8 Aralık 2015 Salı

SIDDIK DEMİR; KİTAP "ŞAHAN" HİKÂYELER




ŞAHAN
HİKAYELER







Sıddık DEMİR


ŞAHAN
Sıddık DEMİR


KUĞU KİTAP

Dizgi ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK

ISBN:
978-605-5065-44-7

Sertifika No:
14721

1.Basım, ANKARA 2014

Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2 No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com



Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.






K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda  öğretmenlik ve idarecilik yaptı.
İdareci olduğu yıllarda “Yeni Nefes”adında bir dergi ile yazım hayatına başladı. Bilahare çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayımlandı. Günlük bir ulusal gazetede kısa süre köşe yazarlığı denemesi oldu. 
Aşık Edebiyatımızın 20 Yüzyılda yetiştirdiği en büyük temsilcilerinden Afşinli DERDİÇOK’un şiirlerini edebiyat dünyamıza kazandırdı. Onu takiben Gündemde KESİNTİLER (deneme) ve Ankara GÖNÜL ERLERİ (Araştırma) adında çalışmaya Dirgen ALİ ve En Uzun GÜN adında belgesel mahiyet arz eden romanlarla devam etti. Tahlil ve tespitlerini Duyarlı GEZİNTİLER adı altında yayımladı.
Yaşanmış hikâyelerden bir demet ŞAHAN ise son çalışmasıdır. Yazar daha çok kendi yöresinin kültürel sınırlarını genişletmek için emek harcamaktadır. Bu anlamda Derdiçok, Dirgen Ali, En Uzun Gün ve Şahan adındaki çalışmalarında Afşin-Elbistan yöresinin kültürel potansiyeli işlenmektedir.


Kitaba adını veren hikâye ŞAHAN’ dır. Bu hikâye başak bir özellik arz etmektedir. Diğer dokuz hikâye de Şahan’la beraber aynı bölgenin kültürel potansiyelini işlediği için bu anlamda tamamlayıcı bir unsur olmuşlardır. Aslında ‘Şahan’ tek başına bir roman çalışması da olabilirdi. Edebi tasnifinden ziyade Afşin-Elbistan yöresinin potansiyelinin işlenmesi açısından bu hikâyeler bir bütünlük arz ettiği için aynı kitapta toplanmasında bir sakınca görmedik.
Okuyucular Afşin ilçesinin merkezinde yaşanmış gerçek bir anlatım olan ŞAHAN’a ilaveten, ‘Demirci Halil’ ile Dağlıca’ya, ‘Telli Senem’ ile Tanır’a, ‘Kırılan Güller’ hikâyesi ile Abdurrahim Karakoç ağabeyin ilçesi Elbistan’a, ‘Elif Nine’ ile eski vekil Edip Özbaş’ın şahitliğine, ‘Develeri Oynatmak’ ile yine eski vekil Saffet Topaktaş’ın anlatımına  ilaveten, bu satırların yazarının hayatında iki  kesit olan ‘Çalkantılı Yıllar ve Halk Mahkemesi’ tecrübesiyle 12 Eylül 1982 öncesine kanat açabiliriz.
Yazılı kaynaklarımıza küçük de olsa bir nebzecik katkıda bulunma bahtiyarlığı bize yeter.



Şahsına münhasır bir adam... Orta yaşın üstünde, ciddi görünümü ile etrafında sayılan ve sevilen biridir. Sabah ezanına kadar kâh evinde, kâh duygularının yoğunlaştığı sessiz sakin bir tepede mütevazi çilingir sofrasına benzer bir sofranın tek kişilik müdavimi... Bazen de esrarlı birtakım hizmetin içinde olarak ülkesine hizmet ettiği görüntüsünde olan rol model bir nefer.
Sineklerden ve böceklerden etrafının sessizliği bozulduğu halde o farklı âlemlere saatlerce dalar gider. Bazen sessizliğini bozan duygu yoğunluğunun meyvesi olan ilhamını kâğıda dökerek kalemin hışırtısıyla ayakları yere basar. Ne yazar, ne eder kendisi dahi bilmez ama sabah ezanıyla beraber eve dönüşü arzuladığında, kabaca yazılmış ürünlerinden imzasını taşıyan birden çok şiirle döner.
Mısralarının, yazdığı kâğıt parçaları üzerinde gözyaşıyla ıslanmış yerlerine toprak bulaştığı için günün sonunda çamurlaşmış bölgeleri silerek üzerinde tekrar çalışmaya başlar.
Onu tanıyanlar Şahan’ın güne güneşle beraber doğduğuna hiç şahit olmazlar. Derler ki; yıllar vardır Şahan, güneşin doğduğuna şahit değildir. Onun güneşle buluşması en iyi ihtimalle günün tam ortalarına doğrudur. Normal insanların günü kullandıkları gibi kullanmakta hiç de mahir değildir.
Dışarıdan bakanların gördükleri budur. Şahan normal değil ve bu tarz onun içindir. Kendisi yatarken eşi ve çocukları yavaştan kalkmak ve işlerine ulaşmak için günü telaşla karşılarlar.
Nevi şahsına münhasır deyimine uygun bir kişiliği yansıtır Şahan...
Bütün bunların yanında esrarengiz işleri olan birine dair göstergeleri çağrıştıran atakları da olmaktadır. Şahan’ın günü öğle vaktinden sonra başladığında üçü beşi geçmeyen arkadaşlarıyla sohbet ederken, bir işaret veya bir telefonla aniden bir telaşla meclisi terk edip gittiği gözden kaçmaz.
Yakın çevresinde bazı duyarlı dostlarının gözünden kaçmayan bu durum, Şahan’ın gizemliliğini daha da artırır.
Geceleri Ankara’daki Bağlum tepelerini mekân tutarak yazdığı onca şiirlerini arkadaşı Hikmet’e zaman zaman okur ve hakkında görüşlerini alır. Şiirlerinde işlediği tema Karacaoğlan gibi hep sevgi, sevda ve doğa üzerinedir.
Gönül işleri olmayan, aşkı bilmeyen, sevmeyen, sevilmeyen biri kelimelere gönlünü yükleyebilir mi? Âşık olmayan, özellikle de ayrılık yaşamamışsa iki gönlün türküsü olan aşk şiirlerini yazabilirmi? Bir büyük sevda depremi geçirenlerin terennümüdür bu hâl...
Bu hikmetli şiirlere ilham olan hikâyeyi;
“Şahan lütfen senin için mahsuru yoksa müsait bir ortamda dinlemek isterim” diyen Hikmet’i hiç duymamış gibi, nice sonraları sükutunu bozarak, “Bir gün anlatayım ama sabırla dinlemelisin” cümlesi ağzından dökülür.
Ve, o gün gelir; Hikmet’e haber eder.
“Ben hazırım Bağlum tepesine...” der. Onun dilini çözen yerdir Bağlum tepeleri. Keçiören ilçesinin daha önceleri kasabası iken şimdilerde mahallesi durumunda olan bir yerleşim bölgesi Bağlum... Keçiören’in merkezine altı-yedi kilometre mesafede olan Bağlum, çok mübarek insanları bağrında misafir eder. Horasan Erenlerinden Yakup, Yusuf ve Sadık ismiyle bilinen zatların yanında, Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in irşatçısı veya mürşidi Abdulhakim Arvasi Hz., meşhur sosyolog ve fikir adamı Nurettin Topçu’nun mürşidi, terbiye edicisi Ahmet Mekki Hz., on ciltlik İslam Tarihinin müellifi Mustafa Asım Köksal Hz’leriyle beraber onlara yeni komşu olan büyük şairimiz Abdurrahim Karakoç’un şereflendirdiği bir yerdir orası.
Belkide onların muhitinde verimli olan Şahan dağa taşa, kurda kuşa gecenin sessizliğinde mırıldanmadan hâl dili ile yüreğinin yangınını anlatmada kararlı. Bir ilke imza atmak için güneşli bir havada kendi cinsinden birine hâl dili ile değil, Adem’in diliyle; usulce değil yüksek sesle, üstelik hasretini çektiği anlatım biçimiyle, sanki bendini yıkmak isteyen sular gibi gümbür gümbür anlatacaktı çok özellerini.
Bu duygu yoğunluğuyla Hikmet’i de yanına alarak  yıllarca mekân tuttuğu Bağlum tepelerine, gün ortasında intikal ederl...
Yanından eksik etmediği piknik tüpünün üzerine çay suyunu koyduktan sonra;
“Evet Hikmet Bey kardeşim; merak ettiğiniz şeyler dâhil sohbetimize başlayalım. Hafızamın müsaade ettiği kadarı ile bana ait gizemli bulduğun hayat hikâyemi bir bir anlatayım da rahatlayayım. Yoksa içime hapsettiğim, yalın ve yalnız şu gördüğün dağlara ve tepelere haykırmak isteyip de hatıralara saygısızlık olacağını düşünerek yapamadığımı şiirlerime yükledim. Şimdi bu halimi seninle paylaşmak istedim. İnşallah biraz daha rahatlarım” diyerek söze başlar Şahan.
Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine yakın bir köyde doğmuştur. Üçü kendisinden büyük, dört kardeştirler. Babaları Çukurova’nın bazı beldelerinde imamlık yaparak ailenin geçimini sağladığı için kendisi ile senede bir iki defa zor görüşür. En son gördüğünde ortaokul ikinci sınıftadır. Babası imamlık yaptığı beldede, yemek davetinin birinde içine böcek ilacı karışmış “Hatize” denen bir yemeği yemesinden dolayı hastalanıp memleketine gelir ve kısa bir süre sonra da ölür.
Şahan, ilkokula dokuz yaşında başlar. Ortaokula başladığında on dört yaşındadır. Ortaokulu ilçesi olan Afşin’de okur.  Bir odalı evi üç yıl mekân tutar. O dönemlerde çocukların eğitimi vesilesiyle ardı sıra gitmek ne mümkün. Buna imkânlar elvermediği gibi ebeveynler de bilinçli değildir. Okumak için istekli ve bir o kadar da ısrarlı görünen çocuklara izin çıkması bile büyük şanstır. ‘Kös önünde belli olan koçluk kuzu’ların durumu gibi bir durumdur bu... Yalnız başına veya iki arkadaşla aynı odayı paylaşarak okumak... Ailelerinden bu şekilde izin kopararak okuyabilmek, o dönem için büyük şans olarak addedilmektedir. Anasının talebi üzerine ağabeyleri tek odalı bir ev tutarak kardeşlerini yerleştirirler. Zaman zaman ziyaretine gelirler o kadar. Bütün masraflarını birazcık anasının katkısı ile diğerini ise yazları bağ bahçe işinde çalışarak biriktirdiği harçlıkla kimseye muhtaç olmaz.
Şahan’ın evi ile okulu arası çok yakındır. Bu ara bir ağabeyi Almanya’ya işçi olarak gider. Diğer ağabeyi ise öğretmen okulunu kazanarak baba evinden zorunlu olarak ayrılır. Babasından kalan malı mülkü de diğer kardeşi işletir.
Anasına ‘Hürrem Kadın’ derler. Allah var, anası kardeşlerinin ve Şahan’ın eğitim işlerinde desteğini esirgemez. Afşin’de yalnız kaldığı evinin ihtiyaçlarını karşılamak için çaresiz çırpınan Hürrem Kadının fedakârlığını Şahan ancak onu kaybettikten sonra anlayacaktır.
Sınıf arkadaşlarına göre daha güçlü bir fiziğe sahip olduğu için boş zamanlarında omuzuna baltayı asar, mahalle mahalle kışlık odun parçalatmak isteyen sakinlerin ücret karşılığı işlerini yapar. Kimseye muhtaç olmadan okulu bitene kadar bu hali sürüp gider.
Okula giderken kapısının önünden geçmek mecburiyetinde olduğu bir ev vardır. Ev sakinlerinin babalarına Fettah derler. Temiz, dürüst ve babacan bir adamdır Fettah... Bunca yıldır o bölgede hep iyi bir insan olarak bilinir.  Şahan okula gidip gelirken ister istemez Fettah’ın ev halkıyla tanışıklığı başlamış olur.
Fettah’ın iki kızı vardır. Küçük olanın adı Ayşe...
Zaman zaman etraftaki bazı yaşlı kadınların hatırlatmalarıyla Şahan’ın Ayşe kıza karşı duygularında değişiklik olmaya başlar. Her okula gidiş geliş saatlerinde ya cama veya kapının önüne çıkan Ayşe’ye duygularını belirtici gönül hırsızlığına başlar. Kalkması gereken perde bir okul dönüşünde elindeki kartopunu işaret ederek, “Bunu sana vurmak için hazırladım” diye laf attığı anda öyle tatlı bir tebessümle  “Ne suçum oldu ki vurasın” dediği zamanki sesindeki ahenkle kalkar. Gönül ibriğinin yanında sesli ikrardır bu... Malumun ilanı olan o günden sonra Ayşe’yle birliktelikleri gelişip gürleşir.
Öyle ki; öğlen vaktine rastlayan ders aralığında eve geleceği saatte, Ayşe ondan önce eve gelir; evin işini yani soba yanacaksa sobayı yakar, bulaşık varsa yıkar, ortalığı temizler. Üstüne üstlük yemeğini de Allah ne vermişse hazırlar. Evin anahtarını vermiştir çünkü. Bu işi ablasıyla da yaptığına çok şahit olmuştur. Tabidir ki, etrafta da yavaş yavaş dedikodular dolaşmaya başlar. Hatta bir gün okul çıkışında Murat ağabeyiyle eve gelmek mecburiyetinde kalınca paçaları tutuşur. İlk defa Ayşe’nin evde olmaması için dua eder. Eve gelirler gelmesine ama evde Ayşe’yi gören ağabeyine karşı ne diyeceğini bilemez. O da Ayşe de boyunları öne doğru bükük ve ziyadesiyle mahcup olmuşlardır. Kem küm ederek durumu bir şekilde anlatır.
Zamanla ağabeyi ve diğer gelen gidenleri bu duruma alışır. Çünkü bakarlar ki, fevkalade samimi ve çok iyi niyetli bir tablo. Şahan’dan Ayşe’ye zarar gelmeyeceğine kanaat getirmiş olmalılar ki “Yine de bu haliniz doğru değil çocuklar, sakın olun sınırları aşmayın” tembihini de yapmaktan geri kalmazlar.
Şahan, Ayşe’yi görmek istediği vakit ona gider, pencerenin demir parmaklıkları arasında geç vakte kadar sohbet eder. Ayşe’nin yanında bazen ablası, bazen de annesi, onları uzaktan güderken olur bu iş. Ama bazen de babasına yakalanırlar.  Her defasında bir güzel dayak yiyerek ayrılmak mecburiyetinde olur Şahan. Öyle ki; tuza saldıran koyun misali Ayşe’yle birlikte olabilmek için yediği sopalara ve azarlara bütün konu komşu defalarca şahit olur. Başlangıçta yanlış değerlendirilerek kınanan bu oğul karşısında onlarda da yelkenleri indirerek kabullenme başlar. Zamanla hoşgörü dahi aşılarak desteğe dönüşür. Gençlerin sevdaları baba Fettah’a karşı bile baskılara neden olur. Adeta mahalle baskısı gibi bir hava esmeye başlar. İnsan bu çevre etkisinde kalmamak mümkün mü? Bu doğal baskı Fettah’ı da etkilemiş olmalı ki, döveceği yerde azarlamayı, azarlanacak yerde görmemezlikten gelmeye başlar.
Artık bütün aile Şahan’ın güvenilir ve samimi olduğuna dair kanaat edindikleri için yan yana gelmelerine çoğu zaman göz yumar olurlar.
Başından beri hikâyesini dinlemeye çalışan Hikmet dayanamaz.
Araya girerek  “Şahan bir sorum olacak;  o günün şartlarında, dar bir çevre ve o çevre insanlarında ar, namus, onur sayılan kadın erkek ilişkisinde senin Fettah örneği pek görünmez, bunu nasıl izah edersin” der.
Şahan tam da bu konuyu izah etmek istediği anda Hikmet’in merakına memnun olur. Hikâyenin heyecanla takip edildiğini anlar, tekrar gözünü sabit bir noktaya dikerek anlatmaya devam eder. Bizim sevdamızın baba Fettah tarafında zor kabullenildiğini biraz önce anlattım. Bu noktaya gelene kadar Ayşe’nin başına gelenler çok daha vahim olmuştur. Pencerede konuşurken ilk yakalandıkları zaman kendisini bayağı pataklayan Fettah’ın, evde Ayşe’ye neler yaptığını yaklaşık bir ay sonra öğrenebilecektir Şahan.
Fettah, kızını yatak döşek olana kadar dövmüş. Ayşe’yi hastaneye kaldırmışlar. Çürüyen yerleri şifa bulduğu halde kız yemekten de içmekten de kesilmiş. Doktorlar bir türlü yardımcı olamamışlar.
Sonunda hastabakıcı bir bayan kızın anasına “Kızınızın hiçbir şeyi gözükmüyor ama yine de çok sıkıntılı sağlık problemleri var. Gönül ilişkisine benzer bir duruma vakıf oldunuz mu?” dediğinde, Baba Fettah ve hanımı birbirlerine bakarlar. Sessizliklerinden anlam çıkaran hastabakıcı da, “Öyleyse baskı yapmayın. Kızınızın hastalığı gönül ilişkisine bağlı bir durum büyük ihtimalle. Kızınız ölmez ama sıkıntısı daha çok büyür” diyerek uzaklaşır.
Can bu, ciğer bu, evlat bu... Ne yapsın şimdi Fettah ailesi. Ayşe’yi oradan çıkararak eve getirirler. Bütün bunlardan Şahan’ın haberi olmaz.
Bir gün değişik yoldan eve geldiğini gören ev sahibi kadın “Şahan eve girme, hemen benimle geleceksin” diyerek Şahan’ı tembihler. Son derece saydığı bir büyüğü olduğu için “Tamam” diyerek peşine düşer. Zaten yüz metre mesafede olan Fettah’ın evine götürür onu. Ev sahibi kadının gölgesinde Ayşe’nin odasına duhul eder.
Kalbi duracakmış gibi olur. Korku mu ondaki hal, yoksa özlemini çektiği Ayşe’yi yeniden görebilme heyecanı mı? Derken bir anda kendini Ayşe’nin yanı başında bulur. Sobanın yanında yer yatağında yatan Ayşe çok bitkin görünmektedir. Şahan’ı görünce yüzü gülmeye başlar ve Şahan da yanına ürkek bir kuş misali sığınır.
Ev sahibi kadınla Ayşe’nin anası hastanın yatağından biraz uzaklaşırlar. Şahan kendisi için bir ortam hazırlandığını anlar, ama Ayşe neden yatak döşek hasta olmuştur, bunu da ondan öğrenir. Yavaş yavaş anlatılanlarla anlamaya başlar. Yorganın altındaki eli elinde; konuştukça rahatlamaya, gözüne yüzüne can gelmeye başlar Ayşe’nin.
Meğer babasının da verdiği bir ruhsatmış bu. O günden sonra kızına çok düşkün olan Fettah dedikodulara önem vermeden bu çocukların gerçeğini her halde kabul eder ki yumuşamaya başlaması ondan olur.
Murat ağabeyi Almanya’ya gideli bir yıl olmuş, Salih ağabeyi de halen öğretmen okulunu bitirmemiş, kendisi de orta son sınıf öğrencisidir. Ağabeyinin Almanya’dan izine geldiği günlerde Afşin’de beraber gezerken;
Fettah’ın kendilerini takip ettiğini anlar. Ağabeyinin birkaç adım gerisindeyken Fettah onu bir iki adım geçer gibi yaparak ağabeyinin omuzuna elini atar. Ağabeyini “Murat Efendi birkaç cümle sözüm var beni bir dinler misin?” diyerek durdurur.
Zaten tanıştıkları için rahat bir pozisyonda olan Fettah; “Senin kardeşin olan bu çocukla benim Ayşe’nin durumunu biliyorsun. Biz bunların büyükleriyiz. Gelin beraber bu çocukları bir araya getirelim. Çünkü biliyorsun ki, Ayşe okumuyor ve evlenme yaşı da geldi. Bu hafta istemeye dünür gelecekler, malum bu işi geciktiremeyiz. Bunlara değilse de bundan sonrakilere mecbur kalabilirim. Ben istiyorum ki Şahan’la olsun. Birbirlerini nasıl sevdiklerini cümle Afşinli biliyor. Bir kız babası olarak bunları benim söylemem uygun olmazdı ama ben de teamülleri yok kabul ederek cesaretimi topladım ve düşüncelerimi söylemiş bulunmaktayım. Ola ki olumsuz bir takım gelişmelere hem Allah hem de kul katında mesul olmayayım dedim, ne dersin” dediğinde ağabey Murat;
“Sen ne diyorsun Fettah Efendi, sırası mı şimdi. Henüz Şahan daha küçük, daha doğrusu Şahan önce aç karnını doyursun” gibi laflar ederek Fettah’ı o sözleri söylediğine bin pişman ettiğine Şahan ölmeden önce ölümü tadarmışçasına şahit olur.
Şahan’ın işi zor, Şahan bedbin, Şahan sarhoş, Şahan çaresiz, Şahan kendinde değil. Sağa sola, nereye uğradığını, nereye ayak bastığını, kiminle karşılaştığını, zamanın nasıl aktığının farkında olmadan kafasına değen sert bir cisimle kendine gelir.
Meğerse o kafaya değen sert cisim Fettah’ın evinin pencere demiridir. Çıkan sesin yansıması ile Ayşe de pencerede görünür ve o da aynı durumdadır. Meğer sevdalılara suikast böyle düzenlenirmiş. Şahan’dan önce eve gelen Fettah, aile ortamı içinde Murat’la yaptığı konuşmayı anlatmış, sevdalılar ne konuşurlarsa konuşsunlar kalbe inmeyen veya kalbi teselli edemeyen ürperti, korku ve endişeyle sarsılmışlar.
Fırtınalı günlerin ayak sesleri hissediliyor ama ifade edilemiyor. Olmaz olsun imkânsızlık diz boyu olduğu için, çaresizlerin çaresine müracaatta da zaafiyet var. Alın size seyredeceğiniz dramatik bir oyun.
Murat ağabeyi izini bittiği için Almanya’ya geri döner. Salih ağabeyi de okulunu bitirip Artvin’e öğretmen olarak atanır. Şahan da okulunu bitirmeye ramak kala Ayşe’nin sözü kesilir. Fettah her kız babasının yapmakta zorlandığı görevini yerine getirmiştir. Yöre kültürü gereği en delikanlı işi de yapmıştır. Durumu ailesi ile paylaşarak Ayşe’yi bir şekilde ikna etmeye çalışır. Şahan’ın ağabeyi Murat ile aradaki geçen konuşmayı bir daha hatırlatır. Ayşe de başta olmak üzere baba Fettah’a bu konuda söyleyecekleri bir şey yoktur. Bütün bunlara rağmen kaderin zorlamasına şahit olunacaktır.  Ve Fettah dünürcülerine evet der.
Kısa sürede Ayşe’nin düğün hazırlığı başlar. Ayşe bitkin, perişan... Şahan ha keza daha kötü. Derken oğlan tarafı kızın evine gelmeye başlar. Adamlar gelinliklerini alacaklar. Ayşe bir delilik yapmasın diye aile eşrafının gözü üzerindedir. Kapılar kapalı, pencereler yine öyle güvenlidir. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen hesap edilemeyen bir şey olur. Gelin Ayşe gideceği sabahın gecesinde ablasının da yardımlarıyla pencere demirinin altındaki duvarı parçalayarak bir insanın çıkışı kadar açılan delikten çıkar ve Şahan’ın evine gelinliği ile beraber kaçar. Hiç kimsenin farkında olmadan kaçtığını zanneden Ayşe, oğlan tarafından birinin fark ettiğini nereden bilsin.
Seğmen ekibinden silahlı birileri hemen duruma el atarak kaçabilecekleri yol ağızları tutulur.
Bu arada Şahan, ev sahibine çıkarak yardım diler. Kaçmaları için ahırdaki atın eğerini vurarak Ayşe’yi de terkisine alan Şahan, kapının önündeki yoncalığa kendini vurur.
Seğmen tarafında hazırlıklar bittiği için Şahan, atılan pusunun içinden geçerek kaçmak mecburiyetinde kalır. İşte o an silahlar patlamaya başlar. Şahan farkında değil ama Ayşe vurulmuştur. Biraz sonra onu terkinde tutamaz olur. Ayşe düşer, ama silahlar ateşlenmeye devam ettiği için Şahan terkinden düşen Ayşe’sini almak aklından geçse de bu mümkün olamaz. Bereket at vurulmamıştır da Şahan oradan uzaklaşmıştır.
Yine Hikmet araya girerek;
“Vay be kardeşim bu ne yürek, bu ne cesaret… İnşallah Ayşe’ye bir şey olmamıştır. Ha bir şey daha, şayet sağ salim kaçsa idiniz nereye gidecektiniz” der.
Şahan;
“Nereye gideceğimi hesap dahi etmedim ama Deli Hürrem’e uğrardık her halde, daha doğrusu hani derler ya “Gelin bindi deveye gör kısmeti nereye”…
Çaresiz ve zayıf durumdadır. Ayşe’si kaçırırken vurularak düşmüş. Düştüğünü fark eder etmez almak için geri dönmesi fayda vermez. Bu halde kendi canını zor kurtarmasını bile suçlulukla yorumlar. “Neden ben vurulmadım da kör olası kurşunlar Ayşem’e isabet etti. Keşke beraber vurulsaydık da acıları beraber çekseydik” gibi serzenişlerle kendi kendini adeta yer bitirir.
Ayşe’siz olduğu halde köyüne gidemez. Tedbir gereği bir başka köyde oturan arkadaşına gider. Üç beş gün o köyde kalır. Arkadaşı vasıtası ile Ayşe’sinden ve gelişen olaylardan haberdar olur.
Vurulduğunu, durumunun ağır olduğunu öğrenir. Tedavi için Elbistan Devlet Hastanesi’ne götürmüşler, tam üç hafta hastanede ölüm kalım mücadelesi vermiştir Ayşe.
Okulunun bitmesine haftalar kala Ayşe’nin tedavisi tamamlanır. Oğlan tarafı gelin hanımlarını almak için düğün hazırlıklarını tekrardan başlatırlar. “Bu kızın gönlü başkasındaymış, başımıza gelenler hiçte öyle altından kalkılacak işten değil. Haber salalım Fettah’a bu kızdan bize gelin olmaz” gibi olması gereken tavır göstermeden kaldığı yerden devam ettirmeleri her babayiğidin altından kalkabileceği şeyler değildir. Demek ki oğlan tarafının da bir bildiği vardır.
“Oğlan tarafını caydırmanın başka yolları da olmalıdır” diyerek çareler arayan Şahan, bu düğünü yaptırtmamaya, Ayşe’sini başkasına yâr ettirtmemeye karalıdır. İlk olayda olduğu gibi hazırlıksız yakalanmak istememektedir. Kendini ve Ayşe’sini korumak için silahlanmanın gereğine inanır. Ama silahı nasıl ve nereden bulmalıdır.
Bu maksatla köylüsü, ayni zamanda aile dostu, hatta ağabeylerinin arkadaşı, Gildik Memet adıyla maruf tanıdığına vararak önce başından geçenleri bir bir anlatır. Şahan anlatana kadar ne Gildik Memet ne de köyünde hiç kimse olayı duymamışlardır. Gildik Memet hayretler içinde kalır.
“Bu yaşta böyle bir işe koyulmak, akıl kârı değil oğlum Şahan. Sen kafayı mı yedin, üstelik kimseden yardım almadan, olacak iş değil yahu…” demekten kendini alıkoyamaz Gildik Memet.
Yeni planını Gildik ağabeyine anlatma fırsatı bulamadan Gildik Memet; “Sana bir kötülük etmelerinden korkarım Şahan kardeş; sakın ha bundan böyle üzerinde kendini korumak için bir şeylerin olsun. Arzu edersen benim silahımı alda üzerinde bulunsun” teklifini yapınca, Şahan balıklamasına atlar.
“Ben de bunu diyecektim, şu olaylar bitene kadar silahın bende kalsın ağabey” diyerek Gildik Memet’ten silahını emaneten alır. Gayesi Ayşe’yi tekrar kaçırmaktır.
Bundan böyle silahlıdır Şahan. Üzerinde bulunan silahın verdiği güçle bütün mahalle üzerine gelse dahi tek başına karşı koyma cesaretini kendinde görmektedir. Hem delikanlı hem de deli cesareti, bu iki faktör bir araya gelince kişi kendini tek başına ülkesinin bütün sınırlarını koruyan Zaloğlu Rüstem gibi görürmüş ya, Şahan’ın ki de öyle bir şey... Cahil cesur olur derler, Şahan hem cahil hem de aşık; kör olması için en büyük sebebin bunlar olması yetmez mi?
Bayraklar kalkmış, davullar gün boy çalınmış, oyunlar oynanmış, kınalar yakılmış... Bütün bunlara uzaktan şahit olan Şahan, halen kendinden emin, “Vermeyeceğim, gücünüz yetmez, hele bir gelini çıkartmaya başlayın o gün gelsin görüşürüz” demektedir.
Pazar günü Ayşe, gelinliğinin içinde ata bindirilir. Davullar gümbür gümbür, ardında oğlan tarafı seğmenler eşliğinde Fettah’ın evini geride bırakarak ayrılırken Şahan, geceden mevzilendiği yerden gelinin bindiği atın yularını tutan adamı omuzundan vurur. Ortalıkta büyük bir panik, seğmen ekibini oluşturan insanlar bağırarak sağa sola sığınırlar kendilerini korumak için. Durumdan vaziyet çıkaran Ayşe altındaki atı topuklayarak Şahan’a doğru hareket ettirse de seğmenlerden birileri atın önünü keserek Şahan’a doğru gitmesine engel olur.
Bu arada karşılıklı silahlar atılagörsün Şahan silah tutan kolunun bir an yana düştüğünü hisseder. Elinden silahın düştüğünü görür. Meğer oğlan tarafının uyarısı ile önceden tedbir alan jandarma, Şahan’ın kolunu dipçik darbesiyle düşürmüştür.
Karşı taraftan insanlar Şahan’ın işini bitirmek maksadıyla seğirtseler de jandarma bu sefer kolunu kırarak etkisiz hale getirdiği Şahan’ı korumaya alır. Bu olaydan da böylece kendini kurtarır Şahan, ama Ayşe kız bundan sonra ellerin olacaktır. Son hamle de geri tepmiştir.
Şahan karakola götürülür. Enteresandır, ilk ziyaretçisi Fettah’tır. Şahan’ın lehine kız babası olarak şahitlik yapacağını söyler. Omuzundan vurulan adamı şikâyetten vazgeçirir. Bu arada Şahan’ın kullandığı silahı bakmak maksadıyla eline alır almaz ateşleme mekanizmasını el yordamı ile kırar ve geri bırakır. İfadesine önce silahtan başlar:
“İsterseniz silahı bilirkişiye gönderin, bu silah korkutmak maksadı ile kullanılır, bununla ne adam öldürmek ne de yaralamak mümkün değildir” Olay günü Şahan’ın silahını insanlara doğrultmadığını, havaya ateş ettiğini; bu olaydan da kimsenin mağdur olmadığı doğrultusunda verdiği ifadeyle Şahan’a yeniden hayat verir.
Silah bilirkişiye gönderilir. Hakikaten Fettah’ın ifadesi doğrultusunda rapor gelir. Başka davacı olmayınca Şahan iki ay hapis yattıktan sonra serbest kalır.
Ayşe gelin olmuştur başka ocaklara. Şahan dama girmiş, onca eziyet çekmiş, ancak yakınları habersiz. Yük mü ki ne ala...
İki ay hapis hayatı Şahan’ı nispeten olgunlaştırır. Devletli ile ilk karşılaşmasıdır Şahan’ın. Böyle muazzam gücü daha önce nereden bilsin. Hakimlerin iki dudakları arasındaki ömür serüveni, gardiyanların disiplin adı altında uyguladıkları terör, Şahan’ı kendine getirir. Başka güçleri gördükçe tırsar. Ve bu ortama tercüme olabilecek ilk şiirini yazarak bu hikâyenin oluşmasına şahitlik eder.

