8 Aralık 2015 Salı

DİRGEN ALİ _ KİTAP & SIDDIK DEMİR





DİRGEN ALİ


  



Sıddık DEMİR


DİRGEN ALİ
Sıddık DEMİR


KUĞU KİTAP

Dizgi ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK

ISBN:
978-605-XXXX-XX-X

Sertifika No:
14721

1.Basım, ANKARA 2014

Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2 No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com



Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.


Yazar Hakkında:
1959 yılı K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda Öğretmenlik ve idarecilik yaptı.”Yeni Nefes”adında bir okul dergisiyle yaym hayatına başladı.Bilahere birden çok çalışmalarıyla kültür hayatında yerini aldı.
Yayınlanmış Eserleri:
1-Afşin’li, DERDİÇOK(Derleme)
2-Gündemden Kesitler(Deneme)
3-Ankara Gönül Erleri(Araştırma)
4-Dirgen ALİ (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Deneme, hikaye, tahlil)
6-En Uzun Gün(Tarihi roman)


GİRİŞ
Tikenli yaylasının gümbür gümbür toprağa fırlayan pınarları aklına gelmiş olmalı ki “Ah Tikenli ah…” kelimesi döküldü ağzından… Ne günlerdi onlar diyerek gözlerini dikti bir noktaya. Nice sonra evladım bir su ver de Tikenli’nin pınar-larından akan su niyetine içeyim dedi.
İlbey daha önce duyduğu ve hep merak ettiği Tikenli yaylasıyla ilgili bildiklerini öğrenmek için misafirine sordu:
-Ese amca Tikenli de neresi?
-Bak İlbey’im, evladım; sende aynı toprağın insanısın. Memleketinden uzaklaşınca toprağın hatıralarını sana anlatacak birilerini hep aramalısın. Toprak, ancak üzerindeki hatıralar yaşanır ve bilinirse sıla olur, vatan olur. Yoksa yaşananlar bilinir ama halde yaşanılamazsa toprak bir kuru çorak olur, ahraz olur. Dili olmaz, imanı olmaz, ölüden farksız olur.  Ama  onu yaşatırsan toprak ta vatanlaşarak yaşar. Kökü kömeci olur. Bu canlılığı sende görerek yaşarsın. O zaman ondan korkmazsın. Seversin ve sevildiğini bilirsin.  Nihayetinde kendine onu sadık bir dost olarak görür ve vuslat zamanı seve seve kollarına girersin, yeni bir hayata başlamak için. Bilahare farklı bir boyutta çorak topraklarda cennet havası estirirsin.
İlbey şöyle ardına yaslandı.
-“Ese amca çok derine daldın anlaşılan. Senin içinde yaşattığın çok tatlı hatıraların olmalı. Hele bir soluklan” dedi ve misafirine ikramlarda bulunmak, bilahare kaldığı yerde başlatarak olayları açtırmak niyetiyle kalktı.
Elinde mütevazi bir çay tepsisiyle tekrar içeri girdi. Çaylar yudumlanmaya başlanırken İlbey:
- Evet Ese amca  devam edelim mi ?
- Evladım; Tikenli Yaylası, Bostanbeli, Gökçebel, Güvek, Arpalık gibi yerler; Afşin’e bağlı bazı köylülerin ömürlerinin yarıdan fazlasının geçtiği, bin bir türlü hatıralarının yaşandığı siz deyin yazlık, ben deyim her türlü nimetlerin derildiği, sporların yapıldığı, tertemiz hava ve sularından istifade edildiği ve özgürlüklerin zirvede yaşandığı, adeta canlı bir varlıkmış gibi coğrafyanın ruhunun oluştuğu vatan parçası...
Daldı ve aktı gözelerinde bulgur bulgur yaş…
-Binboğa dağları vasıtasıyla Allah ın bizlere bahşettiği nimetlerdir bunlar. Adına sizler kuru bir kelime ile dağ diyorsunuz. Evladım, bize göre o dağ değil çok şeydir. Çok şeyden de fazla her şey...
Özellikle o dönemler, ovalardan daha çok, daha betli bereketli, daha kanlı canlı ve daha senli benli... Hayvanlarımız alabildiğine özgür ve sağlıklı. Bahşettiği süt, peynir o kadar lezzetli ve temiz... Oysa ovalar müzbit, çorak ve sıcak... Üzerinde yaşayanlara dağlar kadar nimet sunması mümkün değil.
Ese amcasını yavaş yavaş canlı dediği hatıralara çekmek isteyen İlbey:
- Ese amca, doğup büyüdüğün yerin canlı kalmış yaşayan hatıralarına şöyle  bir başlangıç yapabilir miyiz?
Ese amca:
- “Sabret be oğul” bunlar yaşanılır. Anlatılması zordur. Hele yazması daha zordur. En kolay da senin yaptığın... Yaslanmışsın koltuğa, bir kaç ömürlük hatıraların canlılığını birkaç saatte yaşayacaksın. İşte emek çekmeden, yorulmadan bir şeyler öğrenmek veya bir kazanç elde etmek böyle olur.
İşin bir tarafından bakınca böyle görünüyor. Öbür     tarafında ise     senin    gibi duyarlı,     köküyle kömeciyle ilgilenen, bölgesinin kültür varlıklarını yazılı hale getirmek için gayret eden, yaşanmış tecrübelere aynı heyecanla bakarak sorularla mera-kını gidermeye ve bunlardan bir şeyler çıkarmaya çalışan, çevremizde kaç insan bulunur. Beni zaman zaman geçmişe götüren hatıralardan daha çok, bunları geleceğe taşıyarak kendi nefsinde yaşama-ya ve yaşatmaya namzet senin gibi insanların var olması son derece bahtiyar ediyor. Yoksa cansız tabiat veya unutulmaya yüz tutmuş kültürel zengin-liklerimiz nasıl canlı kalır. Benim kastım bu... Bunlara sizler sahip çıktığınız müddetçe hatıralar bayrak olur ve dahası vatan olur.
-En yakınımda bulunanlar bile bu konulara ilgisiz kalırken tıpkı “Bir varmış bir yokmuş” gibi hemen başlayıp hemen biten bir durummuş gibi yaklaştıkları halde sorularınla beni çözmeye çalışan ve notlar almaya  devam eden seni görüyorum... Ne yapmak istediğini anlıyorum... Ve dilerim Allah’tan ki “Niyet hayır, akıbet hayır” sözü sizin için geçerli olur.
İlbey:
- Ese amca, sizin hatıralarınıza hiç talip olan oldu mu?
- Olmaz mı oğul.         Oldu oldu da, ortaya bir şey çıkmadı. Bir ara Yaşar Kemal geldi.  Bir iki gün fakirhanemde kaldı. Hatıralarımıza bütün canlılığıyla vakıf oldu.
-Sonrası şu: “Çok güçlü ve kişilikli kahramanlar var. Ancak İnce Mehmet’i yazmasaydım  Dirgen’i yazardım” dedi. Daha sonra onun İnce Mehmet’ini okudum. Bizim hikayemizle İnce Mehmet’in tam örtüşmediğini gördüm. İnce Mehmet genelde mevcut egemen olanlarla mücadele eder. Fakir fukaradan yana tavır alır. Karşısında devlet bile olsa onun mücadelesi değişmez. Hadi halkı sömüren ağa, bey gibi nüfuzlu insanlarla kavgası vardır. Bu konu bize de yabancı değil. Biz de aynı minval üzere var olmak, büyümek ve bu anlamda egemen olmak...
- Her lider yaratılışlı insanın özellikleridir bunlar.
- Peki fark ne size göre?
Ese amca nasıl anlatsam ki dermişçesine içini çekerek devam etti;
- Zulüm de görse, canından da olsa, en büyük onursuzluğu da yaşasa bir insan, bütün bunlar devlet denen yapıdan geliyorsa, bizim kültürümüzde o yapıya direnme yoktur. İçimiz kan ağlayarak buna katlanırız. Yapılanların doğruluğu mümkün olmayabilir. Ancak devlet dedin mi biz orada dururuz. Bizim hatıralarımız da hayallerimiz de böyledir.
İlbey, hemen araya girerek;
- Devlete de dirlik düzen gerekmez mi Ese amca?
- Gerekir gerekir de ondan daha güçlü durumda olacaksın. O zaman aksayan devleti onarır veya düzeltirsin. Yıkmazsın ha... Haksızlığa karşı başkaldırı kültürü bizde hep “Devlet ebet müddet” veya “Ulul emre itaat” anlayışıyla baskı altına alınmıştır. Bu durumdan çok çekmişiz. Devlet adına yapılan kötü muamelelerden, haysiyet kırıcı davranışlardan çok çekmişiz çok... İşte bu kalıplaşmış sözlerle karşımıza çıkan manevi önderler, hak arama kültürünü geliştirmemişler. Bu tarafımız güdük kalmıştır. Bu açıdan bakacak olursak toplumların içinde yaşayan güya kanaat önderleri, kendilerine itibar edenleri hep frenlemişler, her şeyin başı hak aramaktan ziyade sabır demişler...
- Kurulu düzen kendi aksaklıklarını görmek istemez. Dalkavuk ve menfaatçi çevreleri ise idare edilenleri hep nankörlükle suçlar. Ona göre de tedbirleri sert olur. Estirdikleri havaya devlet derler. Bu durum taa ücra köşelerde bile insanın insana zulmü şeklinde ortaya çıkar. Bir kere kılıçlar çekildi mi güce dayalı adalet güçlü olanlar nezdinde tez elde kurulur. İşte hikayesini anlatacağım babam “Dirgen Ali” de bu halının bir deseni. Bu kültürün bir parçasıdır. 
Burada suçlanacak veya övünecek bir durumda değilim. Yaşanmış bir tarihi ve şahit olduğum köy hayatını, lehte ve aleyhte olan olayları, tarihin derinliklerine atılarak unutulmasın endişesiyle anlatacağım. Nice zaman oldu böyle bir talep olmadı. Nasip bugünmüş. Önceden yayınlamış olduğun eserleri de görünce bu işte samimiyetine inandım.


