üç ay, beş ay değil tam üç yıl
sürer. Ta ki 12 Eylül ihtilaline ramak kala bir zamana kadar.
İzmir MTA, bölge merkezi olduğu için Şahan çok dikkat çeker.
Muarızları kendisini bölge uhdesinde bir şube olan Manisa Turgutlu’ya sürerler.
O yalnız bir siyasi parti menfaatine çalışmanın yanında MTA Sendikası’nda bölge
temsilcisidir de.
Dolayısıyla flaş bir statüsü vardır. O dönemin siyasi
tablosunda böyle özelliğe sahip bir kişinin postu deldirtmemesi mümkün
değildir. Karşı taraf vurucu güçlerinin de ağzını sulandıran hedef olmaktan,
listeye girmekten ala bir durum. Şahan bunu da başarır.
Turgutlu’da epeyi Kürt nüfus vardır. Osman Öcalan’ın da dağa
çıkmadan önce Turgutlu’da oturduğu söylenmektedir. Liderliğini Akrep Nalan’ın
yaptığı sol bir grubun ölüm listesinde Şahan da yer alır. İstihbarattan gelen
bilgiler bunu doğrular. Şahan’a “Tedbirli ol, her daim arkanda seni
kollayamayız” derler.
Şahan da kendince tedbirini alır, giriş çıkış saatlerini
değiştirmekten tutunuz da, her gün girip çıktığı sokaklardaki değişimlere kadar...
Neler neler... Ama yine de gemiyi azıya almış şer güçlerinin ateşli
saldırılarından kurtulamaz.
Evinin bulunduğu sokağa adımını atar atmaz etraftaki
sessizlikten huylanan Şahan ilk mermiden sonra, kendini korumalı bir yere atar.
Akrep Nalan denilen çete liderinin adamlarıdır bunlar. Polis gelene kadar
müsamere yapılır. Şahan yanında bulunan 75 adet mermiden 72’sini atar. Karşı
tarafta birden çok ateş eden olduğu için sayısı bilinmez. Şahan omuzundan
aldığı yarayla canını kurtarır. Eğer istihbaratçı desteği almamış olsa, onlar,
polisi müsamere yapılan yere sevk etmemiş olsalar, Şahan’ın yaşaması mümkün
olmazdı herhalde...
Tabi ki olay adliyeye intikal etmez. Oysa biri de karşı
tarafta olmak üzere iki yaralı var. Öbür yaralananı Şahan bilmez ama kendisinin
tedavisini devlet görevlisi olan arkadaşları yaptırır. Tedavi süresi uzun olur.
Bu zaman zarfında elinden kalem kâğıt yine düşmez. Evlidir, eşi de çok mükemmel
kişilikli bir öğretmen hanım olmasına rağmen, gönlüne yine ferman dinletemez.
Hani derler ya “Garga’nın türküsü hep peynir üzere” diye.
Şahan da şiirlerini hep Ayşe üzerine yazar. Bazen onu kastederek Nilüfer veya
başka bir kadın adı koyar şiirlerine. Belki de tedbir gereği duygularının
kamuflesini murat eder.
***
Bir takım bilgilere ulaşması onun için çok kolaydır.
Ayşe’nin eşinin tayininin Ankara’ya çıktığını ve Demetevler semtinde oturduğu
bilgisi onu heyecanlandırır. Hasta haldeyken gönlünden kâğıda dökülenler
şöyledir:
El ele tutuşup gidelim derken,
Felek gazabına gelme be Ayşe,
Ayrılıksa ölüm sözü verirken,
Boşa vebalimi alma be Ayşe.
Toz duman bürüdü Afşin’in üstü,
Ne günah işledik yazgımız küstü.
Kader pay pay etti ayrı bölüştü,
Bana da bir hisse salma be Ayşe.
Ayrılık çekerken yaşamak dram,
Afşin, Maraş bize edildi haram.
Aktı gözyaşımız hep gram gram,
Daha gerisini bilme be Ayşe.
Sana mekân oldu, Ankara Demet,
Şahan Turgutlu’da Hakka emanet,
Neye niyet ettik ne oldu kısmet,
Alın yazısına gülme be Ayşe.
Yaman adamdır Şahan. Kimsenin önünde kolay kolay eğilmez. Bu
dik duruşu yani kişiliği bir de malum derin organizasyon gereği Şahan, Genel
Merkezi Ankara olan Türk-iş’e bağlı MTA-İş Genel Muhasipliğine, haberi dahi
olmadan aday gösterilir.
Seçimler yaklaşmaktadır ama Şahan halen tedavi görmektedir.
Gerçi seçime iştirak etmese de adı listeye girmiş olup mutlaka kazanacaktır. Bu
konuda bir endişesi olmaz.
Onu heyecanlandıran, O’nun havasını teneffüs ettiği, suyunu
içtiği mekâna ulaşmaktır bir an önce.
Daha da önemlisi “Canan canı istemiş vermesem olmaz”
özdeyişindeki anlama uygun “O yâr duydum ki Ankara’daymış, bir an evvel aradaki
mesafeyi kapatmazsak olmaz. Belki, neden geç kaldın diyerek bana gönül kor”
gibi teslimiyetçi bir haleti ruhiye içinde duygularını yine kaleminin ucunda
akıtmaya başlar;
Ferhat’a dağları deldiren kader,
Aradı da beni buldu neyleyim.
Sevip sevilmede yaptığım eser,
Serim bir divane oldu neyleyim.
Gönül vazgeçmiyor sevdiği yârden,
Memleket dedimse ayrıldım ordan.
Söyleyemez oldum kimseye ardan,
Çeke çeke ömrüm doldu neyleyim.
Değmezmiş dünyanın üç ile beşi,
Menfaat gördü mü bilmez kardeşi.
Versem ellerine gökten güneşi,
Dostlar defterinden sildi neyleyim.
Gönül işleriyle açıldı aram,
Aklıma geldikçe sızlıyor buram.
Candan sevenlerin vuslatı haram,
Şahan saçı başı yoldu neyleyim.
***
Nihayet Şahan sağlığına kavuşur. MTA-İş’in Genel Muhasibi
olduğu kendisine tebliğ edilir. Tası tarağı toplayarak Ankara’ya evini taşır.
Şahan’ın ömründe görüp göreceği en büyük devlet umuru böylece vücut bulmuş
olur. Kısa sürede yeni oturduğu koltuğun kültürüne alışır. Devletin üst bürokratlarıyla,
siyasetin söz sahibi olanlarıyla oturup kalkar. Şahan’ın ela gözüne mah yüzüne
talip olacaklar değil ya, o koltuğun imkânlarıdır Şahan’ı güçlü yapan. Kendi
hakkını da inkar etmek elbette doğru olmaz.
İşçi kesintilerinden oluşan havuzun hesap ve kitapları
şeffaf ve hesap verici durumda olmadığı için meşru görülen bir takım
kalemlerden yapılan meşru olmayan harcamalar, o koltuk sahiplerini neredeyse
imparator kadar güçlendiriyor olması, Şahan’ı da bu yönde kamçılar.
İşçi menfaati doğrultusunda yapılan harcamalarda hesap
sorulabilirlik doğal bir hak olması gerektiği halde sorgulanmaması bir tarafa,
hiç işçilerle ilgili olmayan alanlara, işçinin alın teri olan tasarrufunun
hesapsız kitapsız sarf edilmesi çok manidar olduğu için, sanki özel mülkiyet görünümü
arz etmektedir.
Yalnız MTA-İş Sendikası’nda değil, o dönem için bütün
sendikalarda, sendika liderlerinin işçi hakları olan paraları gerek şahsi,
gerekse keyfi harcamalarının hesabını soracak hiçbir merci yok gibidir.
Tasarruflar bu şekilde çarçur edilir.
Böyle büyük zaafiyetlerin olduğu yerde, özellikle üst
planlamacılar buralara palazlanırlar. Güya uyduruk seçimlerle de teşkilatlarını
kurarak “Körler sağırlar, birbirini ağırlar” anlayışına uygun geçinip giderler.
Ne zaman ki kendi aralarında rant paylaşımında sıkıntı olur, o zaman da en
güçlü hırsız tekrar baş olur, vesselam...
İşte böyle bir sendikacılık anlayışında çarkın işleyen bir
parçası olur Şahan. Kendi nefsi tasarrufta bulunmaz ama hesabı kitabı olanlara
da bu güçle yardımcı olmaması mümkün olmaz.
Makamında yapılan aylık siyasi toplantılardan tutun da,
seçime girecek vekillerin seçim masraflarını işçi parasıyla karşılamaya kadar
çanak tutmaya mecbur edilir. Sonradan geriye dönüp baktığında, kendi kendine
“Oğlum Şahan yatacak yerin yok!” diyerek özeleştiri de bulunması bile büyük bir
fazilet örneğidir. Geçelim.
***
Şahan henüz Ayşe’yle görüşme imkânı bulamamıştır. Oturduğu
koltuğa ısındıktan sonra, hep aklının bir köşesinde, daha dünkü gibi değerinden
bir şey kaybetmeyen Ayşe’yle görüşmeyi tasarlar.
Aradan on veya on iki yıl geçtiği için Ayşe cephesindeki
değişikliği tahmin edememektedir. Kendine ilgi gösterip göstermeyeceği
konusunda tedirgindir. Onun için Ankara’ya gelir gelmez soluğu Demetevler’de
almaz.
Oysa Ayşe’de de Şahan’a karşı hiçbir şey değişmediği gibi
büyük bir hasretlik ve özlem duygusu hâkimdir. Bunu karşılaştıklarında Ayşe’nin
ifade ve itirafından anlayacaktır Şahan. Ayşe’nin iki oğlu ve bir kızı olmuş,
aile saadeti görünüşte yerinde, evlendiği günden beri geçimsizlik yaşamamış çok
beyefendi ve olgun bir beyi vardır.
Vardır ama “Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan”
cümlesiyle başlayan tarife tam uymaktadır bunların hali. Yüreklerine söz
geçiremeyen, aralarında oluşan bu güçlü bağ onlara “İki yüreğin türküsünü
söyletir.”
Ayşe, Şahan’ın başlangıç itibariyle MTA teşkilatının Artvin
şubesinde çalıştığını bildiği için Demetevler’e taşındıktan bir süre sonra konu
komşu derken çevre de genişleyince, tevafuken kocası MTA’da çalışan bir
bekçinin hanımıyla tanışır. Şahan adında bir personelin varlığını kocasından
sordurtur. Bir sonraki buluşmasında sendikada böyle birinin olduğu haberini
alır. Sözlü olarak selam göndermekten çekinmez. Selamı alan Şahan çok iyi
bildiği Demetevler semtini ve o güzel parklarını göz önüne alarak yüreğinin
türküsünü bir daha söyletir;
Demet’i Cemre’yi gezdim ben bugün,
Kokusu güllere sinmiş anladım.
Gönlümdeki sırrı sezdim ben bugün,
İçime özlemi inmiş anladım.
Gezdim köşe bucak seni aradım,
Demet’in parklarını bir bir taradım.
Her yolu denedim, ayak diredim,
Artık ümitlerim sönmüş anladım.
Bir haber bir mektup çok gördün bana,
Dermanım tükendi bulmaktan yana.
Şahan ne söylese yeridir sana,
Gönlün başkasına yanmış anladım.
***
Hikmet iki gün boyunca Şahan’ı dinler. Dinledikçe de
davranışlarındaki asaletin veya nezaketin değiştiğini hisseder. Kapalı bir kutu
gibi gördüğü Şahan’a karşı başından geçen hikâyesini dinledikçe saygısındaki
değişmeyi üçüncü dördüncü kişiler nezdinde tarif etmekte zorlanır. “Sırrına
vakıf olmak lazımmış, hiçbir insanı yüzeysel ilişkilerde tanımak mümkün
değilmiş, insan bazen birçok bilinmezleri bünyesinde taşıyan muamma bir varlık
oluyormuş” der soranlara.
Ve Şahan’a bakışı bundan böyle çok farklı olacaktır
Hikmet’in. Gönlünde, bundan sonra ne olacak acaba diyerek heyecanlanırken Şahan
devam eder;
Şahan, kendisine Ayşe’nin selamını getiren personelinin eşi
vasıtasıyla Demetevler’deki büyük parkta buluşma saati verir.
Belirtilen zamandan ne kadar önce varır bunu kendisi de
hatırlamaz. Sanki yeniden doğmuş gibi zamanı sarhoş edercesine gözünün
görebildiği her kadın görünümündeki karartılar dahi kalp atışlarını
hızlandırır.
Söze nereden başlayacağını, neler söyleyeceğine dair bir
yığın senaryo geçer aklından. Kolay değil çok uzun zaman olmuştur. Gözünün
önünde canlandırır onbeşlik Ayşe’sini. Tanıyamamak endişesine de kapılır bir
an.
Derken arka tarafından gelen bir sesle, daha doğrusu ayak
takırtısıyla kafasını çevirince göz göze gelirler. Şahan’ın tanımaması ne
mümkün. Ayşe fizik olarak çok az değişmiş. Uzun ince boylu, beyaz benizli,
gülünce yanaklarında gamzeleri oluşan, kabasına kadar inen saçlarıyla birkaç
adım daha atarak “Şahaan” diye seslenir.
Dizlerinin bağı çözülmüştür sanki. Ayakta durmakta zorlanır;
Şahan’a dinen namahrem olduğundan bir yerlere yaslanma ihtiyacı hissettiği için
elini dahi mecburiyetten uzatır. Şahan ayakta durmakta zorlandığını hissettiği
Ayşe’nin uzatılan elini kolundan kavradığı gibi hemen yanı başındaki banka
oturtuverir.
Bir müddet her ikisi de hiç konuşmadan öyle kala kalırlar.
Nice sonra Ayşe başını Şahan’ın omuzuna ürkek bir ceylan gibi yaslar. Yaslar
ama hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Şahan da ha keza... Ancak daha soğukkanlı
görünür ama o da akıtır gözlerinden yaşları. Bu hal, bir müddet devam eder.
Rahatlamışlardır; birbirlerine fazla kelam etmezler ama hal diliyle çok şey
söylerler çook...
Ayşe’nin oturduğu ev Demetevler’deki Cemre Parkı’nın hemen
yanı başında olduğu için bundan böyle kararlaştırdıkları her hafta, evin mutfak
penceresini gören bir banka Şahan gelecek, geldiğini gördüğü zaman Ayşe de
belirledikleri yere gelerek görüşeceklerdir.
Ayşe her ne kadar gönlüne hükmedemese de Şahan’la bir araya
geldikleri müddetçe ürkekçe tavrını sürekli hissettirir. Ölçülü ve mesafeli
pozisyonun muhafazasına önem verilir. Buluşmaların sulandırılmasına ne Ayşe, ne
de bir erkek olarak Şahan müsaade eder. Kutsal bir aşk hikâyesinde zaten
cinsellik öne çıkmaz. Bu parktaki bankların, çiçek ve böceklerin dilleri olsa
da bu sevdadaki asaleti anlatmış olabilseler.
Şahan her hafta randevu yerinde olur. Hiç sapmaz. Bazı
hallerde olmayıverirse Ayşe’sinin çok tedirgin olacağını bilir. Sorar sordurur.
O parkı gören mutfak penceresinden hiç ayrılmaz. Çocuklarına zül getirebilecek,
beyine zarar verebilecek acemiliklerden kaçınır.
Şahan ilk buluşmasının ardından hafta sonunu dört gözle
bekler. İşyerindeki bütün mesai arkadaşlarına karşı son derece esprili ve
yumuşak davranır.
Bu değişiklik evine de yansıdığı için eşi ve çocukları
hiçbir anlam veremeden kabullenmek durumunda olurlar. Bir dedikleri iki olmaz.
İlgi ve alaka daha sorumlu ve sıcakkanlı seyreder.
Çok değer verilen bir eşyanın kaybolduktan sonra
bulunmasındaki sevincin belki de onlarca katı bir durumdur bu Şahan’daki
değişim.
Böyle bir duygu yoğunluğu yaşayan şair, bir sonraki
randevuya eli boş gider mi hiç. İlk buluşmadaki tabloyu şöyle kaleme döker;
Oturduk Cemre Parkı’nda,
Sunam yandı ben ağladım.
Hayat suyumun çarkında,
Sunam yandı ben ağladım.
Gülüm dedim; bülbül dedi,
Sevdayı ateşe verdi.
Hasret denizine girdi,
Sunam yandı ben ağladım.
Gözüme baktı hislendi,
Gözlerine yaş süslendi.
Başı omzuma yaslandı,
Sunam yandı ben ağladım.
Hasret deyince yutkundu,
Uzandı elimi tuttu.
Dilinde sözü unuttu,
Sunam yandı ben ağladım.
Şahan postu yere serdi,
Sel oldu çağlayıverdi.
Sinesine hasret derdi,
Sunam yandı ben ağladım.
Bir zarf içinde bu şiiri Ayşe’ye uzatır. Şiirdeki “Suna”nın
Ayşe olduğu, tedbir gereği iffetine zarar gelmesin diye bu ismi işlediğini de
belirtmeden geçemez.
Demetevler’deki Cemre Parkı’ndaki buluşup sohbet etmenin
tadı lezzeti her daim bir başka olur. Her buluşmada en taze bir şiir okunur
Ayşe’nin yüzüne karşı.
Uzun dönem bu buluşmalar devam eder gider. Seneler geçer ama
her buluşmada güneşin yeryüzünü aydınlattığı taze bir ümit ve taze bir hayat
gibi duygulu ilişkiler devam eder. Olacak ya; hiç bir şeyin uzun ömürlü
olmadığı gibi hiç bir zevk, sefa veya alışkanlıklar da uzun ömürlü olamaz.
Eşyanın tabiatı bu... Bir tel kopar ahenk bozulur. “Her nesnenin bir bitimi
var” der ya şair, Şahan-Ayşe buluşmasına mekanlık eden Cemre Parkı’nın, bu aşk
karşısında hasetlik duygusu kabarmış olmalı ki ahengi koparır.
Haftalık mutat buluşma saatinde bankta yerini alan Şahan,
saatlerce beklemesine rağmen ne Ayşe’nin mutfak penceresi açılır ne de söz
verdiği halde gelir.
Bir sonraki haftada aynı vaziyet değişmez. Sorar soruşturur;
aynı evde oturdukları, tayinlerinin çıkmadığı bilgisine ulaşmakta zorlanmaz.
Bilahere kendisinin de sendika faaliyetleri nedeniyle Ankara
dışına zorunlu olarak yapması gereken seyahati uzayınca, Ayşe’yle görüşmeyeli
dört beş haftaya ulaşır.
Oysa Ayşe akciğer kanserine yakalanmış, kocasının da
Ankara’ya tayininin çıkmasının en önemli sebebi buymuş. Uzun dönem tedavi
olmuş. Velakin ömrünün son demlerinde hastalığı iyice vücudu sarmış, Allah’ın
verdiği ömrünün son baharında bile bile kendini özgürlüğün kollarında
sevdiceğine yakın olmak, göremese de aynı iklimi teneffüs etme hayali...
Şahan’ın bütün bunlardan haberi olmaz. Hatta birkaç hafta
parkta bekletilmesi, kendinden bir nebzecik de olsa soğumuş olacağı endişesi
taşır.
Gelişmelerden haberi olmayan Şahan, bunları nereden bilsin.