Daha on altıda gencecik yaşım,
Vurma artık yeter acı gardiyan.
Ayşe’min yüzünden ağrıdı başım,
Ölümden de beter acı gardiyan.

Elbistan Ovası zil takmış oynar,
Sen tokat vurunca yüreğim kaynar.
Bende sana vursam savcılar duyar,
Hâkimler kin tutar, acı gardiyan.

Sevip sevilenin dayak mı suçu,
Kan geldi ağzımdan bozdum orucu.
Bu kadar ağır mı gönlümün borcu?
Kaç arşın yol tutar acı gardiyan.

Kader kurbanını hor görme dur da,
Senin bir ayağın girmiş çukurda.
Şahan suçlu ise yüzüne vur da,
Mevlâ beni kurtar acı gardiyan.

***
Şahan orta son sınıf ikinci dönem mağduriyetinden dolayı derslerinden geri kaldığı için bitirme imtihanlarına hazırlanır. Okuduğu bir konuyu rahatlıkla kâğıda dökecek hafızaya sahip olduğu için derslerinden zorlanmadan başarı sağlayarak okulunu bitirir. Hatta önemli bir dersin sınavı yapılırken ön sırada oturan bir öğrenciyle kâğıtları el yordamıyla değiştirir. “Bu dersten zorlanıyorum, başarılı olursam polisliğe başvuracağım” sözü üzerine bu yardımı esirgemez. İşin ilginç tarafı da bu olmalıdır, yardım ettiği genç Ayşe’nin kocasıdır. Sonradan öğrenir.
Ayşe gelin gideli çok olmuştur. Şahan küllenen olayın ardından kendine bir yön tayin etmede zorlanır. Okulu bittiği için köyüne dönse de yaşayamaz. Bu kadar hatıraların yaşandığı ilçede, için için ağlayarak Fettah’ın evini gözler. İster ki Ayşe’si kapı eşiğinde onu bekler durumda olsun. İster ki evinin ihtiyaçlarını görmekten ziyade, onun varlığını hissetsin. Yürürken endamına sevgi dolu bir yürekle baksın.
Boşuna hayal kurar Şahan. Mahallede gezerken Ayşe’nin ablasına rastlar. Haberleşmek ister. Ablası; “Bir şartla bu isteğini yaparım. O artık evli bir kadın. Senin ona sözlü haberlerini iletirim ama yazılı olarak asla” der.  Şartını Şahan kabul eder. O günden itibaren uzaklara gitse bile ablası vasıtası ile haberleşecektir.
Yaşanılan bütün bu olaylardan bihaber olan ağabeylerine ve anasına, Ankara’dan atılmış gibi gönderdiği mektupları etkili olur. Mektuplarında, ses sanatçısı seçimlerine iştirak etmek için kimseye haber vermeden ayrıldığı vurgusunu yapar ve yakın akrabaları Şahan’ı Ankara’da zannederler.
Hapishaneden çıktıktan sonra köye geldiği zaman “Nasıl geçti Ankara seyahatin hoş geldin” derler o kadar.
Şahan o yaz okulu bittiği için daha ilerisini okumaktan başka çaresi yoktur. Ama kim yardımcı olacak? Ağabeyleri, babalarından kalan Şahan’ın hissesine düşen toprakları bir elbise, bir yol parası, birkaç aylık geçim için verilen borç karşılığı imza attırarak kendi üzerlerine geçirdiklerini bütün köylü bilir. Satacak başka gayrimenkulde yoktur ki, onun karşılığı eğitim yapabilsin.
İşte o yaz Şahan’ın Artvin’de öğretmen olarak görev yapan ağabeyi köye gelir. Tanıştıkları eş, dost ve ahbap sohbetlerinin birinde Şahan’ın sırrına vakıf tek kişi olan Gildik Memet yüksek ve kararlı bir sesle; “Salih; Şahan senin kardeşin. Okulunu bitirdi ama bir yükseği Afşin’de yok. Çocuk okumak istiyor. Burada kalırsa başı belaya gireceğe benzer. Onun için ona bir ağabeylik yaparak buralardan alıp götür ve okut. Kendisinin bile böyle bir teklif yapılacağından haberi yoktur. Bunu ben çocukluk arkadaşın olarak senden talep ediyorum. Artvin’de lise varmış” der. Gildik Memet’in teklifi öğretmen Salih’i kıpırdamaz eder. Psikolojik olarak böyle bir sorumluluğun altına girmesi gerektiğine inandırılır.
Salih;
“Neden olmasın Memet, Şahan benim kardeşim. Dönerken alıp götüreceğim ve okumasını sağlayacağım. Sizin de beni uyarmanıza memnun oldum” diyerek konuyu kapatır.
Hiç hesapta olmadığı halde Gildik Memet’in teklifine olumlu bakan Salih’in kararı Şahan’ı heyecanlandırır.
Artvin; yeni bir mekân, yeni bir çevre... Üstelik Şahan’ın buna çok ihtiyacı vardır. Hazırlığını yapar, gidelim denildiği an “İğnem ceketimde” diyen terzi misali hazır kıta bekler.
O günün şartlarında yolculuk çok uzun geçmiştir. Öyle ya Kahramanmaraş Afşin’den çıkıp aktarmalı bir şekilde o günün vesaitleriyle taaa Artvin’e ulaşmak çekilecek gibi değildir. Ama Şahan, Afşin’i kendisine zindan eden ortamdan özgürlüğe doğru yol almanın zevkini, lezzetini yaşar. Derken menzile varılır. Şahan, Artvin Lisesine kaydolur. Ağabeyinin eşi bankacı olduğu için evi de okula yakın bir yerdedir.
Günler, aylar, yıllar geçer; yeni ortam, yeni arkadaşlar ve yeni iştigal alanları... Şahan flaş bir öğrenci olur. Esnafından tutunda sosyal amacı olan kurumlarca Şahan tanınır. Çok güzel sesi olduğu için müsabakalarda kendini gösterir. İyi koştuğu için uzun ve kısa mesafeli maratonlara katılır. Çok ipi göğüslediği olmuştur. Daha sonradan milli koşucu olan Mehmet Terzi ile başa baş çekişmelerine bile rastlanılır.
Okulun en sevilen öğrencilerinden birisi olması hesabıyla etrafındaki arkadaş yoğunluğu özellikle güzel kızlarla birarada bulunma durumu Ayşe’yi unutturmadığı gibi daha da özleminin artmasına neden olurken, kendisiyle bu anlamda ilgilenen kızlarla araya koyduğu mesafeyi daraltmaya başlayınca geceleri huzursuz olur.
“Ayşe’ye nasıl ihanet edebilirim” fikriyle kendine gelir. Afşin’de olmayan yeşil bitki örtüsünün insanı büyüleyici şekilde Artvin’de karşısına çıkması, bir ömre değer güzelliklerin içinde yaşaması ne büyük bir nimettir. Öyle basamak basamak yerleşim alanları, kademeli olarak yerleştirilen binaları ve rengârenk ormanlarıyla harika bir yerdir Artvin. Ayaklar altına en güzel manzaraların serilir gibi görünen yerlerde yemek ihtiyacını gidermek, hele hele bir dostunla aynı güzellikleri seyrederek içilen bir bardak çay dünyaya değer niteliktedir.
Bu kadar güzellikler içinde Şahan yine dertli yine hasret, yine “Altın kafesteki bülbül” hikâyesinde olduğu gibi Ayşe’siz zaman geçmemektedir. Bazen Ayşe’m diye bağırır, birkaç saniye sonra sesi akis yaparak kendine gelince sevinir.
Aklına Ayşe ile haberleşmek gelir. Ablasının adresini bildiği için, içindeki özlemi bir nebzecik giderebilecek, gönlünü gönlüne koyabilecek bir nağme yazmaya karar verir. Çok ciddi duygu yoğunluğunu kelimelere, şiire dökerek ifade etmek ister. Fettah’ın kızına ilk şiiri bu şekilde ortaya çıkar. “Gül çiçeğim, çok özledim” nakaratı ile tekrar eden şiirin sözleri şöyledir:

Oyuna girdi sıradan,
Güzel yaratmış Yaradan,
Bir nazar ettim buradan,
Senden bir haber gözlerim,
Gül çiçeğim çok özledim.

Bahar dalı çiçek açar,
Seven kalır naçar,
Gönül kuşun yüksek uçar,
Senden bir haber beklerim,
Gül çiçeğim çok özledim.

Sarı saçı yana tara,
Bir bakışın açtı yara,
Siyah kirpik kaşı kara,
Senden bir haber beklerim,
Gül çiçeğim çok özledim.

Çatma kaşı bana karşı,
Yoluna versem Maraş’ı,
Şahan’a eğdirme başı,
Senden bir haber beklerim,
Gül çiçeğim çok özledim.

Bu şiir tıpkı Ayşe gibi Şahan’ın da ilk göz ağrısıdır. Hoşuna gitmiş olmalı ki, ona ulaştırmak ister. Her ne kadar manzum veya nesir yazılar şiir kadar olmasa da Şahan göndereceği bu şiire bir de mektup ekleyerek taçlandırmak ister. Bu amaçla kaç gece geçer bilinmez ama Ayşe’nin ölümünden sonra sandığından çıkan zarfın içindeki şiire ek olan mektubu şöyledir:
“Olmuyor be Ayşe’m, aylar yıllar geçse de hatıraların izleri çok taze. Zamanla unutursun denilirdi... Unutulmuyor, unutulamıyor... İçimdeki fırtınalar onca zamana rağmen dinmedi Ayşe’m. Yalnızlığımda özlemin bana kâbus oluyor; gözlerime uyku girmiyor. Her yerde sen varsın. Şimdi ne yapıyor diye seni hayal ediyorum. Gelin gittiğin günden beri senden hiç haber alamıyorum. Şartların gözü kör olsun. Kader şimdi de senden yüzlerce kilometrelerce uzağa fırlattı. Afşin’de olsaydım oğrun oğrun kıyıda köşede seni izler ve sen beni görmesen de, uzaktan bir tebessüm etmesen de ben seni görerek huzurlu olurdum.
Sen Ayşe’m, yaratılmışsın ki sevilesin ve sevesin diye. Aşksız dünyanın ne anlamı olur. Bir an değil ömür boyu, hatıralarımızın depreştiğinde sessizliğin kucağında sen kanat çırpa çırpa yaklaşır mısın benim dünyama. Fiziken sana sahiplenen birileri olabilir, oysa sen ruh dünyamdasın benim, sen benimsin Ayşe’m. Sevmeyi seninle öğrendim; duygu, sevgi, aşk seline bent yapabilecek hazırlıkta olmadığımız için savrulduk oraya buraya Ayşe’m. Hayatımda senin gibi özel birini sevmenin, arada onca mesafe olsa da lezzetini hissederek yaşamak çok anlamlıdır benim için.
Hatırlar mısın Ayşe’m; demirli pencerede sohbet ederken “sırnaşık“ demiştim sana da anlamını dahi bilmeden bu sözüme üzülmüştün. Demeseydim keşke de dillerim lal olsaydı. O an benim de yüreğime indi, bir diken gibi durur ve her daim dert olur be sırnaşığım. Uzat elini de çıkart o dikeni maharetle yüreğimden. Gülün dikeni bülbüle acı vermez, ama gençlik işte. Bu mektubu serin bir ortamda yazarken cımcılık terlemekteyim.
Merak ettiğim ve korktuğum şudur Ayşe’m. Yıllar sonra da olsa kader bizi yan yana getiriverse eskiden olduğu gibi yine ürkek bir ceylan gibi sokulur musun yanıma. Ya da tanımazlıktan gelerek hiç pas vermeden ezer geçer misin?
İşte korktuğum budur Ayşe’m. Sana iki cihanda saadetler dilerim. Benim için dua eder misin?
Şahan.”
Zarfın üzerine uyduruk bir bayan adı yazarak alıcı olan Ayşe’nin ablasına gönderir. Şahan’la anlaşmaları gereği abla mektubu ve şiiri Ayşe’ye ulaştırır. Okuduktan sonra yakmasını sert bir dille söyler. Ayşe büyük bir heyecanla zarfı açar ve ağlayarak okur. Ablasına verdiği söz mühim olduğu için yerine getirmesi konusunda bir an tereddüt eder. İmha edeceğine dair verdiği söze uymak içinden gelmez. “Ne yapsam da ablamı incitmeden bir yerlere saklasam” derken aklına, ateş alma bahanesiyle mutfağa geçerek zarfı tutuşturup dönme fikri gelir. Ve öyle de olur. Elinde ateşe tutuşturulmuş zarfla ablasının yanına döner. Oysa yanan şey mektubun içi değil zarfıdır.
Çok uzun yıllara şahitlik edecek ‘maruf’ el yordamı ile daha sonraları ele geçme riski de olsa sandığının bir köşesine saklar.
Zaman kısa, ama Şahan için çok zor geçen yıllar da olsa nihayet okul biter. Memleketi olan Afşin bahane... Ayşe’ye bir an önce kavuşmak için yola koyulur. Birkaç günün sonunda Afşin’e intikal eder. Köyüne gitmek aklına dahi gelmez. Doğruca Ayşe’nin ablasının kapısını çalar. Yalvarır, uzaktan da olsa bir göreyim diye. Elin karısı, namusu, helallisi olan Ayşe’yi görmekte ısrar eden Şahan’ı caydırmak isteyen ablası başarılı olamaz. “O halde ben onu alış veriş bahanesi ile çarşıya çıkarayım. Yalnız sen Allah’ını kitabını seversen yüz metre dahi yaklaşmadan uzaktan uzağa görüver” diye söz alır Şahan’dan.
Sözleştikleri zaman diliminde iki kardeş çıkarlar sokağa. Ablası Ayşe’ye de demiş olmalı ki, yol boyunca sözüne sadık kalan Şahan’ı sanki gizli bir hazine arıyormuşçasına gözleri fıldır fıldır o da onu arar. Bir esnafa girdiklerinde Şahan biraz daha yaklaşır. Kirli camın arkasından birbirlerini fark ederler. Ablası, esnaf fark etmesin diye oyalarken iki yüreği yanık âşıkların hiçbir şey söylemeden gözlerinden akıttıkları cisim cisim yaşların döşlerini ıslattıklarını dahi fark etmeden dakikalarca öyle kalırlar.
Nice sonra Ayşe’nin birden bire toparlanmasına bir anlam veremeden kendi omuzuna dokunan bir elle Şahan da o vaziyetini bozarak elin sahibine döner. Bakar ki o da buğulu gözlerle Şahan’a; “Bak oğlum sizi anlıyorum ama o bir evli kadındır artık. Bunu kabullenmen lazım... Buralarda böyle şeyleri benim hoş gördüğüme bakma, başkaları hoş karşılamaz. Eğer gerçekten seviyorsan onunla bundan böyle ilgilenme. Yuvasını bozma. Sana da, kızıma da, bize de çok yazık olur” öğüdünü sarf eden Fettah’tır bu. Şahan’daki mahcubiyet ve bozuntu “Peki efendim bundan böyle uzaktan da olsa ilgilenmeyeceğim” ifadesiyle kendini gösterir. Fettah tarafından adam gibi yapılan bu uyarı karşısında Şahan uzun müddet Ayşe’yi görme teşebbüsünde bulunmayacaktır. İstemediği için değil, hukuken haklı olmadığı içindir. Eğer gönül ferman dinlerse...
Şahan işsiz güçsüz, sığınacağı tek yer anası Hürrem’in evi olur. Yine dünyası allak bullak, Ayşe’nin ilk davulu aklına gelir. Kendi kendine mırıldanmaya başlar. Bakar ki iyi ve güzel sözler çıkıyor ağzından. Kalem kâğıt derken şu şiir dökülür zamana...
Gördüm yoncalıktan geçerken bugün,
Sorma hallerimi Fettah’ın kızı,
Davullar çalıyor kurulmuş düğün,
Kaçtın kollarıma Fettah’ın kızı.

Düğünde yakmışlar kına ellerin,
Kaçır götür diyor bana dillerin,
Çoban beye giden bütün bellerin,
Tuttum yollarını Fettah’ın kızı.

Çayı geçincedir Çobanbey Köyü,
Köprünün üstünden geçeriz suyu,
Zaten dedikodu Afşin’in huyu,
Kesilsin dilleri Fettah’ın kızı.

Geçit yollarını seğmenler sarmış,
Yoncalık içine pusuyu kurmuş,
Şahan kader deyip kavgaya girmiş,
Tutun bellerime Fettah’ın kızı.

Şahan’da şairlik istidadı gelişmeye başlar. İlham kaynağı Ayşe’dir veya onun şahsında remz edilmiş ilahi bir olgudur bu. Afşin - Elbistan ovasında Şahan’dan önceleri de çok vardır, sonrasında da olacaktır. Özellikle pirleri Karacaoğlan olan âşık tarzı irticalen veya kalem şairi tarzı şairler yatağıdır o bölge.
Derdiçok’lar, Hayati Vasfi Taşyürek’ler, Kul Hamit’ler, Mahsuni Şerif’ler, Abdurrahim ve Bahattin Karakoç kardeşler, Ali Akbaş’lar, Çıtak’lar, hatta Necip Fazıl’lar... Yeni yetmelere model olmuş Türk Edebiyatında hakkıyla yerini almış şairlerdir. Onları yetiştiren, genetiklerine adeta sanatçılığı şifreleyen topraklarda bundan böyle Şahan da vardır artık. Bu böyle biline...
Yine bir gün yoğun duygular içinde olan Şahan, elinden koparılan Ayşe’si için çatışmaya girdiği anı hatırlayarak sabaha karşı şu şiiri gönül imbiğinden sayfalara döker:

Yürü bire Afşin gücün mü yete?
Vurdum dizginleri seğmenden öte.
Haber vermiş bizi sümüklü çöte,
Elimden aldılar Fettah’ın Kızı.

Üstüme yürüdü seğmen alayı,
Sarıldım silaha var mı kolayı?
Yoncalık içinde buldum belayı,
Elimden aldılar Fettah’ın kızı.

Atın terkisinde alınca yara,
Kan içinde kaldı göl oldu ora,
Kimse arka gelmez ben düştüm dara,
Elimden aldılar Fettah’ın kızı..

Tuttular kolundan çektiler geri,
Al kana boyandı yoncalık yeri,
Çötenin Şahan’a düşmanmış seri,
Elimden aldılar Fettah’ın kızı.

Şahan iş bulmak ümidi ile tekrar ağabeyi Salih’in yanına gitmek için anasıyla helalleşir. Afşin’den ayrılmadan son bir defa Ayşe’nin ablasına varır. Ayşe’den sadır olan halleri öğrenmektir amacı. “Gidiyorum abla bir daha ne zaman dönerim bilinmez. Ayşe’nin huzur ve selameti için de olsa burada duramam artık, hakkını helal et” diyerek ayrılmak ister. Ablası “Seni görünce çok müteessir oldu, çok duygulandı, ağladı, ağladı. Şahan sana çok selamı var. Kaderine razı olsun ama beni unutmasın, çünkü ben yaşadığım müddetçe kendimi ona ait hissedeceğim bilmiş olsun.
Üstelik Ayşe’nin beyi polislik imtihanını kazanmış önümüzdeki günlerde tası tarağı toplayarak Afşin’den ayrılacaklar. Tayinleri nereye çıkarsa artık. Bundan böyle istesem de aranızda haberleşmenizi sağlayamam bilmiş ol Şahan” diyerek çaresizliğini dile getirir.
Bastığı yerler çamur mu, toz toprak mı farkına varmadan yürümeye devam ederken, ayakları sakin bir çay ocağına götürür Şahan’ı. Boş bir masaya oturarak çayını söyler. Son zamanlarda yanından eksik etmediği kağıt ve kalemi çıkararak, gönül pınarından dökülen şu şiiri yazar:

Durmadın ahdinde yazıklar olsun,
Boş selamın geldi Fettah’ın kızı,
Ağabey ayırdı Allah’tan bulsun,
Afşin bize güldü Fettah’ın kızı.

Tekrar gelin olup binince ata,
Kestim önünüzü silahlı kıta,
Ben ne diyem şimdi öyle hayata,
Gönlüm sende kaldı Fettah’ın kızı.

Nerede yeminin nerede sözün,
Sen ellerin oldun yalanmış özün,
Karşıma çıkmaya tutmuyor yüzün,
Gönlüm dersini aldı Fettah’ın kızı.

Kıyarım canıma demiştin bana,
Can tatlı gelince gittin yabana,
Selam yolluyorsun yüzün utana,
İnan Şahan öldü Fettah’ın kızı.

Yazdığı şiiri tekrar tekrar okuyan Şahan Ayşe’ye çok ağır ithamda bulunduğunun farkına varır. Sanki karşısında oturuyormuş da bu şiirden dolayı “Bana haksızlık etmedin mi Şahan” der gibi olduğunu hissederek “Eyvah doğru söylersin be Ayşem, biraz öyle olmuş; maksadım seni incitmek değil, telafi etmek isterim” diyerek kaleme tekrar sarılır:

Kırdın kanadımı düşürdün yere,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.
Alnımı kurşuna verdim boş yere,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.

Öksüz bir gariptim kendi halimde,
Bir hile mi gördün gönül evimde?
Ettiğin bu zulüm hangi kavimde?
Ne derim sultanım canın sağ olsun.

Yoncalık yolunda elmalık dolu,
Pusuyu kurdurmuş Çöte fodulu.
Vurulup düşerken bıraktım kolu,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.

Hasrete bağladım yılları o gün,
Gönül âlemini eyledim sürgün.
O gün bu gün Şahan dünya ya küskün,
Ne derim sultanım canın sağ olsun.

İlhamını aldığı sevdasına, doğduğu coğrafyanın kültürü de eklenince bambaşka bir şey çıkıyor insanın önüne. İçli, duygulu, hassas ve kırılgan bir kişilik, kabalıktan eser yok. Yalnız Allah’ın verdiği görsellik hariç, o da bahtına...  Şair olmamak mümkün mü?
Çok zor ayrılır Afşin’den. Gönlündeki sevdanın diline düşmesi tek tesellisi olur artık. Yanında deste deste kâğıt ve kalemini eksik etmez artık; onlarla dertleşir, onlarla teselli olur. Yazdıklarını bir kendi bilir. Kimseyle paylaşmaz. Bu hal neredeyse her biri, iki üç yüz sayfa tutarında, üç dört kitaplık şiir yazmasına rağmen esas aşıklık istidadının gelişmesi Rabbani bir tasarrufla ifade edilebilir.
***
Yolculuk Artvin’de tamamlanır. Lise tahsilini tamamlarken çok güzel bir intiba oluşturduğu için arkadaşlarının olağanüstü ilgileriyle hayata tekrar tutunur. Bir arkadaşının verdiği bilgilendirme ile Artvin’de MTA’ya işçi olarak girer. Yine ağabeyi Salih’de kalmaya başlar. Tam iki sene çalışması karşılığı aldığı bütün paraları velinimetim dediği ağabeyine verir. Öyle ya aynı kazanda kaynayan, aynı kurulan sofrada tam üç yıl boyunca paylaşan ağabeyinden aldığı paraları esirgeyecek değil ya. Üstelik önünde askerlik var. Olur ya ne kadar geciktirse de evlilik var. Onun için ayrı gayrı olmayı kendine yakıştıramaz.
Ambar memurudur MTA’da. Boş zamanı çok olur. Meşguliyet olmadığı için ince işlere zaman zaman tekrar dalar. Ayşe unutulacak gibi değil, çok ciddi tahribat yapar ruh dünyasında. Günlük mutat işlerden sonra Şahan’ı hep bir şeyler yazarken görür arkadaşları. Çoğu takılır ona da halinden kimse anlamaz. Para kazanır, eş dost ve çevre kazanır. Ama iç dünyasında sürekli fırtınalar eser de bir türlü dindiremez. Tek çaresi kaleme sarılmaktır.
İşte onlardan biri;

Bu yalan dünyada mal neye yarar,
Bırak yakasını pul diye diye.
Sevip sevilenler kendine sorar,
Girdiğin gönülde kal diye diye.