BÖLÜM 1 

Üstadım Derdiçok ruhun şad olsun
Yattığın topraklar nur ile dolsun
Benden Karakoç’a  çok selam olsun
Sizler gibi şair olamam elbet

Ese Dirgenoğlu bizim Norşun’dan
Alnının çatı var yarım arşından
Ne atomdan korkar ne de kurşundan
Onlar gibi yiğit olamam elbet

HACI YENER



Karahöyük Köyünde kalabalık aile fertlerin-den biri olan “Fakı”, askerlikten okuma yazma öğrenerek köyüne döner. Anadan, atadan da birazcık ibadet etme kültürü ve ezberi olduğu için akranları, hocası olmayan köylerden birine “Fakı” yani hoca olarak gidip görev yapabileceğini söylerler. Ücreti köylüler tarafından ödenen hocaya o yörede “Fakı” dendiği için ayırmak istenildiğinde “Falan köyün Fakı’sı”  denir. O kadar. Çoğu köylerde tek hoca olduğundan adı dahi zor bilinir. “Hoca gel”, “Hoca git” veya “Fakı gel”, “Fakı git” gibi...
Afşin Kasabasının Norşun Köyü sakinleriyle bizim Karahöyük lü Fakı Hoca anlaşır. Köye taşınır. Köylüler “Fakı”larına ilgi, iltifat gösterir. Kendisine ev açarlar. Ancak “Fakı” bekar olduğu için bu durum köye uygun düşmez. En kısa zamanda yine aynı köyde bir kız bulunur ve “Fakı” evlendirilir.
Huzurludur, mutludur. Her zaman olduğu gibi bu durum çok sürmez. Babasının adını verdiği Durdu adında bir de oğlu olur. Ve lakin Fakı Hoca çok zeki ve ticarete kafası da çalışmaktadır. Fakı-cılık harici zamanda da ticari alışveriş için evden uzaklaştığı anlar sık sık olmaktadır. Derken kula-ğına hoşlanmadığı bazı dedikodu cinsinde sözler gelmeye başlar. Önceleri “Gel geç, senin palazlan-mandan oluyor bütün bunlar, bu köyde garipsin her gelen konuşuyor” gibi düşüncelerle teskin olurken, “Acaba” demeye başlar.
O halde emin olmanın tek yolu, gözetim altına almaktır diyerek ticari bir iş için yan köye gidiyorum; akşama varmaz dönerim tembihi ile evden ayrılmış gibi yapıp, oturduğu evin karşısın-daki çalılıklara saklanır. Gözetlerken eve birinin alındığına şahit olur. Norşun Fakı’sı fazla düşün-meden kendi evine bir baltayla dalar. Uygunsuz hali de görünce baltayı erkeğin boynuna sallar. Adam eğilince sağ kulak kökünden yaprak misali düşer. Devamına eremeden adam canını kurtarır. Sıra gelir karısına. Gayet rahat bir şekilde onunda iki kulağını birden keserek öldürür.
Norşun Fakı sı çok zeki, ticaret erbabı ve de gözü pek yiğit bir kişiliğe sahip. Ölü sahiplerinin güçlerine ve kendi tekliğine aldırış etmeden elinde-ki delillerle beraber Elbistan Kadısına götürülür. Kadı, muhakeme ettikten sonra Norşun Fakı sının haklılığına karar vererek serbest kalmasına izin verir. Çevredeki insanların ve diğer köylülerin de kararı kabullenmeleri, Norşun Fakı sına açık düş-manlığın yapılmadığının verdiği rahatlıkla Fakı da rahat hareket etmeye başlar. Oğlu Durdu ile bir müddet yaşayan ve Fakılığa devam eden hoca, tekrar evlenmek isterse de her gittiği yerde olum-suz cevaplar alır. Çevredeki erkekler bir tarafdan Norşun Fakı sını takdir ederler, diğer tarafdan aile efratlarının karısını kesen adam gözüyle değerlendirmelerini önleyemezler.
Bu ruh halinde ne yapacağını şaşıran Fakı çocuğunu da alıp o bölgeyi terk etmenin zamanın geldiğine inanır. Diğer taraf dan da o günün şartla-rın da nereye gider, ne yapar; gidecekse de ne ile gider... Varacağı  memleketlerde küçücük bir eş dost, hatta selam vereceği birileri olsa gecesini gündüzüne katar ama ümitsiz, korku ile bekler.
Bir sabah köyde sıkıldığı için şöyle Elbistan’a doğru gideyim der. Öğle ezanında oraya ulaşır. Şehri gezerken bir elin uyarısıyla ardına döner ki, arkadaşı Muhammet Hafız’la göz göze gelir. Elbistan ovası küçük olduğundan yapılan bir iş kısa sürede her yere ulaşır. Muhammet Hafız da Norşun Fakı sının durumunu biliyor. Hoş beş ikramlardan sonra son durumu Hocanın ağzından öğrenen Terzi arkadaşı Hafız, Norşun Fakı sı için dönüm noktası olan teklifi açık yüreklilikle ortaya koyar.
-Bak Fakı; seni ben uzun dönemdir tanırım. Karakteri sağlam, dürüst ve dini bütün yiğit bir insansın. Şu genç yaşta, üstelik bir de küçük yavru ile yaşayamazsın. Anlattığın gibi sana bu konuda kimse yardımcı olmamış. Durumun beni rahatsız etti. Bir arkadaş bir dost olarak senin durumuna el atıyorum. Benim yaşları birbirine yakın üç tane kızım var. Bunlardan biri ile evlenmene razıyım. Önce bana müsaade et, kızlarımla konuşayım. Hangisi seni tercih ederse hemen onunla nikahını kıyalım. Ne dersin? dediğinde Norşun Fakı sı aliyül ala bir durumla karşı karşıya kaldığı için, içinden şükürler etmeye başlar. Zahiren de “Siz nasıl münasip görürseniz” cevabını sıkılarak yansıtır.
Terzi Muhammet Hafız, zaman kaybetmeden hemen yerinden kalkar, kızlarının bulunduğu odaya geçer. Her üçünü de çağırır. Norşun Fakı sı hakkında bütün bildiklerini ve kendi kararını söyler.
Kızlar bir müddet sükut kalır. Sonra kendilerine karşı medeni bir teklif yapan babayı fazla incitmeden kanaatlerini sıkılarak da olsa arz ederler. Evin büyük iki kızı “Eşinden bu şekilde kurtulan adam pek tekin adam değildir. Biz iki kardeş böyle düşünerek teklifi reddediyoruz. Bu adamla kendi irademizle evlenmek istemeyiz babacığım. Buna rağmen siz emrederseniz sizi kıramayız” derler.