Sendika faaliyetleri bitiminde Ankara’ya dönüşte yine duygularını şiirle dile
getirir:
Bakarım aynaya hep benzim sarı,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
Gönül düzenimin bozuk ayarı,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
Bir hoş etti beni gönül dumanı
Beni benden aldı ayrılık anı
Öyle mi yazılır aşkın fermanı?
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
Kabuk bağlamıyor aşkın yarası
Bendimi bağladı sevda karası.
İnce bir sızı var yanar şurası,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
Şahan kara sevda çekiyor amma;
Geçen yıllarını yaşadı sanma!
Gel de kör talihe kahredip yanma,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
***
Tekrar merkezde işine başlayan Şahan, fırsat buldukça mesai
saatinin içinde ve dışında parka varır, saatlerce oturup bekler. Hiçbir ses
seda yoktur. Canı çıkarcasına ruhsal sıkıntıya girer. Göremeyince tabii ki
dönmek zorunda kalır.
Böyle ümitsiz bekleyiş içinde olduğu bir günün geç
vakitlerinde evin kapısı çalınır. Gelen işyerinden tanıdık bir arkadaşıdır.
“Şahan Bey senin bir hastan varmış, İbn-i Sina’da yatıyormuş. Kusura bakma,
benden ısrarcı oldular sana ulaşmam için. Seni bekliyorlar” diyerek ayrılır.
Üzerini giyinip İbn-i Sina’ya intikal eden Şahan’ın
gönlünden bin türlü olumsuz çok şeyler geçer. Bu hastanın Ayşe olmaması için
çok dua eder. Ama kaderin önüne kim geçebilir ki?
Meğer sayılı günler çabuk geçmiş. Ayşe hastanede ümitsiz bir
vaka olarak yatmaktadır. Ha öldü, ha ölecek. Çocukları ve akrabaları her gün
oraya taşınırlar. Ayşe’nin düşünme melekeleri iflas etmiştir. Bir türlü emaneti
veremiyor. Bakıcıları endişeli, ailesi endişeli... Beklediği biri var, ismini
de sürekli sayıklıyor. Bu ismi herkes biliyor. Bir taraftan kızılıyor ama diğer
taraftan bu sevda olgusunun Rabbani bir cilve olduğuna dair iç çeke çeke, ahh
ahh gibi yürek terennümleri o ortamda kendini gösteriyor. Bakıma ihtiyacı olan
insanların tam manasıyla sıkıntısını giderici hizmet anlayışının olması zor bir
durumdur. Üsteli yatalak olanlarınki daha zordur. Öyle bir an olur ki en
yakınları dahi, hastadan bir an evvel kurtulmak için “Yarabbi şu emanetini al
da bu sıkıntıda herkes kurtulsun” diye dua edenler çok görülür. Ayşe’nin de
yakınları bu hastalıktan kurtulmanın mümkün olmadığını bildikleri için aynı
duyguları taşır görünmektedirler. İnsan ölüm anında bir türlü canını vermek
istemezmiş, ta ki çok sevdiği biri veya birilerini yanında hissedene kadar.
Bazen de o şanslı kişinin adını sayıklarmış mütemadiyen. Onun için zorunlu
kabullere müsamaha gösterilir. Şahan’ın durumu da böyledir. Ayşe - Şahan
olgusuna şahit olan yetişkinler, en başta kayınpederi ve beyi gözyaşlarını
bastırarak “Şahan... Şahan...” terennümüne bu sebeple tahammül etmektedirler.
Ayşe’nin kayınpederi oğlunu ikna ederek Şahan’ı uzun bir
uğraştan sonra böylece buldurur.
Şahan, hastane kapısında Ayşe’nin kayınpederi olan sakallı
bir zatla karşılaşır. Her ikisindeki değişikliğe rağmen “Oğlum Şahan sen
misin?” sorusuyla Şahan’ın ayağı yere basar. İçinden eyvah Ayşe’ye bir şey
olmuş herhalde düşüncesi geçerken dilinde “Evet amca benim” cevabı üzerine “Falanca
odada oğlum, hep seni sayıklıyor, nasıl bir sevdaymış bu? Bunca zamana rağmen
çocuklarının bile değil de senin adını söylemesinden ötürü çağırdık” diyerek
bir an önce yanına varması için zorlar.
Şahan odaya seğirtir. Örtünün altındaki eli usulca tutunca,
Ayşe gözlerini açar. “Geldin mi Şahan, ben gidiciyim. Hakkını helal et” der ve
başı bir tarafa düşer.
Şahan’ı odanın kapısında bekleyen kayınpederi gelininin
nihayet bütün dertlerinin ve acılarının bittiği haberini “Başınız sağ olsun”
diyerek delicesine kendini odanın dışına atan Şahan’dan öğrenir.
Şahan’ın feriştahı şaşmıştır. Oraya buraya, ona buna çarpa
çarpa kendine bir çay ocağı bulur. Derdini yine dert ortağına döker;
Oy demek oyuyor içimi gülüm,
Almadan muradı yittin be gülüm.
Sağlığını bilmek olurdu neşem,
Kara haber geldi bittim be gülüm.
Sayıklarken beni İbn-i Sina’da,
Söylemişler, gelsin demiş babanda.
Can hıraş varınca düştüm odanda,
Bende senin ile gittim be gülüm.
Seni götürdüler Afşin Maraş’a,
Peşinden gelmeye girdim yarışa.
Vardım mezarına gönül alışa,
Yılların peşini güttüm be gülüm.
Sevdim toprağını öptüm kokladım,
Gece vakti el yordamı yokladım.
Zül olur saydım da sırrın sakladım,
Kendimi ateşe attım be gülüm.
İşte böyle gülüm sevda düzeni,
Ben oldum yıllarca gurbet gezeni.
Bir gün gelir elbet mezar kazanı,
Şahan’ı yanına yatır be gülüm.
***
Hikâyenin bu şekil sonlanmasına Hikmet de son derece
duygulanır. Zaten hikâye boyunca gözyaşlarıyla ıslanmış siluetine bakmaya bile
cesaret edemeden dinleme heyecanı gösteren Hikmet;
“Önce aşk yaratıldı, dünya ise aşk merkezli yaratıldı”
inancına söylem olarak yabancı değil ama tatbikatını yaşamış bir kahramanla
karşı karşıyadır. Aynı havayı teneffüs etmenin şahitliği bile bir nimettir telakkisi
onu da rahatlatmaktadır.
“Allah sabır versin be kardeşim”, der sanki yeni ölmüş gibi
Ayşe. Öyle bir etkilenme olmuştur ki vuslat yenidir. Dolayısıyla Şahan’ın
acısını hafifletmek için başsağlığı dilemektedir.
Ardından “Cenazeyi Afşin’e mi götürdüler, sen de gittin mi”
sualini sorar.
Gitmez mi Şahan. Sabaha kadar oralarda gezinir. Cenazenin
defin yerini ailesi Afşin olarak kararlaştırır. Ahlaki olmaz düşüncesiyle
Şahan, olup biteni uzaktan takip etmektedir. Cenaze arabasıyla beraber o da
özel arabasıyla Afşin’e kadar uzaktan takip ederek varır. Geç vakit olduğu için
bir sonraki gün öğle namazına müteakip Pir Ali Camii’nde cenaze namazı
kılındıktan sonra Afşin Mezarlığı’na defnedilir.
Mezarın başında el ayak çekildikten sonra Şahan varır. Ne
kadar dertleşir, ne kadar toprağını okşar, yüzün sürer kendisi dahi bilmez.
Sabah ezanları onu uyandırır. Güne güneşten erken doğduğu için, o haletiruhiye
içinde yine iksirli kelamını dert ortağı kâğıda şöyle döker;
Gözümde tütersin özledim geldim,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.
Yol boyu derdimi yüzledim geldim,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.
Dünyadan göçerken tuttum elini,
Son nefeste kırdın hasret belimi.
Bir tek sensin bende gönül gelini,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.
Ankara’dan geldim kabir başına,
Derdimi dökerim mezar taşına.
Toprağı ıslatan gözüm yaşına,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.
Hiç kalay tutmuyor gönlümün tası,
Boş yere bekliyor sevgi mayası.
Şahan seni sevdi güzeller hası,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.
Ve güneşi, gül yüzlü sevdalısının başında karşılar. Ortalık
hareketlenmeden vedalaşarak eş dost kimseye görünmeden tekrar Ankara’nın yolunu
tutar.
Hikmet’in “Herhalde bütün şiirlerini ona yazmışsın; doğrusu
o da çok şanslıymış” sözüyle Şahan; ”Gulubu şuara hazinetullah” der Kainatın
Efendisi. Manası; Şairlerin gönülleri umman gibidir, söylemekle tükenmez. Yoksa
daha önce de değindiğim “Garganın kırk türküsü varmış, kırkı da peynir
üzereymiş” babında algılama lütfen... Neredeyse bir külliyat oluşturacak kadar
şiirlerim oldu. Birçok yarışmalarda birçok ödül aldım. Şiirlerimden en az on
dört on beş tanesi birincilik almıştır deme ihtiyacı duyar.
Hikmet’in “Cenaze ortamı nasıldı, yakinen bulundun mu
Şahan?” sorusuna, Ankara’ya dönüşte bir konaklama yerinde yazdığı şiiri okur
ağlayarak... Başka da bir yorum yapmaz. Şiir değil sanki bir ağıttır;
Gençlikte tutulduk kara sevdaya,
Ciğerinin bağı yandı gidiyor.
Bir ömür harcadı gönül davaya,
Sevdim kavuşurum sandı gidiyor.
Seksen yedi eylül yirmi yıl eder,
İbn-i Sina’dan derman mı güder.
Ölüm döşeğinde sevenim var der,
Dünyaya gözünü yumdu gidiyor
Dokuz eylül günü kıldık namazı,
Afşin ellerinde verdim avazı.
Neyleyim böyleymiş alında yazı,
Ayşe’m topraklara kondu gidiyor.
Sağlığını bilmek yeterdi bana,
Daha minnet etmem tendeki cana.
Şahan kardeş demez sebep insana,
İki hayat birden söndü gidiyor.
Ayşe’yle beraber Şahan da gitmiştir. Velâkin dünya işleri ve
sorumluluklar da kendini beklemektedir.
Bundan böyle dünyanın ne kadar lezzeti olacaksa yaşayıp görecektir.
İşine gücüne bir ruh adam görüntüsüyle devam eder. İstek ve
arzuların dünyaya ait olanlarına karşı yavaşlama, öbür tarafa karşı hızlanma
emaresi görünmektedir. Bir ömür kendisi için çok şey ifade eden Ayşe’nin adresi
ebediyen değişmiştir. Yazdığı şiirleri, ettiği kelamları her ne kadar dünyalık
olsa da bir türlü iletişim kurduğunun farkındalığı onu teselli eder.
Düne kadar adı Yarpuz, daha önceleri Efsus olan, Yedi
Uyurların mekânı, Sultan Alparslan’ın en büyük komutanı Afşin Bey tarafından
fethedilen Afşin... Kendisini fetheden komutana hürmeten Afşin ismini alan bu
belde, şimdi sevdalısını koynuna aldığı için Şahan’a bir başka güzel, kutsal
bir mekân olarak gelmektedir.
Onun içindir ki, o gün bugün her ay bir veya iki defa bazen
de aşırı duygu yoğunluğuyla teselli ihtiyacı duyduğu zaman akşam saatlerinde
arabasına biner, gece geç vakitte Ayşe’sinin mezarı başına intikal eder.
Gün doğuşuna kadar onunla bazen sesli, bezen sessiz hal
diliyle sohbet eder. Hakkında yazdığı şiirleri “Dinle Ayşe’m” diye mezarı
başında okur. Kimseciklere görünmeden gerisin geriye Ankara’ya döner.
***
Evinin altındaki yerde esnaflık yapan Hikmet bu duruma çoğu
zaman vakıf olur da bir türlü anlam veremez. Kendi kendine “Bu adam deli mi,
divane mi; sekiz on saatlik bir yola çıkıyor, bir gün sonra geliyor. Be adam
gittiğin yer senin memleketin, bir akrabanın evinde bir bardak çay içimlik süre
de mi kalamıyorsun?” dediği çok olmuştur.
Ama Şahan’ın şifrelerine vakıf oldukça taşları yerine kor.
“Haklıymışsın Şahan, böyle bir sevdanın davranış biçimini anlamam mümkün
değilmiş” gibi özür belirtici konuşmalar sarf eder.
İşte böyle bir seyahatte sabah ezanına ramak kala Afşin
Mezarlığı’na ulaşan Şahan irticalen şu şiiri gecenin sessizline şahit olan
canlı cansız varlıkların huzurunda gözyaşları içinde söyler;
Artık dayanacak gücüm kalmadı,
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.
Senden sonra gönlüm huzur bulmadı,
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.
Baban verdi seni, ben alamadım,
Seni istetecek dost bulamadım.
Ben kendi kendime kendim kınadım,
Kalk kara toprak dertleşek biraz.
Kaçırdım olmadı Fettah’ın Kızı,
Kaçarken vurulman içimde sızı!
Sana dediklerim olanın azı,
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.
Otursam yanına dertleşsek bu yaz,
Yakında gelirim başladı maraz.
Şahan’ın aklında öptüğü kiraz.
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.
***
Aradan uzun zaman geçer. Şahan posta kutusunda “Muhtarlığa
geliniz” babında bir davetle karşılaşır. Alelacele varır ve davet notunu
vererek, kendine iadeli olarak gelen kalın bir zarfı alır.
Mektup Ankara’dan gönderilmiştir. Merakla zarfı açar ve
sararmış solmuş kâğıt parçasının üzerindeki kendi el yazısıyla yazılmış yazıyı
tanır. En az otuz yıl olmuş, Ayşe’ye Artvin’den yazdığı mektupta “Gül çiçeğim,
çok özledim” şiiri çıkar. Yanına da isimsiz bir not düşülmüş. “Ayşe’nin
sandığının içinden çıkan bu mektup ve şiirin mirasçısına, diyerek gönderiyorum”
ibaresi vardır.
Şimdi siz Şahan’ın yerinde olsanız bu ilahi olgunun asaleti
karşısında ne yapardınız?
Şahan gerçekten tam bir ruh adam olur. Bastığı yerleri
tanımadan manevi sarhoşluğun getirdiği hallerle yakınlarına nasıl görünür orası
bilinmez. Kendine geldikten sonra Ağabeyi Murat’a -O da ölmüştür- öyle bir
sitayişte bulunur ki aşk olsun.
“Hele Şahan aç karnını doyursun, ne evlenmesi kardeşim”
diyerek Fettah’ın adam gibi teklifini geri çevirmesini tekrar hatırlar.
Hâlbuki sebeplere dayanmanın dışında “Ötelerin ötesine”
irade beyan eden olguyu düşünmez bile. Öyle ya; Rabbani cilve gereği böyle bir
sevdanın çilesinin çekilmesinde bir başka sebeplere nüfuz etmek çizginin öbür
tarafıyla fazla mesai yapmamaktan da kaynaklandığı, bu serüven boyunca
bilinmez. Taraflar kendi rolünü en iyi şekilde oynar.
Otuz yıl önce yazılan emanetin adresine gönderilmesi olacak
iş değildir. Bütün güzellikler manzumesini demek ki, Ayşe’nin ailesi de anlamış
olmalı ki, yırtıp atacakları yerde, muhatabına göndermeyi saygı mesafesinde ele
almışlardır. Şahan’ın takdir etmemesi mümkün müdür?
Böyle bir atmosferde ne zaman arabasına bindiğini ve nasıl
onca yolu aldığını hayal meyal hatırlayan Şahan kendisini yine Afşin’de bulur.
Olacak bu ya, onlarca ziyaret ettiği Ayşe’sine her daim
güneşin doğduğu güzergâhtan vardığı halde, bu defa tam tersine düşen yoldan
mezarına varırken Ağabeyi Murat’ın yattığı yeri tanır. Daha önceleri defin
sırası hariç hiç uğramayı arzulamadığı bir buluşma bu. Tevafuk da diyebiliriz.
Demek ki bir çift sözü varmış ve şu an orada söylenmeliymiş ki içi rahat olsun.
Şahan’ın esas muradı Ayşe’siyle sohbet etmek, özlem gidermek
için onca yolun çekilmesine katlanması ayrı bir zevk iken karşısına çıkana bak.
Nasipte bu da varmış diyerek oturur ağabeyinin başına. Tan yeri de ağardığı
için kalemi, gözyaşını akıtır yanındaki kâğıda;
Bugün kabristanda dertleştik biraz,
Fettah’ın kızından selam var gardaş.
Bizi o ayırdı diyor ya Kiraz.
Sana yolladığı kelam var gardaş.
Sen neden ayırdın diye soruyor,
Öpmüştü elini gönlü eriyor.
Bir ömür ağladım deyip duruyor,
Ben hala çekerim çilem var gardaş.
Çocukken yanımda olmadı babam,
Gurbetten dönünce öldü bu adam.
Saçım okşamadı bir kere ağam,
Atıldım kenara çalam var gardaş.
Bunları duyunca Fettah’ın kızı,
Doğruldu mezardan toprakta azı.
Hesap günü diye verdi avazı,
Şahan’da geliyor âlem var gardaş.
Şiiri biter bitmesine ama güneş de doğmuştur. O yaralı
kalple ilk defa Murat’ın yanı başında bitiren feleğe kızma fırsatı bulur.
Çünkü Ayşe’nin mezarını hep gece yarısından sonra ziyaret
ederek halleşmeyi prensip haline getirdiğinden dolayı, onun zamanını çalarak
apaçık ortaya çıkmasından rahatsız olur.
Etrafta insanların görünmesini, mahremine girilmiş bir duygu
mesabesinde algıladığı için, sırrın
ifşasından rahatsız olur. Belki yirmi, belki de otuz metre ilerdeki Ayşe’ye
varmayı sakıncalı bulur. Bu duyguyla ona varmadan mezardan çıktığı bir olur.
Akşam karanlığında uğramak düşüncesiyle arabasına atlar.
Köyüne doğru yol alır.
Zaten ilçeye çok yakın olan köyünün içinden sanki bir yabancıymış gibi
transit geçer. Su içmek, bir şeyler yemek ihtiyacı olduğu halde kimseye
görünmeme kaygısıyla biraz ilerdeki bölgenin en güzel kasabası olan Tanır’a
varır.
Burada tanınmamasının verdiği rahatlıkla ihtiyaçlarını
giderdikten sonra Tanır’ın dillere destan güzelliklerini bir daha görmek ister.
Maksadı akşama kadar zaman geçirmektir. Gecenin sessizliğinde tekrar Ayşe’ye
uğradıktan sonra Ankara’ya gitmek için yola avdet etmek.
Tanır Kasabası bölgede bir numara mesire yeri olarak bilinir.
Her nereye adım atsan karşınıza billur gibi su kaynakları çıkar. Bir karpuzu
yarım saatte çatlatacak kadar soğuk sularıyla meşhurdur. Ceyhan nehrinin en
büyük iki kolundan biri olan Hurman Çayı kasabayı ikiye bölerek nazlı nazlı
akar. Köyün bütün gençleri bu çayda yüzmeyi öğrenir. Çok nefis alabalık
kaynağıdır. Yiyenlere şifa verir. Çayın kenarında, çaydan üç dört metre
yüksekliğinde sekiz harfine benzer “Sahren” olarak bilinen bir kaynak su vardır
ki görenleri şaşırtır. Romalılar döneminde yapılmış bir duvarla bu su dağın
eteğine hapsedilmiş olup, birkaç yerinden şarıl şarıl çaya tahliye olur. Çok
sıcak havalarda bu suya bir defacık girip çıkmak insan vücudunu beton gibi
yapar, dişler birbirine girer. Böyle bir yer belki hayal edilir.