Gönül bilmeyenin sevda nesine,
Kapıldım giderim yar hevesine.
Beni hasret koyma bir nefesine.
Beklerim seheri yel diye diye.

Aşkın deryasında gönüller saklı,
Belki de sevda da sevilen haklı,
Mecnun olan bir gün yitirir aklı,
Gezdirir çölleri bul diye diye.

Nerede arasam nerede bulsam?
Bastığın toprağın kölesi olsam,
Dünyadan göçmeden muradım alsam,
Şahan kapısında kul diye diye.
***
Uzun bir zaman çalıştığı Artvin-Murgul MTA’dan askerlik için mecburiyetten ayrılır. Acemi yeri olan Denizli’de tam iki bin asker arasından seçilen yirmi kişiden biri olarak özel eğitime tabi tutulur. Eğitim için Ankara’ya götürülen bu askerlere gerçekten bir ömür hizmet kapısı açılır. Bu seçilme işi bir taraftan başlarına konan devlet kuşu, diğer taraftan ciddi bir hizmet anlayışına katkıda bulunulacak fırsat.
Tam üç ay uyuşturucuyla ilgili alanlarda istihbarat metotları öğretilir. O günün dünyasında ülkemizin üzerinden çok ciddi uyuşturucu transferi olmaktadır. Transit taşımacılığın yanında iç piyasadaki bağlantıları ile mücadele ciddi disiplin ve sabır gerektiren durumdur.
İç piyasada oltaya gelinecek yerler, bar ve pavyonlardır. Şahan bu konunun eğitimini almış olduğu için teşkilat tarafından korunup kollanmaktadır. Bundan böyle o âlemin Turan Dayısı olacaktır. Bağlum tepelerindeki mesailerin bir kısmı ailesine hesap verebilmek için bir kamuflajdır.
Mesela; bir askeri karakola askerlik yapıyormuş görüntüsüyle er olarak yerleştirilen Şahan’ın, karakol komutanı astsubayla bir sürtüşmesinde komutana adam akıllı dayak attığı halde haklı çıkarak aynı karakolda görevine hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi enteresan.
Şahan’ın mekânı olmuştur çoğu zaman bar ve pavyonlar. Üzerine düşen görevi tam yapabilmesi için o ortamın alışkanlıklarına da kendini kaptırıverir. Öyle de olması lazımdır. Şahan çok sıkı takip gerektirdiği için güven esasına dayanan dostluklar oluşturur; özellikle çalışan hanımlar onun en büyük bilgi kaynağı olur.
Askerliğinin geri kalanını Ankara’da geçirir. Terhisten sonra tekrar çalıştığı kurum olan MTA’ya Ankara’da başlar. Bundan böyle Şahan’ın iş kaygısı olmaz. Bu ülkede “Ben geldim devletlü, çalışmak istiyorum” denince “Hoş geldin haşmetmeap, biz de devlet olarak seni bekliyorduk. Haydi iş başına...” denecek kadar devletlünün adam aradığı görülmüş müdür? O gün de bu gün de bir kişilik istihdam için en az kırk elli kişi başvurur da, adama göre iş anlayışı mekanizması işletilir. Hal böyle olduğu halde Şahan’ın MTA’da işi hazırdır. Üstelik ambar memuru gibi düz bir sıfatla ayrıldığı kuruma sondaj yardımcısı gibi teknik bir hüviyetle işe başlar.
***
Şahan’ın işi gücü yerinde. Ağabeyi Salih’le ara sıra haberleşir. Yengesinin öğretmen olarak yeni atanmış yeğeninden bahsederler. Şahan hiç düşünmeden izdivacı kabul eder. Düşünmüş olsa başta kararsız, bilahare hayır diyecektir. Çünkü Ayşe’nin fonksiyonunu kimselerle paylaşmak istemez. Onun için düşünmeden evet demiştir. Demiştir demesine ama yine de Ayşe’yi hayalinden çıkaramaz. Özlemini kalemden, hırsını kâğıttan alır:

Yiğidin ömrü de ömür mü olur?
Yanında sevdiği yâr olmayınca.
Her güzel sevende sevda mı olur?
Yiğidin yüreği kor olmayınca...

Yaman eser yüce dağın boranı,
Kim bilir ki sevda yeli vuranı,
Seven koç yiğide arka duranı,
Saf kurup yanında var olmayınca.

Güzelin gönlünde balın arısı,
Yaprağa bürünür gülün sarısı,
Karşılıksız sevmek ölüm yarısı,
İki gönül gelip bir olmayınca....

Güzelin sallanır incecik beli,
Dört mevsim öteye savurur yeli,
Şahan uzatsa da koynuna eli,
Gülü elde kalır yer olmayınca.

Şahan’ın düğünü Artvin’de olur. Düğüne Almancı ağabeyi Murat da iştirak eder. Şahan ağabeyi Murat’ı her gördüğünde veya ondan bahsedildiğinde Fettah’ın yüzüne karşı söylediği  “Şahan önce aç karnını doyursun” sözünü tarifi mümkün olmayan bir tiksinti ile hatırlar. Bundandır ki, Murat’a bir düğün boyu hiç pas vermediği gibi hoş geldin dahi demez. Murat ağabeyi, yalnız Fettah’a söylediği o çirkin ifade ile kalmayan çok kötü sicili de olduğu için Şahan haklı hisseder kendini.
Babaları ölünce mal dağılımındaki usulsüzlükten tutun da; Şahan’ın hakkına düşen toprakların hile veya desise yoluyla nasıl zimmetine geçirdiği unutulur cinsten değildir. Şahan kendine böyle bir darbe vuran Murat’ın yüzüne dahi bakmak istemez.
Salih Ağabey’i Şahan’ın düğününe ön ayak olmuştur. İki yıl Artvin MTA’da biriktirdiği paranın düğün masraflarında kullanılması ümidiyle gayet rahat olan Şahan, düğün sonunda hesaba oturulduğunda ağabeyinin, davetiyelerin PTT kanalıyla gönderilmesini bir kalemde önüne koyunca Şahan’ın “Ben iki yıldır bu günleri hesap ederek, sende biriktirdim zannettiğim onca paranın bile hesabını sormazken, sen PTT masrafını benim önüme koyuyorsun ayıp değil mi?” diye serzenişte bulunduğunda, ağabey Salih “Sen benim evimde üç yıl yedin içtin, okulunu bitirdin. O paraları da o masraflara say” demez mi...
Ağabey; baba yokken baba demektir. Şahan’ın bu konuda da fakirliği, Ayşe’nin üzerinde küllenmiş gibi görünen “Dert bir değil elvan elvan” türküsünü mırıldanmaya başlar. Bu marazi durumu sineye çekmeye mecbur olduğunu bilerek “Allah’ınızdan bulasınız, hiç mi ağabeyliğinizi, büyüklüğünüzü tartmıyorsunuz?” demekten başka ne yapabilir. Mazlumun ahı tutarmış derler ya; aradan uzun yıllar geçer.
Nefsine aşırı itibar eden, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya saltanatını sürdüren, kardeşine karşı bu kadar duyarsız kalan, onun sevdasından haberdar olmayan veya hiç önemsemeyen ağabeyi Murat, Almanya’da vefat eder.
Ağabeyinin öldüğü haberini alan Şahan, doğru Afşin’e gider. Gereken vazifeyi yaptıktan sonra mezarı başına vararak gözyaşı içerisinde duygularını, sırdaşı olan kâğıda şöyle döker;

Dinle sözlerimi etmeden telaş,
Geldim mezarını buldum be gardaş,
Fatiha okudum günahla savaş,
Yaptığından bizar oldum be gardaş.

Fettah’ın kızını gösterdim sana,
Aç karnını doyur dedin sen bana,
Gardaş atılır mı böyle yabana,
Ağlarken halime güldüm be gardaş.

Okulum biterken hemen o yaza,
Görünce yanımda ne dedin kıza,
Allah’tan korkmadan sattın ucuza,
Ben altmış yedi de öldüm be gardaş.

Bak sen mezardasın ben de başında,
Mal götürdü diye yazmaz taşında,
Fettah’ın küçüğü yine düşümde,
Sayende dertlere kaldım be gardaş.

Uzun zamandır zevkle anlatılanları dinleyen Hikmet nihayet araya girerek “Son şiirin çok ağır olmuş Şahan, üstelik acısı henüz geçmeden ve mezarının başından ruhuna karşı” ifadesiyle Şahan’ı biraz dağıtmak ister.
Ayşe’nin polis memuru beyinin tayini Adıyaman’a çıkar. Artık o da mekân değiştirme zorunluluğuna muhatap olur. Dedikodunun önünün nispeten kesilmesi, en azından unutulmaya yüz tutması için bu durum her muhatap için iyi olacaktır. Hop oturup hop kalkan baba Fettah bir ohh çekecektir.
Çünkü bu deli oğlan Şahan’ın ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Ha kızı biraz akıllı olsa, nerede... O da Şahan’dan geri kalmaz.
Afşin’in Beyceğiz Mahallesi’nin dili olsa da konuşsa, neler yaşanmış neler. Bereket versin Şahan’ın imkânı yoktu. Bir de o olmuş olsaydı, yanında hısım akrabalarını da sürükleyerek kaderin akışını değiştiremeseler de nice ağıt yakılmalarına vesile olurdu. Muhatapları bu açıdan yine tebrik etmek lazım... Çok olgun davranmışlardır. Ayşe’nin yeni yuvasında sıkıntı nispeten hafif atlatılmıştır. Sonu birçok ölüm olayı yaşanılarak ibretlik bir duruma dönüşebilirdi.
***
12 Eylül ihtilalinden önce ortalık toz duman. Faili meçhul onlarca cinayet... İnsanların mahalle mahalle, sokak sokak kurtarılmış bölgeler oluşturduğu dönem. Ankara MTA’da sondaj yardımcısı olarak çalışan Şahan’ın İzmir Bölge Müdürlüğü’ne sondajcı olarak tayini çıkar. O dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’tir. Sol iktidarda, Şahan’ın sürülmesi de denebilecek bu tayin normal karşılanacaktır. 
Velâkin hedef göstermeler veya dengeler gereği insanların rahatça harcanmamaları kendilerince tedbir almaya itilir. Siyasi iktidarlar ve ona omuz veren sivil toplum örgütleri karşı düşüncede olanlara prim vermeden yerellerinde iktidardan daha iktidar olabilmeleri gibi halleri insanları ciddi olarak bunaltır.
Öncesi bekar olan Şahan halde evli; üstelik her gün kendisi gibi işe gitmesi gereken öğretmen hanımının da mesuliyetinin üstünde olması, daha temkinli, daha dikkatli olmasını gerektirirken, Şahan, Ayşe sevdasında görüldüğü gibi yine sivrilerek gariban olduğu mekanlarda paratoner gibi insanların şerlerini üzerine çekmekte mahirdir.
Mesai saatlerinin dışında, duygu ve düşüncede paralellik hissettiği milliyetçi bir partinin binalarını ziyaret etse de, il bazında birçok binanın ya azgınlaşan solun korkusundan veya mevcut binaların kiralarının ödenmemesinden dolayı kapalı tutulması Şahan’ı çok üzer.
Bir müddet sonra ilgilileri, ilgisizlerden aldığı bilgilerle ya evlerinde veya işyerlerinde ziyaret ederek tanışır. Çözüm arar onlarla beraber. Pusturulmuşluğun yanın da parasızlıktan ötürü hareket manevralarının kalmadığını âcizane olarak ifade ederler.
Şahan’ın bazı derin güçlerle bağlantısı olduğu, işe onların desteğini alarak, partili yetkililerin de bilgisi dâhilinde bir takım çalışmalara başlaması hayırlı sonuçlar doğuracağa benzemektedir.
İzmir, Manisa ve Balıkesir yöresinde tespit ettiği iş adamlarını ziyaret ederek meramını sağa sola bükmeden anlatarak düzenli olarak para akışını halletmeye başlar. Ziyaret ettiği iş adamlarından “Benden size zırnık çalışmaz” babında yüreklice karşı koyanlara, daha ileri gitmeden teşekkür ederek “Bir daha rahatsız etmeyiz” sözü vererek ayrılır.
Böylece Şahan birkaç ay içinde parti teşkilatlarının parasal problemlerini çözer. Öyle bir sistem kurar ki; tahsilât için zamanında gitmese de kendisiyle bağlantı kurularak emanet gönderilir. Altı ay içinde İzmir ve çevresinde partinin maddi problemleri kalmaz. Ama oldukça önemli bir meblağ birikmeye başlar. Bölgenin ihtiyacı dışında biriken paraları çuvallara doldurarak Genel Merkeze bizzat kendisinin getirdiği çok olmuştur. Öyle ki Genel Merkez de alıştığı için Şahan denilince Koca Kurdun dahi ağzı kulaklarına kadar yayılırmış.
Tahsilât işinin bu kadar rahat olması, hiçbir polislik takibe ve şikâyete muhatap olmadan bu işi yürütmesi Şahan’ın yiğitliğinden veya kararlılığından değil, kendisine verilen istihbarat desteğindendir daha çok. Şahan’ın çalışmalarından paylarına düşeni almasalar göz yummaları mümkün mü?
Zorla veya gönüllü olarak uygulanan bu projeden çok daha küçük, organize olmuş durumda olanlar 12 Eylül’de takibe alınarak cezalandırıldığı halde, Şahan’la ilgili en ufak bir dedikodu dahi resmiyete intikal etmemiştir.
Hadi diyelim ki Şahan, iyi niyetli, yardım ettiği kişi ve kuruluşları, işin içine bulaştırarak ihtilal iddianamesine malzeme hazırlamak için artniyetli birileri de o teşkilatlarda sürekli bulunmuşlardır.
“Devlet her şeyi bilir, yeri ve zamanını bekler ve can yakmak veya hasmını bertaraf etmek için yetkili kadrolara malzeme hazırlar. İşte Şahan böyle bir ortamda basireti açık olarak vicdanının emrettiğini yapar ve hiçbir şekilde başı da ağrımaz. Bu durum üç ay, beş ay değil tam üç yıl sürer. Ta ki 12 Eylül ihtilaline ramak kala bir zamana kadar.
İzmir MTA, bölge merkezi olduğu için Şahan çok dikkat çeker. Muarızları kendisini bölge uhdesinde bir şube olan Manisa Turgutlu’ya sürerler. O yalnız bir siyasi parti menfaatine çalışmanın yanında MTA Sendikası’nda bölge temsilcisidir de.
Dolayısıyla flaş bir statüsü vardır. O dönemin siyasi tablosunda böyle özelliğe sahip bir kişinin postu deldirtmemesi mümkün değildir. Karşı taraf vurucu güçlerinin de ağzını sulandıran hedef olmaktan, listeye girmekten ala bir durum. Şahan bunu da başarır.
Turgutlu’da epeyi Kürt nüfus vardır. Osman Öcalan’ın da dağa çıkmadan önce Turgutlu’da oturduğu söylenmektedir. Liderliğini Akrep Nalan’ın yaptığı sol bir grubun ölüm listesinde Şahan da yer alır. İstihbarattan gelen bilgiler bunu doğrular. Şahan’a “Tedbirli ol, her daim arkanda seni kollayamayız” derler.
Şahan da kendince tedbirini alır, giriş çıkış saatlerini değiştirmekten tutunuz da, her gün girip çıktığı sokaklardaki değişimlere kadar... Neler neler... Ama yine de gemiyi azıya almış şer güçlerinin ateşli saldırılarından kurtulamaz.
Evinin bulunduğu sokağa adımını atar atmaz etraftaki sessizlikten huylanan Şahan ilk mermiden sonra, kendini korumalı bir yere atar. Akrep Nalan denilen çete liderinin adamlarıdır bunlar. Polis gelene kadar müsamere yapılır. Şahan yanında bulunan 75 adet mermiden 72’sini atar. Karşı tarafta birden çok ateş eden olduğu için sayısı bilinmez. Şahan omuzundan aldığı yarayla canını kurtarır. Eğer istihbaratçı desteği almamış olsa, onlar, polisi müsamere yapılan yere sevk etmemiş olsalar, Şahan’ın yaşaması mümkün olmazdı herhalde...
Tabi ki olay adliyeye intikal etmez. Oysa biri de karşı tarafta olmak üzere iki yaralı var. Öbür yaralananı Şahan bilmez ama kendisinin tedavisini devlet görevlisi olan arkadaşları yaptırır. Tedavi süresi uzun olur. Bu zaman zarfında elinden kalem kâğıt yine düşmez. Evlidir, eşi de çok mükemmel kişilikli bir öğretmen hanım olmasına rağmen, gönlüne yine ferman dinletemez.
Hani derler ya “Garga’nın türküsü hep peynir üzere” diye. Şahan da şiirlerini hep Ayşe üzerine yazar. Bazen onu kastederek Nilüfer veya başka bir kadın adı koyar şiirlerine. Belki de tedbir gereği duygularının kamuflesini murat eder.
***
Bir takım bilgilere ulaşması onun için çok kolaydır. Ayşe’nin eşinin tayininin Ankara’ya çıktığını ve Demetevler semtinde oturduğu bilgisi onu heyecanlandırır. Hasta haldeyken gönlünden kâğıda dökülenler şöyledir:

El ele tutuşup gidelim derken,
Felek gazabına gelme be Ayşe,
Ayrılıksa ölüm sözü verirken,
Boşa vebalimi alma be Ayşe.

Toz duman bürüdü Afşin’in üstü,
Ne günah işledik yazgımız küstü.
Kader pay pay etti ayrı bölüştü,
Bana da bir hisse salma be Ayşe.

Ayrılık çekerken yaşamak dram,
Afşin, Maraş bize edildi haram.
Aktı gözyaşımız hep gram gram,
Daha gerisini bilme be Ayşe.

Sana mekân oldu, Ankara Demet,
Şahan Turgutlu’da Hakka emanet,
Neye niyet ettik ne oldu kısmet,
Alın yazısına gülme be Ayşe.

Yaman adamdır Şahan. Kimsenin önünde kolay kolay eğilmez. Bu dik duruşu yani kişiliği bir de malum derin organizasyon gereği Şahan, Genel Merkezi Ankara olan Türk-iş’e bağlı MTA-İş Genel Muhasipliğine, haberi dahi olmadan aday gösterilir.
Seçimler yaklaşmaktadır ama Şahan halen tedavi görmektedir. Gerçi seçime iştirak etmese de adı listeye girmiş olup mutlaka kazanacaktır. Bu konuda bir endişesi olmaz.
Onu heyecanlandıran, O’nun havasını teneffüs ettiği, suyunu içtiği mekâna ulaşmaktır bir an önce.
Daha da önemlisi “Canan canı istemiş vermesem olmaz” özdeyişindeki anlama uygun “O yâr duydum ki Ankara’daymış, bir an evvel aradaki mesafeyi kapatmazsak olmaz. Belki, neden geç kaldın diyerek bana gönül kor” gibi teslimiyetçi bir haleti ruhiye içinde duygularını yine kaleminin ucunda akıtmaya başlar;

Ferhat’a dağları deldiren kader,
Aradı da beni buldu neyleyim.
Sevip sevilmede yaptığım eser,
Serim bir divane oldu neyleyim.

Gönül vazgeçmiyor sevdiği yârden,
Memleket dedimse ayrıldım ordan.
Söyleyemez oldum kimseye ardan,
Çeke çeke ömrüm doldu neyleyim.

Değmezmiş dünyanın üç ile beşi,
Menfaat gördü mü bilmez kardeşi.
Versem ellerine gökten güneşi,
Dostlar defterinden sildi neyleyim.

Gönül işleriyle açıldı aram,
Aklıma geldikçe sızlıyor buram.
Candan sevenlerin vuslatı haram,
Şahan saçı başı yoldu neyleyim.
***
Nihayet Şahan sağlığına kavuşur. MTA-İş’in Genel Muhasibi olduğu kendisine tebliğ edilir. Tası tarağı toplayarak Ankara’ya evini taşır. Şahan’ın ömründe görüp göreceği en büyük devlet umuru böylece vücut bulmuş olur. Kısa sürede yeni oturduğu koltuğun kültürüne alışır. Devletin üst bürokratlarıyla, siyasetin söz sahibi olanlarıyla oturup kalkar. Şahan’ın ela gözüne mah yüzüne talip olacaklar değil ya, o koltuğun imkânlarıdır Şahan’ı güçlü yapan. Kendi hakkını da inkar etmek elbette doğru olmaz.
İşçi kesintilerinden oluşan havuzun hesap ve kitapları şeffaf ve hesap verici durumda olmadığı için meşru görülen bir takım kalemlerden yapılan meşru olmayan harcamalar, o koltuk sahiplerini neredeyse imparator kadar güçlendiriyor olması, Şahan’ı da bu yönde kamçılar.
İşçi menfaati doğrultusunda yapılan harcamalarda hesap sorulabilirlik doğal bir hak olması gerektiği halde sorgulanmaması bir tarafa, hiç işçilerle ilgili olmayan alanlara, işçinin alın teri olan tasarrufunun hesapsız kitapsız sarf edilmesi çok manidar olduğu için, sanki özel mülkiyet görünümü arz etmektedir.
Yalnız MTA-İş Sendikası’nda değil, o dönem için bütün sendikalarda, sendika liderlerinin işçi hakları olan paraları gerek şahsi, gerekse keyfi harcamalarının hesabını soracak hiçbir merci yok gibidir. Tasarruflar bu şekilde çarçur edilir.
Böyle büyük zaafiyetlerin olduğu yerde, özellikle üst planlamacılar buralara palazlanırlar. Güya uyduruk seçimlerle de teşkilatlarını kurarak “Körler sağırlar, birbirini ağırlar” anlayışına uygun geçinip giderler. Ne zaman ki kendi aralarında rant paylaşımında sıkıntı olur, o zaman da en güçlü hırsız tekrar baş olur, vesselam...
İşte böyle bir sendikacılık anlayışında çarkın işleyen bir parçası olur Şahan. Kendi nefsi tasarrufta bulunmaz ama hesabı kitabı olanlara da bu güçle yardımcı olmaması mümkün olmaz.
Makamında yapılan aylık siyasi toplantılardan tutun da, seçime girecek vekillerin seçim masraflarını işçi parasıyla karşılamaya kadar çanak tutmaya mecbur edilir. Sonradan geriye dönüp baktığında, kendi kendine “Oğlum Şahan yatacak yerin yok!” diyerek özeleştiri de bulunması bile büyük bir fazilet örneğidir. Geçelim.
***
Şahan henüz Ayşe’yle görüşme imkânı bulamamıştır. Oturduğu koltuğa ısındıktan sonra, hep aklının bir köşesinde, daha dünkü gibi değerinden bir şey kaybetmeyen Ayşe’yle görüşmeyi tasarlar.
Aradan on veya on iki yıl geçtiği için Ayşe cephesindeki değişikliği tahmin edememektedir. Kendine ilgi gösterip göstermeyeceği konusunda tedirgindir. Onun için Ankara’ya gelir gelmez soluğu Demetevler’de almaz.
Oysa Ayşe’de de Şahan’a karşı hiçbir şey değişmediği gibi büyük bir hasretlik ve özlem duygusu hâkimdir. Bunu karşılaştıklarında Ayşe’nin ifade ve itirafından anlayacaktır Şahan. Ayşe’nin iki oğlu ve bir kızı olmuş, aile saadeti görünüşte yerinde, evlendiği günden beri geçimsizlik yaşamamış çok beyefendi ve olgun bir beyi vardır.
Vardır ama “Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan” cümlesiyle başlayan tarife tam uymaktadır bunların hali. Yüreklerine söz geçiremeyen, aralarında oluşan bu güçlü bağ onlara “İki yüreğin türküsünü söyletir.”
Ayşe, Şahan’ın başlangıç itibariyle MTA teşkilatının Artvin şubesinde çalıştığını bildiği için Demetevler’e taşındıktan bir süre sonra konu komşu derken çevre de genişleyince, tevafuken kocası MTA’da çalışan bir bekçinin hanımıyla tanışır. Şahan adında bir personelin varlığını kocasından sordurtur. Bir sonraki buluşmasında sendikada böyle birinin olduğu haberini alır. Sözlü olarak selam göndermekten çekinmez. Selamı alan Şahan çok iyi bildiği Demetevler semtini ve o güzel parklarını göz önüne alarak yüreğinin türküsünü bir daha söyletir;

Demet’i Cemre’yi gezdim ben bugün,
Kokusu güllere sinmiş anladım.
Gönlümdeki sırrı sezdim ben bugün,
İçime özlemi inmiş anladım.

Gezdim köşe bucak seni aradım,
Demet’in parklarını bir bir taradım.
Her yolu denedim, ayak diredim,
Artık ümitlerim sönmüş anladım.

Bir haber bir mektup çok gördün bana,
Dermanım tükendi bulmaktan yana.
Şahan ne söylese yeridir sana,
Gönlün başkasına yanmış anladım.
***
Hikmet iki gün boyunca Şahan’ı dinler. Dinledikçe de davranışlarındaki asaletin veya nezaketin değiştiğini hisseder. Kapalı bir kutu gibi gördüğü Şahan’a karşı başından geçen hikâyesini dinledikçe saygısındaki değişmeyi üçüncü dördüncü kişiler nezdinde tarif etmekte zorlanır. “Sırrına vakıf olmak lazımmış, hiçbir insanı yüzeysel ilişkilerde tanımak mümkün değilmiş, insan bazen birçok bilinmezleri bünyesinde taşıyan muamma bir varlık oluyormuş” der soranlara.
Ve Şahan’a bakışı bundan böyle çok farklı olacaktır Hikmet’in. Gönlünde, bundan sonra ne olacak acaba diyerek heyecanlanırken Şahan devam eder;
Şahan, kendisine Ayşe’nin selamını getiren personelinin eşi vasıtasıyla Demetevler’deki büyük parkta buluşma saati verir.
Belirtilen zamandan ne kadar önce varır bunu kendisi de hatırlamaz. Sanki yeniden doğmuş gibi zamanı sarhoş edercesine gözünün görebildiği her kadın görünümündeki karartılar dahi kalp atışlarını hızlandırır.
Söze nereden başlayacağını, neler söyleyeceğine dair bir yığın senaryo geçer aklından. Kolay değil çok uzun zaman olmuştur. Gözünün önünde canlandırır onbeşlik Ayşe’sini. Tanıyamamak endişesine de kapılır bir an.
Derken arka tarafından gelen bir sesle, daha doğrusu ayak takırtısıyla kafasını çevirince göz göze gelirler. Şahan’ın tanımaması ne mümkün. Ayşe fizik olarak çok az değişmiş. Uzun ince boylu, beyaz benizli, gülünce yanaklarında gamzeleri oluşan, kabasına kadar inen saçlarıyla birkaç adım daha atarak “Şahaan” diye seslenir.
Dizlerinin bağı çözülmüştür sanki. Ayakta durmakta zorlanır; Şahan’a dinen namahrem olduğundan bir yerlere yaslanma ihtiyacı hissettiği için elini dahi mecburiyetten uzatır. Şahan ayakta durmakta zorlandığını hissettiği Ayşe’nin uzatılan elini kolundan kavradığı gibi hemen yanı başındaki banka oturtuverir.
Bir müddet her ikisi de hiç konuşmadan öyle kala kalırlar. Nice sonra Ayşe başını Şahan’ın omuzuna ürkek bir ceylan gibi yaslar. Yaslar ama hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Şahan da ha keza... Ancak daha soğukkanlı görünür ama o da akıtır gözlerinden yaşları. Bu hal, bir müddet devam eder. Rahatlamışlardır; birbirlerine fazla kelam etmezler ama hal diliyle çok şey söylerler çook...
Ayşe’nin oturduğu ev Demetevler’deki Cemre Parkı’nın hemen yanı başında olduğu için bundan böyle kararlaştırdıkları her hafta, evin mutfak penceresini gören bir banka Şahan gelecek, geldiğini gördüğü zaman Ayşe de belirledikleri yere gelerek görüşeceklerdir.
Ayşe her ne kadar gönlüne hükmedemese de Şahan’la bir araya geldikleri müddetçe ürkekçe tavrını sürekli hissettirir. Ölçülü ve mesafeli pozisyonun muhafazasına önem verilir. Buluşmaların sulandırılmasına ne Ayşe, ne de bir erkek olarak Şahan müsaade eder. Kutsal bir aşk hikâyesinde zaten cinsellik öne çıkmaz. Bu parktaki bankların, çiçek ve böceklerin dilleri olsa da bu sevdadaki asaleti anlatmış olabilseler.
Şahan her hafta randevu yerinde olur. Hiç sapmaz. Bazı hallerde olmayıverirse Ayşe’sinin çok tedirgin olacağını bilir. Sorar sordurur. O parkı gören mutfak penceresinden hiç ayrılmaz. Çocuklarına zül getirebilecek, beyine zarar verebilecek acemiliklerden kaçınır.
Şahan ilk buluşmasının ardından hafta sonunu dört gözle bekler. İşyerindeki bütün mesai arkadaşlarına karşı son derece esprili ve yumuşak davranır.
Bu değişiklik evine de yansıdığı için eşi ve çocukları hiçbir anlam veremeden kabullenmek durumunda olurlar. Bir dedikleri iki olmaz. İlgi ve alaka daha sorumlu ve sıcakkanlı seyreder.
Çok değer verilen bir eşyanın kaybolduktan sonra bulunmasındaki sevincin belki de onlarca katı bir durumdur bu Şahan’daki değişim.
Böyle bir duygu yoğunluğu yaşayan şair, bir sonraki randevuya eli boş gider mi hiç. İlk buluşmadaki tabloyu şöyle kaleme döker;

Oturduk Cemre Parkı’nda,
Sunam yandı ben ağladım.
Hayat suyumun çarkında,
Sunam yandı ben ağladım.