Küçük kızın adı Eşe’dir. Babası “Eşe kızım sende mi ablalarınla aynı düşünüyorsun? Haydi çekinme, onların kararlarını değiştirmem mümkün değil. Bu iş gönül işi, bu iş rıza işi kızım. Onlar hayır dediğine göre sen dünden hayır diyebilirsin. Ha kızım bunu bir de senden duyayım”
Eşe:
- Babacığım yiğit insanın başına böyle olumsuzluklar gelir. Anlattığına göre ilk karısını haklı olarak... Namusunu koruyan insan, eşini seven ve sevmesini bilen insan olmalıdır. Norşun Fakı’sının bu durumu benim için telafisi olmayacak bir kusur gibi görülmüyor. Ablalarımın kararından sonra benim vereceğim kararın olumlu olması senin için sürpriz olacak ama ben kızın Eşe olarak Norşun’lu Fakı’nın izdivacına talibim. Sizce de bir sakınca yoksa bu evliliğe evet diyorum.
Eşe kızın yüreklice verdiği bu karar Fakı ya iletilir. “Şöyle bir Elbistan’a doğru yola çıkayım. Biraz eş-dost göreyim. Burada bayağı sıkıldım” diyerek köyden ayrılan Fakı, bir hafta içinde Eşe’yi de alarak Norşun’a döner.
Eşe, Elbistan’da iken doktor olan komşuları ile arası fevkalade iyi olduğu için, doktorların kendi evlerini muayenehane olarak kullanması ve zaman zaman küçük operasyonlar yapması esnasında aile ferdi gibi görülen Eşe’den hemşirelik hizmeti alınması, Eşe’nin de bu konulara çat pat vakıf olması, Norşun Fakı’sının ticari anlayışıyla birleşince kısa zamanda köyde halleri en iyi olan aileler arasına girmeleri gerçekleşir.
Aradan zaman geçer. Bir gün kayınpederi Terzi Hafız’ın ölüm haberi gelir. Fakı, Elbistan’a gider. Cenaze defin işleri bittikten birkaç hafta sonra baldızları ve küçük erkek kardeşlerini de alarak köye döner. Bunca zaman geçmesine rağmen kendisini beğenmeyen iki baldız ve askerliğini yapmış erkek kardeşleri halen bekardır. Hafız’ın ölümü ile zaten kol kuvveti göz emeğiyle sağlanan geçimin bundan böyle nasıl olacağı düşünülür. Çare olarak ufak tefek elden çıkacak olan eşyalar paraya çevrilerek, taşınmaya müsait diğer eşyalar da yanlarına   alınarak köye getirilir.
Norşun Fakı’sı köyde garip, kimsesiz iken birdenbire kayınbiraderli, baldızlı geniş bir aileye sahip olur. Onlara göz kulak olur. Zamanla kendisiyle evlenmek istemeyen baldızlara köyde nasipler çıkar. Diğer kayınbiraderler de evlendirilir. Birbirlerine dayanarak geçimleri üzere olurlar. Tabi aile oldukça genişler. Maddi ve manevi olarak Fakı köyde bir güç olur. Üstüne üstük Eşe Hanımdan tam beş çocuğu olur. Bir çocuk da ilk hanımdan olunca beş erkek bir kız, toplam altı çocuğuyla daha da büyür.
Dengeler değişmeye başlar. Köyün yerli kabileleri, mesela köyün kurucusu sayılan Musa Kağ karşısında ayağı yer tutan dişe diş diyebilecek noktaya gelir.
Dedik ya dengeler değişiyor. Bu duruma kayıtsız kalmayan yerliler hemen eski yarayı kaşımaya başlar. Norşun Fakı’sı da bu değişen dengeler içinde fevkalade tedbirsiz ve tevekkül sahibi. İş unutuldu, aradan onlarca sene geçti düşüncesiyle dünyalık işlerle uğraşır. Altı çocuktan beşini evlendirir. Ali henüz doğmuştur.
Köy yerinde yapılan dedikodular, üzeri küllendi zannedilen, Fakı’nın ilk hanımı taraflarıyla yapılan meydan kavgası huzursuzluğu yeniden başlatır. Kayınbiraderi Çerkez Mustafa karşı tarafta birinin boynunu kırarak öldürür. Fakı yol yordam bildiği için olayı nefsi müdafaaya döktürür. Ve kısa bir mahkumiyetle  Çerkez Mustafa kurtulur. Ortam gergin, kamu vicdanı karşı taraf için rahat değil. Kılıçlar çekilmiş. İnsanların intikamlarını almaları lazım. Biri kadın şimdide bir erkek aynı akıbete uğramıştır. Eğer Çerkez Mustafa ortadan kaldırılırsa ilk hanımının kanı yerde kalacak. Yok Norşun Fakı’sı ortadan kalkarsa bir taşla iki kuş vurulmuş olacak ve böylece intikam  alınmış durumu oluşturulacak.
Karşı taraf akıllanmıştır. İşi bundan böyle hileye dökmeleri gerektiğine inanırlar. Bu duyarlılıkla Fakı’nın hep takipçisi olurlar. Ezikliğin ve suçluluğun verdiği psikolojik nedenle de Fakı rahatsız ama tedbirli. Yaşı ilerlemiş, çocuklarının biri hariç evlendirmiş, onlarda kol budak salmış. Bu konuda rahat. Olursa olur, ölürse ölür. Ecel gelirse gelir deyip tevekküllü ama tedbiri de  elden bırakmamaya çalışır.
Eşe Hanım evde un olmadığını belirterek; “Birkaç çuval buğdayı eşeklere yükleyelim de hoca Hunu değirmenine götür. Kışlık ekmeğimizi yapalım” der. Eşe Hanımın yüksek perdede söylediği sözlere Fakı hiç aldırmaz. Sanki birileriyle  konuşuyormuş gibi kendi kendine bir aleme dalar.
Eşe Hanım:
- “Hoca sana diyorum, beni hiç duymuyor musun? Betin benzin soluk, kendine gel Allah aşkına, bak henüz kuşluk. Şimdi çıksan akşama gelirsin, haydi bire der.”
Çocuklardan kimse yok. Eşe Hanım Fakı’nın yalnız gitmesini istemediği için kardeşi Mustafa’yı da yanında gönderir. Buğdayı öğütmek için değirmenin bulunduğu Hunu Köyüne varılır.
Değirmenci Hoca’yı tanır. “Hoca sen uzaktan geldin önce senin buğdayını öğütelim de erkenden gün aşırı evine dönesin” der.