Yine kasabanın içinde büyük bir parkın büyük bir kısmı
havuzdur. Bu havuzun kaynağı yine çok yüksekten çağlayanlar halinde dibe inen
“Ayran Dede” adı verilen bir kaynak sudur
İsmi üzerinde Tanır Kasabası dendiği vakit “Ayran Dede”
denilen dağın eteğinden çıkan bu su akla gelir.
Bu kasaba şairleriyle meşhurdur. İlk belediye başkanı
“Hayati Vasfi Taşyürek”tir. Bu isim adeta Tanır Kasabasının, Ayran Dede’den
sonra ikinci markası kabul edilir. “Dile Gelen Anadolu” ve “Ülkü Tomurcuğu”
adında şiirlerinin toplandığı kitapları vardır. Meşhur “Lügatcemiz” şiiriyle
daha çok anılır olmuştur. Bu kasabada medfundur.
Değeri Karacaoğlan’la ölçülür diye hakkında kıymet biçilen
“Derdiçok”, o da bu kasabada medfundur. Kendisi yirminci yüzyılın kendi
tarzının en büyük temsilcisidir. H. Vasfi Taşyürek’le yan yana ebedi
istirahatgâhındadır.
“Yol Ver Dağlar” ve “Kız Sen İstanbul’un Neresindesin”
türkülerinin söz yazarı “Hacı Yener” de bu kasabanın yetiştirdiği
kıymetlerdendir. Birden çok kitaplarıyla edebiyatımızda haklı yerini almıştır.
Ne yazık ki, doğduğu ve büyüdüğü köyünde bir avuççuk toprak kendisine nasip
olmamıştır. Mezarı son günlerini geçirdiği İstanbul’dadır.
Meşhur “Telli Senem” şiiriyle yöresinde var olan “Yazıcıoğlu
Osman” bu kasabanın suyunu içip havasını teneffüs eden ve burada medfun olan
şairlerimizdendir. Telli Senem ile Yazıcıoğlu’nun aşkı zaten dillere destandır.
“Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana, bilmem söylesem mi
söylemesem mi” türküsünün sahibi “Mahsuni Şerif” de bu kasabanın şairlerinden
sayılır. Ayran Dede Çağlayanının altında, elinde sazıyla dilinden dökülen
türkülerini kasaba eşrafı az dinlememişlerdir.
İstanbul’da kalp krizi sebebiyle hastaneye kaldırıldığında
ziyaretine varan “Mihriban” türküsüyle zirveyi yakalayan şair Abdurrahim
Karakoç’a hemşerisi olması nedeniyle şöyle bir samimi ikrarda bulunur;
“Üstadım; sağlığımı tekrar kazanırsam, seninle beraber şu
Afşin-Elbistan’ın köylerine varana kadar gezelim de yıllardır sanki birbirimize
karşıymış gibi gösterilen fitne fesat oluşumlarına yerinde cevap vermiş olalım.
Şayet hak vaki olursa vasiyetim olsun; mezarımı Elbistan’ı tam karşıdan gören
hâkim yükseklikteki ‘Şardağı’nın eteğine defnedin beni” der. Bu konuşmanın
şahidi olan Şahan, o yörenin nice şair ve ozanlarına ilham kaynağı olan Ayran
Dede Çağlayanının dibinde kendini bitiren zamanın, halen Rabbani bir cilve
gereği olduğuna inanır.
Şahan’ın bu kasabaya gelmesi, akşama kadar vakit geçirmek
için burayı tercih etmesi için bütün bunlar geçerli sebeptir. Ayran Dede’nin
aşağıya doğru özgürleştirdiği çağlayanın yanındaki masaya oturur. Çayını içip
sigarasını da fitilledikten sonra Fettah’ın kızına “Bu son şiirim sana
Fettah’ın kızı” dediği şiirini yazmaya başlar.
Sırrı nedir bilinmez ama Ayşe’ye hitaben yazacağı şiire “Bu
son şiirim” demesi pek hayra alamet olarak görülmez. Belki de gözüne öteler
görünmüştür de bir daha yazamayabilirim korkusu oluşmuştur. Kim bilir...
Kusuruma bakma affet sen beni,
Bu son şiirim sana Fettah’ın kızı.
Allah’ından bulsun ayıran bizi,
Gücenme sen bana Fettah’ın kızı.
İçten gizli gizli yandın ağladın,
Erine sadıktın huzur sağladın.
Kırk seneyi aşkın ciğer dağladın,
Diller rahmet ana Fettah’ın kızı.
Geldim başına da aktı gözyaşım,
Altmışı geçiyor baksana yaşım,
Sokmadım gönlüme yok arkadaşım,
Biz öldük de şuna Fettah’ın kızı.
Özlüyorum deme ben de gelirim,
Nihayet insanım elbet ölürüm.
Sen cennete gir ki seni bulurum,
Beraberiz yine Fettah’ın kızı.
Kimse demedi mi öksüz sevilmez,
Öksüzlere kadir kıymet verilmez.
Ferhat bilinir de Şahan bilinmez,
Gönlüm senden yana Fettah’ın kızı.
Yazdığı şiiri kontrol etmek amacıyla yüksek sesle okur. Sesi
Ayran Dede Çağlayanının çıkardığı hışırtı içinde kaybolup gider...
***
Hikmet’in meraklı bakışları altında hikâyenin sarsıntısından
kurtulan Şahan, konuşmasına şöyle devam eder;
“Oh be, işte benim hikâyem Hikmet Kardeş. Çok merak
ediyordun. ‘Seni bu kadar içli, bu kadar esrarengiz’ yapan olayı anlat diye
sıkıştırıp duruyordun. İşte sırrımı öğrendin. Bundan böyle beni nasıl
değerlendirirsen, bana hangi düşünceyle bakarsan bak. İki gündür sabırla beni
dinledin. Göstermiş olduğun ferasetten ziyade benimde rahatlamama sebep olduğun
için Allah senden razı olsun. Yıllar vardır ki şuur altına gizlediğim bu
gerçeğimin gün yüzüne çıkmasına vesile oldun. İlk defa seninle paylaştığım bu
halimi beni kınarlar veya suç işlemişim gibi algılarlar diye bir sır gibi
saklayıp durdum. Görüyorum ki, senin siluetinde çok olumlu belirtiler oluştu.
Demek ki beni anlayışla karşılamış durumdasın. İşte benim hikâyem...”
Hikmet sanki ruh adam olmuş, diliyle değil de gönlüyle,
gönül gözüyle Bağlum’un tepesinde bir adım ileride ayakları altına serilmiş
halı görünümündeki Başkent’i uzun müddet seyre dalar. Ta ki Şahan kendisini
uyarana kadar...
DEMİRCİ HALİL
Erzurum’un merkezine bağlı bir kasabada yaklaşık yüze yakın
çeşitli rütbede askerlerden oluşan bir karakol. Şuna askeri bir birlik de
diyebiliriz. Karakol komutanı Kahramanmaraş - Elbistan nüfusuna kayıtlı genç
yaşta biri. Birliğine kısa dönem askerlik görevini ifa etmek için Afşin -
Dağlıca’lı inşaat mühendisi Emre Gülbey adında bir asker gelir. Bir aylık olan
acemi birliğinde eğitimden geçtikten sonra geri kalan dört aylık mecburi
hizmeti için bu kasabadaki birliğe gelen Gülbey;
Hemşericiliğin yanında ılımlı, uyumlu görgülü bir kişilik
yansıttığı için komutanının gözüne çoktan girmiştir bile. Resmi görevinin
dışında, arkadaştan da öte, aynı toprağın insanları olması, ayrı bir ilişkiler
yumağının gelişmesine neden olur. Gülbey, burada geçirmesi gereken zamanın en
güzel bir şekilde geçtiğini daha sonraki hayatında sitayişle bahsedecektir hep.
Bir gün;
Komutanının babası oğlunu ziyaret için Erzurum daki birliğe
kadar gelir. Oğlunun makam odasına geldiğinde Gülbey’le tanışır. Adamcağız
olgun yaşta, görmüş geçirmiş biri. Elbistan - Afşin ovasındaki her dağın, her
tepenin hatıralarıyla beraber, tarihe mal olmuş kişilerinin, durumlarının
farkında olarak yaşamışa benzer görünmektedir.
Oğlunun dışında aynı toprağın bir neferi ile diyarı gurbette
karşılaşması, derinine sohbet etmesine vesile olur. “Evladım hangi köydensin”
sorusuna “Maravuz’luyum amca” cevabını alması üzerine adamcağız “Senin yaşın
küçük, biz biliriz, o köyde bir Demirci Halil adında yiğit mi yiğit,
misafirperver, gölgesine sığınılır, çevresindeki alimlere oldukça düşkün,
geleni gideni, yiyeni içeni hadsafhada bir muhterem zat vardı. Ben küçüktüm ama
babamla olan birtakım hatıraları nakledilirdi bizim evlerde. Böyle birini hiç
duydun mu?” dediği vakit Gülbey; amcacığım bahsettiğin kişiyi fiziki olarak
tanımam. Ben doğmadan çok önceleri rahmeti rahmana kavuşmuş. Ancak şunu hemen
ifade edeyim; Demirci Halil dediğiniz zat benim dedemdir. Bize köyde Demirciler
derler. Benim soyadım da Demir’dir. Şu anda inanılmaz bir duygunun içine ittin
beni. Evet, ben de babamdan işittiğim kadarıyla bölgemizin kültürüne yabancı
değilim. İstersen gerek dedemle ilgili gerekse diğer güzelliklerimizle ilgili
sohbet edebiliriz.
Adamın gözleri parlar. Yüzündeki olumlu ifade ile ağzının
siluetine yayılması uzun müddet devam eder.
-Bahtiyar olurum evladım diyerek kendi kendine; “Şu Allah’ın
işine bak, önceleri oğlumu ziyarete geldiğim vakitlerde ayaküstü uğrar hemen
dönerdim. Ama şu an itibariyle bende hep hayranlık uyandıran koç gibi bir
adamın torunu ile sohbet etmek elzem oldu” diyerek ayaküstü olan bu tanışma
faslını bırakarak kendine gösterilen koltuğa yayılır.
“Gülbey evladım, bir baba olarak komutanının adına
inisiyatif kullanmak yapmış olduğum iş değildi. Ancak yarın Elbistan’a
döneceğim. Onun için sen şu işlerini bir kenara bırak da şöyle karşıma otur
lütfen, sohbet etmek isterim. Eğer bir
mahsuru yoksa evladım” diyerek Gülbey’in de karşısına oturmasını sağlar. Bu
konuşmalara şahit olan komutan oğul; “Ne demek babacığım, siz sohbetinize devam
edin. Kimse sizi rahatsız etmez. Güya beni görmeye geldin ama iki laf edemedik.
Anlaşılan toprağın hatıraları seni aldı götürdü. Ben geç geleceğini evdekilere
bildiririm. Sen müsterih ol babacığım” diyerek makamının dışına çıkarken, “Her
on dakikada bir çaylarını ihmal etmeyesin” diye nöbetçi askeri uyararak başka
işlerine döner. Baş başa kalırlar.
Gülbey; sohbete bir yerden başlanması gerektiğinin farkında
olarak, sükûtunu bozmadan adamın; “Seni dinliyorum evladım. İşe ailenizden
başlayabilirsin” uyarısıyla Gülbey bildiği kadarıyla anlatmaya başlar.
“- Bizim
sülalemizin nihai dayandığı yer İran Horosan’ı imiş. Öyle söyler babam.
Söyleyeceklerimi babamdan duyduğum kadarıyla nakledeceğim. Bu anlamda benim
özel bir araştırmam yok. Büyük büyük dedemiz Kara Memet, Kayseri - Pınarbaşı’nda
kısa bir süre ikametten sonra bugün bildiğiniz Afşin’in Maravuz Köyüne
yerleşir. Malumunuz sonradan köyümüzün adı ‘Dağlıca’ olarak değiştirilmiştir.
Kara Memet Dede elinden ve dilinden maharetli olduğu için kısa sürede köyün demircisi
olur. Kendinden sonra bu mesleği oğlu Mustafa devam ettirir. Böylece sülalenin
adı ‘Demirciler’ olarak bilinir. İşte sizin adını duyduğunuz Demirci Halil,
Mustafa Dedenin dört oğlundan ikincisidir. Ağabeyi Memet, Yemen’de askerlik
yaparken şehit düşer. Adı küçük kardeşe verilir ki, ismi yaşasın diye. Halil
Dedemizin iki tane de kız kardeşi vardır. Sarız’ın Büyük Söbeçimen Köyünde
dayıları vardır. Baba ve ana tarafları Avşar Türkmenlerindendir.
Halil Dede ile ilgili birbiriyle bağlı olmayan bazı
anekdotlar aktarmak isterim. Kendisi uzun dönem muhtarlık da yapmıştır.
Döneminde köyün aksaçlıları diyebileceğimiz Kalenderler kabilesinden Haşim Ağa,
Kasımlardan Mustafa, Keşirlik denilen bölgede Karapalta, Öksüzlerden Kel
Bayram, Yakuplardan Kör Omar’ın Memet, Hoca Derviş, Velikalerden Ali Çavuş,
Köselerden Ali Kağ, Topaktaş mezrasından Abidin, Dervişler kabilesinden Bekir,
Kırlardan Feramiz başta olmak üzere, ileri gelenler nezdinde Demirci Halil’in
ve Haşim Ağa’nın yerleri bir başkaymış...
Demirci’nin meclisinde, zaman zaman köy dışında, yani
Elbistan - Afşin - Sarız yöresinden seçkin insanlar da bulunurmuş. Bunlardan
Afşin’de Menzoğlu Ahmet adında yörenin en büyün alimlerinden biriyle, Sarızlı
Bakı Hoca namıyla tanınan büyük bir zat, sık sık uğrayarak uzun süre sohbet
ederlermiş. O dönem için iki türlü geçim şekli varmış. Biri tarım yani çiftçilik,
diğeri ise zenaatmış. Dedemin babası Mustafa, demirci olduğu için ölünce
tezgâhın başına Halil Dede, büyük oğul statüsüyle geçmiş. Zenaat sahibi olmak
önemli bir maharet olduğu için zenaatı olanlar, icra etikleri müddetçe o günün
şartlarında geçimi en iyi olanlardanmış. Sürekli ihtiyaç duyulan bir meslek
mensubu oldukları için köyün hali vakti yerinde olanların ilk sırasına
giriyorlarmış. Halil Dede’nin de bunca masrafları ancak öyle karşılanırdı
herhalde. Hani derler ya “Sefaletten asalet olmaz” bu laf çok doğrudur. Geleni
gideni, yiyeni içeni ağırlayıp memnun edemezsen, kuru gürültüyle işler yürür
mü? Bu kadar sevilip sayılabilir ve sözün kanun gibi geçerli olur mu?
Mesela; köylüsünden biri, sizin Elbistan’da bir esnafı
dolandırır. Esnaf bir türlü bu zata ulaşamaz. Sonunda dükkânını kapatarak bu
adamın köyü olan dedemin köyüne gelir. Mağduriyetini, gördüğü ve karşılaştığı
her köylüye anlatarak borcu olan kişiye ulaşmak ister. Adamı bulamaz, çünkü
adam haberdar edildiği için sürekli yer değiştirir. Derler ki; “Bu böyle olmaz
Demirci Halil’e git, derdini ona anlat.”
Büyük bir çaresizlikle Demirci Halil’in huzuruna çıkar ve
derdini anlatır. Kaç lira borcunun olduğunu öğrenen Demirci Halil, elini cebine
atarak adamın alacağı olan parayı öder ve der ki; “Sen benim misafirimsin. Bir
densiz sana yanlış yapmış. Bu köylüm adına senden özür diliyorum ve borcu olan
alacağını ödedim. Var git kardeşim. Birazdan bu sahtekâr köylüme haber
salacağım. Görelim bakalım borcunu nasıl ödemez” diyerek adamı yolcu eder.
Sonra parayı alabilmiş mi sorusuna Gülbey; “Ne demek amca,
bir gün sonra o adamın kendisinin içinde olmadığı aile efratlarından bir grup,
özür yazırla huzura gelerek ödemeyi yaparlar. Esas borç sahibi malum kişi ise
Demirci Halil Dedemizin meclisine bir daha uğrayamaz.
Halil Dedemin üç hanımı varmış. İlk hanımı Kalenderlerden
Sivri Bekir’in kızıymış. Demirci Dede bu kızı kaçırarak evlenmiş. Büyük
çocukları bu hanımdan olup Kalenderlerin yeğenleri oluyorlar. O zaman babası
Mustafa Dede hayatta olup bayağı zenginmiş. Kalenderler sayısal anlamda büyük
bir kabile olduğundan dedemin birkaç sürüsünü kendi kapılarına çekerler. O
zaman itibariyle bir sürü en az 150 - 200 arası koyun ve keçiden oluşurmuş.
Başlık parası olarak buna göz yumulmuş ve sulh olunmuş. Bu evlilikle Halil Dede
kendisini daha güçlü hissedermiş.
Akabinde Kırmızı Hüsne adıyla bilinen köyün en güzel hanımı
ikinci karısı olmuş.
Kırmızı Hüsne’nin hikâyesi çok daha vahimdir. Kendisi
Öksüzler denen kabilede gelindir. Kel Bayram adıyla maruf ileri gelenlerden bir
zatın ağabeyi ile evlidir. Kırmızı Hüsne yaşı on sekiz olmadan üç kız çocuk
anası olur. Beyi de askerlik çağında genç bir delikanlı. O dönem evlilik yaşı
çok küçük olduğu için bu durum günümüzde yadırganabilir. Kırmızı Hüsne Ebemizin
kocası üç çocuğunu geride bırakarak askere gider. Mecburi hizmet, vatani görev,
şu an bizim yaptığımız gibi. Dönem imparatorluğun sonlarıdır. O zaman devletimiz
yedi düvele karşı en az yedi yerde savaşmaktadır. Bizim askerin de nereye
gittiği belirsiz. Aradan tam beş yıl geçer. Kırmızı Hüsne, kapısına dayanan
postacı askerin verdiği haberle kocasının Yemen’de şehit olduğunu öğrenir. Kısa
bir süre sonra Kırmızı Hüsne Ebemizin töre gereği dışa çıkmadan şehidin küçük
kardeşi Ahmet’le nikahı kıyılır. Dönem çok çalkantılı dönemdir. Gençleri bir
milletin kaderini değiştirmek için tapır tapır düşerken, zevki sefa içinde
sıcak yataklarında uyanmak zül gelir ya insana, işte böyle bir haletiruhiye
içinde Ahmet de askere alınır. Maravuz, dağlık bir köy olduğu için isteseler
gitmeyebilirlermiş. Asker kaçağı olarak savaş sonrasına kadar beyhude yaşama
imkanları varmış. Ama gönüllülük, topraklarına ‘Yad’ ayağı bastırmamak bugün de
dün de bir kültür, bir inançtır be amca. Bir sene sonra yine Kırmızı Hüsne
Ebenin kapısı askerlerce çalınır. ‘Kocanız Ahmet Dersim’de şehit düştü’ diye
haberi verilir.