Gülüm dedim; bülbül dedi,
Sevdayı ateşe verdi.
Hasret denizine girdi,
Sunam yandı ben ağladım.

Gözüme baktı hislendi,
Gözlerine yaş süslendi.
Başı omzuma yaslandı,
Sunam yandı ben ağladım.

Hasret deyince yutkundu,
Uzandı elimi tuttu.
Dilinde sözü unuttu,
Sunam yandı ben ağladım.

Şahan postu yere serdi,
Sel oldu çağlayıverdi.
Sinesine hasret derdi,
Sunam yandı ben ağladım.

Bir zarf içinde bu şiiri Ayşe’ye uzatır. Şiirdeki “Suna”nın Ayşe olduğu, tedbir gereği iffetine zarar gelmesin diye bu ismi işlediğini de belirtmeden geçemez.
Demetevler’deki Cemre Parkı’ndaki buluşup sohbet etmenin tadı lezzeti her daim bir başka olur. Her buluşmada en taze bir şiir okunur Ayşe’nin yüzüne karşı.
Uzun dönem bu buluşmalar devam eder gider. Seneler geçer ama her buluşmada güneşin yeryüzünü aydınlattığı taze bir ümit ve taze bir hayat gibi duygulu ilişkiler devam eder. Olacak ya; hiç bir şeyin uzun ömürlü olmadığı gibi hiç bir zevk, sefa veya alışkanlıklar da uzun ömürlü olamaz. Eşyanın tabiatı bu... Bir tel kopar ahenk bozulur. “Her nesnenin bir bitimi var” der ya şair, Şahan-Ayşe buluşmasına mekanlık eden Cemre Parkı’nın, bu aşk karşısında hasetlik duygusu kabarmış olmalı ki ahengi koparır.
Haftalık mutat buluşma saatinde bankta yerini alan Şahan, saatlerce beklemesine rağmen ne Ayşe’nin mutfak penceresi açılır ne de söz verdiği halde gelir.
Bir sonraki haftada aynı vaziyet değişmez. Sorar soruşturur; aynı evde oturdukları, tayinlerinin çıkmadığı bilgisine ulaşmakta zorlanmaz.
Bilahere kendisinin de sendika faaliyetleri nedeniyle Ankara dışına zorunlu olarak yapması gereken seyahati uzayınca, Ayşe’yle görüşmeyeli dört beş haftaya ulaşır.
Oysa Ayşe akciğer kanserine yakalanmış, kocasının da Ankara’ya tayininin çıkmasının en önemli sebebi buymuş. Uzun dönem tedavi olmuş. Velakin ömrünün son demlerinde hastalığı iyice vücudu sarmış, Allah’ın verdiği ömrünün son baharında bile bile kendini özgürlüğün kollarında sevdiceğine yakın olmak, göremese de aynı iklimi teneffüs etme hayali...
Şahan’ın bütün bunlardan haberi olmaz. Hatta birkaç hafta parkta bekletilmesi, kendinden bir nebzecik de olsa soğumuş olacağı endişesi taşır.
Gelişmelerden haberi olmayan Şahan, bunları nereden bilsin. Sendika faaliyetleri bitiminde Ankara’ya dönüşte yine duygularını şiirle dile getirir:

Bakarım aynaya hep benzim sarı,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
Gönül düzenimin bozuk ayarı,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.

Bir hoş etti beni gönül dumanı
Beni benden aldı ayrılık anı
Öyle mi yazılır aşkın fermanı?
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.

Kabuk bağlamıyor aşkın yarası
Bendimi bağladı sevda karası.
İnce bir sızı var yanar şurası,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.

Şahan kara sevda çekiyor amma;
Geçen yıllarını yaşadı sanma!
Gel de kör talihe kahredip yanma,
Gayri dayanacak gücüm kalmadı.
***
Tekrar merkezde işine başlayan Şahan, fırsat buldukça mesai saatinin içinde ve dışında parka varır, saatlerce oturup bekler. Hiçbir ses seda yoktur. Canı çıkarcasına ruhsal sıkıntıya girer. Göremeyince tabii ki dönmek zorunda kalır.
Böyle ümitsiz bekleyiş içinde olduğu bir günün geç vakitlerinde evin kapısı çalınır. Gelen işyerinden tanıdık bir arkadaşıdır. “Şahan Bey senin bir hastan varmış, İbn-i Sina’da yatıyormuş. Kusura bakma, benden ısrarcı oldular sana ulaşmam için. Seni bekliyorlar” diyerek ayrılır.
Üzerini giyinip İbn-i Sina’ya intikal eden Şahan’ın gönlünden bin türlü olumsuz çok şeyler geçer. Bu hastanın Ayşe olmaması için çok dua eder. Ama kaderin önüne kim geçebilir ki?
Meğer sayılı günler çabuk geçmiş. Ayşe hastanede ümitsiz bir vaka olarak yatmaktadır. Ha öldü, ha ölecek. Çocukları ve akrabaları her gün oraya taşınırlar. Ayşe’nin düşünme melekeleri iflas etmiştir. Bir türlü emaneti veremiyor. Bakıcıları endişeli, ailesi endişeli... Beklediği biri var, ismini de sürekli sayıklıyor. Bu ismi herkes biliyor. Bir taraftan kızılıyor ama diğer taraftan bu sevda olgusunun Rabbani bir cilve olduğuna dair iç çeke çeke, ahh ahh gibi yürek terennümleri o ortamda kendini gösteriyor. Bakıma ihtiyacı olan insanların tam manasıyla sıkıntısını giderici hizmet anlayışının olması zor bir durumdur. Üsteli yatalak olanlarınki daha zordur. Öyle bir an olur ki en yakınları dahi, hastadan bir an evvel kurtulmak için “Yarabbi şu emanetini al da bu sıkıntıda herkes kurtulsun” diye dua edenler çok görülür. Ayşe’nin de yakınları bu hastalıktan kurtulmanın mümkün olmadığını bildikleri için aynı duyguları taşır görünmektedirler. İnsan ölüm anında bir türlü canını vermek istemezmiş, ta ki çok sevdiği biri veya birilerini yanında hissedene kadar. Bazen de o şanslı kişinin adını sayıklarmış mütemadiyen. Onun için zorunlu kabullere müsamaha gösterilir. Şahan’ın durumu da böyledir. Ayşe - Şahan olgusuna şahit olan yetişkinler, en başta kayınpederi ve beyi gözyaşlarını bastırarak “Şahan... Şahan...” terennümüne bu sebeple tahammül etmektedirler.
Ayşe’nin kayınpederi oğlunu ikna ederek Şahan’ı uzun bir uğraştan sonra böylece buldurur.
Şahan, hastane kapısında Ayşe’nin kayınpederi olan sakallı bir zatla karşılaşır. Her ikisindeki değişikliğe rağmen “Oğlum Şahan sen misin?” sorusuyla Şahan’ın ayağı yere basar. İçinden eyvah Ayşe’ye bir şey olmuş herhalde düşüncesi geçerken dilinde “Evet amca benim” cevabı üzerine “Falanca odada oğlum, hep seni sayıklıyor, nasıl bir sevdaymış bu? Bunca zamana rağmen çocuklarının bile değil de senin adını söylemesinden ötürü çağırdık” diyerek bir an önce yanına varması için zorlar.
Şahan odaya seğirtir. Örtünün altındaki eli usulca tutunca, Ayşe gözlerini açar. “Geldin mi Şahan, ben gidiciyim. Hakkını helal et” der ve başı bir tarafa düşer.
Şahan’ı odanın kapısında bekleyen kayınpederi gelininin nihayet bütün dertlerinin ve acılarının bittiği haberini “Başınız sağ olsun” diyerek delicesine kendini odanın dışına atan Şahan’dan öğrenir.
Şahan’ın feriştahı şaşmıştır. Oraya buraya, ona buna çarpa çarpa kendine bir çay ocağı bulur. Derdini yine dert ortağına döker;

Oy demek oyuyor içimi gülüm,
Almadan muradı yittin be gülüm.
Sağlığını bilmek olurdu neşem,
Kara haber geldi bittim be gülüm.

Sayıklarken beni İbn-i Sina’da,
Söylemişler, gelsin demiş babanda.
Can hıraş varınca düştüm odanda,
Bende senin ile gittim be gülüm.

Seni götürdüler Afşin Maraş’a,
Peşinden gelmeye girdim yarışa.
Vardım mezarına gönül alışa,
Yılların peşini güttüm be gülüm.

Sevdim toprağını öptüm kokladım,
Gece vakti el yordamı yokladım.
Zül olur saydım da sırrın sakladım,
Kendimi ateşe attım be gülüm.

İşte böyle gülüm sevda düzeni,
Ben oldum yıllarca gurbet gezeni.
Bir gün gelir elbet mezar kazanı,
Şahan’ı yanına yatır be gülüm.
***
Hikâyenin bu şekil sonlanmasına Hikmet de son derece duygulanır. Zaten hikâye boyunca gözyaşlarıyla ıslanmış siluetine bakmaya bile cesaret edemeden dinleme heyecanı gösteren Hikmet;
“Önce aşk yaratıldı, dünya ise aşk merkezli yaratıldı” inancına söylem olarak yabancı değil ama tatbikatını yaşamış bir kahramanla karşı karşıyadır. Aynı havayı teneffüs etmenin şahitliği bile bir nimettir telakkisi onu da rahatlatmaktadır.
“Allah sabır versin be kardeşim”, der sanki yeni ölmüş gibi Ayşe. Öyle bir etkilenme olmuştur ki vuslat yenidir. Dolayısıyla Şahan’ın acısını hafifletmek için başsağlığı dilemektedir.
Ardından “Cenazeyi Afşin’e mi götürdüler, sen de gittin mi” sualini sorar.
Gitmez mi Şahan. Sabaha kadar oralarda gezinir. Cenazenin defin yerini ailesi Afşin olarak kararlaştırır. Ahlaki olmaz düşüncesiyle Şahan, olup biteni uzaktan takip etmektedir. Cenaze arabasıyla beraber o da özel arabasıyla Afşin’e kadar uzaktan takip ederek varır. Geç vakit olduğu için bir sonraki gün öğle namazına müteakip Pir Ali Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra Afşin Mezarlığı’na defnedilir.
Mezarın başında el ayak çekildikten sonra Şahan varır. Ne kadar dertleşir, ne kadar toprağını okşar, yüzün sürer kendisi dahi bilmez. Sabah ezanları onu uyandırır. Güne güneşten erken doğduğu için, o haletiruhiye içinde yine iksirli kelamını dert ortağı kâğıda şöyle döker;

Gözümde tütersin özledim geldim,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.
Yol boyu derdimi yüzledim geldim,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.

Dünyadan göçerken tuttum elini,
Son nefeste kırdın hasret belimi.
Bir tek sensin bende gönül gelini,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.

Ankara’dan geldim kabir başına,
Derdimi dökerim mezar taşına.
Toprağı ıslatan gözüm yaşına,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.

Hiç kalay tutmuyor gönlümün tası,
Boş yere bekliyor sevgi mayası.
Şahan seni sevdi güzeller hası,
Kalk haydi topraktan bir kelam eyle.

Ve güneşi, gül yüzlü sevdalısının başında karşılar. Ortalık hareketlenmeden vedalaşarak eş dost kimseye görünmeden tekrar Ankara’nın yolunu tutar.
Hikmet’in “Herhalde bütün şiirlerini ona yazmışsın; doğrusu o da çok şanslıymış” sözüyle Şahan; ”Gulubu şuara hazinetullah” der Kainatın Efendisi. Manası; Şairlerin gönülleri umman gibidir, söylemekle tükenmez. Yoksa daha önce de değindiğim “Garganın kırk türküsü varmış, kırkı da peynir üzereymiş” babında algılama lütfen... Neredeyse bir külliyat oluşturacak kadar şiirlerim oldu. Birçok yarışmalarda birçok ödül aldım. Şiirlerimden en az on dört on beş tanesi birincilik almıştır deme ihtiyacı duyar.
Hikmet’in “Cenaze ortamı nasıldı, yakinen bulundun mu Şahan?” sorusuna, Ankara’ya dönüşte bir konaklama yerinde yazdığı şiiri okur ağlayarak... Başka da bir yorum yapmaz. Şiir değil sanki bir ağıttır;

Gençlikte tutulduk kara sevdaya,
Ciğerinin bağı yandı gidiyor.
Bir ömür harcadı gönül davaya,
Sevdim kavuşurum sandı gidiyor.

Seksen yedi eylül yirmi yıl eder,
İbn-i Sina’dan derman mı güder.
Ölüm döşeğinde sevenim var der,
Dünyaya gözünü yumdu gidiyor

Dokuz eylül günü kıldık namazı,
Afşin ellerinde verdim avazı.
Neyleyim böyleymiş alında yazı,
Ayşe’m topraklara kondu gidiyor.

Sağlığını bilmek yeterdi bana,
Daha minnet etmem tendeki cana.
Şahan kardeş demez sebep insana,
İki hayat birden söndü gidiyor.

Ayşe’yle beraber Şahan da gitmiştir. Velâkin dünya işleri ve sorumluluklar da kendini beklemektedir.  Bundan böyle dünyanın ne kadar lezzeti olacaksa yaşayıp görecektir.
İşine gücüne bir ruh adam görüntüsüyle devam eder. İstek ve arzuların dünyaya ait olanlarına karşı yavaşlama, öbür tarafa karşı hızlanma emaresi görünmektedir. Bir ömür kendisi için çok şey ifade eden Ayşe’nin adresi ebediyen değişmiştir. Yazdığı şiirleri, ettiği kelamları her ne kadar dünyalık olsa da bir türlü iletişim kurduğunun farkındalığı onu teselli eder.
Düne kadar adı Yarpuz, daha önceleri Efsus olan, Yedi Uyurların mekânı, Sultan Alparslan’ın en büyük komutanı Afşin Bey tarafından fethedilen Afşin... Kendisini fetheden komutana hürmeten Afşin ismini alan bu belde, şimdi sevdalısını koynuna aldığı için Şahan’a bir başka güzel, kutsal bir mekân olarak gelmektedir.
Onun içindir ki, o gün bugün her ay bir veya iki defa bazen de aşırı duygu yoğunluğuyla teselli ihtiyacı duyduğu zaman akşam saatlerinde arabasına biner, gece geç vakitte Ayşe’sinin mezarı başına intikal eder.
Gün doğuşuna kadar onunla bazen sesli, bezen sessiz hal diliyle sohbet eder. Hakkında yazdığı şiirleri “Dinle Ayşe’m” diye mezarı başında okur. Kimseciklere görünmeden gerisin geriye Ankara’ya döner.
***
Evinin altındaki yerde esnaflık yapan Hikmet bu duruma çoğu zaman vakıf olur da bir türlü anlam veremez. Kendi kendine “Bu adam deli mi, divane mi; sekiz on saatlik bir yola çıkıyor, bir gün sonra geliyor. Be adam gittiğin yer senin memleketin, bir akrabanın evinde bir bardak çay içimlik süre de mi kalamıyorsun?” dediği çok olmuştur.
Ama Şahan’ın şifrelerine vakıf oldukça taşları yerine kor. “Haklıymışsın Şahan, böyle bir sevdanın davranış biçimini anlamam mümkün değilmiş” gibi özür belirtici konuşmalar sarf eder.
İşte böyle bir seyahatte sabah ezanına ramak kala Afşin Mezarlığı’na ulaşan Şahan irticalen şu şiiri gecenin sessizline şahit olan canlı cansız varlıkların huzurunda gözyaşları içinde söyler;

Artık dayanacak gücüm kalmadı,
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.
Senden sonra gönlüm huzur bulmadı,
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.

Baban verdi seni, ben alamadım,
Seni istetecek dost bulamadım.
Ben kendi kendime kendim kınadım,
Kalk kara toprak dertleşek biraz.

Kaçırdım olmadı Fettah’ın Kızı,
Kaçarken vurulman içimde sızı!
Sana dediklerim olanın azı,
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.

Otursam yanına dertleşsek bu yaz,
Yakında gelirim başladı maraz.
Şahan’ın aklında öptüğü kiraz.
Kalk kara topraktan dertleşek biraz.
***
Aradan uzun zaman geçer. Şahan posta kutusunda “Muhtarlığa geliniz” babında bir davetle karşılaşır. Alelacele varır ve davet notunu vererek, kendine iadeli olarak gelen kalın bir zarfı alır.
Mektup Ankara’dan gönderilmiştir. Merakla zarfı açar ve sararmış solmuş kâğıt parçasının üzerindeki kendi el yazısıyla yazılmış yazıyı tanır. En az otuz yıl olmuş, Ayşe’ye Artvin’den yazdığı mektupta “Gül çiçeğim, çok özledim” şiiri çıkar. Yanına da isimsiz bir not düşülmüş. “Ayşe’nin sandığının içinden çıkan bu mektup ve şiirin mirasçısına, diyerek gönderiyorum” ibaresi vardır.
Şimdi siz Şahan’ın yerinde olsanız bu ilahi olgunun asaleti karşısında ne yapardınız?
Şahan gerçekten tam bir ruh adam olur. Bastığı yerleri tanımadan manevi sarhoşluğun getirdiği hallerle yakınlarına nasıl görünür orası bilinmez. Kendine geldikten sonra Ağabeyi Murat’a -O da ölmüştür- öyle bir sitayişte bulunur ki aşk olsun.
“Hele Şahan aç karnını doyursun, ne evlenmesi kardeşim” diyerek Fettah’ın adam gibi teklifini geri çevirmesini tekrar hatırlar.
Hâlbuki sebeplere dayanmanın dışında “Ötelerin ötesine” irade beyan eden olguyu düşünmez bile. Öyle ya; Rabbani cilve gereği böyle bir sevdanın çilesinin çekilmesinde bir başka sebeplere nüfuz etmek çizginin öbür tarafıyla fazla mesai yapmamaktan da kaynaklandığı, bu serüven boyunca bilinmez. Taraflar kendi rolünü en iyi şekilde oynar.
Otuz yıl önce yazılan emanetin adresine gönderilmesi olacak iş değildir. Bütün güzellikler manzumesini demek ki, Ayşe’nin ailesi de anlamış olmalı ki, yırtıp atacakları yerde, muhatabına göndermeyi saygı mesafesinde ele almışlardır. Şahan’ın takdir etmemesi mümkün müdür?
Böyle bir atmosferde ne zaman arabasına bindiğini ve nasıl onca yolu aldığını hayal meyal hatırlayan Şahan kendisini yine Afşin’de bulur.
Olacak bu ya, onlarca ziyaret ettiği Ayşe’sine her daim güneşin doğduğu güzergâhtan vardığı halde, bu defa tam tersine düşen yoldan mezarına varırken Ağabeyi Murat’ın yattığı yeri tanır. Daha önceleri defin sırası hariç hiç uğramayı arzulamadığı bir buluşma bu. Tevafuk da diyebiliriz. Demek ki bir çift sözü varmış ve şu an orada söylenmeliymiş ki içi rahat olsun.
Şahan’ın esas muradı Ayşe’siyle sohbet etmek, özlem gidermek için onca yolun çekilmesine katlanması ayrı bir zevk iken karşısına çıkana bak. Nasipte bu da varmış diyerek oturur ağabeyinin başına. Tan yeri de ağardığı için kalemi, gözyaşını akıtır yanındaki kâğıda;

Bugün kabristanda dertleştik biraz,
Fettah’ın kızından selam var gardaş.
Bizi o ayırdı diyor ya Kiraz.
Sana yolladığı kelam var gardaş.

Sen neden ayırdın diye soruyor,
Öpmüştü elini gönlü eriyor.
Bir ömür ağladım deyip duruyor,
Ben hala çekerim çilem var gardaş.

Çocukken yanımda olmadı babam,
Gurbetten dönünce öldü bu adam.
Saçım okşamadı bir kere ağam,
Atıldım kenara çalam var gardaş.

Bunları duyunca Fettah’ın kızı,
Doğruldu mezardan toprakta azı.
Hesap günü diye verdi avazı,
Şahan’da geliyor âlem var gardaş.

Şiiri biter bitmesine ama güneş de doğmuştur. O yaralı kalple ilk defa Murat’ın yanı başında bitiren feleğe kızma fırsatı bulur.
Çünkü Ayşe’nin mezarını hep gece yarısından sonra ziyaret ederek halleşmeyi prensip haline getirdiğinden dolayı, onun zamanını çalarak apaçık ortaya çıkmasından rahatsız olur.
Etrafta insanların görünmesini, mahremine girilmiş bir duygu mesabesinde algıladığı için,  sırrın ifşasından rahatsız olur. Belki yirmi, belki de otuz metre ilerdeki Ayşe’ye varmayı sakıncalı bulur. Bu duyguyla ona varmadan mezardan çıktığı bir olur. Akşam karanlığında uğramak düşüncesiyle arabasına atlar.
Köyüne doğru yol alır.  Zaten ilçeye çok yakın olan köyünün içinden sanki bir yabancıymış gibi transit geçer. Su içmek, bir şeyler yemek ihtiyacı olduğu halde kimseye görünmeme kaygısıyla biraz ilerdeki bölgenin en güzel kasabası olan Tanır’a varır.
Burada tanınmamasının verdiği rahatlıkla ihtiyaçlarını giderdikten sonra Tanır’ın dillere destan güzelliklerini bir daha görmek ister. Maksadı akşama kadar zaman geçirmektir. Gecenin sessizliğinde tekrar Ayşe’ye uğradıktan sonra Ankara’ya gitmek için yola avdet etmek.
Tanır Kasabası bölgede bir numara mesire yeri olarak bilinir. Her nereye adım atsan karşınıza billur gibi su kaynakları çıkar. Bir karpuzu yarım saatte çatlatacak kadar soğuk sularıyla meşhurdur. Ceyhan nehrinin en büyük iki kolundan biri olan Hurman Çayı kasabayı ikiye bölerek nazlı nazlı akar. Köyün bütün gençleri bu çayda yüzmeyi öğrenir. Çok nefis alabalık kaynağıdır. Yiyenlere şifa verir. Çayın kenarında, çaydan üç dört metre yüksekliğinde sekiz harfine benzer “Sahren” olarak bilinen bir kaynak su vardır ki görenleri şaşırtır. Romalılar döneminde yapılmış bir duvarla bu su dağın eteğine hapsedilmiş olup, birkaç yerinden şarıl şarıl çaya tahliye olur. Çok sıcak havalarda bu suya bir defacık girip çıkmak insan vücudunu beton gibi yapar, dişler birbirine girer. Böyle bir yer belki hayal edilir.
Yine kasabanın içinde büyük bir parkın büyük bir kısmı havuzdur. Bu havuzun kaynağı yine çok yüksekten çağlayanlar halinde dibe inen “Ayran Dede” adı verilen bir kaynak sudur
İsmi üzerinde Tanır Kasabası dendiği vakit “Ayran Dede” denilen dağın eteğinden çıkan bu su akla gelir.
Bu kasaba şairleriyle meşhurdur. İlk belediye başkanı “Hayati Vasfi Taşyürek”tir. Bu isim adeta Tanır Kasabasının, Ayran Dede’den sonra ikinci markası kabul edilir. “Dile Gelen Anadolu” ve “Ülkü Tomurcuğu” adında şiirlerinin toplandığı kitapları vardır. Meşhur “Lügatcemiz” şiiriyle daha çok anılır olmuştur. Bu kasabada medfundur.
Değeri Karacaoğlan’la ölçülür diye hakkında kıymet biçilen “Derdiçok”, o da bu kasabada medfundur. Kendisi yirminci yüzyılın kendi tarzının en büyük temsilcisidir. H. Vasfi Taşyürek’le yan yana ebedi istirahatgâhındadır.
“Yol Ver Dağlar” ve “Kız Sen İstanbul’un Neresindesin” türkülerinin söz yazarı “Hacı Yener” de bu kasabanın yetiştirdiği kıymetlerdendir. Birden çok kitaplarıyla edebiyatımızda haklı yerini almıştır. Ne yazık ki, doğduğu ve büyüdüğü köyünde bir avuççuk toprak kendisine nasip olmamıştır. Mezarı son günlerini geçirdiği İstanbul’dadır.
Meşhur “Telli Senem” şiiriyle yöresinde var olan “Yazıcıoğlu Osman” bu kasabanın suyunu içip havasını teneffüs eden ve burada medfun olan şairlerimizdendir. Telli Senem ile Yazıcıoğlu’nun aşkı zaten dillere destandır.
“Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana, bilmem söylesem mi söylemesem mi” türküsünün sahibi “Mahsuni Şerif” de bu kasabanın şairlerinden sayılır. Ayran Dede Çağlayanının altında, elinde sazıyla dilinden dökülen türkülerini kasaba eşrafı az dinlememişlerdir.
İstanbul’da kalp krizi sebebiyle hastaneye kaldırıldığında ziyaretine varan “Mihriban” türküsüyle zirveyi yakalayan şair Abdurrahim Karakoç’a hemşerisi olması nedeniyle şöyle bir samimi ikrarda bulunur;
“Üstadım; sağlığımı tekrar kazanırsam, seninle beraber şu Afşin-Elbistan’ın köylerine varana kadar gezelim de yıllardır sanki birbirimize karşıymış gibi gösterilen fitne fesat oluşumlarına yerinde cevap vermiş olalım. Şayet hak vaki olursa vasiyetim olsun; mezarımı Elbistan’ı tam karşıdan gören hâkim yükseklikteki ‘Şardağı’nın eteğine defnedin beni” der. Bu konuşmanın şahidi olan Şahan, o yörenin nice şair ve ozanlarına ilham kaynağı olan Ayran Dede Çağlayanının dibinde kendini bitiren zamanın, halen Rabbani bir cilve gereği olduğuna inanır.
Şahan’ın bu kasabaya gelmesi, akşama kadar vakit geçirmek için burayı tercih etmesi için bütün bunlar geçerli sebeptir. Ayran Dede’nin aşağıya doğru özgürleştirdiği çağlayanın yanındaki masaya oturur. Çayını içip sigarasını da fitilledikten sonra Fettah’ın kızına “Bu son şiirim sana Fettah’ın kızı” dediği şiirini yazmaya başlar.
Sırrı nedir bilinmez ama Ayşe’ye hitaben yazacağı şiire “Bu son şiirim” demesi pek hayra alamet olarak görülmez. Belki de gözüne öteler görünmüştür de bir daha yazamayabilirim korkusu oluşmuştur. Kim bilir...