Hoca buna sevinir ama yine de içindeki olağanüstü garip ve efsunlu duygulardan bir türlü sıyrılamaz. Bir an önce eve vararak dinlenmeyi hayal eder. Diğer yandan ilk defa ölüm korkusunu hisseder. Şimdiye kadar hiç tatmadığı bu duygunun neye alamet olduğu şüphesi değirmende kaldığı sürece kendisini hep yer bitirir. Bir an öğütülmüş una bakarak bunu yemek nasip olacak mı acaba, kime niyet kime kısmet diyerek bacanın dibine çömelir. Bir sigara içimlik zamanda ecel bacadan atılan kurşunla gelir. Norşun Fakı’sı atılan tek kurşunla bir anda ölür. Kurşun, tam beynine saplandığı için yapılacak hiçbir şey kalmaz.
Kayınbiraderi Çerkez Mustafa, hazırlıklı olduğu için olay yerine seğirtir. Beş kişiden oluşan infaz ekiple bir müddet çatışır. Bir kısmını yaralar. Ama kendini kurtarmayı da başarır.
Norşun Fakı sının ömür öğüdü değirmene götürdüğü buğday öğüdünden daha kısa olmuştur. Tek başına geldiği köyden o döneme göre iyi bir miras bırakarak göçen Hoca, başarılı ve heyecanlı bir hayat sürmüştür. İleride bu anlamda kendisini geçecek olan oğlu Ali henüz altı aylık bebektir.
Değirmen kan gölüne dönmüştür. Cenazenin bir an önce Norşun’a götürülmesi gerekir.
Kayınbirader Mustafa saldıranlarla kurşunu bitene kadar çatıştıktan sonra ortamın sakinleştiğini anlayınca eniştesine koşar. Aradan yarım saat geçmesine rağmen cesedin soğuduğunu anlayınca öldüğüne kanaat getirir. Etrafındaki insanlardan birini Fakı Hocanın atına bindirerek köye haber ulaştırır. Hocanın çocukları, kayınbiraderleri değirmene ulaşır.
Eşe Hanım, haber üzere baygınlık geçirdiği için çatışma bölgesi olan yere gelememiştir. Cenaze bir kağnı temin edilerek köye götürülür.
Değirmencinin dediği gibi Hoca gün aşırı eve dönmüştür. Cenaze evinde sabaha kadar insanların gözüne uyku girmeden beklenir. Çocukları, uzak yerden gelecekleri hesap ederek öğlen namazına müteakip defin işini gerçekleştirir. Eşe Hanım akşama kadar Fakı Hocanın mezarına sarılarak öylece kalır. Nice sonra küçük bebesi Ali aklına gelir. İntikam duygusu içinde gözleri kan çanağına dönen Eşe Hanım, perişan vaziyette eve döner.
Yavaş yavaş konu komşu azalmaya başlar. Ev sahipleri kendini koyuvermeden ufak tefek işlerle uğraşır. Yayladan yeni dönüldüğünden zaten fazla da iş yoktur.
Hocanın katil zanlıları tutuklanır. Yaralı olanlar tedavi için Elbistan Hastanesine yatırılır. Alınan ifadelere göre dördü savunma yapmıştır. Biri de saldırarak hasmını öldürmüştür. Suçu üzerine alan cezasını çekmek üzere Dam’a konur.
Elbistan Cezaevi, ağır cezalık mahkumlara göre olmadığından tutuklu Hatay-Payas Cezaevine nakil olur. Bu cezaevi, denizin tam dibinde dalgaların sürekli duvarlarını yaladığı güvenli bir Dam dır. Kimleri barındırmış, kimler gelip geçmiştir. Dili olsa da konuşsa...
Ünlü Avşar Beyi ve Halk Ozanı Dadaloğlu’nun da bu Dam da uzun müddet yattığını halk bilir. “Ferman Padişahınsa dağlar bizimdir” demiştir ama yinede devletin kurduğu tezgahtan geçmeden edememiştir.
Eşe Hanımın, kış geldiği için köyde yapılacak bir işi yok, küçük Ali’yle uğraşmanın dışında...
Bir akrabasının Payas’ta olduğu aklına gelir. Çocuklarıyla oturur. Uzun bir tartışma ve istişareden sonra, ellerinde ne kadar nakit varsa alarak doğru Payas’a iner. Amacı belli... İntikam...
Günler geçer. Bir türlü içeriyle bağı olan birine rastlayamaz. Akrabasına da sıkıntı olmaya başladığını düşünür. Bu halet-i ruhiyeyle şöyle bir hava almak bahanesiyle tekrar sokağa çıkar. Bir gürültüyle kendine gelir. Karısını sokak ortasında döven resmi elbiseli birini görür. Önce, ne olduğunu anlamaya çalışırken adam Eşe kadına:
- “Bütün kadınlar böyle mi? Ben sabaha kadar cezaevinde gözüme uyku girmeden ayakta nöbet tutuyorum. Eve gelince kahvaltım dahi hazırlanmıyor. Bin bir türlü sıkıntı içinde bir de bu...” gibi konuşmalara şahit olur. Eşe kadın bu muhabbetin devamı için olayla ilgilenir. Kendisine hak verir gibi kafasını öne eğerek tasdik eder. Ağzı yüzü kan içerisinde olan hanımı kaldırıp evine götürür. Evin beyiyle yaş farkı olduğundan çekinmeden sohbete devam eder. Bu arada sohbetin önemli bir anında kendisini ilgilendiren mahkumla ilgili sorular sorarak bilgilenmeye çalışır. İlerleyen saatte samimiyetin olgunlaştığı bir anda niyetini yavaş yavaş açar. Bakar ki adam ilgileniyor. Kulağına eğilerek yavaşça can alıcı teklifi yapar.
Gardiyan “Ama Eşe teyze” dese de ömründe bir arada göremeyeceği parayı kesesiyle “say” diye önüne atar. İnsan sağlığıyla ilgili bilgisi olduğu için, işin nasıl olacağına dair taktik de vermeyi unutmaz.
Gardiyanın gözleri fal taşı gibi açılmıştır.
“Eşe teyze sen işi olmuş bil. Ancak aramızda kalacak. Ve sen bugünden itibaren köyüne dönmelisin. Ben bir şekilde sana haber ulaştırırım” der.
Eşe kadın, o gece rahat bir uyku çekmiştir. Sabah erken kalkar. Hazırlık yapar. Maraş’a bir an önce varmak üzere yola koyulur. Giderken geriye dönüp bakarak “Sana kalmayan dünya uyuz bir ite mi kalacak?” diye diye köyüne varır.