Oğlan mı, kız mı olduğu hakkında bir bilgisi olmadan hamile
karısını bırakıp askere giden Ahmet’den de bir kız çocuğu olmuştur Kırmızı
Hüsne’nin. Böylece yaşı yirmi olmadan dört kız çocukla yine dul kalan Hüsne
Ebemiz tam oniki yıl çocuklarını büyütmekle meşgul olur. Ardı ardına iki kocayı
da şehit veren bir kadını, bir anneyi, babasız kaderi kucaklamaya hazırlanan
dört kız çocuğunu ve aynı ocaktan yani iki kardeşin aynı gayeyle şahadetini bir
düşünün. Bir eşin, bir ailenin, bilumum yokluklar içinde hayat mücadelesine
hazırlanan çocukların, sevgisiz, şefkatsiz büyüyeceği bir aile ortamı... Allah
Hüsne Ebeye yardım etsin. Çok çocuklu olmasına rağmen isteyeni de çok olur.
Hani derler ya ‘Yıllanmış şarap gibi’ kendi güzelliğinin farkında ve yaşı otuz
beş bile olmamış.
Onun gönlü ‘Olursa Demirci Halil yoksa hiç kimseyle mümkünatı
yok’ dermiş. Ve nitekim Demirci Halil’in ikinci hanımı oluvermiş. Bahtsız
Güzelana, kadersiz Güzelana... Ölünceye kadar bu evlilikle biraz güngörmüş...
Kendisinin çok güzel olması dolayısıyla çocukları ve torunları hep Güzelana
dermiş. Kızlarını Demirci’nin yanında iken gelin etmiş. Hatta büyük kızı
Şerife’yi Demircinin en küçük kardeşi Kürdo lakaplı Memet ile evlendirmiş.
Yemen’de şehit olan Memed’in adını alan Memet.
Üçüncü hanımı da son dönemlerinde hizmetinde bulunmak
kaydıyla alelade birisiyle olur. Geri kalan ömrünü bu hanımla geçirir. Mezarı
Osmaniye’dedir.”
“Gülbey evladım hele şu çaylarımızı soğutmadan bir içelim”
uyarısıyla Gülbey de ardına yaslanarak sohbetine ara verir. Bir müddet sonra;
“Evet evladım çaylarımızı da içtik. Derler ya; zaman kısa,
ben yorgunum, yol uzun. Keşke biletimi almamış olsaydım. Seni mütemadiyen
konuşturduğumun farkındayım. Ne olur kusura bakma. Şunu da merak ediyorum,
Demirci Halil’in ailesi ile ilişkileri nasıldı? Kendinden sonra yerini
tutabilecek evladı veya torunu var mı, veya olacak mı?” diye sorar.
Gülbey de “Amca benim söylediklerim sizde bir kanaat
oluşturmuşa benziyor. Şu anlatacaklarım belki rahatsızlık yaratabilir. Bizim
aile meclisinde konuşsam. Sizin karşınızda ise ıkınmama veya sıkılmama gerek
yok. Şunu ifade etmek isterim. Ne yazık ki Demirci Dedemin yerini
doldurabilecek bir evladı veya kardeş çocukları olmamıştır. Evlatlarının bugünkü
halini imkân olsa da kendine gösterme fırsatımız olsa pek memnun kalmazdı
herhalde. Demek ki olmazsa olmuyor. İlla ki âlim babadan âlim evlat olacak
değilmiş. İnsanın kemiklerini sızlatan
evlat da oluyormuş çoğu vakit.
Hani günümüzde çiftçilerimizi ilgilendiren bir durum var.
İthal domates tohumunu ilk ekmede çok mahsul alırsın. Bu mahsulün ürününden
elde ettiğin tohumdan da çıkla zarar edersin.
Genetiğiyle oynanmış olduğu için ikinci dönem mahsulde hep dışa
bağımlısın. Bu tohumlar genelde İsrail’de ithal edilen tohumlardır ve ikinci
ürün olmaz. Yani ikinci kuşak melezleşmiş de ondandır. Ama yese düşmek haramdır
dinimizde. Zalim olandan da alim zatlar beklemek mümkün. Göl dibinde su eksik
olmaz derler ya, Halil Dedemin sülmünden, torunlarından böyle büyük adam çıkar
mı, zamanla göreceğiz.
Kardeşi Kürdo Memet’in damarından bu boşluğun doldurulduğu
söyleniyor. Bu anlamda adam gibi adam olan da var elhamdülillah.
Halil Dedenin küçük kardeşi Kürdo Memet Yemen’de şehit düşen
kardeşinin adını taşır. O da demircidir. Babası rahmetli olduğu zaman köyün
ikinci bir demirciye ihtiyacı olmadığından kardeşi Memet, Gürün’ün Camılıyurt Köyünde
mesleğini icra etmek için o köye yerleşir. Bu köy Kürt köyüdür. Kürtler Demirci
Memet’i çok sevdiği için ‘Kürdo’ lakabını verirler. Böylece Kürdo Memet
ölünceye kadar, öldükten sonra da lakabıyla anılır. Mezarı Tanır Köyündedir.
Kendisi Halil ağabeyine göre daha zayıf bir pozisyonda olup çocukları da onu
aşamamışlardır.”
“Evet yine çay molası evladım” uyarısıyla çaylar içildikten
sonra Gülbey devam eder;
-Yurt dışına işçi göndermek için ilçe kaymakamının köyler
arasında taraf tutması üzerine itirazını yüksek perdede ilgililere duyuran
Demirci Dede tesadüf olacak ya kaymakamın tayininin çıkmasına sebep olur. O
dönemde devletlünün kılıcının sağı da solu da keskin olduğu, insanların onların
her dediklerini emir kabul ederek yerine getirdiği, yani itaat kültürünün
zirvede olduğunu düşünecek olursak, Halil Dedenin böyle bir şeye vesile olması
inanılır gibi değil. Nice sonraları Maraş’a vali olarak atanan bu kaymakam,
ilçeleri teftişi sırasında Afşin Maravuz Köyü arasında, Kuruhan denilen yerde dedemle
karşılaşırlar. Resmi arabanın çıkardığı ses ve toz duman, atıyla Afşin’e
giderken, Demirci Dedenin atının ürkerek yan taraftaki tarlaya düşmesine sebep
olur. Vali bey, Demirci’yi tanır. Makam arabasından inerek yanına, “Beni
tanıdın mı Demirci, ben kaymakam iken sürdürdüğün adamım. Şimdi ise vali olarak
Maraş’a geldim” diye öfkeli bir eda ile çıkıştığı söylenir.
Yine bir defasında İslam âlimi Menzoğlu Ahmet Efendi ve
Sarızlı Bakı Hoca’nın da içinde bulunduğu bir kafile ile Afşin’in Örtülü Köyünde
Kabusoğlu Mustafa isimli bir aşiret reisinin evine misafir olurlar. Ev sahibi
hemen ikram için bir koyun kestirir. Örtülü Köyü alevi olarak bilinen bir
köydür. Bundan dolayıdır ki, Kabusoğlu ıkına sıkına misafirlerine bir soru
sormadan edemez. “Alevi birinin kestiği yenmez diye sizde bir kanat var. Eğer
şüphe edenleriniz varsa, bizim kestiğimize önem vermeden sizden biri bir başka
koyun keserseniz yemekleri o koyunun etiyle yapalım” deyince Demirci Halil Dede;
“Mustafa Ağa önemli bir konuya parmak bastı. Söylediği gibi düşünen az değil. Bunun doğru
olup olmadığını şu an aramızda bulunan Afşin Elbistan Ovasının en büyük âlimi
olan Menzoğlu’na bu soruyu yönelterek cevabını alalım da işin doğrusu ne imiş
öğrenelim” der. Çünkü Demirci Halil, Kabusoğlu’na sık sık uğrayarak nimetinden
istifade ettiği, aralarında geçen bu konularla ilgili bozuk, bilinçsiz ve
bilgisiz yanlış yapılanmaların marazi olduğunu, çoğu kez üzülerek gündeme
getirdikleri için, birde bu konu hakkında alanında tahsil görmüş bir âlimden
cevabını almak ister.
Menzoğlu Ahmet;
“Dinimize bir takım şeyler sonradan uydurularak sokulmuştur.
Bu anlayış farkından dolayı karşı taraf için söylenebilenler zamanla doğru
kabul edilmiştir. Derken dinden olmayan veya dini hiçbir hükmü bulunmayan
birtakım bidatlar hayat bulmuştur. Şu anda örneğini burada görmekteyiz. İnsan
hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı anlamak ister. Oysa zamanın geçmesi
ile müminin kalbinde buna benzer yanlış algılamalarla derin yaralar açılır.
Misafiri bulunduğumuz ev sahibi, kestiği bir koyundan yapacağı yemekler
hususunda bu hissiyatı şu an için yaşamaktadır. İkram etmek için çırpınıyor ve
kendi emeğinin işe yaraması konusunda da tereddütleri var. Zulüm görüyor bir
nevi adamcağız. Bunun sebebi de din algısından yenilenmenin yokluğudur. Eğer
bir dini hayat kendini yenileyemez, bidatlardan uzaklaşmaz, içine yeni
tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise, insanlar
ona olan ilgilerini yavaşça kaybedebilir. Hatta bütünü ile yabancılaşabilir.
İçinde tek Allah inancı olanların arasındaki bu ve buna benzer yapılanmalar,
algılar ve adetlerden bir an önce kurtularak bizi ağırlamak için cansiperane
gayret eden şu insan kardeşimize zulüm etmek İslam’da yoktur. Vesselam” diyerek
sözünü tamamlar.
Gülbey, kendisini pürdikkat dinleyen muhatabına;
“İşte böyle amca, çok konuştum, sıkılmadın inşallah” diyerek
devam eder;
“Ne iyi etdin de geldin buralara kadar. Böyle bir yerde
sizin gibi biriyle, yani bir başkasıyla kendi ailem hakkında sohbet etmek benim
için çok büyük bir onurdur. Buna siz vesile oldunuz. Anlıyorum ki, altının
kıymetini sarrafı bilirmiş. Sizin kumaşınızda sarraf olmalıdır. Aynı kanı
taşıyanlardan, aynı dili konuşanlardan ziyade, aynı duyguları, aynı asaletli
duruşu sergileyenler, daha çok anlaşır ve birbirlerinin kıymetini daha çok
bilirmiş” sözü üzerine;
“-Evladım Gülbey; şimdi anlıyorum ve bu sohbet sonunda
görüyorum ki, dedeniz Demirci Halil’in ocağı şahsınızda sönmemiştir. Öyle
zannediyorum ki onu da geçeceksin. Bu potansiyel sende var evladım. Seni
Allah’a emanet ediyorum. Hakkını helal et yavrum” diyerek toparlanır.
ELİF NİNE
Erzurum’un Dumlu Kasabasındaki askeri birliğe genç bir yedek
subay atanır. Zaman 12 Eylül ihtilalinden kısa bir süre sonraya rastlar. Yalnız
yedek subayımızın sakıncalı bir sicili olduğu için, kendisi henüz birliğe
intikal etmeden önce “namı” çoktan varmıştır bile...
Milli Mücadele yıllarında korkunç bir organizasyonla,
dönemin en üstün teknolojileriyle donatılmış işgal kuvvetlerini, kabaran bir
vatanseverlik anlayışıyla söküp atan “Edeler” diyarından genç bir avukat iken
sistem tarafından sicili bozulan, vatani görevini yedek subay olarak yapmaya
çalışan bir adamdır o...
İşgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin başlangıcı olan
“Sütçü İmam” olayında, Müslüman Türk kadınının tesettürüne el atan Fransız
askerlerinin öldürülmesiyle başlayan kahramanlık olayını takdir etmeyen hiç bir
Müslüman bulunmaz. Günümüzde de aynı hassasiyette olan “Sütçü İmam”ların adeta
Fransız askerlerinin yaptığı muamele gibi “İrtica” yaftasıyla horlanılması ve
Müslümanların içine düştüğü sanki birilerinin teşvikiyle tarihin tekerrür
ettirildiği durum. Aynı objeye dün Fransız askerleri bugün ise...
Yedek subay genç avukatın dramı da aynen öyle iç acıtıcıdır.
Vatani görevini ifa ederken, adeta “vebalı” imiş gibi muamele görmesi...
Üstelik sivil hayatta çektiği onca işkenceden sonra... Ayağına ip takılarak
emniyetin beşinci katında saatlerce aşağı sallandırmaktan mı dersiniz, eksi
bilmem kaç derece soğukta açık alanda akan suda ıslatılarak dondurulmaktan
tutun da, kapalı odalardaki işkencelere kadar...
Aradan yıllar geçer. Uzun süre bağlantısı olduğu siyasi
oluşumdan milletvekili olur. Parlamentoda koalisyon hükümeti kurulur. Kendileri
de hükümet ortağıdır. Hükümet başkanı sıfatıyla, ortaklarının vekilleriyle
tanışma merasiminde sıra, bunca arzulamaya rağmen işkenceleri unutamayan çiçeği
burnundaki genç vekile gelir. Çektiği zulümlerin müsebbibi olan zevatı
karşısında görünce doğal olarak uzatılan eli sıkmamakta tereddüt etmez.
Ortaklık kısa bir süreliğine soğuk duş yaşar. Bu davranış, kendi genel
başkanının bile gözünden düşmeye yeter bir olaydır.
Efendim; “Sineye çekecektin, devletin âli menfaati için seni
yaralayan ve halen vücudunda izleri var olan işkence olayını unutacaktın” v.s
gibi kendi yandaşlarındaki hafıza kaybı cinsindeki öğütleri de dinlemez değil
hani...
***
Bu eski vekilimiz Dumlu Kasabasındaki birlikte asteğmen
olarak askerliğini tamamlamaya devam ededursun, gelelim kendi sıkıntısını
unutturan olaya;
Kalmış olduğu evden her sabah beş dakikalık mesafede olan
birliğine giderken kasabanın dış tarafı da olan sokağın başında kışlı yazlı,
sabahlı akşamlı, soğuğa sıcağa aldırmadan sürekli oturarak gözü ufukta bir şey
ararmış gibi mütemadiyen bir noktaya bakan ve yaşı 80-85 civarında olan bir
nine dikkatini çeker.
Aynı sokakta bakkallık yapan Faruk adındaki esnafa bu
kadının durumunu soran genç asteğmen; Faruk Beyin “Tam adamına sordun,
komutanım. Şöyle bir otur da anlatayım” demesi üzerine asteğmen bir iskemleye
sekilenir.
Faruk Bey;
“Komutanım; o
gördüğün kadın benim ninemdir. Kendisi nerdeyse doksan yaşına gelmiştir. Ben
kendimi bildim bileli ninem hep orada olur. Sanki Dumlu’yu sizin tümen değil de
benim ninem tek başına bekliyor zannedersin. Dedemle evlendikten üç ay sonra,
dedem seferberlik emriyle Kafkas Cephesine savaşa gider. Ninem babama hamile...
Belli bir süre sonra “Kocan şehit oldu” haberi üzerine ninem yıkılır. Dedemin
akrabaları olayı kabullenerek ninemi başka biriyle evlendirmeye zorlasalar da
ninem “Her gün rüyamda Mehmet’imi görüyorum, ben ölmedim Elif’im, beni bekle
derken nasıl evlenirim” diyerek baskılara boyun eğmez.
Aradan tam altı yıl geçer. Babam okula gidecek yaşa gelir.
Her türlü maddi manevi sıkıntı çeken Elif ninem bir gün, kocası Mehmet’in de
içinde bulunduğu bir takım asker, bir şekilde serbest bırakılarak esir
kaldıkları Rusya’dan Türkiye’ye doğru hareket ettikleri haberini alınca ortalık
bayram havasına dönüşür. Başlangıçta birkaç aydan, ilerleyen günlerde birkaç
haftadan, nihayet Kafkaslar’dan Türkiye’ye girdikleri haberi gelir. Akrabaları
heyecanlı ama Elif ninem daha bir farklı... Gözüne uyku günlerdir girmez. Babam
çocuk ama babasızlığın sıkıntısı iliklerine kadar sinmiş, o da anası kadar
değilse de heyecanı doruktadır.
***
Asteğmen sakıncalı personel olduğu için, kendinden çok ama
çok fazla vatansever olduğunu zanneden komutanından, Osmanlıca’ya
hâkimiyetinden ötürü, sözlü bir emir alır. Komutanı ona “Osmanlıca bildiğine
göre şu bizim tümenin tarihçesini bir çıkar asteğmenim” der. Asteğmen de zaman
nasıl olsa sıkıcı geçiyor, bu görev benim için iyi uğraş olur düşüncesiyle
görevi kabullenir. Bu vesileyle tümenin Osmanlıca kayıtları bulunan arşivde çalışmaya
devam eder.
Zaman zaman dışarıdan da yardımlar alır. Bu anlamda kendini
iyi yetiştirmiş, Erzurum’da müze müdürlüğü de yapmış entelektüel boyutta
saygınlığı olan bilge biriyle tanışır. Yardım talebine karşılık olayla ilgili
olarak yerinde bilgilere ulaşmak için tümene gelme şartı koşan bilge kişinin bu
talebi, asteğmen tarafından olumlu bulunur. Hafta sonları çoğunlukta olmak
üzere, ara sıra da mesai saatleri içinde arşiv çalışmalarına devam
ederler. Ermeni mezalimiyle ilgili
önemli dokümanlara ulaşırlar. Ulaştıkları belgelere ilaveten bilge kişi, Dumlu
Kasabasının bir köyünde bizzat yaşandığına şahit olduğu Ermeni - Taşnak
katliamını şöyle anlatır;
“Kafkas Savaşında köyümüzde eli silah tutan bütün erkekler
cepheye gitti. Çoluk çocuk, ihtiyar ve kadınlardan mürekkep köy halkı bir sabah
silahlı Ermeni komitelerince kuşatıldı. Ben de on iki yaşındaydım. Küçük
olduğum için cepheye gidememiştim. Ermeniler köy meydanına topladıkları çaresiz
halkın, camiye girmelerini emrettiler. Bir müddet sonra dışarıdan
kilitledikleri kapının altından yanan bir çaput kokusu içeriyi kapladı. Halk ‘Bizi
yakacaklar’ diyerek kapıyı zorladı ve dışarı çıkmaya başladı. Esas vahşilik
bundan sonra başladı. Meğer bizi dışarı zorlama olayı bir tuzakmış. Kapıdan
çıkanları hemen karşıya koydukları makineli tüfeklerle ekin biçer gibi biçmeye
başladılar. Ben de kendimi dışarı attım ama gerisini hatırlamıyorum.
Can havliyle kendini dışarı atan onlarca insanı önce
taramışlar. Bilahare de üzerlerine gaz dökerek yakmışlar.
Bir gün sonra katliamdan haberdar olan bir Türk birliği
bölgeye gelerek onca telef olmuş insanların arasında yarı canlı bir tek beni
bulmuşlar. Diğerlerini defnederken beni Erzurum’a ulaştırmışlar.