Kusuruma bakma affet sen beni,
Bu son şiirim sana Fettah’ın kızı.
Allah’ından bulsun ayıran bizi,
Gücenme sen bana Fettah’ın kızı.

İçten gizli gizli yandın ağladın,
Erine sadıktın huzur sağladın.
Kırk seneyi aşkın ciğer dağladın,
Diller rahmet ana Fettah’ın kızı.

Geldim başına da aktı gözyaşım,
Altmışı geçiyor baksana yaşım,
Sokmadım gönlüme yok arkadaşım,
Biz öldük de şuna Fettah’ın kızı.

Özlüyorum deme ben de gelirim,
Nihayet insanım elbet ölürüm.
Sen cennete gir ki seni bulurum,
Beraberiz yine Fettah’ın kızı.

Kimse demedi mi öksüz sevilmez,
Öksüzlere kadir kıymet verilmez.
Ferhat bilinir de Şahan bilinmez,
Gönlüm senden yana Fettah’ın kızı.

Yazdığı şiiri kontrol etmek amacıyla yüksek sesle okur. Sesi Ayran Dede Çağlayanının çıkardığı hışırtı içinde kaybolup gider... 
***
Hikmet’in meraklı bakışları altında hikâyenin sarsıntısından kurtulan Şahan, konuşmasına şöyle devam eder;
“Oh be, işte benim hikâyem Hikmet Kardeş. Çok merak ediyordun. ‘Seni bu kadar içli, bu kadar esrarengiz’ yapan olayı anlat diye sıkıştırıp duruyordun. İşte sırrımı öğrendin. Bundan böyle beni nasıl değerlendirirsen, bana hangi düşünceyle bakarsan bak. İki gündür sabırla beni dinledin. Göstermiş olduğun ferasetten ziyade benimde rahatlamama sebep olduğun için Allah senden razı olsun. Yıllar vardır ki şuur altına gizlediğim bu gerçeğimin gün yüzüne çıkmasına vesile oldun. İlk defa seninle paylaştığım bu halimi beni kınarlar veya suç işlemişim gibi algılarlar diye bir sır gibi saklayıp durdum. Görüyorum ki, senin siluetinde çok olumlu belirtiler oluştu. Demek ki beni anlayışla karşılamış durumdasın. İşte benim hikâyem...”
Hikmet sanki ruh adam olmuş, diliyle değil de gönlüyle, gönül gözüyle Bağlum’un tepesinde bir adım ileride ayakları altına serilmiş halı görünümündeki Başkent’i uzun müddet seyre dalar. Ta ki Şahan kendisini uyarana kadar...


DEMİRCİ HALİL

Erzurum’un merkezine bağlı bir kasabada yaklaşık yüze yakın çeşitli rütbede askerlerden oluşan bir karakol. Şuna askeri bir birlik de diyebiliriz. Karakol komutanı Kahramanmaraş - Elbistan nüfusuna kayıtlı genç yaşta biri. Birliğine kısa dönem askerlik görevini ifa etmek için Afşin - Dağlıca’lı inşaat mühendisi Emre Gülbey adında bir asker gelir. Bir aylık olan acemi birliğinde eğitimden geçtikten sonra geri kalan dört aylık mecburi hizmeti için bu kasabadaki birliğe gelen Gülbey;
Hemşericiliğin yanında ılımlı, uyumlu görgülü bir kişilik yansıttığı için komutanının gözüne çoktan girmiştir bile. Resmi görevinin dışında, arkadaştan da öte, aynı toprağın insanları olması, ayrı bir ilişkiler yumağının gelişmesine neden olur. Gülbey, burada geçirmesi gereken zamanın en güzel bir şekilde geçtiğini daha sonraki hayatında sitayişle bahsedecektir hep. Bir gün;
Komutanının babası oğlunu ziyaret için Erzurum daki birliğe kadar gelir. Oğlunun makam odasına geldiğinde Gülbey’le tanışır. Adamcağız olgun yaşta, görmüş geçirmiş biri. Elbistan - Afşin ovasındaki her dağın, her tepenin hatıralarıyla beraber, tarihe mal olmuş kişilerinin, durumlarının farkında olarak yaşamışa benzer görünmektedir.
Oğlunun dışında aynı toprağın bir neferi ile diyarı gurbette karşılaşması, derinine sohbet etmesine vesile olur. “Evladım hangi köydensin” sorusuna “Maravuz’luyum amca” cevabını alması üzerine adamcağız “Senin yaşın küçük, biz biliriz, o köyde bir Demirci Halil adında yiğit mi yiğit, misafirperver, gölgesine sığınılır, çevresindeki alimlere oldukça düşkün, geleni gideni, yiyeni içeni hadsafhada bir muhterem zat vardı. Ben küçüktüm ama babamla olan birtakım hatıraları nakledilirdi bizim evlerde. Böyle birini hiç duydun mu?” dediği vakit Gülbey; amcacığım bahsettiğin kişiyi fiziki olarak tanımam. Ben doğmadan çok önceleri rahmeti rahmana kavuşmuş. Ancak şunu hemen ifade edeyim; Demirci Halil dediğiniz zat benim dedemdir. Bize köyde Demirciler derler. Benim soyadım da Demir’dir. Şu anda inanılmaz bir duygunun içine ittin beni. Evet, ben de babamdan işittiğim kadarıyla bölgemizin kültürüne yabancı değilim. İstersen gerek dedemle ilgili gerekse diğer güzelliklerimizle ilgili sohbet edebiliriz.
Adamın gözleri parlar. Yüzündeki olumlu ifade ile ağzının siluetine yayılması uzun müddet devam eder.
-Bahtiyar olurum evladım diyerek kendi kendine; “Şu Allah’ın işine bak, önceleri oğlumu ziyarete geldiğim vakitlerde ayaküstü uğrar hemen dönerdim. Ama şu an itibariyle bende hep hayranlık uyandıran koç gibi bir adamın torunu ile sohbet etmek elzem oldu” diyerek ayaküstü olan bu tanışma faslını bırakarak kendine gösterilen koltuğa yayılır.
“Gülbey evladım, bir baba olarak komutanının adına inisiyatif kullanmak yapmış olduğum iş değildi. Ancak yarın Elbistan’a döneceğim. Onun için sen şu işlerini bir kenara bırak da şöyle karşıma otur lütfen,  sohbet etmek isterim. Eğer bir mahsuru yoksa evladım” diyerek Gülbey’in de karşısına oturmasını sağlar. Bu konuşmalara şahit olan komutan oğul; “Ne demek babacığım, siz sohbetinize devam edin. Kimse sizi rahatsız etmez. Güya beni görmeye geldin ama iki laf edemedik. Anlaşılan toprağın hatıraları seni aldı götürdü. Ben geç geleceğini evdekilere bildiririm. Sen müsterih ol babacığım” diyerek makamının dışına çıkarken, “Her on dakikada bir çaylarını ihmal etmeyesin” diye nöbetçi askeri uyararak başka işlerine döner. Baş başa kalırlar.
Gülbey; sohbete bir yerden başlanması gerektiğinin farkında olarak, sükûtunu bozmadan adamın; “Seni dinliyorum evladım. İşe ailenizden başlayabilirsin” uyarısıyla Gülbey bildiği kadarıyla anlatmaya başlar.
      “- Bizim sülalemizin nihai dayandığı yer İran Horosan’ı imiş. Öyle söyler babam. Söyleyeceklerimi babamdan duyduğum kadarıyla nakledeceğim. Bu anlamda benim özel bir araştırmam yok. Büyük büyük dedemiz Kara Memet, Kayseri - Pınarbaşı’nda kısa bir süre ikametten sonra bugün bildiğiniz Afşin’in Maravuz Köyüne yerleşir. Malumunuz sonradan köyümüzün adı ‘Dağlıca’ olarak değiştirilmiştir. Kara Memet Dede elinden ve dilinden maharetli olduğu için kısa sürede köyün demircisi olur. Kendinden sonra bu mesleği oğlu Mustafa devam ettirir. Böylece sülalenin adı ‘Demirciler’ olarak bilinir. İşte sizin adını duyduğunuz Demirci Halil, Mustafa Dedenin dört oğlundan ikincisidir. Ağabeyi Memet, Yemen’de askerlik yaparken şehit düşer. Adı küçük kardeşe verilir ki, ismi yaşasın diye. Halil Dedemizin iki tane de kız kardeşi vardır. Sarız’ın Büyük Söbeçimen Köyünde dayıları vardır. Baba ve ana tarafları Avşar Türkmenlerindendir.
Halil Dede ile ilgili birbiriyle bağlı olmayan bazı anekdotlar aktarmak isterim. Kendisi uzun dönem muhtarlık da yapmıştır. Döneminde köyün aksaçlıları diyebileceğimiz Kalenderler kabilesinden Haşim Ağa, Kasımlardan Mustafa, Keşirlik denilen bölgede Karapalta, Öksüzlerden Kel Bayram, Yakuplardan Kör Omar’ın Memet, Hoca Derviş, Velikalerden Ali Çavuş, Köselerden Ali Kağ, Topaktaş mezrasından Abidin, Dervişler kabilesinden Bekir, Kırlardan Feramiz başta olmak üzere, ileri gelenler nezdinde Demirci Halil’in ve Haşim Ağa’nın yerleri bir başkaymış...
Demirci’nin meclisinde, zaman zaman köy dışında, yani Elbistan - Afşin - Sarız yöresinden seçkin insanlar da bulunurmuş. Bunlardan Afşin’de Menzoğlu Ahmet adında yörenin en büyün alimlerinden biriyle, Sarızlı Bakı Hoca namıyla tanınan büyük bir zat, sık sık uğrayarak uzun süre sohbet ederlermiş. O dönem için iki türlü geçim şekli varmış. Biri tarım yani çiftçilik, diğeri ise zenaatmış. Dedemin babası Mustafa, demirci olduğu için ölünce tezgâhın başına Halil Dede, büyük oğul statüsüyle geçmiş. Zenaat sahibi olmak önemli bir maharet olduğu için zenaatı olanlar, icra etikleri müddetçe o günün şartlarında geçimi en iyi olanlardanmış. Sürekli ihtiyaç duyulan bir meslek mensubu oldukları için köyün hali vakti yerinde olanların ilk sırasına giriyorlarmış. Halil Dede’nin de bunca masrafları ancak öyle karşılanırdı herhalde. Hani derler ya “Sefaletten asalet olmaz” bu laf çok doğrudur. Geleni gideni, yiyeni içeni ağırlayıp memnun edemezsen, kuru gürültüyle işler yürür mü? Bu kadar sevilip sayılabilir ve sözün kanun gibi geçerli olur mu?
Mesela; köylüsünden biri, sizin Elbistan’da bir esnafı dolandırır. Esnaf bir türlü bu zata ulaşamaz. Sonunda dükkânını kapatarak bu adamın köyü olan dedemin köyüne gelir. Mağduriyetini, gördüğü ve karşılaştığı her köylüye anlatarak borcu olan kişiye ulaşmak ister. Adamı bulamaz, çünkü adam haberdar edildiği için sürekli yer değiştirir. Derler ki; “Bu böyle olmaz Demirci Halil’e git, derdini ona anlat.”
Büyük bir çaresizlikle Demirci Halil’in huzuruna çıkar ve derdini anlatır. Kaç lira borcunun olduğunu öğrenen Demirci Halil, elini cebine atarak adamın alacağı olan parayı öder ve der ki; “Sen benim misafirimsin. Bir densiz sana yanlış yapmış. Bu köylüm adına senden özür diliyorum ve borcu olan alacağını ödedim. Var git kardeşim. Birazdan bu sahtekâr köylüme haber salacağım. Görelim bakalım borcunu nasıl ödemez” diyerek adamı yolcu eder.
Sonra parayı alabilmiş mi sorusuna Gülbey; “Ne demek amca, bir gün sonra o adamın kendisinin içinde olmadığı aile efratlarından bir grup, özür yazırla huzura gelerek ödemeyi yaparlar. Esas borç sahibi malum kişi ise Demirci Halil Dedemizin meclisine bir daha uğrayamaz.
Halil Dedemin üç hanımı varmış. İlk hanımı Kalenderlerden Sivri Bekir’in kızıymış. Demirci Dede bu kızı kaçırarak evlenmiş. Büyük çocukları bu hanımdan olup Kalenderlerin yeğenleri oluyorlar. O zaman babası Mustafa Dede hayatta olup bayağı zenginmiş. Kalenderler sayısal anlamda büyük bir kabile olduğundan dedemin birkaç sürüsünü kendi kapılarına çekerler. O zaman itibariyle bir sürü en az 150 - 200 arası koyun ve keçiden oluşurmuş. Başlık parası olarak buna göz yumulmuş ve sulh olunmuş. Bu evlilikle Halil Dede kendisini daha güçlü hissedermiş.
Akabinde Kırmızı Hüsne adıyla bilinen köyün en güzel hanımı ikinci karısı olmuş.
Kırmızı Hüsne’nin hikâyesi çok daha vahimdir. Kendisi Öksüzler denen kabilede gelindir. Kel Bayram adıyla maruf ileri gelenlerden bir zatın ağabeyi ile evlidir. Kırmızı Hüsne yaşı on sekiz olmadan üç kız çocuk anası olur. Beyi de askerlik çağında genç bir delikanlı. O dönem evlilik yaşı çok küçük olduğu için bu durum günümüzde yadırganabilir. Kırmızı Hüsne Ebemizin kocası üç çocuğunu geride bırakarak askere gider. Mecburi hizmet, vatani görev, şu an bizim yaptığımız gibi. Dönem imparatorluğun sonlarıdır. O zaman devletimiz yedi düvele karşı en az yedi yerde savaşmaktadır. Bizim askerin de nereye gittiği belirsiz. Aradan tam beş yıl geçer. Kırmızı Hüsne, kapısına dayanan postacı askerin verdiği haberle kocasının Yemen’de şehit olduğunu öğrenir. Kısa bir süre sonra Kırmızı Hüsne Ebemizin töre gereği dışa çıkmadan şehidin küçük kardeşi Ahmet’le nikahı kıyılır. Dönem çok çalkantılı dönemdir. Gençleri bir milletin kaderini değiştirmek için tapır tapır düşerken, zevki sefa içinde sıcak yataklarında uyanmak zül gelir ya insana, işte böyle bir haletiruhiye içinde Ahmet de askere alınır. Maravuz, dağlık bir köy olduğu için isteseler gitmeyebilirlermiş. Asker kaçağı olarak savaş sonrasına kadar beyhude yaşama imkanları varmış. Ama gönüllülük, topraklarına ‘Yad’ ayağı bastırmamak bugün de dün de bir kültür, bir inançtır be amca. Bir sene sonra yine Kırmızı Hüsne Ebenin kapısı askerlerce çalınır. ‘Kocanız Ahmet Dersim’de şehit düştü’ diye haberi verilir. 
Oğlan mı, kız mı olduğu hakkında bir bilgisi olmadan hamile karısını bırakıp askere giden Ahmet’den de bir kız çocuğu olmuştur Kırmızı Hüsne’nin. Böylece yaşı yirmi olmadan dört kız çocukla yine dul kalan Hüsne Ebemiz tam oniki yıl çocuklarını büyütmekle meşgul olur. Ardı ardına iki kocayı da şehit veren bir kadını, bir anneyi, babasız kaderi kucaklamaya hazırlanan dört kız çocuğunu ve aynı ocaktan yani iki kardeşin aynı gayeyle şahadetini bir düşünün. Bir eşin, bir ailenin, bilumum yokluklar içinde hayat mücadelesine hazırlanan çocukların, sevgisiz, şefkatsiz büyüyeceği bir aile ortamı... Allah Hüsne Ebeye yardım etsin. Çok çocuklu olmasına rağmen isteyeni de çok olur. Hani derler ya ‘Yıllanmış şarap gibi’ kendi güzelliğinin farkında ve yaşı otuz beş bile olmamış.
Onun gönlü ‘Olursa Demirci Halil yoksa hiç kimseyle mümkünatı yok’ dermiş. Ve nitekim Demirci Halil’in ikinci hanımı oluvermiş. Bahtsız Güzelana, kadersiz Güzelana... Ölünceye kadar bu evlilikle biraz güngörmüş... Kendisinin çok güzel olması dolayısıyla çocukları ve torunları hep Güzelana dermiş. Kızlarını Demirci’nin yanında iken gelin etmiş. Hatta büyük kızı Şerife’yi Demircinin en küçük kardeşi Kürdo lakaplı Memet ile evlendirmiş. Yemen’de şehit olan Memed’in adını alan Memet.
Üçüncü hanımı da son dönemlerinde hizmetinde bulunmak kaydıyla alelade birisiyle olur. Geri kalan ömrünü bu hanımla geçirir. Mezarı Osmaniye’dedir.”
“Gülbey evladım hele şu çaylarımızı soğutmadan bir içelim” uyarısıyla Gülbey de ardına yaslanarak sohbetine ara verir. Bir müddet sonra;
“Evet evladım çaylarımızı da içtik. Derler ya; zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun. Keşke biletimi almamış olsaydım. Seni mütemadiyen konuşturduğumun farkındayım. Ne olur kusura bakma. Şunu da merak ediyorum, Demirci Halil’in ailesi ile ilişkileri nasıldı? Kendinden sonra yerini tutabilecek evladı veya torunu var mı, veya olacak mı?” diye sorar.
Gülbey de “Amca benim söylediklerim sizde bir kanaat oluşturmuşa benziyor. Şu anlatacaklarım belki rahatsızlık yaratabilir. Bizim aile meclisinde konuşsam. Sizin karşınızda ise ıkınmama veya sıkılmama gerek yok. Şunu ifade etmek isterim. Ne yazık ki Demirci Dedemin yerini doldurabilecek bir evladı veya kardeş çocukları olmamıştır. Evlatlarının bugünkü halini imkân olsa da kendine gösterme fırsatımız olsa pek memnun kalmazdı herhalde. Demek ki olmazsa olmuyor. İlla ki âlim babadan âlim evlat olacak değilmiş.  İnsanın kemiklerini sızlatan evlat da oluyormuş çoğu vakit.
Hani günümüzde çiftçilerimizi ilgilendiren bir durum var. İthal domates tohumunu ilk ekmede çok mahsul alırsın. Bu mahsulün ürününden elde ettiğin tohumdan da çıkla zarar edersin.  Genetiğiyle oynanmış olduğu için ikinci dönem mahsulde hep dışa bağımlısın. Bu tohumlar genelde İsrail’de ithal edilen tohumlardır ve ikinci ürün olmaz. Yani ikinci kuşak melezleşmiş de ondandır. Ama yese düşmek haramdır dinimizde. Zalim olandan da alim zatlar beklemek mümkün. Göl dibinde su eksik olmaz derler ya, Halil Dedemin sülmünden, torunlarından böyle büyük adam çıkar mı, zamanla göreceğiz.
Kardeşi Kürdo Memet’in damarından bu boşluğun doldurulduğu söyleniyor. Bu anlamda adam gibi adam olan da var elhamdülillah.
Halil Dedenin küçük kardeşi Kürdo Memet Yemen’de şehit düşen kardeşinin adını taşır. O da demircidir. Babası rahmetli olduğu zaman köyün ikinci bir demirciye ihtiyacı olmadığından kardeşi Memet, Gürün’ün Camılıyurt Köyünde mesleğini icra etmek için o köye yerleşir. Bu köy Kürt köyüdür. Kürtler Demirci Memet’i çok sevdiği için ‘Kürdo’ lakabını verirler. Böylece Kürdo Memet ölünceye kadar, öldükten sonra da lakabıyla anılır. Mezarı Tanır Köyündedir. Kendisi Halil ağabeyine göre daha zayıf bir pozisyonda olup çocukları da onu aşamamışlardır.”
“Evet yine çay molası evladım” uyarısıyla çaylar içildikten sonra Gülbey devam eder;
-Yurt dışına işçi göndermek için ilçe kaymakamının köyler arasında taraf tutması üzerine itirazını yüksek perdede ilgililere duyuran Demirci Dede tesadüf olacak ya kaymakamın tayininin çıkmasına sebep olur. O dönemde devletlünün kılıcının sağı da solu da keskin olduğu, insanların onların her dediklerini emir kabul ederek yerine getirdiği, yani itaat kültürünün zirvede olduğunu düşünecek olursak, Halil Dedenin böyle bir şeye vesile olması inanılır gibi değil. Nice sonraları Maraş’a vali olarak atanan bu kaymakam, ilçeleri teftişi sırasında Afşin Maravuz Köyü arasında, Kuruhan denilen yerde dedemle karşılaşırlar. Resmi arabanın çıkardığı ses ve toz duman, atıyla Afşin’e giderken, Demirci Dedenin atının ürkerek yan taraftaki tarlaya düşmesine sebep olur. Vali bey, Demirci’yi tanır. Makam arabasından inerek yanına, “Beni tanıdın mı Demirci, ben kaymakam iken sürdürdüğün adamım. Şimdi ise vali olarak Maraş’a geldim” diye öfkeli bir eda ile çıkıştığı söylenir.
Yine bir defasında İslam âlimi Menzoğlu Ahmet Efendi ve Sarızlı Bakı Hoca’nın da içinde bulunduğu bir kafile ile Afşin’in Örtülü Köyünde Kabusoğlu Mustafa isimli bir aşiret reisinin evine misafir olurlar. Ev sahibi hemen ikram için bir koyun kestirir. Örtülü Köyü alevi olarak bilinen bir köydür. Bundan dolayıdır ki, Kabusoğlu ıkına sıkına misafirlerine bir soru sormadan edemez. “Alevi birinin kestiği yenmez diye sizde bir kanat var. Eğer şüphe edenleriniz varsa, bizim kestiğimize önem vermeden sizden biri bir başka koyun keserseniz yemekleri o koyunun etiyle yapalım” deyince Demirci Halil Dede;
“Mustafa Ağa önemli bir konuya parmak bastı.  Söylediği gibi düşünen az değil. Bunun doğru olup olmadığını şu an aramızda bulunan Afşin Elbistan Ovasının en büyük âlimi olan Menzoğlu’na bu soruyu yönelterek cevabını alalım da işin doğrusu ne imiş öğrenelim” der. Çünkü Demirci Halil, Kabusoğlu’na sık sık uğrayarak nimetinden istifade ettiği, aralarında geçen bu konularla ilgili bozuk, bilinçsiz ve bilgisiz yanlış yapılanmaların marazi olduğunu, çoğu kez üzülerek gündeme getirdikleri için, birde bu konu hakkında alanında tahsil görmüş bir âlimden cevabını almak ister.
Menzoğlu Ahmet;
“Dinimize bir takım şeyler sonradan uydurularak sokulmuştur. Bu anlayış farkından dolayı karşı taraf için söylenebilenler zamanla doğru kabul edilmiştir. Derken dinden olmayan veya dini hiçbir hükmü bulunmayan birtakım bidatlar hayat bulmuştur. Şu anda örneğini burada görmekteyiz. İnsan hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı anlamak ister. Oysa zamanın geçmesi ile müminin kalbinde buna benzer yanlış algılamalarla derin yaralar açılır. Misafiri bulunduğumuz ev sahibi, kestiği bir koyundan yapacağı yemekler hususunda bu hissiyatı şu an için yaşamaktadır. İkram etmek için çırpınıyor ve kendi emeğinin işe yaraması konusunda da tereddütleri var. Zulüm görüyor bir nevi adamcağız. Bunun sebebi de din algısından yenilenmenin yokluğudur. Eğer bir dini hayat kendini yenileyemez, bidatlardan uzaklaşmaz, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaşça kaybedebilir. Hatta bütünü ile yabancılaşabilir. İçinde tek Allah inancı olanların arasındaki bu ve buna benzer yapılanmalar, algılar ve adetlerden bir an önce kurtularak bizi ağırlamak için cansiperane gayret eden şu insan kardeşimize zulüm etmek İslam’da yoktur. Vesselam” diyerek sözünü tamamlar.
Gülbey, kendisini pürdikkat dinleyen muhatabına;
“İşte böyle amca, çok konuştum, sıkılmadın inşallah” diyerek devam eder;
“Ne iyi etdin de geldin buralara kadar. Böyle bir yerde sizin gibi biriyle, yani bir başkasıyla kendi ailem hakkında sohbet etmek benim için çok büyük bir onurdur. Buna siz vesile oldunuz. Anlıyorum ki, altının kıymetini sarrafı bilirmiş. Sizin kumaşınızda sarraf olmalıdır. Aynı kanı taşıyanlardan, aynı dili konuşanlardan ziyade, aynı duyguları, aynı asaletli duruşu sergileyenler, daha çok anlaşır ve birbirlerinin kıymetini daha çok bilirmiş” sözü üzerine;
“-Evladım Gülbey; şimdi anlıyorum ve bu sohbet sonunda görüyorum ki, dedeniz Demirci Halil’in ocağı şahsınızda sönmemiştir. Öyle zannediyorum ki onu da geçeceksin. Bu potansiyel sende var evladım. Seni Allah’a emanet ediyorum. Hakkını helal et yavrum” diyerek toparlanır.   