BÖLÜM 2


Nice kim gözlerim ol
Gözleri fettan uyumaz
Gerçek imiş bu mesel
Fitne-i devran uyumaz

Cem Sultan

Koklama nadan elinde gül
Al eline suseni
Geçme namert köprüsünde
Ko apartsın su seni

II.Beyazıt



Eşe kadın Payas Cezaevi operasyonundan  sonra biraz rahatlamıştır. Bundan böyle çocukları yetişmişte olsa onlara hem ana, hem de babalık görevini daha iyi sürdürmeye kararlı. Bunun için daha hiç yaşanmamış dediği ömrünü bundan böyle dolu dolu yaşamayı düşünür. Barış içinde, kardeşçesine, kavgasız gürültüsüz bir gelecek hayal eder. Bunca kavganın içerisinde bulundu, bunca insanlar ziyan oldu ama sonuç kocaman bir hiç.   Değer miydi Fakı’sının canına karşılık koskocaman Elbistan Ovası. Onunla yaptığı küçücük fısıldaşmalar, küçücük cilveler, kimseciklerin olmadığı yerde bir cimdik veya bir öpücük... Hep içini çekerek hayallere dalmaya devam ederken küçük Ali’sinin yaramazlıklarıyla kendine gelir çoğu zaman. İşte o an Fakı’sı gözünün önünde geçici de olsa  kaybolur.
Ali’nin evin en küçüğü olması ağabeyleri tarafından çok sevilmesi demekti. Evet çok değer verilir, çok da şımartılırdı. Her kardeşin eli Ali’nin üzerinde olur. Ali altı aylık oluncaya kadar bir, şimdi ise dört babası, iki anası olmuştu sanki. Ağabeyleri özellikle de Hafız Ahmet tevekkül ehli, oldukça sakin, her köylüyle rahat temas kurabilen ılımlı karakterde biriydi. Düşman bilinen aileler nezdinde de bu böyle biliniyordu. Şayet dayı faktörleri işin içine girmemiş olsaydı...
Köylüler de aynı kanaati taşırlar. Norşun Fakı’sının çocukları bu işi sürdürmezler “Bu dava kapanır gider göreceksiniz” diye kendi aralarında kanaat belirtirler. Eşe kadın da rahatladığı gibi o da çocuklarının ellerini kana bulamamaları için çalışır, çabalar.
Eşe kadının sağlık konusunda becerikli olması köylüler tarafından “Eşe ebe” yani hemşire olarak anılır hale geldiği için Eşe ebe; kırık, çıkık, baş ve karın ağrıları, kadınlara da özel hallerle ilgili sürekli hizmet verir.
Hizmeti karşılığı mutlaka dua alır, herkes tarafından saygı görür, zamanla da yumurta, tarhana, buğday, arpa gibi hediyeleri kabul ederdi.
Eşe kadın ekonomik özgürlüğü de tattığı için, yetişkin de olsa hiçbir çocuğuna eyvallah etmeden mutlu olmaya çalışır, her şeyim dediği afacan Ali’sinin yetişmesini beklerdi.
Ne hikmet bilinmez ama, bu afacan Ali’de çok şeyler görür. Sanki Norşun Fakı sının vermiş olduğu mücadelenin devamı bu oğuldan sürecekmiş gibi bir halle silkinir. Soğuk terler içinde kendine gelirdi çoğu zaman. Diğer taraf dan büyük çocuklarındaki yumuşak tabiatlılık hoşuna gitmediği için:
- Bir bu adam gibi adam olacak, babasının yerini alacak, aile şerefimizi daha da yükseklere taşıyacak. O günleri bana göster Allah’ım diye sürekli dua eder. Yemez yedirir, giymez giydirirdi.
Ata binmeyi, silah kullanmayı ve o dönem köy şartları icabı avcılık, güreş gibi alanlara yönelen Ali, bir türlü sıskalıktan kurtulamaz. Boy post iyidir ama bostan korkuluğu gibi görünen vücudu çok çelimsiz ve kayış gibidir. Akranları bu çelimsiz haline bakarak kuvvete dayalı şakalar yaparlarsa da Ali çok cesurdur. Mücadelede şaka da olsa mağlubiyeti hiç sevmez. Hep direnir ve dayanıklı görünmeye gayret eder. Açık yanını vermek istemez. Gelecekte çok şeylerin sorumluluğu altına gireceğini şimdiden bilir. Garibanları korur, kendisiyle beraberse... Yanında olmayan garibanın bir başkası tarafından korunmasına tahammül edemez. Sudan bahane çıkararak karşı güçleri bozmaya çalışır. İster ki garibanlar sığınacak bir yer ararlarsa kendi yanı olsun. Öyle ya başka nasıl lider olunur.
Delikanlılık döneminde bile fırtınalar estiren Ali’ye arkadaşları yarı şaka yarı ciddi “Dirgen” lakabını yakıştırırlar. Ali yerine “Dirgen Ali” lakabı zamanla tüm köylüler nezdinde alışkanlık haline gelir. Çünkü Ali’nin boyu postu iyi ama giydiği elbiseleri dolduramadığından, tıpkı dirgen adı verilen tarım aletine benzetildiği için bu tabire kendisi de alışır. Yüzüne karşı da aynı lakapla çağrışır olunur. Zamanla da hoşuna gider. Bağda, bahçede özellikle de bostan beli, yağlıca da yüksek sesle “Dirgen Ali” diye bağırır. Sonra gelen sesin yankısıyla sevinir.
Dirgen Ali, on sekiz - yirmi yaşlarına gelmiştir. Eşe kadın beyinden tek teberik olarak gördüğü Ali’sini baş göz etmek ister. Onun etraftaki düğünlere gitmesi, eve zaman zaman geç gelmesi, bu kanaatin oluşmasını sağlar. Bu işte kendiside ilk sınav verecektir. Dirgen Ali’nin ağabeyleri babalarının sağlığında evlendiği için Eşe kadın o hayırlı işlerde geri planda idi. Oysa şimdi her iki rolü de üstlenmiş görünmektedir. Evli barklı yetişkin aile sahibi ağabeyleri olmuştur ama Eşe kadın liderliği hiç oğullarına verir mi? Sakallarının altından geçer o kadar.
Aile efradını toplar Eşe kadın. İçlerinde kardeşleri de var. Fakı mın teberiği Ali’mi baş göz etmek istiyorum. Bunun için uzun zamandır gelin adayı arıyordum. Siz ağabeyleri, dayıları onun büyüdüğünü bile belki fark etmeyebilirsiniz ama ben anayım. Ben bilirim.
Hunu ağasının konusunu açan Eşe kadın gerekçesini de sıralar. “Evlatlarım, tutunmak ve güçlü olmak için doğuştan mal varlığının olması lazımdır. Yoksa eğer, evlilik insanın ikinci doğuşu olduğu için maddi ve manevi zenginlikte hısım akraba aramak gerekir. Bunun için Hunu ağasının kızı uygundur. Bizden dilemesi. Tez ola varıp ağanın döşeğine oturalım. Allah’ın emrini analım. Ağa da uygun görürse baş göz edelim” der.
Çocukları:
- “Anacığım önce Ali’ye kızı gösterelim.  Olur ya belki beğenmez” sözü karşısında Eşe kadın:
- “Oğlumu ben tanıyorum. Şartları bize uygun. Bu akıllı bir evlilik olur. Ali de bana itiraz edemez” deyince hazırlıklara başlanır.