Bak şimdi o olayın canlı şahidi olarak karşındayım” deyince,
Asteğmen; kendi devletinin bir takım unsurlarından, siyasi anlamda farklı
görüşlerde olmasından dolayı insafsızca yapılan işkencelerden izler taşıdığı
için, “Yangından bir iz kaldı mı?” sualini sorar. Yaşı bayağı ilerlemiş olan
bilge kişi hemen ayağındaki çorapları çıkarınca Asteğmen, iki ayağında on
parmağın hiç birisinin olmadığını görür. İşte tarihe şahitlik eden canlı bir
belge. Ülkesinin gündemine dahi yeterince giremeyen bir durum... Ermeni
mezaliminin yapıldığına dair en belirgin bir tablo... Arşivlere girilmemiş,
kayıt altına alınmamış onlarca canlı belgelerden bazıları...
İlerleyen günlerden bir gün, benzeri olayların kayıt altına
alınıp alınmadığı hususunda çalışmalarının önemli bir yerinde bilge kişi,
askeriyenin kapısından içeri alınmaz.
Bu durum birlikte nahoş karşılanır. Üst komutan; asteğmenini
bir kenara çekerek “Böyle şeytan sakallı, gerici, hacı-hoca tipindeki
insanların birliğimizde ne işi var? Keşke önceden görseydim. Bu haliyle
birliğimin kapısından içeri koyar mıydım? Bilge kişiymiş! Böyle yobaz görünümlü
bilge mi olurmuş? Çabuk gönder gitsin” diyerek asteğmenine güzel bir fırça
atar.
Asteğmen; silahlı kuvvetlerin geneline hakim olan bu
zihniyetin, Ermeni mezaliminden daha beter bir işkence olduğunu bilir bilmesine
ama içeri alınmayan bilge kişiyi bir bahaneyle ikna ederek birlikle ilişkisini
kesmesini sağlar.
***
Asteğmenin merakı üzerine Elif ninenin torunu Faruk Bey
devam eder:
“Şu anki oturduğu taşın bulunduğu yerde bütün köylüyle
beraber ninem ve altı yaşındaki babam, dedemin köye yaklaştığı haberini
alırlar. Derken önündeki tepeden kalabalık bir insan grubu görünür. Yaklaştıkça
vaziyetlerinin çok perişan oldukları gözlenir. Üst baş yırtık pırtık,
ayakkabılar delik veya paramparça, parmaklar görünüyor, çorap mı ne gezer. Saç
sakal birbirine karışmış ama nispeten bir disiplinin olduğu gruptan dede Mehmet
bir taş atımlık mesafeye yaklaşınca yüksek sesle ‘Elif’immm ölmeden seni ve
köyümü gördüm. Yanındaki çocuğun benim yavrum olduğu da belli. Ona ve kendine
iyi bak. Seni ve yavrumu Allah’a emanet ediyorum, Elif’immm… Biz şimdi
Çanakkale’ye gidiyoruz. Savaştan sonra dönerim. Bekle beni Elif’immm, bekle
beni emiii…’ diyerek uzaktan seslenir.
Elif ninenin yüreği atar da atar. Eğer buna dayanacak yürek
varsa. Evdeşini uzaktan selamlayarak bir cepheden bir başka cepheye giden
Mehmet’lerin Ahmet’lerin hesabını kim yapar...
Üç günlük, üç haftalık, üç aylık, daha yeni açmış gonca
güller misali Elif nineler, Fatma analar, Nene ve Rahime Hatunlar bağırlarına
vura vura kanlı şerbet içerler de üç kuruşluk dünyada ömürlerini böyle
şereflice tamamlarlar.”
Faruk Bey;
“Bu acı tablodan iki üç ay sonra Elif nine için kıyamet
kopmuş. Mehmet’i şehit olmuştur; haberi gelir. İşte o gün bu gün tam altmış yıl
geçti. Elif ninem hep oradadır komutanım. Mütemadiyen, günün tamamına yakın o
taş üzerinde, hep o ufka bakar ve hep bekler. Bu serüven, ne kadar ömrü kaldı
bilinmez ama son nefesini verinceye kadar devam edeceğe benzer, Mehmet’ini bir
umutla…” diyerek hikâyeyi noktalar.
Beklemek güzel şey, umut yarısı ya bekleyememek içler acısı...
“İşte böyle asteğmen’im” der...
Asteğmenin ve Faruk Bey’in gözleri kaynayan bir pınar gibi
hikâye bittiği halde bitmeden akmaya devam eder.[1]
Yıl 1914. Doğu vilayetlerimize Rusların girmesi üzerine ayrılıkçı Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşları, bu fırsattan faydalanmak için örgütlenerek önce otonom bilahare de devlet kurmayı hedeflerler.
Hedeflerine ulaşmak için bir yığın masum insanın çoluk çocuk
demeden katline kadar varan eylemlere girişirler. İşin vahametini anlayan
merkezi hükümet, Talat Paşa’nın bizzat
emri üzerine bölgeye üç müfettiş gönderir. Umulur ki; ileri gelenlerle
görüşülerek bu işin yanlış olduğu, dolayısıyla ferasetli davranılırsa
asırlardır beraber yaşamış iki milletin arasına Rusların oyunlarına gelerek kan
davası girmemesi ve olabilecek bir kanlı olayın daha da büyümemesi için ikna
edilsinler.
Müfettişler aldıkları emir üzerine bölgeye intikal ederek
her gün heyetler halinde kanaat önderleriyle sabahlara kadar işin vahametini
tartışırlar.
Yine bir akşam geç vakitlere kadar çok sert tartışmanın
olduğu ortamda ayrılıkçıların radikal milliyetçi söylemleri müfettişleri
bunaltır. Olayları yatıştırmak ve varsa masum isteklerine çözüm bulmayı merkezi
hükümete iletmeyi amaçlayan heyetten birinin dikkatini uzun zamandır
konuşmalara şahit olan ama tek bir söz dahi alarak fikir beyan etmeyen olgun
yaşta bir adam gözüne çarpar.
Merakla;
“Amca sen hiç konuşmadın, oysa burada bulunduğuna göre
mutlaka kanaat önderi, sevilen, sayılan ve itibar gören biri olmalısın. Lütfen
kendini tanıt ve tartışmaya katıl” uyarısı üzerine;
“Müfettiş Bey oğlum; evet dediğin gibi uzun zamandır sizleri
dinliyorum. Benim adım İbrahim. Türk oğlu Türk’üm. Şu mecliste sizi bilmiyorum
ama Türk olan yalnız ben varım herhalde. Şahsen bu konuşulanlar benim kanıma
dokundu. Ama yıllar var ki beraber yaşadığımız bu insanlara ne oldu da
birdenbire değiştiler anlamıyorum. Bana biraz müsaade ederseniz bir fıkra
anlatmak istiyorum” deyince herkes arkasına yaslanarak İbrahim Efendiyi
dinlemeye başlar.
İbrahim Efendi;
“Burası Erzurum’dur. Yakın döneme kadar Erzurum esnafı
ticaretini Trabzon’la yapardı. Bunun için en iyi vasıta deve ve eşekten oluşan
yük hayvanlarıydı. Erzurum-Trabzon arası çok uzak olduğu için esnaf ürettikleri
malı sonbaharda hayvanlara yükleyerek dağa taşa kar düşmeden Trabzon’a intikal
ederdi. Ellerindeki ürünleri paraya çevirmek için bir kış dönemine ihtiyaç
duyulur, tekrar Erzurum’a ilkbaharda dönerlerdi. Bu arada yolda kendileri veya
hayvanları kazaya uğrar veya bir şekilde hizmet dışı kalırsa, yol üzerindeki
hanlarda ilkbahara kadar mecburi dinlenir veya yol yakınsa geri dönerler.
Hayvanlarını ise seyipler, yani bulundukları yere başıboş bırakırlardı.
Böyle bir ticari yolculukta yüklerini değil kendilerini bile
zor taşıyabilecek durumda takati olmayan bir deve ve bir eşeği serbest
bırakırlar. Hastalıktan kurtularak iyileşirlerse ne ala, yoksa büyük ihtimalle
kurda kuşa yem olsun niyetiyle gözden çıkarırlar.
Kervanın Trabzon’a hareketi ile dönüşü arasında aylar
geçtiği için bizim azat edilen deve ile eşek bu zaman zarfında iyice semirir ve
eskisinden çok daha güçlenir.
İlkbaharda kervan
aynı yol üzeri Erzurum’a dönüş yaparken, bir koyakta otlayan deve ile eşek
görülür. Hemcinslerinin bu sefer başka yük altında zorlanarak yol aldıklarını
hesaba katmayan eşek;
“Deve kardeş anırasım geldi” der. Devenin “Yapma eşek
kardeş, bak ne güzel özgürce günümüzü gün ediyoruz. Bu hayat bizim için bir
nimet. Şimdi sen anırırsan bizi azat eden sahibimiz görür ve iyileştiğimiz için
tekrar yük altına alır. Yapma etme yalvarıyorum sana” gibi bin bir dil dökerek
eşeğin anırmamasını ister. Ama eşek bu; illa eşeklik yapacak ya ‘Anıracağım da
anıracağım’ der ve anırır.
Deve ve eşek fark edildiği için kervan durur, tekrar yük
altına alınırlar. Bir müddet böyle yol alınır, derken eşeğin ayağı taş arasına
sıkıştığı için kırılır. Bırakın yükü, kendini taşıyacak mecali dahi olmadığı
halde sahibinin gözüne güzel göründüğü için azat edilmeye kıyılmaz. Yükünü
devenin yüküne kendisi de yüklerin üstüne konur.
Deve kendi yükü yetmiyormuş gibi birde eşeği yükleriyle
beraber taşımak durumunda kalır. Ta ki alt tarafı uçurum olan Zigana Dağlarında
bir bölgeye gelene kadar. Deve çok büyük sıkıntı yaşar. İşte tam oraya gelince
deve;
“Eşek kardeş oynayasım geldi” der. Eşek bir bakar ki alt taraf uçurum; bu sefer
de bin bir dil dökme sırası eşekte... Deveyi bu eyleminden vazgeçirmek istese
de deve; “Oynayacağım da oynayacağım” der. Ve başlar oynamaya... Deve olayı
ucuz atlatır ama eşek, uçurumun dibine çok parçalı halde düşer.
Müfettiş heyeti ve Ermeni liderleri İbrahim Efendinin son
sözünü söylemeden meramını iyice anlamış olurlar. Onun müfettişlere dönerek;
“Bu arkadaşlara tavsiyem, develeri oynatmasınlar” der.
İbrahim Efendinin anlattığı bu olaydan ders çıkarılmadığı
için Ermeniler, devenin oynaması için mütemadiyen ellerinde ne geliyorsa
yaparak sürekli tahrik unsuru olurlar.
Nitekim merkezi hükümetten o günün Erzurum’undaki askeri
birlik üst kumandanına Talat Paşa imzalı gelen bir emirname ile “Yetti artık,
develer oynasın” talimatı verilir.[2]
KIRILAN GÜLLER
Hani şu Rızgarlı Osman Ağa hikâyesi var ya; Osman Ağa’nın üç
oğlu vardır. Her bir savaş için padişahın selamıyla bir oğlunu asker verir. Ne
yazık ki, akabinde çocuklarının şahadet haberini alır. Yine öyle bir savaş için
üçüncü oğlunu askere almaya gelenlere;
“Söyleyin padişaha benim sülmüme güvenerek ona buna savaş
açmasın, çünkü gayri verecek evlat kalmadı” der.
Fahrettin Paşa’nın Yemen müdafaasını bilmeyen yoktur.
İmparatorluğun kolu kanadı budanırken, direnenlerden biri de bu paşadır.
Devletin 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle yenik sayıldığı, dolayısıyla
ordularının terhis edildiği talihsiz bir dönemde dahi 1916’dan 1919 yılına
kadar merkezi otoritenin emrine karşı bile direnerek Medine’yi savunduğu
bilinmektedir. Denilir ki, silah bırakıp teslim olun emrini getiren subayı
gözaltına aldırarak haberin yayılmasını engellemiştir. Emrindeki subayların
olayı öğrenerek kendisine başkaldırması üzerine, silahını ve sancağını Ravza-ı
Mutahhara’da ancak Resul’üne teslim etmiştir. Böylece tam 400 yıldır kutsal
bölgelerin hâkimi olan bir milletin, Lavrence’lerin ve işbirlikçi Şerif
Hüseyin’lerin karşı çalışmalarıyla hâkimiyetine son verilir.
Biraz geriye gidecek olursa:
4.Ordu Kumandanı Cemal Paşa, yardımcısı Fahrettin Paşa’yı
Hicaz Bölgesinin savunması için Yemen’deki kuvvetlerin başına gönderdiğinde,
Fahrettin Paşa da emir subayını Yemen birliklerinin güçlendirilmesi için
“Rızgarlı Osman Ağa” misalinde olduğu gibi Anadolu’ya asker toplamaya gönderir.
Gök kubbe hep delinmiş. Her delik etrafında Anadolu insanı,
muhafızlık etmektedir. Tamir ve tadilatın yanında her türlü fitne karşısında
savaşırlar. Dalga dalga, gençliğini yaşamadan cepheye sürülen bu kınalı
kuzular, bilmem nerede kaldıkları bilinmeksizin ‘Meçhul asker’ tiplemesinde
olduğu gibi geride sönük ocaklar ve çorak topraklar bırakarak giderler. Ve çoğu
geri dönmez.
Asker toplamak için Maraş Elbistan’a gelen subay, yine her
aileye, her köye müracaat ederek toparlayabildiği kadar askerle bin bir
perişanlık içerisinde yola koyulur. İstikamet; Maraş’taki birlikle birleşerek
Suriye toprakları üzerinden Hayfa’ya, oradan da deniz yoluyla Yemen’e intikal
etmektir...
Elbistan’ın Cela Kasabasında kasaba imamı Mehmet Efendi’nin
de iki oğlundan biri olan “Himmet” Yemen’e hareket eden birliğe gönüllü olarak
katılmıştır. Baba Mehmet; “Vatan müdafaası için seni gönderiyorum. Askerliğini
ailemize ve dinimize uygun bir şekilde yapmazsan, bir baba olarak ellerim iki
yakanda ve hakkımı helal etmem bilmiş ol oğul” tembihi ile oğlunu gelen subaya
teslim eder.
Fakı Mehmet Efendi imamlığının yanında yüzlerce kovanlarıyla
da her yıl boyu arıcılıkla uğraşır. Balın tamamını köylüye mumunun iadesi
şartıyla bedava dağıtır. Böylece oluşturduğu mumu Maraş’da satarak geçimini
temin eder. Kendi çocukları başta olmak üzere köyün gençlerini okutur,
bazılarına ise ileri derecede olmasa da Arapça öğretir. Oğlu Himmet bunlardan
biridir.
Yemen’e gidecek olan asker Maraş’da toplanarak, dağ tepe
demeden Şam’a doğru yaya olarak yürümeye başlar. Himmet, askerin mola sırasında
mütemadiyen azaldığının farkındadır. Babasının “Hakkımı helal etmem” sözü
kulaklarında çınlamaktadır. Şam’dan Hayfa Limanına yaklaşana kadar askerin
tamamına yakını, üçlü beşli firar etmiştir. Bu durum başlangıçta gönüllü olan
birliğin, Hayfa Limanına yaklaşana kadar tamamına yakınının kaçması,
başlarındaki komutanın işi ciddiye alıp almamasıyla da doğru orantılı bir
durumdur. Komutan istese bir tane bile fire vermeden, belki biraz gecikmeli de
olsa askeri, ihtiyaç hissedilen cepheye taşıması mümkün idi herhalde!
Tam Hayfa Liman’ına varılır ve kumandan arkasına şöyle bir
bakınca Himmet’in de içinde olduğu üç beş kişiden oluşan birliğin neferlerine
dönerek samimi şekilde sohbete başlar. Fırsat olduğu halde neden kaçmadıklarını
sorar.
“Aylarca beraber yürüyoruz. Burada astı üstü kalmadı. Ama
bir şey öğrenmek istiyorum. Bütün arkadaşlarınız ayrıldığı halde siz neden o
kadar fırsatları teptiniz. Söyler misiniz?” dediği vakit Himmet’ten;
“Kumandanım, babam kaçarsan ve hatta vatan müdafaasında adam gibi gayret
göstermezsen hakkımı helal etmem dedi de ondandır, sizi bir adım geriden takip
ediyorum” cevabını alır. Kumandan diğerlerine sorma ihtiyacı duymaz. Ağlayarak;
“Hadi siz de gidin evladım. Gitmezseniz sizi şuracıkta ben vururum. Fahrettin
Paşa’nın karşısına koskoca Maraş Elbistan cenahından birkaç kişiyle çıkamam.
Bari asker toplayamadım mahcubiyetiyle huzuruna varırsam, bu durumdan daha
şerefli olur” der.
Himmet diğer
arkadaşlarıyla uyum sağlayamayacağı için onlarında izinleriyle münferit olarak
yola koyulur.
Aynı yolu takip ederek gerisin geri memleketine dönmeye
çalışan Himmet, gündüzleri eşkıyalardan ve sıcaktan korunmak için bulduğu
müsait yerlerde istirahat edip geceleri yol alır. Kendinden önce dönen tanıdık
arkadaşlarından bazılarının karnı yarılmış cesetleriyle karşılaşır kuru
çöllerde çoğu zaman. Tedbiri elden bırakmaz ama yine de günde birkaç defa
teslim alınarak üzerinde ne var ne yok hepsi alınmış olup çamaşırlarına kadar
soyulmaktan kendini kurtaramaz. Açlık ve susuzluk da cabası...
Silahların sevkinde muhafaza için kullanılan “Telis” denilen
çuvaldan bir tane bulur ve ortasını keserek elbise niyetine başına geçirir.
Ayaklar kızgın çöllerin şartlarına dayanamadığı için serinlikte yol alır.
Kaybedecek bir şeyi olmamasına rağmen, Arap eşkıyalar tarafından tekrar
tutulur. Kendi aralarında geçen konuşmalardan “Şu dereye götürün, karnını açın
bakalım altın bulabilecek misiniz” gibi konuşmaları yarım yamalak Arapçası
olduğu için anlar. İki kişi koluna girer. Dereye doğru götürülürken, Himmet yüksek
sesle “Ebu Arap, bin ti Türk” yani babam Arap annem Türk deyince, bu laf
eşkıyanın hoşuna gider ve “O halde serbestsin” derler.
Babasından öğrendiği çat pat Arapça ile karnı deşilmekten
kurtulan Himmet, dizlerinden yürüyecek dermanı olmadığı halde kendini
zorlayarak üç beş aileden oluşan çadırlara rastlar. Biraz daha yaklaşınca
“Bedevi”lerin hanımlarının ekmek yaptığını görür. Kaç gündür aç olduğunun
farkında bile değildir. Sonuçta nasıl bir muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın...
Olanca enerjisini kullanarak henüz saç üzerinde pişmekte olan ekmeği kapar.
Kaçmak dahi aklına gelmeden ağzına tepiştirmeye çalışır. O anda bütün kadınlar
ellerine geçirdikleri sopa ve benzeri aletlerle üzerine çullanır. Ekmeği bu
kadar zahmetli olarak boğazından aşırır aşırmasına ama yediği sopanın hesabı
bilinmez.
Himmet bir kamyon sopa ve küfür yemesine rağmen, en az iki
günlük enerji toplama karşılığı hiç acı hissetmeden oradan uzaklaşır.