ELİF NİNE

Erzurum’un Dumlu Kasabasındaki askeri birliğe genç bir yedek subay atanır. Zaman 12 Eylül ihtilalinden kısa bir süre sonraya rastlar. Yalnız yedek subayımızın sakıncalı bir sicili olduğu için, kendisi henüz birliğe intikal etmeden önce “namı” çoktan varmıştır bile...
Milli Mücadele yıllarında korkunç bir organizasyonla, dönemin en üstün teknolojileriyle donatılmış işgal kuvvetlerini, kabaran bir vatanseverlik anlayışıyla söküp atan “Edeler” diyarından genç bir avukat iken sistem tarafından sicili bozulan, vatani görevini yedek subay olarak yapmaya çalışan bir adamdır o...
İşgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin başlangıcı olan “Sütçü İmam” olayında, Müslüman Türk kadınının tesettürüne el atan Fransız askerlerinin öldürülmesiyle başlayan kahramanlık olayını takdir etmeyen hiç bir Müslüman bulunmaz. Günümüzde de aynı hassasiyette olan “Sütçü İmam”ların adeta Fransız askerlerinin yaptığı muamele gibi “İrtica” yaftasıyla horlanılması ve Müslümanların içine düştüğü sanki birilerinin teşvikiyle tarihin tekerrür ettirildiği durum. Aynı objeye dün Fransız askerleri bugün ise...
Yedek subay genç avukatın dramı da aynen öyle iç acıtıcıdır. Vatani görevini ifa ederken, adeta “vebalı” imiş gibi muamele görmesi... Üstelik sivil hayatta çektiği onca işkenceden sonra... Ayağına ip takılarak emniyetin beşinci katında saatlerce aşağı sallandırmaktan mı dersiniz, eksi bilmem kaç derece soğukta açık alanda akan suda ıslatılarak dondurulmaktan tutun da, kapalı odalardaki işkencelere kadar...
Aradan yıllar geçer. Uzun süre bağlantısı olduğu siyasi oluşumdan milletvekili olur. Parlamentoda koalisyon hükümeti kurulur. Kendileri de hükümet ortağıdır. Hükümet başkanı sıfatıyla, ortaklarının vekilleriyle tanışma merasiminde sıra, bunca arzulamaya rağmen işkenceleri unutamayan çiçeği burnundaki genç vekile gelir. Çektiği zulümlerin müsebbibi olan zevatı karşısında görünce doğal olarak uzatılan eli sıkmamakta tereddüt etmez. Ortaklık kısa bir süreliğine soğuk duş yaşar. Bu davranış, kendi genel başkanının bile gözünden düşmeye yeter bir olaydır.
Efendim; “Sineye çekecektin, devletin âli menfaati için seni yaralayan ve halen vücudunda izleri var olan işkence olayını unutacaktın” v.s gibi kendi yandaşlarındaki hafıza kaybı cinsindeki öğütleri de dinlemez değil hani...
***
Bu eski vekilimiz Dumlu Kasabasındaki birlikte asteğmen olarak askerliğini tamamlamaya devam ededursun, gelelim kendi sıkıntısını unutturan olaya;
Kalmış olduğu evden her sabah beş dakikalık mesafede olan birliğine giderken kasabanın dış tarafı da olan sokağın başında kışlı yazlı, sabahlı akşamlı, soğuğa sıcağa aldırmadan sürekli oturarak gözü ufukta bir şey ararmış gibi mütemadiyen bir noktaya bakan ve yaşı 80-85 civarında olan bir nine dikkatini çeker.
Aynı sokakta bakkallık yapan Faruk adındaki esnafa bu kadının durumunu soran genç asteğmen; Faruk Beyin “Tam adamına sordun, komutanım. Şöyle bir otur da anlatayım” demesi üzerine asteğmen bir iskemleye sekilenir.
Faruk Bey;
 “Komutanım; o gördüğün kadın benim ninemdir. Kendisi nerdeyse doksan yaşına gelmiştir. Ben kendimi bildim bileli ninem hep orada olur. Sanki Dumlu’yu sizin tümen değil de benim ninem tek başına bekliyor zannedersin. Dedemle evlendikten üç ay sonra, dedem seferberlik emriyle Kafkas Cephesine savaşa gider. Ninem babama hamile... Belli bir süre sonra “Kocan şehit oldu” haberi üzerine ninem yıkılır. Dedemin akrabaları olayı kabullenerek ninemi başka biriyle evlendirmeye zorlasalar da ninem “Her gün rüyamda Mehmet’imi görüyorum, ben ölmedim Elif’im, beni bekle derken nasıl evlenirim” diyerek baskılara boyun eğmez.
Aradan tam altı yıl geçer. Babam okula gidecek yaşa gelir. Her türlü maddi manevi sıkıntı çeken Elif ninem bir gün, kocası Mehmet’in de içinde bulunduğu bir takım asker, bir şekilde serbest bırakılarak esir kaldıkları Rusya’dan Türkiye’ye doğru hareket ettikleri haberini alınca ortalık bayram havasına dönüşür. Başlangıçta birkaç aydan, ilerleyen günlerde birkaç haftadan, nihayet Kafkaslar’dan Türkiye’ye girdikleri haberi gelir. Akrabaları heyecanlı ama Elif ninem daha bir farklı... Gözüne uyku günlerdir girmez. Babam çocuk ama babasızlığın sıkıntısı iliklerine kadar sinmiş, o da anası kadar değilse de heyecanı doruktadır.
***
Asteğmen sakıncalı personel olduğu için, kendinden çok ama çok fazla vatansever olduğunu zanneden komutanından, Osmanlıca’ya hâkimiyetinden ötürü, sözlü bir emir alır. Komutanı ona “Osmanlıca bildiğine göre şu bizim tümenin tarihçesini bir çıkar asteğmenim” der. Asteğmen de zaman nasıl olsa sıkıcı geçiyor, bu görev benim için iyi uğraş olur düşüncesiyle görevi kabullenir. Bu vesileyle tümenin Osmanlıca kayıtları bulunan arşivde çalışmaya devam eder.
Zaman zaman dışarıdan da yardımlar alır. Bu anlamda kendini iyi yetiştirmiş, Erzurum’da müze müdürlüğü de yapmış entelektüel boyutta saygınlığı olan bilge biriyle tanışır. Yardım talebine karşılık olayla ilgili olarak yerinde bilgilere ulaşmak için tümene gelme şartı koşan bilge kişinin bu talebi, asteğmen tarafından olumlu bulunur. Hafta sonları çoğunlukta olmak üzere, ara sıra da mesai saatleri içinde arşiv çalışmalarına devam ederler.  Ermeni mezalimiyle ilgili önemli dokümanlara ulaşırlar. Ulaştıkları belgelere ilaveten bilge kişi, Dumlu Kasabasının bir köyünde bizzat yaşandığına şahit olduğu Ermeni - Taşnak katliamını şöyle anlatır;
“Kafkas Savaşında köyümüzde eli silah tutan bütün erkekler cepheye gitti. Çoluk çocuk, ihtiyar ve kadınlardan mürekkep köy halkı bir sabah silahlı Ermeni komitelerince kuşatıldı. Ben de on iki yaşındaydım. Küçük olduğum için cepheye gidememiştim. Ermeniler köy meydanına topladıkları çaresiz halkın, camiye girmelerini emrettiler. Bir müddet sonra dışarıdan kilitledikleri kapının altından yanan bir çaput kokusu içeriyi kapladı. Halk ‘Bizi yakacaklar’ diyerek kapıyı zorladı ve dışarı çıkmaya başladı. Esas vahşilik bundan sonra başladı. Meğer bizi dışarı zorlama olayı bir tuzakmış. Kapıdan çıkanları hemen karşıya koydukları makineli tüfeklerle ekin biçer gibi biçmeye başladılar. Ben de kendimi dışarı attım ama gerisini hatırlamıyorum.
Can havliyle kendini dışarı atan onlarca insanı önce taramışlar. Bilahare de üzerlerine gaz dökerek yakmışlar.
Bir gün sonra katliamdan haberdar olan bir Türk birliği bölgeye gelerek onca telef olmuş insanların arasında yarı canlı bir tek beni bulmuşlar. Diğerlerini defnederken beni Erzurum’a ulaştırmışlar.
Bak şimdi o olayın canlı şahidi olarak karşındayım” deyince, Asteğmen; kendi devletinin bir takım unsurlarından, siyasi anlamda farklı görüşlerde olmasından dolayı insafsızca yapılan işkencelerden izler taşıdığı için, “Yangından bir iz kaldı mı?” sualini sorar. Yaşı bayağı ilerlemiş olan bilge kişi hemen ayağındaki çorapları çıkarınca Asteğmen, iki ayağında on parmağın hiç birisinin olmadığını görür. İşte tarihe şahitlik eden canlı bir belge. Ülkesinin gündemine dahi yeterince giremeyen bir durum... Ermeni mezaliminin yapıldığına dair en belirgin bir tablo... Arşivlere girilmemiş, kayıt altına alınmamış onlarca canlı belgelerden bazıları...
İlerleyen günlerden bir gün, benzeri olayların kayıt altına alınıp alınmadığı hususunda çalışmalarının önemli bir yerinde bilge kişi, askeriyenin kapısından içeri alınmaz.
Bu durum birlikte nahoş karşılanır. Üst komutan; asteğmenini bir kenara çekerek “Böyle şeytan sakallı, gerici, hacı-hoca tipindeki insanların birliğimizde ne işi var? Keşke önceden görseydim. Bu haliyle birliğimin kapısından içeri koyar mıydım? Bilge kişiymiş! Böyle yobaz görünümlü bilge mi olurmuş? Çabuk gönder gitsin” diyerek asteğmenine güzel bir fırça atar.
Asteğmen; silahlı kuvvetlerin geneline hakim olan bu zihniyetin, Ermeni mezaliminden daha beter bir işkence olduğunu bilir bilmesine ama içeri alınmayan bilge kişiyi bir bahaneyle ikna ederek birlikle ilişkisini kesmesini sağlar.
***
Asteğmenin merakı üzerine Elif ninenin torunu Faruk Bey devam eder:
“Şu anki oturduğu taşın bulunduğu yerde bütün köylüyle beraber ninem ve altı yaşındaki babam, dedemin köye yaklaştığı haberini alırlar. Derken önündeki tepeden kalabalık bir insan grubu görünür. Yaklaştıkça vaziyetlerinin çok perişan oldukları gözlenir. Üst baş yırtık pırtık, ayakkabılar delik veya paramparça, parmaklar görünüyor, çorap mı ne gezer. Saç sakal birbirine karışmış ama nispeten bir disiplinin olduğu gruptan dede Mehmet bir taş atımlık mesafeye yaklaşınca yüksek sesle ‘Elif’immm ölmeden seni ve köyümü gördüm. Yanındaki çocuğun benim yavrum olduğu da belli. Ona ve kendine iyi bak. Seni ve yavrumu Allah’a emanet ediyorum, Elif’immm… Biz şimdi Çanakkale’ye gidiyoruz. Savaştan sonra dönerim. Bekle beni Elif’immm, bekle beni emiii…’ diyerek uzaktan seslenir.
Elif ninenin yüreği atar da atar. Eğer buna dayanacak yürek varsa. Evdeşini uzaktan selamlayarak bir cepheden bir başka cepheye giden Mehmet’lerin Ahmet’lerin hesabını kim yapar...
Üç günlük, üç haftalık, üç aylık, daha yeni açmış gonca güller misali Elif nineler, Fatma analar, Nene ve Rahime Hatunlar bağırlarına vura vura kanlı şerbet içerler de üç kuruşluk dünyada ömürlerini böyle şereflice tamamlarlar.”
Faruk Bey;
“Bu acı tablodan iki üç ay sonra Elif nine için kıyamet kopmuş. Mehmet’i şehit olmuştur; haberi gelir. İşte o gün bu gün tam altmış yıl geçti. Elif ninem hep oradadır komutanım. Mütemadiyen, günün tamamına yakın o taş üzerinde, hep o ufka bakar ve hep bekler. Bu serüven, ne kadar ömrü kaldı bilinmez ama son nefesini verinceye kadar devam edeceğe benzer, Mehmet’ini bir umutla…” diyerek hikâyeyi noktalar.
Beklemek güzel şey, umut yarısı ya bekleyememek içler acısı...
“İşte böyle asteğmen’im” der...
Asteğmenin ve Faruk Bey’in gözleri kaynayan bir pınar gibi hikâye bittiği halde bitmeden akmaya devam eder.[1]

Yıl 1914. Doğu vilayetlerimize Rusların girmesi üzerine ayrılıkçı Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşları, bu fırsattan faydalanmak için örgütlenerek önce otonom bilahare de devlet kurmayı hedeflerler.
Hedeflerine ulaşmak için bir yığın masum insanın çoluk çocuk demeden katline kadar varan eylemlere girişirler. İşin vahametini anlayan merkezi hükümet,  Talat Paşa’nın bizzat emri üzerine bölgeye üç müfettiş gönderir. Umulur ki; ileri gelenlerle görüşülerek bu işin yanlış olduğu, dolayısıyla ferasetli davranılırsa asırlardır beraber yaşamış iki milletin arasına Rusların oyunlarına gelerek kan davası girmemesi ve olabilecek bir kanlı olayın daha da büyümemesi için ikna edilsinler.
Müfettişler aldıkları emir üzerine bölgeye intikal ederek her gün heyetler halinde kanaat önderleriyle sabahlara kadar işin vahametini tartışırlar.
Yine bir akşam geç vakitlere kadar çok sert tartışmanın olduğu ortamda ayrılıkçıların radikal milliyetçi söylemleri müfettişleri bunaltır. Olayları yatıştırmak ve varsa masum isteklerine çözüm bulmayı merkezi hükümete iletmeyi amaçlayan heyetten birinin dikkatini uzun zamandır konuşmalara şahit olan ama tek bir söz dahi alarak fikir beyan etmeyen olgun yaşta bir adam gözüne çarpar.
Merakla;
“Amca sen hiç konuşmadın, oysa burada bulunduğuna göre mutlaka kanaat önderi, sevilen, sayılan ve itibar gören biri olmalısın. Lütfen kendini tanıt ve tartışmaya katıl” uyarısı üzerine;
“Müfettiş Bey oğlum; evet dediğin gibi uzun zamandır sizleri dinliyorum. Benim adım İbrahim. Türk oğlu Türk’üm. Şu mecliste sizi bilmiyorum ama Türk olan yalnız ben varım herhalde. Şahsen bu konuşulanlar benim kanıma dokundu. Ama yıllar var ki beraber yaşadığımız bu insanlara ne oldu da birdenbire değiştiler anlamıyorum. Bana biraz müsaade ederseniz bir fıkra anlatmak istiyorum” deyince herkes arkasına yaslanarak İbrahim Efendiyi dinlemeye başlar.
İbrahim Efendi;
“Burası Erzurum’dur. Yakın döneme kadar Erzurum esnafı ticaretini Trabzon’la yapardı. Bunun için en iyi vasıta deve ve eşekten oluşan yük hayvanlarıydı. Erzurum-Trabzon arası çok uzak olduğu için esnaf ürettikleri malı sonbaharda hayvanlara yükleyerek dağa taşa kar düşmeden Trabzon’a intikal ederdi. Ellerindeki ürünleri paraya çevirmek için bir kış dönemine ihtiyaç duyulur, tekrar Erzurum’a ilkbaharda dönerlerdi. Bu arada yolda kendileri veya hayvanları kazaya uğrar veya bir şekilde hizmet dışı kalırsa, yol üzerindeki hanlarda ilkbahara kadar mecburi dinlenir veya yol yakınsa geri dönerler. Hayvanlarını ise seyipler, yani bulundukları yere başıboş bırakırlardı.
Böyle bir ticari yolculukta yüklerini değil kendilerini bile zor taşıyabilecek durumda takati olmayan bir deve ve bir eşeği serbest bırakırlar. Hastalıktan kurtularak iyileşirlerse ne ala, yoksa büyük ihtimalle kurda kuşa yem olsun niyetiyle gözden çıkarırlar.
Kervanın Trabzon’a hareketi ile dönüşü arasında aylar geçtiği için bizim azat edilen deve ile eşek bu zaman zarfında iyice semirir ve eskisinden çok daha güçlenir.
 İlkbaharda kervan aynı yol üzeri Erzurum’a dönüş yaparken, bir koyakta otlayan deve ile eşek görülür. Hemcinslerinin bu sefer başka yük altında zorlanarak yol aldıklarını hesaba katmayan eşek;
“Deve kardeş anırasım geldi” der. Devenin “Yapma eşek kardeş, bak ne güzel özgürce günümüzü gün ediyoruz. Bu hayat bizim için bir nimet. Şimdi sen anırırsan bizi azat eden sahibimiz görür ve iyileştiğimiz için tekrar yük altına alır. Yapma etme yalvarıyorum sana” gibi bin bir dil dökerek eşeğin anırmamasını ister. Ama eşek bu; illa eşeklik yapacak ya ‘Anıracağım da anıracağım’ der ve anırır.
Deve ve eşek fark edildiği için kervan durur, tekrar yük altına alınırlar. Bir müddet böyle yol alınır, derken eşeğin ayağı taş arasına sıkıştığı için kırılır. Bırakın yükü, kendini taşıyacak mecali dahi olmadığı halde sahibinin gözüne güzel göründüğü için azat edilmeye kıyılmaz. Yükünü devenin yüküne kendisi de yüklerin üstüne konur.
Deve kendi yükü yetmiyormuş gibi birde eşeği yükleriyle beraber taşımak durumunda kalır. Ta ki alt tarafı uçurum olan Zigana Dağlarında bir bölgeye gelene kadar. Deve çok büyük sıkıntı yaşar. İşte tam oraya gelince deve;
“Eşek kardeş oynayasım geldi” der.  Eşek bir bakar ki alt taraf uçurum; bu sefer de bin bir dil dökme sırası eşekte... Deveyi bu eyleminden vazgeçirmek istese de deve; “Oynayacağım da oynayacağım” der. Ve başlar oynamaya... Deve olayı ucuz atlatır ama eşek, uçurumun dibine çok parçalı halde düşer.
Müfettiş heyeti ve Ermeni liderleri İbrahim Efendinin son sözünü söylemeden meramını iyice anlamış olurlar. Onun müfettişlere dönerek; “Bu arkadaşlara tavsiyem, develeri oynatmasınlar” der.
İbrahim Efendinin anlattığı bu olaydan ders çıkarılmadığı için Ermeniler, devenin oynaması için mütemadiyen ellerinde ne geliyorsa yaparak sürekli tahrik unsuru olurlar.
Nitekim merkezi hükümetten o günün Erzurum’undaki askeri birlik üst kumandanına Talat Paşa imzalı gelen bir emirname ile “Yetti artık, develer oynasın” talimatı verilir.[2]