Eşe kadın, başta kardeşleri ve büyük oğullarından oluşan kafile, hediyelik hazırlıkları heybelere koyarak atlara yükletir. Doğru Hunu Köyüne varılır. Ev sahibine önceden haber ulaştırıldığı için beklemektedirler. Hayırlı işin olabilmesi yapılan hizmet ve iltifata bağlı göründüğünden dolayı çok rahat ve mutlu bir şekilde “Allah’ın emri” anılır. Ev sahibi Norşun Fakısı ailesi konusunda araştırmaya ihtiyaç duymadan “Bence uygundur. Hayırlı olur inşallah” cevabını verince elleri öpülür. Erkek tarafının yanlarında getirdiği “Yüz görümü” denilen sembolik takılar takılarak köye dönülür.
Birkaç hafta sonra gelinin alınması için gün kesimine gidilir. Düğün tarihi belli olunca bir hafta önceden çifte davulla hazırlıklara başlanır. Kesilen kurbanlar, kurulan güreşler, yapılan yemekler, hırla gider. Ve Seymen refakatinde Eşe kadın’ın gelini  eve inmiş olur. Eşe kadın’ın o gün bütün yorgunluğu çıkmıştır. Sanki on yıl daha gençleşmiştir. Bir taraf da “Ölsem de gam yemem” der ama torunlarımı da göster Ya Rabbi” diyerek ölümün acı yüzünü hesaplamak istemez.
Dirgen Ali artık evli bir adamdır. Üstelik yörede nüfuzlu bir ailenin kızını almıştır. Kendi köyü dışında büyük bir köy olan Hunu’da da adı bilinmeye başlar. Eşe kadın rahatlamıştır. Evde taze gelin hizmetinde kusur etmiyor. Ali’sinin gelini ile akşamleyin odalarına çekilince kendisi dört köşe oluyor. Sevincini şükür ibadetleriyle Tanrısı ile baş başa geçiriyor. Ve bütün yakarışında kocası Norşun Fakı’sının hayat mücadelesindeki hazinli sona çocuklarının uğramaması, benzeri hayatı yaşamamaları için temennilerde bulunuyor.
Dirgen Ali’nin adı yavaş yavaş civar köylerde duyulmaya başlar. Ağabeylerinin sade hayat tarzlarına alışan köylüler Dirgen Ali’deki bu cevvallığa, bu gözü kara gayretkeşliğe pek alışacakları veya kabullenecekleri zora benzemektedir. Bir şeyler yıkılacak, bir şeyler kırılacak, birileri yaşayacak, birileri ölecek ki, hakimiyet veya nüfuz alanları sağlanmalı. Bütün dualara rağmen Eşe kadın da diğer köylüler gibi endişeli ve ürkek. Ali’sinin başına bir şey gelmemesi için her sene zamanından önce yozu (sürüyü) alarak yaylalara çıkma fikrini hep canlı tutar. Çocukları “Ana daha bir iki ay var. Şu an oralar çok soğuk, hayvanlar telef olur, bizler hasta oluruz” deseler de Eşe kadın büyüklüğünün gereği ısrarcı olur ve çoğu zaman sözünün önüne geçilmez.
Tikenli Yaylası Dirgenlerin civardaki başka ağalarla da ortak kullandığı bir yayladır.
Binboğalar’ın tepesi ormanlarla kaplı, adım başı pınarlar, otlar tam hayvanların ağzına göre diz boyu, ilkbaharda açan kır çiçekleri rengarenk, alabildiğine uzanmış. Koyaklarında nevruzlar, sümbüller. Ormanlarında palamutlar, alıçlar, yaban armutları... Bu imkanlara ortak olmak isteyen mevsimlik misafirlerden rahatsız olan kurtlar, kuşlar, sürüngenler vs. böyle güzel bir yer. Adeta cennetten bir köşe...
Tikenli Yaylası bu imkanları misafirlerine hemen açıvermediği için göçler önce Bostanbeli ve Yağlıca denilen semtlere uğrayarak belki bir müddet buralar kullanıldıktan sonra daha yukarı çıkılır. Bostanbeli’nde köylülerin kullandığı geniş araziler de bulunmaktadır. Civar da Kırkısrak denilen köy ahalisinin konup göçtüğü yer iken, Norşun’lu kendi köy merası ilan ederek Kır kısrak’lıları buraya koymamaktadırlar. Tikenli’ye yakın bir mesafede bulunan Çağşak denilen bir Kürt köyü de zaman zaman bu bölgenin imkanlarından istifade etmektedir.
Dirgen Ali iyice olgunlaşır. Artık ailenin lideri durumundadır. Ağabeyleri istese de istemese de Dirgen’e rağmen ciddi karar alamaz olurlar. Eşe kadın Fakı’mın gölgesi diye böbürlense de onun gözü pek tavırlarından dolayı endişelenmektedir. Abbas ve Hayriye adında iki toruna rağmen Eşe kadın içindeki korkuyu bir türlü atamaz.
Dirgen Ali, her yayla zamanı önceden keşfe çıkar. Bostanbeli ve Yağlıca’nın arazi, su, ot, orman durumunu inceler. Yıkılmış olan su göletlerinin tamir ve tadilatını yaptırır. O bölgeden istifade eden ağalarla istişare eder.
Bir gezintisinde Çağşak Köyü Ağası Hasan ile karşılaşır. Eski yayla dostlarıdır. Hasan Ağa güçlü bir aşiret reisidir. Akıllı akılsız bir düzine oğulları vardır. Dirgen Ali, Hasan Ağayla iyi geçinmesi gerektiğine inanır. Ona:
- “Ağam buraları bundan böyle beraber kullanalım. Sen olmazsan ben burada yalnızlık çekerim. Yokluğuna dayanamam” gibi laflar eder.
Nihayet yaylaya çıkma zamanı gelmiştir. Çadırlar kağnılara yüklenir. Göç çıkmadan beş on gün önce köyün koyun sürüsüyle diğer hayvanlar öncü olarak dağa sürüldüğü için Dirgen de atına biner rahat bir yolculuk ederek yaylasına varır. Kendinden önce hareket eden ağabeyleri ve çobanlarıyla Yağlıca denilen yerde buluşurlar. Ancak kendi göçleri dışında Çağşak köylülerine ait göçü de fark ederler.
Hayvanlara günün ilk suyu verilmek için pınarlara yönlendirilir. İki göçün de aynı anda pınarlara yönlenmesi karışıklığa neden olur. Çobanlar mücadele eder. Ağalar çobanlara müdahale ederken ortalık tabiri caizse Kel Halil’in bağına döner. İnsanlar sinirli ve gergin. Kadınlar ve çocuklar merakla olayları seyrediyor. Çobanlar ürkek ve ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette. Her iki tarafın ağaları birbirlerini yok kabul edercesine kendi efratlarına karşı heybetli ve küfürbaz...
Derken silahlar palalar çekilir. Göğüs göğüse kavga iki saate yakın devam eder. Dirgen Ali’nin ağabeyi Halil başından aldığı sopa darbesiyle yıkılır. Ağabeyini kan revan içerisinde gören Dirgen aniden toparlanarak dayısından aldığı palayla Çağşaklı Hasan Ağa’nın ahraz oğlunun bir kolunu bedeninden ayırır. Ahraz yere can hıraş düşer. Dirgen Ali fırsattan istifade ile ahrazın başını büyük bir taşla ezerek öldürür. Gerek karşı tarafın adamları, gerekse Dirgen Ali’nin kardeşleri o ortamdan kaçarak kendilerini kurtarırlar.
Bu olaydan sonra Dirgen, kaçak durumuna düşer. Ortada bir cinayet var. Karşı taraf Kürt aşiretine mensup güçlü bir aile. Hasan Ağa’nın intikamı kendi alacağı yerde zaptiyeye bildirmesi Dirgen’i rahatlatır. Ailesi gerekli tedbirle yine yaylalığa devam eder. Dirgen’i ise jandarma her yerde arar. O dönem Afşin’de zaptiye ve jandarma, hemen yakın köylerde ise jandarma karakolları vardır. Dirgen için sürekli operasyon yaparlar. Dirgen Ali’nin  bu olaydan sonra ünü her tarafa yayılır.