Gece gündüz yola devam eden Himmet, treni durmakta olan bir
demiryolu istasyonuna usulca sokulur. Vagonlardan birine yine aynı metotla
seğirtir. Meraklı gözlerle de vagonda insan arar. Yük treni olduğuna karar
verir. Biraz rahatlar vaziyette köşede bucakta ekmek, su gibi can simidi nevale
ararken, öndeki vagonda insan sesi duyar ve kapısını açarak göz gezdirir. Aman
Allah’ım! Başında oturan üniformalı-sivil bir grup insan ve önlerinde güzel
güzel yiyecekler. Himmet sorgusuz sualsiz etrafta dikilen silahlı zabitlere
bile aldırmadan, masadaki yemeklere iki eliyle saldırarak eline ne geçirirse aşırmaya
başlar. Neye uğradıklarının geç farkına
varan zabitler, Himmet’i bir taraftan döverek, diğer taraftan ise ellerini
ayaklarını sarmak suretiyle etkisiz hale getirme çabası verirken; sivil giyimli
birinin “Bırakın adamı karnını doyursun. Görmüyor musunuz adam çok perişan
vaziyette biridir. Halinden de mi anlamıyorsunuz be... Unutmayın ki şu an sopa
karşılığında yediklerini biz onlar sayesinde tüketiyoruz. Bırakın adamı”
deyince zabitler gevşer. Masadakilerin tedirginlikleri altında Himmet halen eline
geçeni yemeğe devam eder.
Yavaş yavaş kendine gelince aynı adam sorar, Himmet başından
geçenleri anlatır. Adam ağlamaklı, Himmet ağlamaktadır. Tren belirlenen
istikamette yol almakta... Anlaşılır ki o adam devleti temsilen içlerinden en
yetkili kişidir. Kendini döven zabitlere verilen emir üzere, hemen başka bir
vagona alınır. Üstü başı temiz elbiselerle giydirilmeden önce, banyo ve tıraş
işlemleri yapılır. Tekrar emir sahibinin huzuruna çıkarılır.
“-Evladım, biz İstanbul’dan Musul’a gidiyoruz. Gittiğim yerde
de senin gibi vatan evlatlarından oluşmuş bir ordumuz var. Ben onların hem
kumandanı hem de babası olacağım. Seni de yanımda götürmek isterim. Velâkin çok
zahmetli bir gönüllü askerlik maceran olmuş. Sen çoktan ailene kavuşmayı hak
etmişsin zaten. Hemen önümüzdeki istasyonda trenden ayrıl. Kendini kuzeye
vurursan memleketine kavuşursun. Haydi, yolun açık olsun, bize de dua edin
yeter” diyerek Himmet’in trenden ayrılmasını sağlar.
Himmet aylarca süren yolculuktan, onlarca serüven yaşadıktan
sonra kasabasına yaklaşır. Cela Kasabası Elbistan’a bağlıdır. İnsanlar her
küçük yerde olduğu gibi bu kasabada da birbirlerini çok iyi tanır.
Himmet köyüne uzaktan görebilecek kadar yaklaşmıştır
yaklaşmasına ama dosta düşmana, dahası “Kaçarsan hakkımı helal etmem” diyen
babası Fakı Mehmet’e olayı nasıl açıklayacaktır. Bunca zahmetlerle olanca
sıkıntıdan sonra Allah’ın kendine tekrar bahşettiği canını kurtarmadaki
zorluktan da beter bir durumdur bu. Ya inanmazlarsa. “Ya inandıramazsam, gayri
babamın ve köylünün yüzüne nasıl bakarım” diye kara kara düşünürken, bir
kayanın aralığını da kendine siper yaparak gizlenmeyi murat eder. Maksadı
gündüz değil de kimselere görünmeden geceleyin eve varmaktır.
Olacak ya, tepesinde peyda olan komşuları Abdurrahman’ın;
“Himmet vallahi seni görmedim” sesi ile kendine gelir. O dönemde bu gibi
hallerde olan kaçaklara karşı iyi düşünülmediği veya ayıplandığı vakası olduğu
bilindiği için Himmet rahat değildir. Askerlik yapmak adam olmanın en önemli
göstergesidir. Gerçeğin kendi ağzından duyulmasına önem vermektedir. Kendinden
önce birilerinin “Himmet askerden kaçmış” demesinin telafisi zor olur. Bunun
için hızla uzaklaşan Abdurrahman’ın ardından “İnşallah beni görmemişindir,
inşallah beni yanıltırsın Abdurrahman” demesi bir olur.
Ortalık kararınca, Himmet gizlice köye seğirtir. Arka
kapıdan eve dalar. Anasıyla burun buruna gelince, eliyle anasının ağzını
kapatarak sarılır. Gizlice, diğer hane halkı, özellikle de babası duymadan
koklaşır, şorlaşırlar. Bir müddet sonra Himmet kendinden geçerek uyur. Anası
onun da tembihi üzere, oğlunu bir yorgana sararak yüklüğe zar zor yerleştirir.
Gerek Himmet gerekse anası o gece öyle bir uyurlar ki...
Horozlar öteli saatler geçmiş, güneş bir minare boyu yükselmiş, Himmet yorgana
bile sarıldığının farkında olmadan, destursuz eve girerek yüksek sesle “Gözünüz
aydın Ayşe teyze, Himmet askerden gelmiş. Dün Abdurrahman karşı kayalıkların
orada saklanırken görmüşte ben de gözün aydın demeye geldim” sözleri üzerine ev
halkı ve Himmet de uyanır. Himmet’in ikna kabiliyeti ve doğrularına yürekten
inanan babası Fakı Mehmet, oğluna “Hakkımı helal ettim oğlum, sana inanıyorum.
Çok ağır laf etmişim. Esasında sen beni bağışla, seninle gurur duyuyorum.
Velâkin benim öyle söylemem lazımdı. Senin de canın pahasına da olsa böyle davranman
gerekirdi. Ortada samimiyet olunca Allah canını bize bağışlamıştır. Kul samimi
olursa Allah sırtını padişahlara bile öfelettirirmiş...
Padişah dedim de anlatayım;
Bir zamanlar, haftanın belirli gününde başta veziri olmak
üzere yüksek memurların bir gün boyunca göz önünden kaybolduğunu gören Padişah;
tebdili kıyafet üzere takibe çıkar. Toplu olarak hamamın birini kapattırarak
cümbüş yaptıklarını tespit eder. Onlar hamama girince kendisi de varır kapıyı
çalar. Israrla, “Şöyle bir köşede girer çıkarım” talebini, görevlinin; “Senin
gibi ihtiyar ve fakir birini daha aldım. Şu köşede sessizce işinizi görün.
Gürültü yaparsanız hemen atarım dışarı” uyarısı üzerine içeri girer.
Bir köşeye geçer ki, önceden alınan ihtiyar adam da
oradadır. Selam kelamdan sonra ihtiyar “Evladım sırtını dön de keseleyeyim”
der. Bir güzel kese vurarak rahatlatır. Hadi evladım sıhhatli olursun inşallah
diyerek kendi köşesine çekilir. Nezaketen de olsa Padişah da ihtiyar adama
karşılık vermelidir. İhtiyarın ‘Gerek yoktur, ben fazla kirlenmemişimdir’
sızlanmalarına aldırış etmeden sıra bende amca diyerek, bir taraftan ihtiyara kese atarken, diğer
taraftan da “De bakalım amca şu yan tarafta şatafatla eğlenen insanlar kim?
Niçin koca bir hamamı kendilerine tahsis etmişler. Üstelik her türlü
rezillikleri de cabası. Padişah bu olanı biteni hiç mi görmez, hiç mi duymaz”
deyince ihtiyar; “Boş ver oğul demeyeceğim ama yapacak bir şey yoksa boş
konuşma oğul derim. Sen samimiyetten ve doğruluktan ayrılma, öyle olunca da
Allah sırtını padişahlara keselettirir” deyince padişah ürperir.
Fakı Mehmet, bu fıkrayla anlatmak istediğini bir güzel
anlatmanın vermiş olduğu zevkle “İşte öyle bir şey komşular” der.[3]
Evet, düdük çalındı. Arandığımızı duyduk. Ortalık biraz
sakinleşsin diye tedbirli davranıyoruz. Üniversiteliyiz ya en büyük tehlike arz
eden potansiyeliz aynı zamanda. Üstelik Ülkü Ocaklarında liderlik de yapmışız.
Aranmamız için en büyük sebep...
Nitekim kaldığımız yer tespit edilir. Bir manga asker ikinci
katta kaldığımız öğrenci evini basar. Evin arka tarafı bahçeye baktığı için bir
kış günü don gömlek misali balkondan bahçeye atladım. Düşünce bir şey
hissetmedim ancak eklemlerimin darbe aldığını anladım. Buna bağlı olarak
sağlığım bir müddet sonra bozulacaktı. Bacaklarımdaki ağrılar uzun müddet
kendine gelemedi. Askerin didik didik
evi aradığına, arka tarafta bir incir ağacı altında tiril tiril titreyerek
şahit oluyorum. Bir müddet sonra asker gitti. Allah’tan bahçeye atladığım yerde
kum yığını varmış da ucuz atlatmışım.
Adımı taşıyan birini arama tarama esnasında yakalayan asker,
o zavallı insana bir hafta işkence yapmış. Çok şükür ki, adamın memleketi
tutmayınca bırakmışlar. Daha sonraları tesadüfen tanıştığım memleketlim olan
bir asker olayın içinde olduğu için anlatmıştı. Karslı o adamdan helallik
diliyorum. Benim yüzümden kim bilir bir hafta ne sıkıntılar çekmiştir.
Son sınıfta olduğum için sınavlara katılmam gerekiyordu.
Okula gitmem de mümkün değildi. Asker polis hep tanıdıkları veya ismimi
bildikleri için yapılan kontrollerde en kötü ihtimalle yakalanacağım bir
gerçekti. Sınavlara da bir şekilde girmem lazımdı. Bir yol buldum. Okulun arka
tarafına açılan, yüz veya yüz eli metre uzunluğunda bir tünelden içeri girerek
sınava girmeyi kafama koydum. Ve öyle de yaptım. Son bir dersimin kaldığı an da kendimden emin
bir şekilde her zamanki tedbire riayet etmeden ön taraftan çıkarak biraz
özgürlüğü tadayım dedim. Benim derdim
son finale girip öyle teslim olmaktı. Olacak ya, kendimi ana caddeye atar atmaz
emniyet amiri Mehmet Bey’in Mercedes marka otomobiliyle burun buruna geldim.
İçi dolu olan ekip operasyondan dönüyormuş. Hemen sağa çekip durdular. Arkadan
bir yol bulurum düşüncesiyle hamle yaptım ama istihbaratın amiri Tuncay Bey’in
arabasıyla karşılaşınca adamlık bende kalsın dermişçesine olduğum yerde
soğukkanlı bir şekilde almalarını bekledim.
Allah ömrünü uzun etsin, istihbaratta sivil polis olarak tanıdığım
Malatyalı Kemal Ağbi tek başına arabadan inerek yanıma geldi. “Tam da zamanında
çıktın, gayri göz yumamayız” diyerek beni aldı ve doğru emniyete götürdü.
Nöbetçi mahkeme tutuklanmama karar verdi.
Birden çok arkadaşla cezaevine vardık. Gerekli işlemler
yapılmaktaydı. Soldan, sağdan önden fotoğraflar ve akabinde gelen berberin
saçları sıfıra vurarak tıraş etme durumu... O anda gerçek bir Alperen olan
cezaevi başkanımız Ahmet Orhan Hoca yanı başımda bitiverdi. Beni tıraş ettirmeden
aldı ve kısa bir süre, daha önce hizmetlerinde bulunduğum koğuş sakinlerine bu
sefer tutuklu olarak zorunlu refakate mecbur kaldım. O günün şartlarında
dışarıda korkuyla oradan oraya kaçarak yaşamaktansa, içeride arkadaşlarımla bir
mekânı, üstelik masrafsız paylaşmak, çok daha güzeldi. Dışarıdan birileri için
çok kötü bir durum olarak değerlendirilen o ortam benim için fevkalade
emniyetli ve sağlıklı olmuştu. İçerideki arkadaşlarım arasındaki itibarım belki
de rahat olmamı sağlamıştır. Ki, şu an için düşünüyorum da el hak
doğruymuş. Bilahare final sonuçlarımı
cezaevine ziyaretime gelen bir arkadaşımdan öğrendim. Bir ders haricinde
hepsinden geçer not almışım. Kaldığım dersin de bir ay sonunda final imtihanı
gününü öğrenmiş oldum. Kendi imkânlarımla
cezaevi prosedürünü aşarak imtihana katılmak nasip oldu. Hatta imtihan günü
sabah saat altıda kalkıp, imtihan olacağım üniversite binasına cezaevi aracının
içinde iki jandarma eri ve başlarında bir astsubay olmak üzere zamanında
ulaştık. Tek başına bir salona alınıp, ellerimdeki kelepçe çözülerek ayak
bileklerimden oturduğum sıraya kelepçelendim. Diğer salonlarda birden çok
imtihan olan öğrenci arkadaşlarımı düşünerek koskoca salonda tek başına olmanın
verdiği ürperti yanında gururunu da yaşamıyor değildim hani... Okul
idarecilerinin ve ders hocalarının yanıma gelerek hal dilleriyle hal hatır
sordukları ve psikolojik destek verdiklerini hissettirmeleri hala gözümün
önünden gitmiyor.
Ülkücü Hareketin lider kadrolarından olan bazı hükümlü
arkadaşlardan oluşan birinci koğuş, üç bin kapasitesi olan cezaevi yönetimiyle
de yakından ilgileniyordu. Cezaevi
müdürü veya diğer personel 12 Eylül’e rağmen yönetime arkadaşlarımızı ortak
etmesi en akıllı duruş idi onlar için. Öyle olunca da imtiyazlı durumda idiler.
Hatta içeri alınmadan önce, arkadaşlarımıza yönelik hizmetimiz 12 Eylül’den
önce hangi noktada ise, o arandığım dönemde dahil olmak kaydıyla aynı hizmet
imtiyazlı bir şekilde veriliyordu...
Herkesin sindiği, ağız değiştirdiği, pişmanlıklar
sergiledikleri o ihtilal günlerinde, dışarıda birlik ve beraberlik tesis
edilemeyince bari kader mahkûmları arkadaşlarımızı rahat ettirelim gayreti
bütün coğrafyamızı sardığı için gereğini abartılı bir şekilde yerine getirmenin
psikolojik yansımasının cezaevi yönetimini etkilememesine imkan yoktu...
Bir koğuş insan...
Yaklaşık yüz veya yüz yirmi kişi siyasi mahkûm. Siyasi olmalarından
ötürü de nispeten adi suçlu mahkûmlara göre imtiyazlılar. Prosedüre aykırı
olmasına rağmen kaldıkları koğuşa yakın bir yerde kendi imkânlarıyla birden çok
süt inekleri beslemektedirler. Her gün sağarak elde ettikleri sütü dışarı
fiyatının iki üç katına paraya çevirmek çok kolaydı. Yine kasalar dolusu
yumurta tavukları cezaevine sokularak yumurtalar bu imtiyazlı koğuş adına
satılırdı. Ciddi paralar elde edilirdi. Hatta her hafta başı bir küçük kamyon
değişik muhtelif ve çeşitte meyve ve sebze koğuşa intikal ettirilirdi. Diğer
taraftan soğuk meşrubat da cabası...
Denilebilir ki, bütün bunları nereden biliyorsun? 12
Eylül’ün vahşi stratejisi karşısında her camianın sistemi bozulmuştu. Cezaevlerinde
yatan siyasi dava adamlarıyla ilgilenen gittikçe azalıyordu. Çünkü her baş
denilen insan kendi başının kaygusuna düşmüştü... Bu anlamda çözülmemek mümkün
değildi. İşte öyle bir ortamda sistemsizlik yaşanmasın diye bölgesel de olsa
sistemler kurulmalıydı. Allah’a şükürler olsun ki, o sistem o bölgede kuruldu.
Tarih buna şahittir. Her biri 20-30 kilo süt veren ineklerden iki adet şehir
dışındaki cezaevine sürerek götüren, her bir kasada en az 150 adet yumurta
veren tavuklardan dört kasa yaklaşık 600 adet tavukla beraber yine her hafta
bir kamyon sebze ve meyveyi içeri sokan, meşrubat bir yana muhafazası olan
derin dondurucularla arkadaşlarımızın ihtiyaçlarının karşılanmasına şahit
olduğumuz için burada rahatça beyanda bulunuyoruz. Bunları ifşa etmek belki bazı insanlar
tarafından hoş karşılanmayabilir. Ama o kırılım döneminden bahsedip de,
ayrıntılara veya hatıralara girmemek haksızlık olur.
Bugün şöyle geriye bakınca her şeyin güllük gülistanlık
olmadığı anlaşılsın. Bir nesil bir takım gayri milli unsurlar tarafından nasıl
gök girmiş ekin gibi biçildiği görülsün diye tarihe şahitlik etmemiz lazım. Her
on senede bir tırpanlanarak, yarış halinde olduğumuz milletlerin en az 15-20
yıl gerisine gitmeyi bize meşru gösterenlerin ne kadar yanlışda olduklarını asli
unsura anlatmamız gerekmez mi?
İşte böyle bir sistemi oturttuktan sonra sanki kendi yerimi
yuvamı inşa ediyormuşum gibi mecburi ikamete tabi tutulduk. Çok güzel
hatıralarımız oldu acısıyla tatlısıyla... Başlangıçta cezaevi kültürüne uzak
olduğum için bazı olaylara geç intibak ediyordum.
Orada bir adet varmış. Mahkûmlardan biri yanlışlıkla bile
olsa bir başka mahkûmun ranzasına oturmuşsa Tanrı misafiri mesabesinde ilgi ve
iltifat görürmüş. Böyle bir ziyaretim esnasında şahidi olduğum bir olayı
durumun daha iyi anlaşılması için anlatmam gerekir. İstanbul cenabından olup M.
Ali Ağca’yı bir hastaneden kaçırmaya niyetlenen ve amaçlarına ulaşamayınca öyle
bir suçlamayla hüküm giyen iki arkadaşın aynı ranzada sohbetine, ranza
kültürünü bilmeden selam vererek iliştim. Hemen daha köşeli bir yer gösterilerek
ikramlarda bulundular.
Hayatım boyunca unutamadığım bir olaya başlangıç olan bu
ziyaretim, aynı zamanda o güne kadar geliştirip yetiştirdiğim dava diye kendimi
bitirme pahasına da olsa gözümü taştan budaktan esirgemediğim bir anlayışın,
ciddi bir değişime sebep teşkil edeceğini nereden bilebilirdim.
Hiç unutmam, oturduğumuz ranzanın karşısında siyah beyaz
renkli olan bir televizyonda bugün dahi adını zor telaffuz ettiğim iki Avrupa
takımının futbol müsabakası canlı olarak veriliyordu. Anladığım kadarıyla
arkadaşların futbol bilgisi, takım sevgisi gibi taraf olabilecek bir durumda
olmadıkları halde, içlerinden biri yani Atilla “Şu takım benim olsun,
yenilirsem -elini gırtlağına götürerek- işaret etmesiyle” beraber Necdet
“tamam“ dedi. Ben bu hareketten yine hiçbir şey anlamadım. Derken müsabaka
bitti ve Atilla’nın taraf olduğu takım yendi. O an gözüm Necdet’e ilişti.