KIRILAN GÜLLER

Hani şu Rızgarlı Osman Ağa hikâyesi var ya; Osman Ağa’nın üç oğlu vardır. Her bir savaş için padişahın selamıyla bir oğlunu asker verir. Ne yazık ki, akabinde çocuklarının şahadet haberini alır. Yine öyle bir savaş için üçüncü oğlunu askere almaya gelenlere;
“Söyleyin padişaha benim sülmüme güvenerek ona buna savaş açmasın, çünkü gayri verecek evlat kalmadı” der.
Fahrettin Paşa’nın Yemen müdafaasını bilmeyen yoktur. İmparatorluğun kolu kanadı budanırken, direnenlerden biri de bu paşadır. Devletin 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle yenik sayıldığı, dolayısıyla ordularının terhis edildiği talihsiz bir dönemde dahi 1916’dan 1919 yılına kadar merkezi otoritenin emrine karşı bile direnerek Medine’yi savunduğu bilinmektedir. Denilir ki, silah bırakıp teslim olun emrini getiren subayı gözaltına aldırarak haberin yayılmasını engellemiştir. Emrindeki subayların olayı öğrenerek kendisine başkaldırması üzerine, silahını ve sancağını Ravza-ı Mutahhara’da ancak Resul’üne teslim etmiştir. Böylece tam 400 yıldır kutsal bölgelerin hâkimi olan bir milletin, Lavrence’lerin ve işbirlikçi Şerif Hüseyin’lerin karşı çalışmalarıyla hâkimiyetine son verilir.
Biraz geriye gidecek olursa:
4.Ordu Kumandanı Cemal Paşa, yardımcısı Fahrettin Paşa’yı Hicaz Bölgesinin savunması için Yemen’deki kuvvetlerin başına gönderdiğinde, Fahrettin Paşa da emir subayını Yemen birliklerinin güçlendirilmesi için “Rızgarlı Osman Ağa” misalinde olduğu gibi Anadolu’ya asker toplamaya gönderir.
Gök kubbe hep delinmiş. Her delik etrafında Anadolu insanı, muhafızlık etmektedir. Tamir ve tadilatın yanında her türlü fitne karşısında savaşırlar. Dalga dalga, gençliğini yaşamadan cepheye sürülen bu kınalı kuzular, bilmem nerede kaldıkları bilinmeksizin ‘Meçhul asker’ tiplemesinde olduğu gibi geride sönük ocaklar ve çorak topraklar bırakarak giderler. Ve çoğu geri dönmez.
Asker toplamak için Maraş Elbistan’a gelen subay, yine her aileye, her köye müracaat ederek toparlayabildiği kadar askerle bin bir perişanlık içerisinde yola koyulur. İstikamet; Maraş’taki birlikle birleşerek Suriye toprakları üzerinden Hayfa’ya, oradan da deniz yoluyla Yemen’e intikal etmektir...
Elbistan’ın Cela Kasabasında kasaba imamı Mehmet Efendi’nin de iki oğlundan biri olan “Himmet” Yemen’e hareket eden birliğe gönüllü olarak katılmıştır. Baba Mehmet; “Vatan müdafaası için seni gönderiyorum. Askerliğini ailemize ve dinimize uygun bir şekilde yapmazsan, bir baba olarak ellerim iki yakanda ve hakkımı helal etmem bilmiş ol oğul” tembihi ile oğlunu gelen subaya teslim eder.
Fakı Mehmet Efendi imamlığının yanında yüzlerce kovanlarıyla da her yıl boyu arıcılıkla uğraşır. Balın tamamını köylüye mumunun iadesi şartıyla bedava dağıtır. Böylece oluşturduğu mumu Maraş’da satarak geçimini temin eder. Kendi çocukları başta olmak üzere köyün gençlerini okutur, bazılarına ise ileri derecede olmasa da Arapça öğretir. Oğlu Himmet bunlardan biridir.
Yemen’e gidecek olan asker Maraş’da toplanarak, dağ tepe demeden Şam’a doğru yaya olarak yürümeye başlar. Himmet, askerin mola sırasında mütemadiyen azaldığının farkındadır. Babasının “Hakkımı helal etmem” sözü kulaklarında çınlamaktadır. Şam’dan Hayfa Limanına yaklaşana kadar askerin tamamına yakını, üçlü beşli firar etmiştir. Bu durum başlangıçta gönüllü olan birliğin, Hayfa Limanına yaklaşana kadar tamamına yakınının kaçması, başlarındaki komutanın işi ciddiye alıp almamasıyla da doğru orantılı bir durumdur. Komutan istese bir tane bile fire vermeden, belki biraz gecikmeli de olsa askeri, ihtiyaç hissedilen cepheye taşıması mümkün idi herhalde!
Tam Hayfa Liman’ına varılır ve kumandan arkasına şöyle bir bakınca Himmet’in de içinde olduğu üç beş kişiden oluşan birliğin neferlerine dönerek samimi şekilde sohbete başlar. Fırsat olduğu halde neden kaçmadıklarını sorar.
“Aylarca beraber yürüyoruz. Burada astı üstü kalmadı. Ama bir şey öğrenmek istiyorum. Bütün arkadaşlarınız ayrıldığı halde siz neden o kadar fırsatları teptiniz. Söyler misiniz?” dediği vakit Himmet’ten; “Kumandanım, babam kaçarsan ve hatta vatan müdafaasında adam gibi gayret göstermezsen hakkımı helal etmem dedi de ondandır, sizi bir adım geriden takip ediyorum” cevabını alır. Kumandan diğerlerine sorma ihtiyacı duymaz. Ağlayarak; “Hadi siz de gidin evladım. Gitmezseniz sizi şuracıkta ben vururum. Fahrettin Paşa’nın karşısına koskoca Maraş Elbistan cenahından birkaç kişiyle çıkamam. Bari asker toplayamadım mahcubiyetiyle huzuruna varırsam, bu durumdan daha şerefli olur” der.
 Himmet diğer arkadaşlarıyla uyum sağlayamayacağı için onlarında izinleriyle münferit olarak yola koyulur.
Aynı yolu takip ederek gerisin geri memleketine dönmeye çalışan Himmet, gündüzleri eşkıyalardan ve sıcaktan korunmak için bulduğu müsait yerlerde istirahat edip geceleri yol alır. Kendinden önce dönen tanıdık arkadaşlarından bazılarının karnı yarılmış cesetleriyle karşılaşır kuru çöllerde çoğu zaman. Tedbiri elden bırakmaz ama yine de günde birkaç defa teslim alınarak üzerinde ne var ne yok hepsi alınmış olup çamaşırlarına kadar soyulmaktan kendini kurtaramaz. Açlık ve susuzluk da cabası...
Silahların sevkinde muhafaza için kullanılan “Telis” denilen çuvaldan bir tane bulur ve ortasını keserek elbise niyetine başına geçirir. Ayaklar kızgın çöllerin şartlarına dayanamadığı için serinlikte yol alır. Kaybedecek bir şeyi olmamasına rağmen, Arap eşkıyalar tarafından tekrar tutulur. Kendi aralarında geçen konuşmalardan “Şu dereye götürün, karnını açın bakalım altın bulabilecek misiniz” gibi konuşmaları yarım yamalak Arapçası olduğu için anlar. İki kişi koluna girer. Dereye doğru götürülürken, Himmet yüksek sesle “Ebu Arap, bin ti Türk” yani babam Arap annem Türk deyince, bu laf eşkıyanın hoşuna gider ve “O halde serbestsin” derler.
Babasından öğrendiği çat pat Arapça ile karnı deşilmekten kurtulan Himmet, dizlerinden yürüyecek dermanı olmadığı halde kendini zorlayarak üç beş aileden oluşan çadırlara rastlar. Biraz daha yaklaşınca “Bedevi”lerin hanımlarının ekmek yaptığını görür. Kaç gündür aç olduğunun farkında bile değildir. Sonuçta nasıl bir muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın... Olanca enerjisini kullanarak henüz saç üzerinde pişmekte olan ekmeği kapar. Kaçmak dahi aklına gelmeden ağzına tepiştirmeye çalışır. O anda bütün kadınlar ellerine geçirdikleri sopa ve benzeri aletlerle üzerine çullanır. Ekmeği bu kadar zahmetli olarak boğazından aşırır aşırmasına ama yediği sopanın hesabı bilinmez.
Himmet bir kamyon sopa ve küfür yemesine rağmen, en az iki günlük enerji toplama karşılığı hiç acı hissetmeden oradan uzaklaşır.
Gece gündüz yola devam eden Himmet, treni durmakta olan bir demiryolu istasyonuna usulca sokulur. Vagonlardan birine yine aynı metotla seğirtir. Meraklı gözlerle de vagonda insan arar. Yük treni olduğuna karar verir. Biraz rahatlar vaziyette köşede bucakta ekmek, su gibi can simidi nevale ararken, öndeki vagonda insan sesi duyar ve kapısını açarak göz gezdirir. Aman Allah’ım! Başında oturan üniformalı-sivil bir grup insan ve önlerinde güzel güzel yiyecekler. Himmet sorgusuz sualsiz etrafta dikilen silahlı zabitlere bile aldırmadan, masadaki yemeklere iki eliyle saldırarak eline ne geçirirse aşırmaya başlar.  Neye uğradıklarının geç farkına varan zabitler, Himmet’i bir taraftan döverek, diğer taraftan ise ellerini ayaklarını sarmak suretiyle etkisiz hale getirme çabası verirken; sivil giyimli birinin “Bırakın adamı karnını doyursun. Görmüyor musunuz adam çok perişan vaziyette biridir. Halinden de mi anlamıyorsunuz be... Unutmayın ki şu an sopa karşılığında yediklerini biz onlar sayesinde tüketiyoruz. Bırakın adamı” deyince zabitler gevşer. Masadakilerin tedirginlikleri altında Himmet halen eline geçeni yemeğe devam eder.
Yavaş yavaş kendine gelince aynı adam sorar, Himmet başından geçenleri anlatır. Adam ağlamaklı, Himmet ağlamaktadır. Tren belirlenen istikamette yol almakta... Anlaşılır ki o adam devleti temsilen içlerinden en yetkili kişidir. Kendini döven zabitlere verilen emir üzere, hemen başka bir vagona alınır. Üstü başı temiz elbiselerle giydirilmeden önce, banyo ve tıraş işlemleri yapılır. Tekrar emir sahibinin huzuruna çıkarılır.
“-Evladım, biz İstanbul’dan Musul’a gidiyoruz. Gittiğim yerde de senin gibi vatan evlatlarından oluşmuş bir ordumuz var. Ben onların hem kumandanı hem de babası olacağım. Seni de yanımda götürmek isterim. Velâkin çok zahmetli bir gönüllü askerlik maceran olmuş. Sen çoktan ailene kavuşmayı hak etmişsin zaten. Hemen önümüzdeki istasyonda trenden ayrıl. Kendini kuzeye vurursan memleketine kavuşursun. Haydi, yolun açık olsun, bize de dua edin yeter” diyerek Himmet’in trenden ayrılmasını sağlar.
Himmet aylarca süren yolculuktan, onlarca serüven yaşadıktan sonra kasabasına yaklaşır. Cela Kasabası Elbistan’a bağlıdır. İnsanlar her küçük yerde olduğu gibi bu kasabada da birbirlerini çok iyi tanır.
Himmet köyüne uzaktan görebilecek kadar yaklaşmıştır yaklaşmasına ama dosta düşmana, dahası “Kaçarsan hakkımı helal etmem” diyen babası Fakı Mehmet’e olayı nasıl açıklayacaktır. Bunca zahmetlerle olanca sıkıntıdan sonra Allah’ın kendine tekrar bahşettiği canını kurtarmadaki zorluktan da beter bir durumdur bu. Ya inanmazlarsa. “Ya inandıramazsam, gayri babamın ve köylünün yüzüne nasıl bakarım” diye kara kara düşünürken, bir kayanın aralığını da kendine siper yaparak gizlenmeyi murat eder. Maksadı gündüz değil de kimselere görünmeden geceleyin eve varmaktır.
Olacak ya, tepesinde peyda olan komşuları Abdurrahman’ın; “Himmet vallahi seni görmedim” sesi ile kendine gelir. O dönemde bu gibi hallerde olan kaçaklara karşı iyi düşünülmediği veya ayıplandığı vakası olduğu bilindiği için Himmet rahat değildir. Askerlik yapmak adam olmanın en önemli göstergesidir. Gerçeğin kendi ağzından duyulmasına önem vermektedir. Kendinden önce birilerinin “Himmet askerden kaçmış” demesinin telafisi zor olur. Bunun için hızla uzaklaşan Abdurrahman’ın ardından “İnşallah beni görmemişindir, inşallah beni yanıltırsın Abdurrahman” demesi bir olur.
Ortalık kararınca, Himmet gizlice köye seğirtir. Arka kapıdan eve dalar. Anasıyla burun buruna gelince, eliyle anasının ağzını kapatarak sarılır. Gizlice, diğer hane halkı, özellikle de babası duymadan koklaşır, şorlaşırlar. Bir müddet sonra Himmet kendinden geçerek uyur. Anası onun da tembihi üzere, oğlunu bir yorgana sararak yüklüğe zar zor yerleştirir.
Gerek Himmet gerekse anası o gece öyle bir uyurlar ki... Horozlar öteli saatler geçmiş, güneş bir minare boyu yükselmiş, Himmet yorgana bile sarıldığının farkında olmadan, destursuz eve girerek yüksek sesle “Gözünüz aydın Ayşe teyze, Himmet askerden gelmiş. Dün Abdurrahman karşı kayalıkların orada saklanırken görmüşte ben de gözün aydın demeye geldim” sözleri üzerine ev halkı ve Himmet de uyanır. Himmet’in ikna kabiliyeti ve doğrularına yürekten inanan babası Fakı Mehmet, oğluna “Hakkımı helal ettim oğlum, sana inanıyorum. Çok ağır laf etmişim. Esasında sen beni bağışla, seninle gurur duyuyorum. Velâkin benim öyle söylemem lazımdı. Senin de canın pahasına da olsa böyle davranman gerekirdi. Ortada samimiyet olunca Allah canını bize bağışlamıştır. Kul samimi olursa Allah sırtını padişahlara bile öfelettirirmiş...
Padişah dedim de anlatayım;
Bir zamanlar, haftanın belirli gününde başta veziri olmak üzere yüksek memurların bir gün boyunca göz önünden kaybolduğunu gören Padişah; tebdili kıyafet üzere takibe çıkar. Toplu olarak hamamın birini kapattırarak cümbüş yaptıklarını tespit eder. Onlar hamama girince kendisi de varır kapıyı çalar. Israrla, “Şöyle bir köşede girer çıkarım” talebini, görevlinin; “Senin gibi ihtiyar ve fakir birini daha aldım. Şu köşede sessizce işinizi görün. Gürültü yaparsanız hemen atarım dışarı” uyarısı üzerine içeri girer.
Bir köşeye geçer ki, önceden alınan ihtiyar adam da oradadır. Selam kelamdan sonra ihtiyar “Evladım sırtını dön de keseleyeyim” der. Bir güzel kese vurarak rahatlatır. Hadi evladım sıhhatli olursun inşallah diyerek kendi köşesine çekilir. Nezaketen de olsa Padişah da ihtiyar adama karşılık vermelidir. İhtiyarın ‘Gerek yoktur, ben fazla kirlenmemişimdir’ sızlanmalarına aldırış etmeden sıra bende amca diyerek,  bir taraftan ihtiyara kese atarken, diğer taraftan da “De bakalım amca şu yan tarafta şatafatla eğlenen insanlar kim? Niçin koca bir hamamı kendilerine tahsis etmişler. Üstelik her türlü rezillikleri de cabası. Padişah bu olanı biteni hiç mi görmez, hiç mi duymaz” deyince ihtiyar; “Boş ver oğul demeyeceğim ama yapacak bir şey yoksa boş konuşma oğul derim. Sen samimiyetten ve doğruluktan ayrılma, öyle olunca da Allah sırtını padişahlara keselettirir” deyince padişah ürperir.
Fakı Mehmet, bu fıkrayla anlatmak istediğini bir güzel anlatmanın vermiş olduğu zevkle “İşte öyle bir şey komşular” der.[3]
Bir gün öncesi ortalık toz duman.  Düdük çalındı her şey aynı ama ortalık süt liman.  Bir gecede ne olmuşsa olmuş insanlık adına hemen iç barış sağlanmış. Bazı aktörler hariç, nokta baskınlar ve yakalananlar toplama kamplarına... Haklı haksız demeden yaşın yanında kurunun da sorgusuz sualsiz üç beş ay özgürlüğünün kısıtlanması işten bile değil.
Evet, düdük çalındı. Arandığımızı duyduk. Ortalık biraz sakinleşsin diye tedbirli davranıyoruz. Üniversiteliyiz ya en büyük tehlike arz eden potansiyeliz aynı zamanda. Üstelik Ülkü Ocaklarında liderlik de yapmışız. Aranmamız için en büyük sebep...
Nitekim kaldığımız yer tespit edilir. Bir manga asker ikinci katta kaldığımız öğrenci evini basar. Evin arka tarafı bahçeye baktığı için bir kış günü don gömlek misali balkondan bahçeye atladım. Düşünce bir şey hissetmedim ancak eklemlerimin darbe aldığını anladım. Buna bağlı olarak sağlığım bir müddet sonra bozulacaktı. Bacaklarımdaki ağrılar uzun müddet kendine gelemedi.  Askerin didik didik evi aradığına, arka tarafta bir incir ağacı altında tiril tiril titreyerek şahit oluyorum. Bir müddet sonra asker gitti. Allah’tan bahçeye atladığım yerde kum yığını varmış da ucuz atlatmışım.
Adımı taşıyan birini arama tarama esnasında yakalayan asker, o zavallı insana bir hafta işkence yapmış. Çok şükür ki, adamın memleketi tutmayınca bırakmışlar. Daha sonraları tesadüfen tanıştığım memleketlim olan bir asker olayın içinde olduğu için anlatmıştı. Karslı o adamdan helallik diliyorum. Benim yüzümden kim bilir bir hafta ne sıkıntılar çekmiştir.
Son sınıfta olduğum için sınavlara katılmam gerekiyordu. Okula gitmem de mümkün değildi. Asker polis hep tanıdıkları veya ismimi bildikleri için yapılan kontrollerde en kötü ihtimalle yakalanacağım bir gerçekti. Sınavlara da bir şekilde girmem lazımdı. Bir yol buldum. Okulun arka tarafına açılan, yüz veya yüz eli metre uzunluğunda bir tünelden içeri girerek sınava girmeyi kafama koydum. Ve öyle de yaptım.  Son bir dersimin kaldığı an da kendimden emin bir şekilde her zamanki tedbire riayet etmeden ön taraftan çıkarak biraz özgürlüğü tadayım dedim.  Benim derdim son finale girip öyle teslim olmaktı. Olacak ya, kendimi ana caddeye atar atmaz emniyet amiri Mehmet Bey’in Mercedes marka otomobiliyle burun buruna geldim. İçi dolu olan ekip operasyondan dönüyormuş. Hemen sağa çekip durdular. Arkadan bir yol bulurum düşüncesiyle hamle yaptım ama istihbaratın amiri Tuncay Bey’in arabasıyla karşılaşınca adamlık bende kalsın dermişçesine olduğum yerde soğukkanlı bir şekilde almalarını bekledim.  Allah ömrünü uzun etsin, istihbaratta sivil polis olarak tanıdığım Malatyalı Kemal Ağbi tek başına arabadan inerek yanıma geldi. “Tam da zamanında çıktın, gayri göz yumamayız” diyerek beni aldı ve doğru emniyete götürdü. Nöbetçi mahkeme tutuklanmama karar verdi.
Birden çok arkadaşla cezaevine vardık. Gerekli işlemler yapılmaktaydı. Soldan, sağdan önden fotoğraflar ve akabinde gelen berberin saçları sıfıra vurarak tıraş etme durumu... O anda gerçek bir Alperen olan cezaevi başkanımız Ahmet Orhan Hoca yanı başımda bitiverdi. Beni tıraş ettirmeden aldı ve kısa bir süre, daha önce hizmetlerinde bulunduğum koğuş sakinlerine bu sefer tutuklu olarak zorunlu refakate mecbur kaldım. O günün şartlarında dışarıda korkuyla oradan oraya kaçarak yaşamaktansa, içeride arkadaşlarımla bir mekânı, üstelik masrafsız paylaşmak, çok daha güzeldi. Dışarıdan birileri için çok kötü bir durum olarak değerlendirilen o ortam benim için fevkalade emniyetli ve sağlıklı olmuştu. İçerideki arkadaşlarım arasındaki itibarım belki de rahat olmamı sağlamıştır. Ki, şu an için düşünüyorum da el hak doğruymuş.  Bilahare final sonuçlarımı cezaevine ziyaretime gelen bir arkadaşımdan öğrendim. Bir ders haricinde hepsinden geçer not almışım. Kaldığım dersin de bir ay sonunda final imtihanı gününü öğrenmiş oldum.  Kendi imkânlarımla cezaevi prosedürünü aşarak imtihana katılmak nasip oldu. Hatta imtihan günü sabah saat altıda kalkıp, imtihan olacağım üniversite binasına cezaevi aracının içinde iki jandarma eri ve başlarında bir astsubay olmak üzere zamanında ulaştık. Tek başına bir salona alınıp, ellerimdeki kelepçe çözülerek ayak bileklerimden oturduğum sıraya kelepçelendim. Diğer salonlarda birden çok imtihan olan öğrenci arkadaşlarımı düşünerek koskoca salonda tek başına olmanın verdiği ürperti yanında gururunu da yaşamıyor değildim hani... Okul idarecilerinin ve ders hocalarının yanıma gelerek hal dilleriyle hal hatır sordukları ve psikolojik destek verdiklerini hissettirmeleri hala gözümün önünden gitmiyor.
Ülkücü Hareketin lider kadrolarından olan bazı hükümlü arkadaşlardan oluşan birinci koğuş, üç bin kapasitesi olan cezaevi yönetimiyle de yakından ilgileniyordu.  Cezaevi müdürü veya diğer personel 12 Eylül’e rağmen yönetime arkadaşlarımızı ortak etmesi en akıllı duruş idi onlar için. Öyle olunca da imtiyazlı durumda idiler. Hatta içeri alınmadan önce, arkadaşlarımıza yönelik hizmetimiz 12 Eylül’den önce hangi noktada ise, o arandığım dönemde dahil olmak kaydıyla aynı hizmet imtiyazlı bir şekilde veriliyordu...
Herkesin sindiği, ağız değiştirdiği, pişmanlıklar sergiledikleri o ihtilal günlerinde, dışarıda birlik ve beraberlik tesis edilemeyince bari kader mahkûmları arkadaşlarımızı rahat ettirelim gayreti bütün coğrafyamızı sardığı için gereğini abartılı bir şekilde yerine getirmenin psikolojik yansımasının cezaevi yönetimini etkilememesine imkan yoktu...
Bir koğuş insan...  Yaklaşık yüz veya yüz yirmi kişi siyasi mahkûm. Siyasi olmalarından ötürü de nispeten adi suçlu mahkûmlara göre imtiyazlılar. Prosedüre aykırı olmasına rağmen kaldıkları koğuşa yakın bir yerde kendi imkânlarıyla birden çok süt inekleri beslemektedirler. Her gün sağarak elde ettikleri sütü dışarı fiyatının iki üç katına paraya çevirmek çok kolaydı. Yine kasalar dolusu yumurta tavukları cezaevine sokularak yumurtalar bu imtiyazlı koğuş adına satılırdı. Ciddi paralar elde edilirdi. Hatta her hafta başı bir küçük kamyon değişik muhtelif ve çeşitte meyve ve sebze koğuşa intikal ettirilirdi. Diğer taraftan soğuk meşrubat da cabası...
Denilebilir ki, bütün bunları nereden biliyorsun? 12 Eylül’ün vahşi stratejisi karşısında her camianın sistemi bozulmuştu. Cezaevlerinde yatan siyasi dava adamlarıyla ilgilenen gittikçe azalıyordu. Çünkü her baş denilen insan kendi başının kaygusuna düşmüştü... Bu anlamda çözülmemek mümkün değildi. İşte öyle bir ortamda sistemsizlik yaşanmasın diye bölgesel de olsa sistemler kurulmalıydı. Allah’a şükürler olsun ki, o sistem o bölgede kuruldu. Tarih buna şahittir. Her biri 20-30 kilo süt veren ineklerden iki adet şehir dışındaki cezaevine sürerek götüren, her bir kasada en az 150 adet yumurta veren tavuklardan dört kasa yaklaşık 600 adet tavukla beraber yine her hafta bir kamyon sebze ve meyveyi içeri sokan, meşrubat bir yana muhafazası olan derin dondurucularla arkadaşlarımızın ihtiyaçlarının karşılanmasına şahit olduğumuz için burada rahatça beyanda bulunuyoruz.  Bunları ifşa etmek belki bazı insanlar tarafından hoş karşılanmayabilir. Ama o kırılım döneminden bahsedip de, ayrıntılara veya hatıralara girmemek haksızlık olur.
Bugün şöyle geriye bakınca her şeyin güllük gülistanlık olmadığı anlaşılsın. Bir nesil bir takım gayri milli unsurlar tarafından nasıl gök girmiş ekin gibi biçildiği görülsün diye tarihe şahitlik etmemiz lazım. Her on senede bir tırpanlanarak, yarış halinde olduğumuz milletlerin en az 15-20 yıl gerisine gitmeyi bize meşru gösterenlerin ne kadar yanlışda olduklarını asli unsura anlatmamız gerekmez mi?
İşte böyle bir sistemi oturttuktan sonra sanki kendi yerimi yuvamı inşa ediyormuşum gibi mecburi ikamete tabi tutulduk. Çok güzel hatıralarımız oldu acısıyla tatlısıyla... Başlangıçta cezaevi kültürüne uzak olduğum için bazı olaylara geç intibak ediyordum.
Orada bir adet varmış. Mahkûmlardan biri yanlışlıkla bile olsa bir başka mahkûmun ranzasına oturmuşsa Tanrı misafiri mesabesinde ilgi ve iltifat görürmüş. Böyle bir ziyaretim esnasında şahidi olduğum bir olayı durumun daha iyi anlaşılması için anlatmam gerekir. İstanbul cenabından olup M. Ali Ağca’yı bir hastaneden kaçırmaya niyetlenen ve amaçlarına ulaşamayınca öyle bir suçlamayla hüküm giyen iki arkadaşın aynı ranzada sohbetine, ranza kültürünü bilmeden selam vererek iliştim. Hemen daha köşeli bir yer gösterilerek ikramlarda bulundular.
Hayatım boyunca unutamadığım bir olaya başlangıç olan bu ziyaretim, aynı zamanda o güne kadar geliştirip yetiştirdiğim dava diye kendimi bitirme pahasına da olsa gözümü taştan budaktan esirgemediğim bir anlayışın, ciddi bir değişime sebep teşkil edeceğini nereden bilebilirdim.
Hiç unutmam, oturduğumuz ranzanın karşısında siyah beyaz renkli olan bir televizyonda bugün dahi adını zor telaffuz ettiğim iki Avrupa takımının futbol müsabakası canlı olarak veriliyordu. Anladığım kadarıyla arkadaşların futbol bilgisi, takım sevgisi gibi taraf olabilecek bir durumda olmadıkları halde, içlerinden biri yani Atilla “Şu takım benim olsun, yenilirsem -elini gırtlağına götürerek- işaret etmesiyle” beraber Necdet “tamam“ dedi. Ben bu hareketten yine hiçbir şey anlamadım. Derken müsabaka bitti ve Atilla’nın taraf olduğu takım yendi. O an gözüm Necdet’e ilişti. Baktım bir arama içine girdi. “Tamam, buldum; ben gidiyorum” dedi ve bir çırpıda ranzadan atlayarak koğuştan çıkması bir oldu.
Aradan kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen televizyondaki maç yorumları bitmemişti. Aniden silah sesleriyle kendimizi büyük bir merakla koğuş önündeki bahçeye bizi bekleyen tehlikeden habersiz atıverdik. Bahçe adeta bir savaş alanına dönmüş, kimi arkadaşlar yerde, kimisi kaçıyor, kimisi ise mermi veya kasatura darbesiyle yaralanmıştı. Böyle birşey hiç beklenmeyecek bir durumdu. Yerde yatan bir arkadaşa yardım maksadıyla elimi uzatır uzatmaz sağa sola sert müdahaleye devam eden bir askerin silahını doğrultarak “Çek elini ve hazır ol” uyarısıyla korku düştü yüreğime. Doğruldum ve bir adım geri çekildim, tam hazır ol vaziyetine geçecektim ki yine aynı asker tarafından çok daha sert ve kararlı “Oku lan İstiklal Marşını o..... çocuğu” diyerek boğazıma süngüyü dayaması bir oldu. Zorla, tehditle hem de boğazıma dayanan süngünün zoruyla gözyaşları içerisinde “Daha yüksek sesle, daha gür” uyarısıyla milli marşımızı okudum. Ama ecel terleri döktüğümün farkında olmadan benim kutsalımın bana zulüm aracı yapılmış olması anlaşılır şey değildi...
Oysa içeri girmemin sebeplerinden biri de İstiklal Marşı yerine Komünist Enternasyonal Marşı okuyanlara karşı ateşli silahla muamele etmem değil miydi? Şu feleğin işine bakın ki, o dönemin solcu gençlerine karşı biz ülkücü gençler olarak İstiklal Marşı’nın kavgasını verdiğimiz halde, uğruna canı cananını bile vermeye hazır olduğumuz milli değerlerimizin başında yer alan milli marşımızı bize zorla dayatanlara karşı ne düşünsek nasıl davransak bilemedim.
Biz değişik siyasi kamptaki gençler olarak emperyalizmin öyle oyununa gelmişiz ki, bize bizden olmayanları komünist, vatan haini veya kokmaz bulaşmaz sürüler olarak görme alışkanlığı edindirilmişiz de, bizden başkalarının vatanperver olamayacaklarına dair fikirlere inandırılmışız.
Ülkenin gerçek sahipleri nezdinde bizlerin ‘fasafiso’ olduğunu o günden itibaren öğrenmiş oldum. Empati kültürü ve hoşgörü yerleşik hayata geçirilmezse bizler geri kalan ömrümüzde değilse bile gelecek kuşaklar daha çok kavgalı gürültülü olacaktır.
Askerin düşman karargâhına saldırır gibi sağa sola ateş ederek müdahalesinin sebebini bilahare öğrendik. Ranzasına misafir olarak oturduğum ikililerden Necdet ve sporda karşı takım taraftarı olan Atilla’nın girmiş oldukları bahis “gırtlak”la ilgiliymiş. Elini gırtlağına götürerek kesecekmiş gibi işaret etmesi, daha önceden yan koğuşta yatan, ülkücü bir gencin ölümüne neden olan sol görüşlü birinin ortadan kaldırılması için bir işaretmiş.  Taraf olduğu takım yenilince durumdan vaziyet çıkararak, gizli yerde saklı zulayı alıp doğru bahçeye, oradan da iki metrelik duvardan tırmanıp karşı koğuşa geçen Necdet, hedeflediği kişiye beş on şiş vurduktan sonra tekrar kendi koğuşuna döner.
Biz tamamen habersiziz. Ta ki asker koğuşa saldırana kadar...[4]

TELLİ SENEM

Sürgün yeri olmuştur Elbistan ve Afşin yöresi Osmanlı’da; tıpkı Hicaz gibi, Kıbrıs gibi, Fizan gibi...Bir bey düşünün “Tiz sürüle Elbistan’a...” denilince, ne zaman ve nasıl tekrar dönüleceği hesaba katılmadan, pılı pırtı toplanarak yeni yerine avdet etmeye... Ne mümkün...
Siyasi iradeye, devlet çarkının işleyişi içinde karşı gelmek mi? Aman Allah korusun...
İşte devlet umuru görmüş bir bey Yazıcıoğlu. Biz onun devleti ile ilgili kriterini yapmayacağız. Bu yazdıklarımın amacı, Yazıcıoğlu ailesinden bir delikanlı olan Yazıcıoğlu Osman Ağa’nın günümüzde halen dilden dile dolaşan, Türk Edebiyatında tek bir şiirle yer edinen, şiir değil adeta duyguların kalbi rikkatle kanlı gözyaşına sebebiyet veren, yaşanmış gerçek bir olayı ortaya koyacağız.
Beyimiz Yazıcıoğlu, Afşin’e avdetinden sonra, kendisine bir yerleşim yeri arar ve bugün Tanır olarak bilinen kasabaya yerleşir. Denilir ki, Tanır Kasabasının kuruluşu Yazıcıoğlu Beyle başlar. Zamanla oğul uşak derken ailesi genişler. Ailenin varisi olacak olan Osman Ağa da bunlardan biridir.
Kasabayı ikiye ayıran Hurman Çayı ve çayın etrafında gelişmiş sulu tarım arazileri ile bin bir çeşit ağaçlar ve her adım başı pırıl pırıl, buz gibi kaynak sularıyla Tanır Kasabası, payitahta başkentlik eden İstanbul sevdalıları için elbette yer ve güzellik olarak tercih sebebi olması kadar doğal ne olabilir ki...
Dönemin en gözde geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olduğu için, hayvancılıkla uğraşanlar kışlık sabit yerleri ve yazlık yaylaları yurt edinirler.
Yazıcıoğlu ailesi de, Binboğa yaylalarını kullanır. Hemen her yaz mevsiminde aynı yaylada Hatay tarafından gelen bir başka aile de bulunur.
Hatay tarafından Binboğa otlağına gelen aileden bir kız, güzel mi güzel, endamlı mı endamlı, asil mi asil... Adı Senem. Aşireti ona Telli Senem der.
Telli Senem’in gözü kimseyi görmez. Taliplileri çok ama o hep arar. Kim bilir belki Anka kuşu gibi efsane olup gidecektir. Belki de bir kötü talih... Ah Senem aaah... Hikâyeyi bilen bilir...
İçinde fırtınalar esen, aşk sokağında aklını kaybeden, sevginin, sevme olgusunun asaletine ve etkisine inananlar bu hikâyeyi anlatmakta kalemin yetersiz kalacağına inanır.
Zamanımızın Karacaoğlan’ı diyor ki; ‘Her asil insanın mutlaka bir Mihriban’ı var. Ha Yazıcıoğlu’nun Senem’i, ha Karakoç’un Mihriban’ı.’ Söyleyin Allah aşkına, bu duruş, bu oluş kalemle ifade edilebilir mi? Yaşanır, yaşatılır ve tekrar yeni vücutlarda, yeni adreslerde inkişaf eder ancak.Yavuz’un Mısır’ı fethinde gördüğü bir ‘Ahu’ karşısında dili çözülür. Sanki koca Yavuz, Mısır’ı fethedişinin iksirini bulur. Ve o büyük olayın ilahi mesajına odaklandığı sözlerini hemencecik ilhamının yüzüne karşı fısıldar;

‘Şîrler pençe-i kahrımdan olurken Lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun eyledi felek.’

Yani der ki Koca Sultan; “Aslanlar bile benim ülkemde adımı duyunca tir tir titrerken, şu feleğin işine bak, ahu gözlü bir güzele köle etti beni felek de ondandır lala.“
Yüzlerce örnek verilir. Bizim genç Yazıcıoğlu da, bey mi bey, yiğit mi yiğit. Hep kaçamaklı görüşürler Telli Senem’le. Senem nihayet aradığını bulur. Engeller de, nedense bu tür hikâyeler de hep aynı olur. Sebep sonuç ilişkisine insanlarımız hep ağlar durur. Uzun sürer sevdaları. Her yaz yaylaya çıkma vakitleri iple çekilir. Sevdaları bütün ovaya yayılır. Ta ki hep olduğu gibi en son kızın babası olayı duyar. Tepkisi sert ve önlemi, çok ricit olur. Telli Senem bir daha Binboğaları göremez.
Yazıcıoğlu Osman Ağa hep bekler Anka kuşunu. Ne haber, ne gelen, ne giden vardır. Son görüşmelerinde ‘aht’ etmişlerdir. Birbirleri dışında hiç kimseye yar olmayalım diye…
Aradan yıllar geçer. Yazıcıoğlu Osman artık beydir. Hikâye unutulur. Çevre töre gereği çok baskı yapar ve Yazıcıoğlu evlenir. Çoluk çocuk derken torun torbaya karışır. Yaşı neredeyse bir asra yaklaşır. Senem çoktan unutulmuştur. Onların zamanında Afşin-Elbistan Ovası meşhur İpek Yolu üzeri olduğu için, doğu batı karayolu ana arterini oluşturmaktadır. Yol üzerinde Suluhan, Çoğulhan, Kuruhan gibi kervanların uğrak merkezleri bulunur ve halen ayni isimle bilinirler. Her kervancının yolu buradan geçmektedir.
Yazıcıoğlu bir gün köy odasında otururken,  bir kervancıbaşı tarafından ısrarla görüşme talebini “Alın bakalım derdi neymiş” talimatı üzere huzura alınarak meramı sorulur.
Kervancıbaşı; “Yazıcıoğlu kim?” der.
Benim cevabını aldıktan sonra;
“Beyim; bir haftalık yoldan geliyorum. Çoğulhan ve Kuruhan üzerinden yoluma devam edeceğimi öğrenen çok yaşlı, yalnız ve çok güzel bir ihtiyar kadın kervanımın önüne çıkarak, sana bir çift sözle, şu mendili vermemi istedi” der ve mendili uzatır.
Devamla; “Halen sana verdiği söz üzereymiş, sevgisine bir ömür sadık kalmış ve onca baskılara karşı koyarak hiç evlenmemiş, onunla ahdimiz var ihanet edemem, son nefesime kadar da bekleyeceğim” dediğini söyleyince...
Yazıcıoğlu tıpkı Tanır Kasabasının pınarları gibi su akıtan gözyaşlarıyla mendili mütemadiyen öperek hüngür hüngür ağlamayı belli bir müddet sürdürür. Ve hiç bir şairlik sıfatı olmadığı halde bu ilahi olgu karşısında aşağıya alınan mısralar ağzından dökülmeye başlar. O gün bu gün yazılı ve sözlü edebiyatımıza bu olay hikâyesiyle birlikte girmiştir.
İrticalen söylenen şiir şöyledir;

Bir haber geldi Telli Senem’den,
Deli gönül şad olmaya başladı,
Akmaz iken kör pınarın ayağı,
Suyu geldi çağlamaya başladı.

Senem’in giydiği sarıdır sarı,
Ölmeden yüzünü göreydim bari,
Yıkık değirmenin bozuk çark evi,
Suyu geldi düzelmeye başladı.

Aşkın cezvesi de ocakta kaynar,
Durmaz deli gönül meydanda oynar,
Ermeni dillerin şekerler çiğner,
Tatlı tatlı söz olmaya başladı.

Hele bakın şu feleğin işine,
Ağu kattı benim pişmiş aşıma,
Senem değmiş, seksen doksan yaşına,
Benimki de yüz olmaya başladı.

Şu görünen Binboğa’nın dağları,
Aşılmıyor gıcı, boranı belleri,
Yazıcıoğlu Şereflinin beyleri,
Koca Tanır yaz olmaya başladı.