Kavgadan kendiside yaralı olduğu için jandarmanın ulaşması zor olan dağ köylerinden Kerevin’e giderek tanıdığı bir ailenin yanında tedavi maksadıyla uzun bir süre kalmayı tasarlar.
Kerevin’li  Hamit Ağa bölgede nüfuzu yüksek bir aşiret reisidir. Ovaya indiği zaman Dirgenlere misafir olur. Dirgenlerden hiçbir kimse Kerevin Köyüne gidip de  Hamit Ağa’ya kolay kolay misafir olmazlar. Dağ köyü olduğundan veya ova köylerine göre hayat daha iptidai olduğu için isteseler de işleri bittiği zaman bu köyde kalamazlar.
Dirgen yaralandığı için kendisine göre en emin yeri, Hamit Ağa’nın evi olarak görür ve iki üç saat at üzerinde yol kat ederek Kerevin Köyüne varır. Çok iyi karşılanır. Hemen her gün yiyeceklerinden tutun yarasının pansumanına kadar nizam üzere tedavisi yapılır. Neticede kısa bir süre sonra eski sağlığına kavuşur.
Jandarmaya hemen her gün ihbar gelir. Dirgen şu köyde, Dirgen bu köyde, şunun evinde, bunun evinde diye...Yakın köylere operasyonlar düzenlense de ihbar doğru çıkmaz. Bölgeye en yakın karakol Maravuz Köyü karakoludur. Onlarında bu olayı, ihbara göre azılı bir katil olduğu için, kendilerine güvenemediklerinden dolayı operasyonun sağlıklı olması amacıyla en yakın Sivas Paşasına havale etmeleri akıllıca alınan tedbir olur.
Dirgen de tedbirlidir. Ve lakin bir türlü Kerevin Köyünün dışına çıkamaz. Adeta basireti bağlanmıştır. Hamit Ağanın evinde çok rahat. Hizmetinde genç ve çok güzel bir gelin var. Adı Hacce...
Hacce,  Maravuz Köyünde Kalenderler olarak bilinen bir kabiledendir. Ağabeylerinin bir densizliğinden dolayı Hamit Ağa’nın küçük oğluna kan karşılığı verilmiştir. Yaşı on iki on üç, nikahlısı   ise henüz sekiz yaşında. İkisi de çocuk yaşta evlenir. Ve öylece sulh olunur. Şimdi ise Hacce gelin on yedi yaşına basmıştır. Bakımlı, açılmış bir gül gibi gelişmiş, albenisi çok iyi, görenlerin yüreklerini hoplatacak tarzda endamlı bir kadın. Kocası halen ilk günkü gibi hiç gelişmemiş üfürsen düşecek kuru bir yaprağa benzemektedir.   Çevredekiler “Bu çocuktan adam olmaz. Bundan bu kadar... Gövermez.. Hele Hacce’ye hiç layık değil. İleride kadının adının dula çıkma ihtimali ne acı” diye dedikodu yaparlar. Hamit Ağa ve hanımı bile oğullarının ince hastalığa yakalandığını düşünerek çevredeki duyumlara pek aldırış etmezler.
Dirgen Ali, hastalığı boyunca en büyük hizmeti Hacce gelinden görmüştür. Kendi kafasında zamanla Hacce ve kocasının muhakemesini yapar ve onların haline acır. “Bu oğlandan ne köy olur, ne kasaba. Şu töreye bak. Ceylan gibi Hacce’nin kaderini nasıl da bu hale getirmiş” diye serzenişte bulunur.
Hamit Ağa ve hanımı oğullarının hastalıklı ve sıska halinden hareketle “Yanlış yaptık. Gelin almamalıydık. Çocuğumuz bu sorumluluğun altından kalkabilecek durumda değil. Ne yapmak lazım....”, “Bu gelin eninde sonunda bizi üzecek. Ne yapsak acaba...” diye tedbir ararlar. Ve lakin namusları olmuştur artık. Ona buna şu gelinin gönlüne girin de bizi bir an önce korkularımızdan kurtarın da denmez. Bundan dolayıdır ki Dirgen’in hizmetinde cömertçe bulunmasına göz yumarlar.
Hamit Ağa; “Oğlum ölürse Hacce’yi ne yaparım acaba. Geride durumu müsait evladım olsa ona nikahlarım. O da olmayınca Hacce gelin ne eder, nereye gider. Hangi kötüye kul olur” demekten kendini alamaz.
Kader ağının ördüğü muazzam bir sevgi Dirgenin gönlünde oluşmaya başlar. Bir ara kendinden utanır. “Delikanlılığa, tuz ekmek hakkına ve töreye bunlar sığar mı? Dirgen” der. Der ama kaderi değiştiremez. Çünkü Hacce gelinde herifinin herif olmadığını töre gereği bu hayata mahkum olduğunu bilir. Dirgen’in kendisine erkeği hatırlatmasını netice itibariyle tüyleri ürpererek hisseder. Ailesinin bir yanlışlığından ötürü kurban seçilmesi karşılığı barışın sağlanmasının nelere mal olduğunu falan filan... Üstelik nikahlıyken, hem de kocası varken gönlünü hoplatan Dirgen’e verilecek karşılığın bilmem hangi faciaya gebe olabileceğini hesaplar. Fakat olmuyor. Dirgen iyileştiği halde bir türlü gidemiyor. Hacce gelin de gitmesini hiç istemiyor. Ve lakin köpüren arzular nasıl bendine hapsolur, hesap edene aşk olsun.
Böyle töre olmaz olsun. Üstelik çocuk yaşta hiçbir şeyi kadın gibi algılamadan böyle bir teslimiyet,  Hacce gelinin ruh dünyasında çok büyük felaketlere yol açmaz mı? On iki yaşında bir kız çocuğu nasıl kadın olur? Alanı bırak, buna rıza gösteren ailesi çok cahil olmalıdır mutlaka. Dirgen, Hacce gelini bu kötü kaderden kurtarmaya kendi kendine söz verir.
O gece Dirgen yatmak üzere iken dışardan gürültüler duyulur.
Sivas müfrezesine bağlı birlikler Maravuz karakolunun ihbarı üzerine Kerevin’de Dirgen Ali’nin kaldığı evi kuşatır. Bir müddet silahlı çatışma olur. Kurtuluş umudu olmadığını anlayan Dirgen pisi pisine ölmektense teslim olmayı düşünür. O sıra Sivas paşası Akif Paşadır. Kendisi, gücünü adil davranışından alır. Halk tarafından çok sevilir. Dirgen Ali teslim olduğu için Sivas’a götürülür. İki yıla yakın Reşit Akif Paşanın mahiyetinde kalır. Anası Eşe kadın ve kardeşi Sivas’a giderek önce Dirgen ile bilahare de Paşa’yla bir fırsatını bulup makamına çıkarak konuşurlar. Mahkemenin verdiği bilgilerin haricinde Eşe kadının bir ana olarak anlattıkları Akif Paşa’yı etkiler. Eşe kadın ve kardeşi tekrar Norşun’a döndükten kısa bir süre sonra Dirgen’in tahliye işi gerçekleşir.
Dirgen Ali aşiretinde, Allah vergisi aşıklık istidadı da var. Kendisinin kaçak duruma düştüğü, sonra Sivas’taki mahkumiyeti üzerine aile efradı ağıtlar yakmaktadır. Çünkü Dirgen’in aile içindeki yeri çok önemlidir. Bu önemi daha çok duygusallıkla öne çıkaran ya anadır ya da bacı. Beş kardeşin Fadime isimli bacısı, Yağlıca olayları ve Dirgen’in durumunu şöyle dile getirir:
* * *
Yağlıca’da bir su akar
Akar bulanı bulanı
Beş kardeşin bir bacısı
Ağlar, dolanı dolanı