Baktım bir arama içine girdi. “Tamam, buldum; ben gidiyorum” dedi ve bir
çırpıda ranzadan atlayarak koğuştan çıkması bir oldu.
Aradan kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen televizyondaki
maç yorumları bitmemişti. Aniden silah sesleriyle kendimizi büyük bir merakla
koğuş önündeki bahçeye bizi bekleyen tehlikeden habersiz atıverdik. Bahçe adeta
bir savaş alanına dönmüş, kimi arkadaşlar yerde, kimisi kaçıyor, kimisi ise
mermi veya kasatura darbesiyle yaralanmıştı. Böyle birşey hiç beklenmeyecek bir
durumdu. Yerde yatan bir arkadaşa yardım maksadıyla elimi uzatır uzatmaz sağa
sola sert müdahaleye devam eden bir askerin silahını doğrultarak “Çek elini ve
hazır ol” uyarısıyla korku düştü yüreğime. Doğruldum ve bir adım geri çekildim,
tam hazır ol vaziyetine geçecektim ki yine aynı asker tarafından çok daha sert
ve kararlı “Oku lan İstiklal Marşını o..... çocuğu” diyerek boğazıma süngüyü
dayaması bir oldu. Zorla, tehditle hem de boğazıma dayanan süngünün zoruyla
gözyaşları içerisinde “Daha yüksek sesle, daha gür” uyarısıyla milli marşımızı
okudum. Ama ecel terleri döktüğümün farkında olmadan benim kutsalımın bana zulüm
aracı yapılmış olması anlaşılır şey değildi...
Oysa içeri girmemin sebeplerinden biri de İstiklal Marşı
yerine Komünist Enternasyonal Marşı okuyanlara karşı ateşli silahla muamele
etmem değil miydi? Şu feleğin işine bakın ki, o dönemin solcu gençlerine karşı
biz ülkücü gençler olarak İstiklal Marşı’nın kavgasını verdiğimiz halde, uğruna
canı cananını bile vermeye hazır olduğumuz milli değerlerimizin başında yer
alan milli marşımızı bize zorla dayatanlara karşı ne düşünsek nasıl davransak
bilemedim.
Biz değişik siyasi kamptaki gençler olarak emperyalizmin
öyle oyununa gelmişiz ki, bize bizden olmayanları komünist, vatan haini veya
kokmaz bulaşmaz sürüler olarak görme alışkanlığı edindirilmişiz de, bizden
başkalarının vatanperver olamayacaklarına dair fikirlere inandırılmışız.
Ülkenin gerçek sahipleri nezdinde bizlerin ‘fasafiso’
olduğunu o günden itibaren öğrenmiş oldum. Empati kültürü ve hoşgörü yerleşik
hayata geçirilmezse bizler geri kalan ömrümüzde değilse bile gelecek kuşaklar
daha çok kavgalı gürültülü olacaktır.
Askerin düşman karargâhına saldırır gibi sağa sola ateş
ederek müdahalesinin sebebini bilahare öğrendik. Ranzasına misafir olarak
oturduğum ikililerden Necdet ve sporda karşı takım taraftarı olan Atilla’nın
girmiş oldukları bahis “gırtlak”la ilgiliymiş. Elini gırtlağına götürerek
kesecekmiş gibi işaret etmesi, daha önceden yan koğuşta yatan, ülkücü bir
gencin ölümüne neden olan sol görüşlü birinin ortadan kaldırılması için bir
işaretmiş. Taraf olduğu takım yenilince
durumdan vaziyet çıkararak, gizli yerde saklı zulayı alıp doğru bahçeye, oradan
da iki metrelik duvardan tırmanıp karşı koğuşa geçen Necdet, hedeflediği kişiye
beş on şiş vurduktan sonra tekrar kendi koğuşuna döner.
Biz tamamen habersiziz. Ta ki asker koğuşa saldırana
kadar...[4]
Siyasi iradeye, devlet çarkının işleyişi içinde karşı gelmek
mi? Aman Allah korusun...
İşte devlet umuru görmüş bir bey Yazıcıoğlu. Biz onun
devleti ile ilgili kriterini yapmayacağız. Bu yazdıklarımın amacı, Yazıcıoğlu
ailesinden bir delikanlı olan Yazıcıoğlu Osman Ağa’nın günümüzde halen dilden
dile dolaşan, Türk Edebiyatında tek bir şiirle yer edinen, şiir değil adeta
duyguların kalbi rikkatle kanlı gözyaşına sebebiyet veren, yaşanmış gerçek bir
olayı ortaya koyacağız.
Beyimiz Yazıcıoğlu, Afşin’e avdetinden sonra, kendisine bir
yerleşim yeri arar ve bugün Tanır olarak bilinen kasabaya yerleşir. Denilir ki,
Tanır Kasabasının kuruluşu Yazıcıoğlu Beyle başlar. Zamanla oğul uşak derken
ailesi genişler. Ailenin varisi olacak olan Osman Ağa da bunlardan biridir.
Kasabayı ikiye ayıran Hurman Çayı ve çayın etrafında
gelişmiş sulu tarım arazileri ile bin bir çeşit ağaçlar ve her adım başı pırıl
pırıl, buz gibi kaynak sularıyla Tanır Kasabası, payitahta başkentlik eden İstanbul
sevdalıları için elbette yer ve güzellik olarak tercih sebebi olması kadar
doğal ne olabilir ki...
Dönemin en gözde geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olduğu
için, hayvancılıkla uğraşanlar kışlık sabit yerleri ve yazlık yaylaları yurt
edinirler.
Yazıcıoğlu ailesi de, Binboğa yaylalarını kullanır. Hemen
her yaz mevsiminde aynı yaylada Hatay tarafından gelen bir başka aile de
bulunur.
Hatay tarafından Binboğa otlağına gelen aileden bir kız,
güzel mi güzel, endamlı mı endamlı, asil mi asil... Adı Senem. Aşireti ona
Telli Senem der.
Telli Senem’in gözü kimseyi görmez. Taliplileri çok ama o
hep arar. Kim bilir belki Anka kuşu gibi efsane olup gidecektir. Belki de bir
kötü talih... Ah Senem aaah... Hikâyeyi bilen bilir...
İçinde fırtınalar esen, aşk sokağında aklını kaybeden,
sevginin, sevme olgusunun asaletine ve etkisine inananlar bu hikâyeyi
anlatmakta kalemin yetersiz kalacağına inanır.
Zamanımızın Karacaoğlan’ı diyor ki; ‘Her asil insanın
mutlaka bir Mihriban’ı var. Ha Yazıcıoğlu’nun Senem’i, ha Karakoç’un
Mihriban’ı.’ Söyleyin Allah aşkına, bu duruş, bu oluş kalemle ifade edilebilir
mi? Yaşanır, yaşatılır ve tekrar yeni vücutlarda, yeni adreslerde inkişaf eder
ancak.Yavuz’un Mısır’ı fethinde gördüğü bir ‘Ahu’ karşısında dili çözülür.
Sanki koca Yavuz, Mısır’ı fethedişinin iksirini bulur. Ve o büyük olayın ilahi
mesajına odaklandığı sözlerini hemencecik ilhamının yüzüne karşı fısıldar;
‘Şîrler pençe-i kahrımdan olurken Lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun eyledi felek.’
Yani der ki Koca Sultan; “Aslanlar bile benim ülkemde adımı
duyunca tir tir titrerken, şu feleğin işine bak, ahu gözlü bir güzele köle etti
beni felek de ondandır lala.“
Yüzlerce örnek verilir. Bizim genç Yazıcıoğlu da, bey mi
bey, yiğit mi yiğit. Hep kaçamaklı görüşürler Telli Senem’le. Senem nihayet
aradığını bulur. Engeller de, nedense bu tür hikâyeler de hep aynı olur. Sebep
sonuç ilişkisine insanlarımız hep ağlar durur. Uzun sürer sevdaları. Her yaz
yaylaya çıkma vakitleri iple çekilir. Sevdaları bütün ovaya yayılır. Ta ki hep
olduğu gibi en son kızın babası olayı duyar. Tepkisi sert ve önlemi, çok ricit
olur. Telli Senem bir daha Binboğaları göremez.
Yazıcıoğlu Osman Ağa hep bekler Anka kuşunu. Ne haber, ne
gelen, ne giden vardır. Son görüşmelerinde ‘aht’ etmişlerdir. Birbirleri dışında
hiç kimseye yar olmayalım diye…
Aradan yıllar geçer. Yazıcıoğlu Osman artık beydir. Hikâye
unutulur. Çevre töre gereği çok baskı yapar ve Yazıcıoğlu evlenir. Çoluk çocuk
derken torun torbaya karışır. Yaşı neredeyse bir asra yaklaşır. Senem çoktan
unutulmuştur. Onların zamanında Afşin-Elbistan Ovası meşhur İpek Yolu üzeri
olduğu için, doğu batı karayolu ana arterini oluşturmaktadır. Yol üzerinde
Suluhan, Çoğulhan, Kuruhan gibi kervanların uğrak merkezleri bulunur ve halen
ayni isimle bilinirler. Her kervancının yolu buradan geçmektedir.
Yazıcıoğlu bir gün köy odasında otururken, bir kervancıbaşı tarafından ısrarla görüşme
talebini “Alın bakalım derdi neymiş” talimatı üzere huzura alınarak meramı
sorulur.
Kervancıbaşı; “Yazıcıoğlu kim?” der.
Benim cevabını aldıktan sonra;
“Beyim; bir haftalık yoldan geliyorum. Çoğulhan ve Kuruhan
üzerinden yoluma devam edeceğimi öğrenen çok yaşlı, yalnız ve çok güzel bir
ihtiyar kadın kervanımın önüne çıkarak, sana bir çift sözle, şu mendili vermemi
istedi” der ve mendili uzatır.
Devamla; “Halen sana verdiği söz üzereymiş, sevgisine bir
ömür sadık kalmış ve onca baskılara karşı koyarak hiç evlenmemiş, onunla
ahdimiz var ihanet edemem, son nefesime kadar da bekleyeceğim” dediğini
söyleyince...
Yazıcıoğlu tıpkı Tanır Kasabasının pınarları gibi su akıtan
gözyaşlarıyla mendili mütemadiyen öperek hüngür hüngür ağlamayı belli bir
müddet sürdürür. Ve hiç bir şairlik sıfatı olmadığı halde bu ilahi olgu
karşısında aşağıya alınan mısralar ağzından dökülmeye başlar. O gün bu gün yazılı
ve sözlü edebiyatımıza bu olay hikâyesiyle birlikte girmiştir.
İrticalen söylenen şiir şöyledir;
Bir haber geldi Telli Senem’den,
Deli gönül şad olmaya başladı,
Akmaz iken kör pınarın ayağı,
Suyu geldi çağlamaya başladı.
Senem’in giydiği sarıdır sarı,
Ölmeden yüzünü göreydim bari,
Yıkık değirmenin bozuk çark evi,
Suyu geldi düzelmeye başladı.
Aşkın cezvesi de ocakta kaynar,
Durmaz deli gönül meydanda oynar,
Ermeni dillerin şekerler çiğner,
Tatlı tatlı söz olmaya başladı.
Hele bakın şu feleğin işine,
Ağu kattı benim pişmiş aşıma,
Senem değmiş, seksen doksan yaşına,
Benimki de yüz olmaya başladı.
Şu görünen Binboğa’nın dağları,
Aşılmıyor gıcı, boranı belleri,
Yazıcıoğlu Şereflinin beyleri,
Koca Tanır yaz olmaya başladı.
İlbey; yüksek öğrenimini yapmak üzere gittiği serhat şehri
Edirne’de delikanlı kişiliğiyle kısa sürede ön plana çıkmış idealist bir
gençtir. 1970’li yılların ateş çemberinden geçerken; düşenleri toprağa, yara
alanları tedaviye, tutsak olanların da ziyaretine devam etme işinden gençliğini
yaşamadan kaybeden zümreden bir gençtir.
Karaoğlan iktidarında, zam ve zulmün fırtına gibi estiği o
dönemde, İlbey ve bir avuççuk arkadaşları kendilerince inandığı, aslında
uluslararası güçlerin savaş alanı olarak seçtiği ve sahneye koyduğu bir senaryonun
dava olarak ezberletildiği ve kullanıldığı, esasında kardeşler arası kavganın
verildiği ortamlardan bir ortamdır o günler.
Dönemin siyasi iktidarı karşısında, Yavuz bıyıklılar, Kafkas
şapkalılar, eli tespihliler, yumurta topuklular, ağzı kalabalıklar hep tüymüş,
ortam üç beş İlbey gibi şekilciliğin dışında gerçek anlamda idealist kişilerin
müdafaasında varlığını korumuştur.
“Ellerin yurdunda çiçek açarken bizim ele kar geliyor
gardaşım,
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme dar geliyor dar geliyor
gardaşım.”
Diyen ozanların yüksek sesle konuştuğu ülkede, idealist
gençlerden bazıları sudan sebeplerle kendilerini cezaevlerinde bulmuşlardır.
İlbey’ler haftada bir gün cezaevindeki arkadaşlarının
ziyaretine giderler. Diğer günler ise malum olduğu üzere öğrencilik işleriyle,
zamanla da eğer kavga yapmaktan fırsat bulurlarsa kendi çocukluklarına zaman
ayırarak yaşamak durumunda olan yetişkinlerdir. İmkânları son derecede kısıtlı
olan bu ‘Bakımsız tarzan’lar için en önemli beslenme şekli ‘Bol salçalı
yumurta’, eğer lokantaya uğrama cesaretleri varsa ‘yarım kase çorba ile masada
bulunan bütün ekmek’lerdir. Esnaf biraz çekinmese bu gençlere değil yarım kase
çorba vermek, kapıya yaklaştırmak bile istemez. Lokantacı esnafın bu duyguda
olduklarını çorbayı içen İlbey’ler onların tavırlarından anlarlar.
Cezaevinde cinayet zanlısı olarak yatmakta olan bir
arkadaşının mahkemesine belge olarak sunulması icap eden evrakın temin edilerek
yerine ulaştırılması görevini İlbey üslenir. Evrak, arkadaşının memleketi olan
Uşak ilinin Sivaslı ilçesinin Ketenli Köyü Muhtarlığından temin edilecektir.
Hiç tereddütsüz yola çıkar. Uzunköprü üzerinden İzmir ve
Uşak derken Sivaslı ilçesine varır. Mahkûm arkadaşının adı Yıldıray Başkan’dır.
Yıldıray giderken İlbey’e bir de mektup verir. Sivaslı’daki öz dayısı Ahmet
Yıldırım’a uğramasını, onun kanalıyla anasının, babasının bulunduğu Ketenli
Köyüne gitmesini tembih eder.
İlbey; tembih üzere, Sivaslı ilçesine iner inmez Ahmet
Yıldırım’ı arar. Bir çay ocağında bekletilerek dayı Yıldırım’ın gelmesi sağlanır.
İlbey, dayı Yıldırım’ı beklerken çay ocağında beş on kişinin siyasi
konuşmalarına kendince müdahale eder. Konuşmalarının bir iki yerinde ‘Türk
adında bir milletin olmadığı, üç beş uç beyinin Anadolu’ya gelerek yerel insanlarda
‘Türk olma’ olgusunu gerçekleştirdiklerini, doğrusu kendilerinin ‘Türk’ değil
de Anadolu’nun yerli kavimlerinden olduklarını ve daha, neler neler...
Devamla ‘Çaldıran’da Alevilerin Hanefi dini mensupları
tarafından katledildiğinin’ üzerinde durulurken, İlbey dayanamayarak “Hanefi
dini adında bir din yoktur” çıkışını yapar. Bu müdahale ile bütün gözler İlbey’in
üzerine döner... Peşi sıra sorular sorulur. Sen kimsin? Nesin? Nereden geldin?
Gibi...
İlbey sorulardan birine cevap verir. “Ben Müslüman Türk
çocuğuyum” deyince çıldırırlar... Tepkinin çok büyük ve ittifakla olması, İlbey’in
biraz geri adım atmasına sebep olur. İlbey devamla;
“Velev ki sizin dediğiniz doğru olsun. Bir insanın kendi
kimliğini ifade etmesinden neden rahatsızlık duyuyorsunuz. Ben kendimi böyle
ifade ediyorum. Sizinde mutlaka bir yere aidiyet olarak yakınlığınız olmalı.
Üstelik kendimizi böyle ifade etmemiz
hiçbir zaman kusur değildir. Suç işlemiş gibi saldırıyorsunuz. Ülkemizde
ezici çoğunluk kendini böyle tarif eder. İlkokul dört beşlerde Ergenekon
Destanıyla başlayan serüven, Türk-Yunan Savaşına kadar devam eder. Bu
topraklara bağlı insan kendini Türk kabul etmektedir” gibi alttan alınarak
söylenen sözler çay ocağı ekibini tatmin etmez.
Dayı Yıldırım da gelince İlbey’e işaret edilerek dışarı
gelinmesi söylenir. Yürürler, İlbey de yürür. Bir kuytu yerde bulunan binaya
girilir. Bir iki zemin kat derken, genişçe bir salona geçilir. Lambalar yanar.
Etrafta masa ve sandalyeler, duvarlarda çerçeveli resimler... Birdenbire İlbey
bu mekanın hangi amaçla kullanıldığını tahmin etmekte gecikmez. Çok kitap
okumuştur halk mahkemesiyle ilgili... Duvardaki sloganlar ile Marks ve Lenin
resimleri İlbey’in kanaatini pekiştirir.
Sorguya geçilir. ‘Yıldıray Başkanı nereden tanıdığı’ dayı
Ahmet tarafından sorulur. ‘Cezaevinden’ deyince, öz ablasının oğlu için, “O
anasını, avradını ..... oğlu, kim bilir hangi yoldaşın kanına girdi, kim bilir
hangi yoldaşın evine bomba koydu, yoksa cezaevinde ne işi var?” gibi ifadeler
kullanarak celalli bir konuşma yapar. İlbey, işin vahametini anladığı için
soğukkanlılığını bozmadan “Edirne’deki İmam Hatip Lisesinde okuduğunu,
faşistlerle arkadaşlarının kavga ettiklerini, bu nedenle bir kısım
arkadaşlarının cezaevine konduğunu, onları ziyarete gittiğinde adının Yıldıray
Başkan olduğunu söyleyen biriyle karşılaştığını, Uşak’ta askerlik yapan
kardeşini ziyarete gideceğini duyunca, kendisi de Allah rızası için ailesinin
yanına uğrayarak, benden bir haber götür isteğine uyduğunu, üstelik emaneti
yerine iletmenin dini görev olduğunu” anlatarak ortamı yumuşatmaya çalışır...
Sorgucular bakarlar ki dini yönü güçlü bir kişiyle karşı
karşıyalar. İçlerinden biri “Sen akıncı mısın yoldaş” dediğinde İlbey; “Nereden
anladınız?” diye karşılık verir. “Dini yönün güçlü gibi görünüyorsun da...”
sözü üzere İlbey zaten soğukkanlıdır,
ama daha da rahatlar.
Sorgucular; ‘Bu faşistler size yeşil komünist, bize kızıl
komünist derler. İkimizin de düşmanı faşistlerdir. Biz sizinle anlaşırız. Siz
abdestli camiye gidersiniz, biz ise zaman zaman denetim için abdestsiz gider,
hocayı dinler müdahale edecek bir şey bulamaz isek namaz kılmadan çıkar
geliriz. Bu anlamda sizinle bir problemimiz olmaz’ gibi inciler yumurtlarlar.