HALK MAHKEMESİ



İlbey; yüksek öğrenimini yapmak üzere gittiği serhat şehri Edirne’de delikanlı kişiliğiyle kısa sürede ön plana çıkmış idealist bir gençtir. 1970’li yılların ateş çemberinden geçerken; düşenleri toprağa, yara alanları tedaviye, tutsak olanların da ziyaretine devam etme işinden gençliğini yaşamadan kaybeden zümreden bir gençtir.
Karaoğlan iktidarında, zam ve zulmün fırtına gibi estiği o dönemde, İlbey ve bir avuççuk arkadaşları kendilerince inandığı, aslında uluslararası güçlerin savaş alanı olarak seçtiği ve sahneye koyduğu bir senaryonun dava olarak ezberletildiği ve kullanıldığı, esasında kardeşler arası kavganın verildiği ortamlardan bir ortamdır o günler.
Dönemin siyasi iktidarı karşısında, Yavuz bıyıklılar, Kafkas şapkalılar, eli tespihliler, yumurta topuklular, ağzı kalabalıklar hep tüymüş, ortam üç beş İlbey gibi şekilciliğin dışında gerçek anlamda idealist kişilerin müdafaasında varlığını korumuştur.
“Ellerin yurdunda çiçek açarken bizim ele kar geliyor gardaşım,
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme dar geliyor dar geliyor gardaşım.”
Diyen ozanların yüksek sesle konuştuğu ülkede, idealist gençlerden bazıları sudan sebeplerle kendilerini cezaevlerinde bulmuşlardır.
İlbey’ler haftada bir gün cezaevindeki arkadaşlarının ziyaretine giderler. Diğer günler ise malum olduğu üzere öğrencilik işleriyle, zamanla da eğer kavga yapmaktan fırsat bulurlarsa kendi çocukluklarına zaman ayırarak yaşamak durumunda olan yetişkinlerdir. İmkânları son derecede kısıtlı olan bu ‘Bakımsız tarzan’lar için en önemli beslenme şekli ‘Bol salçalı yumurta’, eğer lokantaya uğrama cesaretleri varsa ‘yarım kase çorba ile masada bulunan bütün ekmek’lerdir. Esnaf biraz çekinmese bu gençlere değil yarım kase çorba vermek, kapıya yaklaştırmak bile istemez. Lokantacı esnafın bu duyguda olduklarını çorbayı içen İlbey’ler onların tavırlarından anlarlar.
Cezaevinde cinayet zanlısı olarak yatmakta olan bir arkadaşının mahkemesine belge olarak sunulması icap eden evrakın temin edilerek yerine ulaştırılması görevini İlbey üslenir. Evrak, arkadaşının memleketi olan Uşak ilinin Sivaslı ilçesinin Ketenli Köyü Muhtarlığından temin edilecektir.
Hiç tereddütsüz yola çıkar. Uzunköprü üzerinden İzmir ve Uşak derken Sivaslı ilçesine varır. Mahkûm arkadaşının adı Yıldıray Başkan’dır. Yıldıray giderken İlbey’e bir de mektup verir. Sivaslı’daki öz dayısı Ahmet Yıldırım’a uğramasını, onun kanalıyla anasının, babasının bulunduğu Ketenli Köyüne gitmesini tembih eder.
İlbey; tembih üzere, Sivaslı ilçesine iner inmez Ahmet Yıldırım’ı arar. Bir çay ocağında bekletilerek dayı Yıldırım’ın gelmesi sağlanır. İlbey, dayı Yıldırım’ı beklerken çay ocağında beş on kişinin siyasi konuşmalarına kendince müdahale eder. Konuşmalarının bir iki yerinde ‘Türk adında bir milletin olmadığı, üç beş uç beyinin Anadolu’ya gelerek yerel insanlarda ‘Türk olma’ olgusunu gerçekleştirdiklerini, doğrusu kendilerinin ‘Türk’ değil de Anadolu’nun yerli kavimlerinden olduklarını ve daha, neler neler...
Devamla ‘Çaldıran’da Alevilerin Hanefi dini mensupları tarafından katledildiğinin’ üzerinde durulurken, İlbey dayanamayarak “Hanefi dini adında bir din yoktur” çıkışını yapar. Bu müdahale ile bütün gözler İlbey’in üzerine döner... Peşi sıra sorular sorulur. Sen kimsin? Nesin? Nereden geldin? Gibi...
İlbey sorulardan birine cevap verir. “Ben Müslüman Türk çocuğuyum” deyince çıldırırlar... Tepkinin çok büyük ve ittifakla olması, İlbey’in biraz geri adım atmasına sebep olur. İlbey devamla;
“Velev ki sizin dediğiniz doğru olsun. Bir insanın kendi kimliğini ifade etmesinden neden rahatsızlık duyuyorsunuz. Ben kendimi böyle ifade ediyorum. Sizinde mutlaka bir yere aidiyet olarak yakınlığınız olmalı. Üstelik kendimizi böyle ifade etmemiz  hiçbir zaman kusur değildir. Suç işlemiş gibi saldırıyorsunuz. Ülkemizde ezici çoğunluk kendini böyle tarif eder. İlkokul dört beşlerde Ergenekon Destanıyla başlayan serüven, Türk-Yunan Savaşına kadar devam eder. Bu topraklara bağlı insan kendini Türk kabul etmektedir” gibi alttan alınarak söylenen sözler çay ocağı ekibini tatmin etmez.
Dayı Yıldırım da gelince İlbey’e işaret edilerek dışarı gelinmesi söylenir. Yürürler, İlbey de yürür. Bir kuytu yerde bulunan binaya girilir. Bir iki zemin kat derken, genişçe bir salona geçilir. Lambalar yanar. Etrafta masa ve sandalyeler, duvarlarda çerçeveli resimler... Birdenbire İlbey bu mekanın hangi amaçla kullanıldığını tahmin etmekte gecikmez. Çok kitap okumuştur halk mahkemesiyle ilgili... Duvardaki sloganlar ile Marks ve Lenin resimleri İlbey’in kanaatini pekiştirir.
Sorguya geçilir. ‘Yıldıray Başkanı nereden tanıdığı’ dayı Ahmet tarafından sorulur. ‘Cezaevinden’ deyince, öz ablasının oğlu için, “O anasını, avradını ..... oğlu, kim bilir hangi yoldaşın kanına girdi, kim bilir hangi yoldaşın evine bomba koydu, yoksa cezaevinde ne işi var?” gibi ifadeler kullanarak celalli bir konuşma yapar. İlbey, işin vahametini anladığı için soğukkanlılığını bozmadan “Edirne’deki İmam Hatip Lisesinde okuduğunu, faşistlerle arkadaşlarının kavga ettiklerini, bu nedenle bir kısım arkadaşlarının cezaevine konduğunu, onları ziyarete gittiğinde adının Yıldıray Başkan olduğunu söyleyen biriyle karşılaştığını, Uşak’ta askerlik yapan kardeşini ziyarete gideceğini duyunca, kendisi de Allah rızası için ailesinin yanına uğrayarak, benden bir haber götür isteğine uyduğunu, üstelik emaneti yerine iletmenin dini görev olduğunu” anlatarak ortamı yumuşatmaya çalışır...
Sorgucular bakarlar ki dini yönü güçlü bir kişiyle karşı karşıyalar. İçlerinden biri “Sen akıncı mısın yoldaş” dediğinde İlbey; “Nereden anladınız?” diye karşılık verir. “Dini yönün güçlü gibi görünüyorsun da...” sözü üzere İlbey zaten soğukkanlıdır,  ama daha da rahatlar.
Sorgucular; ‘Bu faşistler size yeşil komünist, bize kızıl komünist derler. İkimizin de düşmanı faşistlerdir. Biz sizinle anlaşırız. Siz abdestli camiye gidersiniz, biz ise zaman zaman denetim için abdestsiz gider, hocayı dinler müdahale edecek bir şey bulamaz isek namaz kılmadan çıkar geliriz. Bu anlamda sizinle bir problemimiz olmaz’ gibi inciler yumurtlarlar.
İki taraf da rahatlamıştır. ‘Öyleyse yoldaştan bir taksi çağırın bu yoldaşı daha fazla tutmayalım’ denir. Taksi gelir, İlbey’i de alır doğru Ketenli Köyüne... Şehri çıkınca İlbey, şoföre boşalır. Kendisinin ülkücü olduğunu, hatta Ülkü Ocaklarında yetkili olduğunu sert ve küfürlü bir şekilde söyleyiverir. Korkma sırası şofördedir...
Köye varılır, köyden şehre başka araba olmadığından bir gün sonra gelmesi tembih edilerek şoför gönderilir. Durum Yıldıray’ın ailesine anlatılır. Aile pek bildirmez, ama endişelenir. İlbey’in yatağını iki katlı evin çatı arasına yaparak merdiveni çekerler. Gece baskını olursa tedbir olsun diye... Sabah olur ama korkulan olmamıştır. Taksi beklenir. Bir iki saat geç gelen şoför aynı, ama taksi nerdeyse hurda bir araç. Geldiği araç olmadığı için İlbey soğukkanlı bir şekilde “Bugün işimizi halledemedik, paranı al ve yarın aynı saatte bekliyorum” diyerek adamı gönderir. Takip ederek tehlikenin ortadan kalktığı anlaşılınca İlbey, ev sahibi amcayla, kara bir eşeğe binerek hemen başka bir şehre arabası olan köye ulaşır. Köyün imamının evinde kalınır. Banaz ilçesine giden minibüse saatinde biner. Yol çatında inerek İzmir-Afyon otobüslerinden biriyle Afyon’a ulaşır.
İlbey şöyle bir etrafı süzdükten sonra kendine güven gelir gelmesine ama hala strestedir. Onun stresi, şahsi korku ve kaygılarından değil. Kendini ağırlıklı olarak ‘Türk’ bilenlerin yaşadığı bir coğrafyada ‘Türk’üm’ dedirtmemek üzere kurgulanmış sakat bir düşüncenin cüretinedir. Afyon’da milliyetçi sloganlar her tarafı kaplamış, sokaklarında insanlar palabıyıklı, çalışanların siluetlerinde bir güzellik, lokantalarında yemekle beraber biralarını yudumlayan aslan ülkücüler... İslâmsız nasıl ülkücülük olursa... Ülkücülüğün ölçüsü olan İslami ritüellerin gerek kişi hayatında, gerekse toplum hayatında yeri olmaz mı? İslâmsız hayatın kuru bir davadan ibaret olduğunun şuurunda olan İlbey; “Allah sonumuzu hayır eder inşallah” diyerek Haydarpaşa treninde yer ayırmak için bilet satılan gişeye yaklaşarak biletini alır.
Köyden Yıldıray’a ulaştırılmak üzere verilen emaneti trene yerleştirirken, hareketlerine müdahale eden gar memuru “Neden sinirlisin böyle? Müslüman Türk değil miyiz gardaş?” hitabına İlbey aynı sertlikte “Değilim, ben Müslüman Türk değilim” cevabını verince yine etrafı sarılır. Neden değilsin? Hangi dindensin? Hangi din ve milletten olursan ol, burası Türk vatanı ‘Müslüman Türk’üm diyeceksin’ gibi yaklaşımların tansiyonunu düşürmek için İlbey başından geçeni anlatarak, oradan da öylece kurtulur.
İlbey almış olduğu görevi yerine getirir. Mahkeme için gereken evrakı zamanında arkadaşının avukatına ulaştırır. Yıldıray cezaevinden tahliye edilir. Bir müddet sonra gümrük muhafaza memuru olur. Kısa bir süre içinde çok güzel bir araba alır. İlbey’in yanından geçerken kendince korna çalmak gibi bir lüksü dışında hiç de pas vermez. [5]

DEVLET
HER ŞEYİ BİLİR

O; bir Eylül akşamı Numune Hastanesinde görev yapan dört kafadardan Dr. Atıf Bey; Kayseri’de bulunan eşiyle görüşmek için hastane santraline talebini yazdırır. Ümit eder ki, her zaman arada bir bağlattığı şehirlerarası telefon gibi hiçbir aksilik olmadan çoluk çocukla görüşebile...
Bir müddet sonra santral memuru bizzat Atıf Doktora gelerek, “Merkezden bir türlü kayıt alınamıyor, onun için isteğinizi yerine getiremiyorum” haberini verir. Dr. Atıf ve arkadaşları bu durumu hayra yormazlar. Yerleşik kural; istenildiği her vakit özellikle doktorlar ülkenin her tarafıyla telefon bağlantısını hastahane santrali vasıtasıyla görüşebildikleri, bu konuda emsali olmayan bir durumla karşılaştıkları için “Eyvah! İhtilal olacak” ifadesini kendi aralarında söyleyerek panik yapmadan safları sıklaştırırlar.
Dr. Atıf söz alarak; “Arkadaşlar; bu gece büyük bir ihtimalle Ordu iradeye el koyabilir. Bu iletişimsizlik aldığım duyumlarla örtüşüyor. Askerin sağı solu, ihtilalinde rengi şimdiden belli olmaz. Büyük mağduriyetler yaşayabiliriz. Durumumuzu dikkate alarak bir değerlendirme yapmamız lazım. Esasında gerekli olan tedbirleri almamız için fazla zamanımız da yoktur. Öyle zannediyorum ki; ben ve Emin ihtilalcilere yakalanırsak ikimizin de dünyasını zindan ederler. Siz! Ziya ve Nebi; ikiniz en kötü ihtimalle üç dört yılda yırtarsınız. Onun için hiçbir şey yokmuş gibi davranın. Bizim buralarda olduğumuz imajını verin. Hemen önlükleri çıkararak ilk fırsatta Ankara dışına çıkmamız lazım. Şimdi gelin kucaklaşarak birbirimize hakkımızı helal edelim. Aksi bir durum varit olursa, yani ihtilal konusunda yanılmış olursak, birkaç gün sonra döneriz” dedikten sonra beyaz önlükler yıldırım hızıyla çıkarılarak gerekli evrakların da alınmasıyla kucaklaşmaları bir olur.
Kapıdan çıkar çıkmaz kendilerini bir arabaya atarak merkezden dışa doğru yol alırlar.
Emin Bey’in, Haymana’nın bir köyünde babası muhtarlık yapan arkadaşı aklına gelir. Doğruca köye varılır. Kulaklar radyoda heyecanla beklenir.
Onbir Eylül’ün akşamı hava biraz kararınca dışarıda palet sesleri duyulur. Ziya ve Nebi ikilisi Numune’nin idari kısmında yapılan anonsların yanında, namluları çalıştıkları binaya yönelik tankın varlığını görerek ihtilale şahit olurlar. Aralarında ‘Bu Atıf Bey’de de hiç yanılma payı yokmuş’ gibi ifadelerle kendi durumları hakkında fikri hazırlığa başlarlar.
Bir gün sonra radyo ve televizyonlardan dışarı çıkma yasağı ilan edilir. Çalışanlar çalıştığı yeri, evdekiler bulundukları yerleri terk etmeme emri üzere olağanüstülük yaşanır.
Dr. Atıf Kayseri’li dir. Emin Bey ise Mersin’in Yörüklerindendir. Atıf ve Emin, Haymana’da birkaç gün kaldıktan sonra yolları ayrılır. Dağ, taş demeden yaya olarak zaman zaman da otostop yaparak memleketlerine dönmek için olağanüstü gayret gösterirler. Emin Bey, Gazi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği son sınıf öğrencisidir. Elektrik aksamındaki problem nedeniyle yolda mahsur kalan bir otomobilin arızasının giderilmesine katkı sağladığı için güneye doğru beraber yol alır. Otomobilin sahibi ile kısa sürede dost olurlar. O da ihtilalin mağduru olmamak için nereye gittiğini bilmeden direksiyon sallayan altın kaçakçısı Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı çıkar. Kadere bak der Emin ve ekler: “Bir Türk vatandaşı ile bir Türk’ün farklı nedenlerle aynı kişilerden, aynı amaçla aynı yöne kaçıyor oluşları çok garip.”
Ermeni asıllı Türk vatandaşı, Emin’in Mersinli olması ve o bölgeyi iyi bilen biri hesabıyla, “Sen, benim Mersin üzerinden ülkeyi terk etmeme yardımcı ol, ben de yurt dışında güçlü bağlantılarım olduğu için sana yardımcı olmaya söz veriyorum” teklifi üzerine Emin kabul etmekten başka çaresi olmadığından ‘tamam’ der.
Planladıkları gibi bir Türk ve bir Ermeni Türkiye sınırları dışına, bir Yunan şilebi sayesinde kaçarlar. Önce Yunanistan Mora Yarımadası, ardından İtalya, nihayetinde Fransa’ya ulaşırlar. Ermeni ile kader arkadaşlığı yapan Emin, başlangıçta vermiş oldukları söz üzere kalırlar. Birbirlerine yanlış yapmazlar. Fransa’da ufak tefek başladıkları işlerini, bu gün 300-400 işçiyle idare edilen büyük bir fabrika haline dönüştürürler.
         İhtilalden bir gün sonra Numune Hastanesi’nden başta Dr. Atıf ve arkadaşlarını almak üzere varan ekip, bu kafadarların yerlerinde yeller estiğini görerek, bari elimiz boş dönmeyelim diyerek, Ziya ve Nebi’yi gözaltına alırlar. Uzun bir mağduriyet söz konusu olmadan kısa bir süre sonra onlar da şartlı olarak bırakılır.
Emin, Fransa’da tahsilini tamamlar. Elektrik Mühendisi unvanı ile seksen dokuz yılında genel af üzerine ülkesine gelir. Uçaktan iner inmez sorgu için gözaltına alınır, ama af gereği tekrar bırakılır.
Şu anda müteşebbis bir Türk insanı olarak Fransa’da ikamet etmektedir.
Dr. Atıf ise bir yolunu bularak Nahçıvan üzerinden Azerbaycan’a geçer. Genel af çıkana kadar burada çalışma fırsatı bulur. Üstelik Emin gibi ihtisasını da yaparak dâhiliye doktoru olur. Genel afta ülkesine döner. Şimdi de Adana’nın en büyük hastanelerinden birinin baştabibi olarak görev yapmaktadır.
Şartlı olarak bırakılan Ziya ve Nebi beyler diyorlar ki; “Gözaltı süremizde öyle sorularla karşılaştık ki; biz devletin bütün kurumlarıyla iflah olmaz bir derde düştüğünü hesap ederek çalıştığımız yerlerde kendimizi devlet yerine koyuyorduk. Oysa en zayıf devlet bile bizim hafızamızın alamayacağı kadar kişi veya sivil toplum örgütlerinin çok önündeymiş. Sonraki hayatımızda aşırı tedbiri kendimize prensip haline getirmeye söz verdik.
Gördük ki;  Devlet her şeyi biliyor.”

Ali Bey, yolculuğa çıkmadan önce vakit öldürmek bahanesiyle gezinirken;
Orta yaşlarda bir kadınla biraz daha geçkin bir adam arasında üç dört yaşlarında görünen erkek bir çocuğun vahşice dövüldüğüne şahit olur. Öyle ki, çocuğun ağzı burnu kan revan içerisinde, üstü başı çekiştirilmeden dolayı yırtılmış, salya sümük birbirine karışmış, adeta futbol topuymuş gibi, adam vuruyor kadının kucağına, kadın da vururmuş gibi yaparak adamın kucağına itiyor. Bu da yetmiyormuş gibi bir de söz ile çocuğun psikolojisini allak bulak ediyor baba. Ana olacak kadının mütemadiyen akan gözyaşlarının çocuktan farklı olmayışının ve erkeği yanında sanki başkasının çocuğu gibi çaresiz bir görüntü oluşturmasının rolden ibaret olduğu birazdan anlaşılacaktır.
Ali Bey, çok geçmeden bu çocuğun, o iki yetişkinin evladı olduğunu anlıyor. Yüreği ağzına geliyor. “Aman Allah’ım... Bir çocuk, bir masum yavru, iyiyi kötüyü seçemeyecek yaşta bir sübyan, neden bu kadar zulüm! Bırakın vurmayı, vicdansız insanlar! Verin çocuğu bana” deyip çocuğu kapıyor ve devam ediyor;
"Siz Allah’tan da mı korkmazsınız, öldürecek misiniz bu yavruyu" deyince aldığı cevap karşısında adeta dünyası başına yıkılıyor.
"Evet; öldüreceğiz, öldürmeliyiz çünkü o yaşamamalı. Neden böyle davrandığımızı bir güzel anlatayım da sen de bize hak ver” diyerek devam eder;
“Bak beyim, sen eli yüzü temiz bir insana benziyorsun. Herhalde devlet memurusun. O kadar insan yanımızdan gelip geçtiği halde kimse senin gösterdiğin delice duyarlılığı göstermedi. Senin farkını gördüm. Onun için şöyle bir otur da anlatayım bir bir. Zannetme ki ben vicdansız, zannetme ki ben vahşi bir canavarım”.
“-Altmışlı yıllarda Almanya'ya gittim. Gurbete giderken evliydim. Çocuklarımı görmeye sık sık gelemiyordum. Eşimin ölümüyle yetmiş senesinde memlekete geldim. İki tane çocuğum öksüz kaldı. O dönem Almanya'ya gitmek büyük bir ayrıcalıktı. Memlekette eş dost bu Almancı, bunda para bol deyip rahmetlinin üzerinden az bir zaman geçmesine rağmen güzel ve oldukça genç bir kızla beni tekrar baş göz ettiler. Dolayısıyla ikinci eşimle kısa bir beraberliğimizden sonra tekrar gurbetin yolunu tutmak zorunda kaldım. Uzun müddet memlekete gelemedim. Aradan sekiz on yıl geçtikten sonra ancak dönebildim. Baktım ki hanımımın kucağında üç dört yaşlarında bir çocuk var. Başımı beynimi yedim. Günlerce uyuyamadım. Soruyorum, ama bu çocuk senin diyorlar. Ben hesap ediyorum, sekiz on yıl olmuş gideli. Benden olsa bu çocuk üç dört değil de sekiz on yaşında olmalıdır diyorum. En sonunda bir silah buldum. Hanımı ahıra indirdim, silahı ağzına soktum ve; ya öleceksin ya da ikrar edeceksin deyince hanım gerçeği itiraf etti.
Kahramanımıza dönerek; "Hemen aklına bir başkasıyla gelir, yabancı biri yani, nikâh düşecek biri değil mi beyim. Ah keşke öyle olsaydı. Çünkü öyle olması bile gerçeğin karşısında çok şereflidir. Neler vermezdim düşündüğün gibi olsaydı."
Derin bir nefes alıp şöyle arkaya doğru yaslanarak;
“-Evet sıkı dur beyim sıkı dur, beni kahreden, ölüp ölüp dirilten gerçek şu; Gurbete giderken, yani anasının yanında bıraktığım, bu gün ondokuz yirmi yaşlarında olan oğlumla... Bu velet olmuştur. Şimdi bu çocuk nedir, kimdir, nesebi, kimliği ve ailede meydana getirdiği çok yönlü yıkımı nasıl izah edilir, anlaşılır gibi değil. Bu çocuğun ölümü tek tesellimiz olacaktır. Ama onu da yapamıyoruz. Ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilemiyoruz. Böyle bir olayı Allah kimsenin başına vermesin. Ölmeden önce ölmek, hatta binlerce defe ölmek böyle bir şey olsa gerek. Bir çözüm yolu da yok veya varsa da inan ki beyim benim aklıma gelmiyor. Gök kubbe bana zindan oldu, sence ne yapmam lazım, lütfen bana bir akıl ver” gibi yakınmaları hemen kahramanımızda zekice çağrışımlara sebep olur.
Ali Bey, Sağlık Bakanlığında müdürlük görevi ifa etmektedir. Görevi gereği geniş halk kesimleriyle temasta olduğu için onların da bazı dertlerine vakıf olma gibi durumları olmaktadır. ‘Hasta olan kişinin doktor ayağına gelirmiş derler’ ya tevafuktur aynen öyle bir durum; Aydınlıkevler’de bir cami imamı, çok önceleri,  evlatlık çocuk arandığını söylemişti kendisine. Arayanların oldukça zengin olduğunu ama hiç mi hiç mirasçılarının bulunmadığına dair güzel bir talebi çağrışım yapar.
Emin ve vakur bir şekilde; "Öldüreceğinize verin bana bu çocuğu vicdansız herifler" diyerek çocuğu kaptığı gibi oradan uzaklaştığı bir olur.
Bir taksiye atlayarak çocukla beraber evine gelir. İlk işi tatildeki çocuklarını arayarak iki üç gün sonra döneceğini bildirir ve ister ki, çocuğu rahat edebileceği yeni evine yerleştirsin. Önce banyo yaptırmak aklına düşer. Bu amaçla çocuğu hazırlamak için elbiselerini çıkarır. Bir de ne görsün, aman Allah’ım yavrucağın vücuduna dünya fiziki haritası çizilmiş. Vücudunun her tarafı çürümüş. Memlekette anasının yapmış olduğu turşu içindeki domates veya salatalık gibi adeta iğne ile delik deşik edilmiş haline, sevgiye tutkun bir insan kalbi ile gözyaşları içerisinde hüngür hüngür ağlayarak şahit olur.
Gerekli tedbiri aldıktan sonra yavrucağın karnını doyurur ve bir müddet sonra rahatlayan çocuk kendinden geçerek uyur. Kendisi de şöyle bir balkona çıkarak, o efkârlı hal içinde masasını kurar ve kendi deyimiyle bir güzel demlenir.
O gün erken kalkar. Evlatlık isteyen aileyi imam efendinin yardımıyla tez elden bulur. Hikâyesini anlatır. Karşılıklı sözler verilerek çocuğu teslim eder. Bilahare akşama doğru arabasına binerek tekrar Gökova’ya doğru yola koyulur.
Aradan tam yirmi beş yıl geçmiştir.
Zengin bir ailenin yanına verildiğini duyan ailesi, gazete ilanlarıyla çocuğu epeyce aramış, şimdi ise umutlarını kestikleri zannediliyor. Hoş, bu saatten sonra zaten yapılacak bir şey yok.
Şu an da umutsuz bir ailenin mutsuz yuvasına huzur ve mutluluk getiren bu çocuk bayağı olgun yaşlarda evli ve üç çocuğu olan bir aile reisidir. Çok güzel bir eğitim almıştır. Sırasıyla ilköğretimini özel okullarda, liseyi Ankara TED Kolejinde, üniversiteyi de Bilkent’de tamamlayarak hayata büyük bir iş adamı olarak atılmıştır.
Şu feleğin işine bak derler ya; nereden nereye...
Bir insanın bir âlem olduğunu, bu âlemin de ne kadar zikzakları olduğunu yaşayıp görüyor insan. Yaratılıştaki aşk ve merhamet anlayışını fıtratına uygun bir ölçüyle ortaya koyan kahramanımız bu örnek davranışıyla kendine yakışır, duyarlı insanlar arasında çoktan yerini alır.
Burada her kişinin değil, er kişinin keyfiyeti görülüyor.
“Kim bu insan, bu gün bağlantın var mı, seni ziyarete geliyor mu, diye peş peşe sorsam da, yine verdiği cevap kaçamakça olur... Sözüm var söyleyemem, der ve ekler;
-Ben doğduysam isteğimle değil, istemediğim bir hayat kucağına almış beni yaşatıyorsa, bu hiç de doğru değil. İnsansam ben, yaşamak hakkımsa, tabiat kuralları insanlar için eşitse, var olmak, yok olmak kadar doğalsa neden yaşamak hakkım değil.
-Kavgayı, bir ağacın yaprağına yazmak isterdim. Sonbahar gelince yaprak kurusun diye.
-Öfkeyi bir bulutun üstüne yazmak isterdim yağmur olup yok olsun diye...
-Nefreti karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın erisin diye,..
-Ve dostluğu ve sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye...



[1] Not: Hikâyedeki asteğmen, Kahramanmaraş Milletvekilliği yapmış olan Sayın Edip Özbaş’tır.
[2] Not: Bu hikayeyi 1994 yılında Kahramanmaraş Mebusu olarak mecliste bulunan Saffet Topaktaş,  kendisi de vekil olan Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’a anlatır.
Söze; ‘İki tarafın aydınları olarak bin yıl beraber olduğumuz bu topraklarda aydın sorumluluğu taşımalıyız ve deveyi oynatmamalıyız’ diye başlayınca Abdülmelik Fırat kısa bir süre sükut kaldıktan sonra ‘Bizi eşek ettin’ sözü usulce dilinden dökülerek bulunduğu meclisi terk eder.

[3] Not: Bu hikâyede adı geçen “Himmet” ünlü şairimiz merhum Abdurrahim Karakoç’un babasıdır.
[4] Not: Yazarın hayatında bir kesit.
[5] Not: Yazarın geçmişinde bir kesit.

1 yorum:

  1. Is Poker Online Safe or a Scam? - DrmCD
    A poker 정읍 출장마사지 game is played between two teams of two. You will have to 평택 출장샵 guess which hand you choose 남원 출장마사지 based 고양 출장안마 on 하남 출장안마 player's first hand

    YanıtlaSil