İki taraf da rahatlamıştır. ‘Öyleyse yoldaştan bir taksi
çağırın bu yoldaşı daha fazla tutmayalım’ denir. Taksi gelir, İlbey’i de alır
doğru Ketenli Köyüne... Şehri çıkınca İlbey, şoföre boşalır. Kendisinin ülkücü
olduğunu, hatta Ülkü Ocaklarında yetkili olduğunu sert ve küfürlü bir şekilde
söyleyiverir. Korkma sırası şofördedir...
Köye varılır, köyden şehre başka araba olmadığından bir gün
sonra gelmesi tembih edilerek şoför gönderilir. Durum Yıldıray’ın ailesine
anlatılır. Aile pek bildirmez, ama endişelenir. İlbey’in yatağını iki katlı
evin çatı arasına yaparak merdiveni çekerler. Gece baskını olursa tedbir olsun
diye... Sabah olur ama korkulan olmamıştır. Taksi beklenir. Bir iki saat geç
gelen şoför aynı, ama taksi nerdeyse hurda bir araç. Geldiği araç olmadığı için
İlbey soğukkanlı bir şekilde “Bugün işimizi halledemedik, paranı al ve yarın
aynı saatte bekliyorum” diyerek adamı gönderir. Takip ederek tehlikenin ortadan
kalktığı anlaşılınca İlbey, ev sahibi amcayla, kara bir eşeğe binerek hemen
başka bir şehre arabası olan köye ulaşır. Köyün imamının evinde kalınır. Banaz
ilçesine giden minibüse saatinde biner. Yol çatında inerek İzmir-Afyon
otobüslerinden biriyle Afyon’a ulaşır.
İlbey şöyle bir etrafı süzdükten sonra kendine güven gelir
gelmesine ama hala strestedir. Onun stresi, şahsi korku ve kaygılarından değil.
Kendini ağırlıklı olarak ‘Türk’ bilenlerin yaşadığı bir coğrafyada ‘Türk’üm’
dedirtmemek üzere kurgulanmış sakat bir düşüncenin cüretinedir. Afyon’da
milliyetçi sloganlar her tarafı kaplamış, sokaklarında insanlar palabıyıklı,
çalışanların siluetlerinde bir güzellik, lokantalarında yemekle beraber
biralarını yudumlayan aslan ülkücüler... İslâmsız nasıl ülkücülük olursa...
Ülkücülüğün ölçüsü olan İslami ritüellerin gerek kişi hayatında, gerekse toplum
hayatında yeri olmaz mı? İslâmsız hayatın kuru bir davadan ibaret olduğunun şuurunda
olan İlbey; “Allah sonumuzu hayır eder inşallah” diyerek Haydarpaşa treninde
yer ayırmak için bilet satılan gişeye yaklaşarak biletini alır.
Köyden Yıldıray’a ulaştırılmak üzere verilen emaneti trene
yerleştirirken, hareketlerine müdahale eden gar memuru “Neden sinirlisin böyle?
Müslüman Türk değil miyiz gardaş?” hitabına İlbey aynı sertlikte “Değilim, ben
Müslüman Türk değilim” cevabını verince yine etrafı sarılır. Neden değilsin?
Hangi dindensin? Hangi din ve milletten olursan ol, burası Türk vatanı ‘Müslüman
Türk’üm diyeceksin’ gibi yaklaşımların tansiyonunu düşürmek için İlbey başından
geçeni anlatarak, oradan da öylece kurtulur.
İlbey almış olduğu görevi yerine getirir. Mahkeme için
gereken evrakı zamanında arkadaşının avukatına ulaştırır. Yıldıray cezaevinden
tahliye edilir. Bir müddet sonra gümrük muhafaza memuru olur. Kısa bir süre içinde
çok güzel bir araba alır. İlbey’in yanından geçerken kendince korna çalmak gibi
bir lüksü dışında hiç de pas vermez. [5]
DEVLET
HER ŞEYİ BİLİR
O; bir Eylül akşamı Numune Hastanesinde görev yapan dört
kafadardan Dr. Atıf Bey; Kayseri’de bulunan eşiyle görüşmek için hastane
santraline talebini yazdırır. Ümit eder ki, her zaman arada bir bağlattığı
şehirlerarası telefon gibi hiçbir aksilik olmadan çoluk çocukla görüşebile...
Bir müddet sonra santral memuru bizzat Atıf Doktora gelerek,
“Merkezden bir türlü kayıt alınamıyor, onun için isteğinizi yerine
getiremiyorum” haberini verir. Dr. Atıf ve arkadaşları bu durumu hayra
yormazlar. Yerleşik kural; istenildiği her vakit özellikle doktorlar ülkenin
her tarafıyla telefon bağlantısını hastahane santrali vasıtasıyla
görüşebildikleri, bu konuda emsali olmayan bir durumla karşılaştıkları için
“Eyvah! İhtilal olacak” ifadesini kendi aralarında söyleyerek panik yapmadan
safları sıklaştırırlar.
Dr. Atıf söz alarak; “Arkadaşlar; bu gece büyük bir
ihtimalle Ordu iradeye el koyabilir. Bu iletişimsizlik aldığım duyumlarla
örtüşüyor. Askerin sağı solu, ihtilalinde rengi şimdiden belli olmaz. Büyük
mağduriyetler yaşayabiliriz. Durumumuzu dikkate alarak bir değerlendirme
yapmamız lazım. Esasında gerekli olan tedbirleri almamız için fazla zamanımız
da yoktur. Öyle zannediyorum ki; ben ve Emin ihtilalcilere yakalanırsak
ikimizin de dünyasını zindan ederler. Siz! Ziya ve Nebi; ikiniz en kötü
ihtimalle üç dört yılda yırtarsınız. Onun için hiçbir şey yokmuş gibi davranın.
Bizim buralarda olduğumuz imajını verin. Hemen önlükleri çıkararak ilk fırsatta
Ankara dışına çıkmamız lazım. Şimdi gelin kucaklaşarak birbirimize hakkımızı
helal edelim. Aksi bir durum varit olursa, yani ihtilal konusunda yanılmış olursak,
birkaç gün sonra döneriz” dedikten sonra beyaz önlükler yıldırım hızıyla
çıkarılarak gerekli evrakların da alınmasıyla kucaklaşmaları bir olur.
Kapıdan çıkar çıkmaz kendilerini bir arabaya atarak
merkezden dışa doğru yol alırlar.
Emin Bey’in, Haymana’nın bir köyünde babası muhtarlık yapan
arkadaşı aklına gelir. Doğruca köye varılır. Kulaklar radyoda heyecanla
beklenir.
Onbir Eylül’ün akşamı hava biraz kararınca dışarıda palet
sesleri duyulur. Ziya ve Nebi ikilisi Numune’nin idari kısmında yapılan
anonsların yanında, namluları çalıştıkları binaya yönelik tankın varlığını
görerek ihtilale şahit olurlar. Aralarında ‘Bu Atıf Bey’de de hiç yanılma payı
yokmuş’ gibi ifadelerle kendi durumları hakkında fikri hazırlığa başlarlar.
Bir gün sonra radyo ve televizyonlardan dışarı çıkma yasağı
ilan edilir. Çalışanlar çalıştığı yeri, evdekiler bulundukları yerleri terk
etmeme emri üzere olağanüstülük yaşanır.
Dr. Atıf Kayseri’li dir. Emin Bey ise Mersin’in
Yörüklerindendir. Atıf ve Emin, Haymana’da birkaç gün kaldıktan sonra yolları
ayrılır. Dağ, taş demeden yaya olarak zaman zaman da otostop yaparak
memleketlerine dönmek için olağanüstü gayret gösterirler. Emin Bey, Gazi
Üniversitesi Elektrik Mühendisliği son sınıf öğrencisidir. Elektrik aksamındaki
problem nedeniyle yolda mahsur kalan bir otomobilin arızasının giderilmesine
katkı sağladığı için güneye doğru beraber yol alır. Otomobilin sahibi ile kısa
sürede dost olurlar. O da ihtilalin mağduru olmamak için nereye gittiğini
bilmeden direksiyon sallayan altın kaçakçısı Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı
çıkar. Kadere bak der Emin ve ekler: “Bir Türk vatandaşı ile bir Türk’ün farklı
nedenlerle aynı kişilerden, aynı amaçla aynı yöne kaçıyor oluşları çok garip.”
Ermeni asıllı Türk vatandaşı, Emin’in Mersinli olması ve o
bölgeyi iyi bilen biri hesabıyla, “Sen, benim Mersin üzerinden ülkeyi terk
etmeme yardımcı ol, ben de yurt dışında güçlü bağlantılarım olduğu için sana
yardımcı olmaya söz veriyorum” teklifi üzerine Emin kabul etmekten başka çaresi
olmadığından ‘tamam’ der.
Planladıkları gibi bir Türk ve bir Ermeni Türkiye sınırları
dışına, bir Yunan şilebi sayesinde kaçarlar. Önce Yunanistan Mora Yarımadası,
ardından İtalya, nihayetinde Fransa’ya ulaşırlar. Ermeni ile kader arkadaşlığı
yapan Emin, başlangıçta vermiş oldukları söz üzere kalırlar. Birbirlerine
yanlış yapmazlar. Fransa’da ufak tefek başladıkları işlerini, bu gün 300-400
işçiyle idare edilen büyük bir fabrika haline dönüştürürler.
İhtilalden
bir gün sonra Numune Hastanesi’nden başta Dr. Atıf ve arkadaşlarını almak üzere
varan ekip, bu kafadarların yerlerinde yeller estiğini görerek, bari elimiz boş
dönmeyelim diyerek, Ziya ve Nebi’yi gözaltına alırlar. Uzun bir mağduriyet söz
konusu olmadan kısa bir süre sonra onlar da şartlı olarak bırakılır.
Emin, Fransa’da tahsilini tamamlar. Elektrik Mühendisi
unvanı ile seksen dokuz yılında genel af üzerine ülkesine gelir. Uçaktan iner
inmez sorgu için gözaltına alınır, ama af gereği tekrar bırakılır.
Şu anda müteşebbis bir Türk insanı olarak Fransa’da ikamet
etmektedir.
Dr. Atıf ise bir yolunu bularak Nahçıvan üzerinden Azerbaycan’a
geçer. Genel af çıkana kadar burada çalışma fırsatı bulur. Üstelik Emin gibi
ihtisasını da yaparak dâhiliye doktoru olur. Genel afta ülkesine döner. Şimdi
de Adana’nın en büyük hastanelerinden birinin baştabibi olarak görev
yapmaktadır.
Şartlı olarak bırakılan Ziya ve Nebi beyler diyorlar ki;
“Gözaltı süremizde öyle sorularla karşılaştık ki; biz devletin bütün
kurumlarıyla iflah olmaz bir derde düştüğünü hesap ederek çalıştığımız yerlerde
kendimizi devlet yerine koyuyorduk. Oysa en zayıf devlet bile bizim hafızamızın
alamayacağı kadar kişi veya sivil toplum örgütlerinin çok önündeymiş. Sonraki
hayatımızda aşırı tedbiri kendimize prensip haline getirmeye söz verdik.
Gördük ki; Devlet her
şeyi biliyor.”
Orta yaşlarda bir kadınla biraz daha geçkin bir adam
arasında üç dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice dövüldüğüne şahit
olur. Öyle ki, çocuğun ağzı burnu kan revan içerisinde, üstü başı
çekiştirilmeden dolayı yırtılmış, salya sümük birbirine karışmış, adeta futbol
topuymuş gibi, adam vuruyor kadının kucağına, kadın da vururmuş gibi yaparak
adamın kucağına itiyor. Bu da yetmiyormuş gibi bir de söz ile çocuğun psikolojisini
allak bulak ediyor baba. Ana olacak kadının mütemadiyen akan gözyaşlarının
çocuktan farklı olmayışının ve erkeği yanında sanki başkasının çocuğu gibi
çaresiz bir görüntü oluşturmasının rolden ibaret olduğu birazdan
anlaşılacaktır.
Ali Bey, çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı
olduğunu anlıyor. Yüreği ağzına geliyor. “Aman Allah’ım... Bir çocuk, bir masum
yavru, iyiyi kötüyü seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın
vurmayı, vicdansız insanlar! Verin çocuğu bana” deyip çocuğu kapıyor ve devam
ediyor;
"Siz Allah’tan da mı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu
yavruyu" deyince aldığı cevap karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
"Evet; öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı.
Neden böyle davrandığımızı bir güzel anlatayım da sen de bize hak ver” diyerek
devam eder;
“Bak beyim, sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun.
Herhalde devlet memurusun. O kadar insan yanımızdan gelip geçtiği halde kimse
senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun
için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme
ki ben vahşi bir canavarım”.
“-Altmışlı yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken
evliydim. Çocuklarımı görmeye sık sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş
senesinde memlekete geldim. İki tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya
gitmek büyük bir ayrıcalıktı. Memlekette eş dost bu Almancı, bunda para bol
deyip rahmetlinin üzerinden az bir zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç
bir kızla beni tekrar baş göz ettiler. Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir
beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun
müddet memlekete gelemedim. Aradan sekiz on yıl geçtikten sonra ancak
dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç dört yaşlarında bir çocuk var.
Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, ama bu çocuk senin
diyorlar. Ben hesap ediyorum, sekiz on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk
üç dört değil de sekiz on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah
buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve; ya öleceksin ya da
ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti.
Kahramanımıza dönerek; "Hemen aklına bir başkasıyla
gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri değil mi beyim. Ah keşke öyle
olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin karşısında çok şereflidir. Neler
vermezdim düşündüğün gibi olsaydı."
Derin bir nefes alıp şöyle arkaya doğru yaslanarak;
“-Evet sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden, ölüp ölüp
dirilten gerçek şu; Gurbete giderken, yani anasının yanında bıraktığım, bu gün
ondokuz yirmi yaşlarında olan oğlumla... Bu velet olmuştur. Şimdi bu çocuk
nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü yıkımı
nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz
olacaktır. Ama onu da yapamıyoruz. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı
bilemiyoruz. Böyle bir olayı Allah kimsenin başına vermesin. Ölmeden önce ölmek,
hatta binlerce defe ölmek böyle bir şey olsa gerek. Bir çözüm yolu da yok veya
varsa da inan ki beyim benim aklıma gelmiyor. Gök kubbe bana zindan oldu, sence
ne yapmam lazım, lütfen bana bir akıl ver” gibi yakınmaları hemen kahramanımızda
zekice çağrışımlara sebep olur.
Ali Bey, Sağlık Bakanlığında müdürlük görevi ifa etmektedir.
Görevi gereği geniş halk kesimleriyle temasta olduğu için onların da bazı
dertlerine vakıf olma gibi durumları olmaktadır. ‘Hasta olan kişinin doktor
ayağına gelirmiş derler’ ya tevafuktur aynen öyle bir durum; Aydınlıkevler’de
bir cami imamı, çok önceleri, evlatlık
çocuk arandığını söylemişti kendisine. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama
hiç mi hiç mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebi çağrışım yapar.
Emin ve vakur bir şekilde; "Öldüreceğinize verin bana
bu çocuğu vicdansız herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan
uzaklaştığı bir olur.
Bir taksiye atlayarak çocukla beraber evine gelir. İlk işi
tatildeki çocuklarını arayarak iki üç gün sonra döneceğini bildirir ve ister ki,
çocuğu rahat edebileceği yeni evine yerleştirsin. Önce banyo yaptırmak aklına
düşer. Bu amaçla çocuğu hazırlamak için elbiselerini çıkarır. Bir de ne görsün,
aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki haritası çizilmiş. Vücudunun her
tarafı çürümüş. Memlekette anasının yapmış olduğu turşu içindeki domates veya
salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik edilmiş haline, sevgiye tutkun bir
insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür hüngür ağlayarak şahit olur.
Gerekli tedbiri aldıktan sonra yavrucağın karnını doyurur ve
bir müddet sonra rahatlayan çocuk kendinden geçerek uyur. Kendisi de şöyle bir
balkona çıkarak, o efkârlı hal içinde masasını kurar ve kendi deyimiyle bir
güzel demlenir.
O gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin
yardımıyla tez elden bulur. Hikâyesini anlatır. Karşılıklı sözler verilerek
çocuğu teslim eder. Bilahare akşama doğru arabasına binerek tekrar Gökova’ya
doğru yola koyulur.
Aradan tam yirmi beş yıl geçmiştir.
Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan ailesi, gazete
ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış, şimdi ise umutlarını kestikleri zannediliyor.
Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu an da umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve
mutluluk getiren bu çocuk bayağı olgun yaşlarda evli ve üç çocuğu olan bir aile
reisidir. Çok güzel bir eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel
okullarda, liseyi Ankara TED Kolejinde, üniversiteyi de Bilkent’de tamamlayarak
hayata büyük bir iş adamı olarak atılmıştır.
Şu feleğin işine bak derler ya; nereden nereye...
Bir insanın bir âlem olduğunu, bu âlemin de ne kadar
zikzakları olduğunu yaşayıp görüyor insan. Yaratılıştaki aşk ve merhamet
anlayışını fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan kahramanımız bu örnek
davranışıyla kendine yakışır, duyarlı insanlar arasında çoktan yerini alır.
Burada her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor.
“Kim bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor
mu, diye peş peşe sorsam da, yine verdiği cevap kaçamakça olur... Sözüm var
söyleyemem, der ve ekler;
-Ben doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayat
kucağına almış beni yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil. İnsansam ben, yaşamak
hakkımsa, tabiat kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar
doğalsa neden yaşamak hakkım değil.
-Kavgayı, bir ağacın yaprağına yazmak isterdim. Sonbahar
gelince yaprak kurusun diye.
-Öfkeyi bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok
olsun diye...
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin
diye,..
-Ve dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine
yazmak isterdim, onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye...
[1]
Not: Hikâyedeki asteğmen, Kahramanmaraş Milletvekilliği yapmış olan Sayın Edip
Özbaş’tır.
[2]
Not: Bu hikayeyi 1994 yılında Kahramanmaraş Mebusu olarak mecliste bulunan Saffet
Topaktaş, kendisi de vekil olan Şeyh
Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’a anlatır.
Söze; ‘İki tarafın aydınları olarak bin yıl beraber olduğumuz
bu topraklarda aydın sorumluluğu taşımalıyız ve deveyi oynatmamalıyız’ diye
başlayınca Abdülmelik Fırat kısa bir süre sükut kaldıktan sonra ‘Bizi eşek
ettin’ sözü usulce dilinden dökülerek bulunduğu meclisi terk eder.
[3]
Not: Bu hikâyede adı geçen “Himmet” ünlü şairimiz merhum Abdurrahim Karakoç’un
babasıdır.
[4]
Not: Yazarın hayatında bir kesit.
[5]
Not: Yazarın geçmişinde bir kesit.
Is Poker Online Safe or a Scam? - DrmCD
YanıtlaSilA poker 정읍 출장마사지 game is played between two teams of two. You will have to 평택 출장샵 guess which hand you choose 남원 출장마사지 based 고양 출장안마 on 하남 출장안마 player's first hand