Yağlıca’nın yolu taşlı
Ben ağlarım gözüm yaşlı
Şimdi Dirgen Alim gelir
Göğ kıratlı eli kuslu

Haze, deli gönül haze
Geldi başımıza kaza
Bizde düğün kurmuş idik
Hunu’daki öksüz kıza

Havlusunda göğ kıratı
Haymasında çayır otu
Hele ölen bir adam olsa
Çağırşak’ın ahraz iti

Parmağı altın tokalı
Meşreha sırma yakalı
Mor koyun suya inmiş
Çatal koçlu ger teke
* * *
Dirgen içindeki yangını, mahkum olduğu dönemde bile söndüremez. Bilakis yangın alevlenmiştir. Kerevin’de silahını bırakmak üzere iken Hacce gelinin kendisine “İyi ettin sağ salim seni beklerim Ağam” sözünü hep kulaklarında küpe gibi saklamış ve tatlı bir hayali hemen hemen her gün kurmuş; bu hayaldir ki onu kuş gibi hafif ve zinde tutmayı sağlamıştır.
Kerevin Köyü, Sivas - Norşun yolu üzeri olduğu için Hacce’nin kaldığı eve tekrar uğrar. “Eller ne derse desin gönül ferman dinlemiyor. Haccem bundan böyle benim olmalıdır. Bir yiğide iki kadın çok değildir” diye düşünür. Üstelik Emine hanım da “Bir değil Dirgen, sen beş tane bile üzerime kuma getirsen gönlüm razı olur” demesi Dirgen’i pervazsızlaştırır.
Akşam yemeği yenir. Gereken izzeti ikram yapıldıktan sonra Hamit Ağa misafirinin yorgun olduğunu belirterek Hacce geline odasının hazırlanması talimatını verir. Bu durum Hacce’nin canına minnet... Sekiz senedir bulunduğu bu evde her gün yatak indirir, yatak kaldırır. Bu kadar zevk alarak yatak yapacağını hayal bile edemezdi. Nasıl olsa şu anda yayacağı yatak hiç bozulmayacaktır. Neden boşuna yaydım ki der ve öylede olur. Dirgen odasına çekilir ve odanın penceresinden usulca avluya kayıverir. Kendini bekleyen Hacce gelini de aldığı gibi dereden  Hurman Çayını takip ederek ovaya iner.
Hamit Ağa güne güneşle beraber doğar. Her zaman kendisiyle beraber avluda olan gelini Hacce bugün yoktur. Uyuya kalmış herhalde der. Şöyle bir dolanır. İster ki misafiri kalkmadan kahvaltısı hazırlansın. Sabredemez kapıyı bir eliyle tıklar. Hiç ses gelmeyince biraz daha kuvvetlice tıklar. Aman Allah’ım… Yine, ne gelininin, ne de misafirinin odasında hiçbir hareket, belirti duyamaz.
Aklına nerden gelsin ki; gelininin misafirin ardına düşerek gideceği... Böyle bir olay ona göre olmaz değil. Ama Dirgenlerden böyle bir şey beklemek de mümkün değil. Önce tedavi et, bunun için aylarca aile ferdiymiş gibi yedir, içir, üstelik güvenlik konusunda riske gir. Allah’tan yataklık ettin diye Sivas’a alınmadığına şükret,  karşılığında ihanete bak. Olacak iş değil.
Meram anlaşılınca dizine vurur da vurur. “Bu ne biçim iş, el alem ne der. Şapkamı kaldırarak altında nasıl gezerim, vay başıma gelenler. Bu kahpelik, dost bilinen bir aileden nasıl olur” diyerek evden uzun müddet çıkamaz.
Hacce gelin, Dirgen ile Norşun’a geldiğinde önce bu kadının hukuku öğrenilir. Sonra herkes olayı kabullenir. Olmuş bir kere denilerek sulh için çareler düşünülür. Bilahare aracılar koyarak işi tatlıya bağlarız. Şimdi bizim düğünümüz var diyerek kurbanlar kesilir. Köylü geçmiş olsuna gelir. Hacce gelin ile iddet müddeti beklendikten sonra nikah kıyılır.
Hacce gelin, Kerevin gibi dağ köyünden Norşun gibi yere üstelik koç gibi kocası Dirgeni ile yakıştığına inanır. Önceki hayatını yaşamamış kabul eder.
Dirgen Ali de Maravuz Köyünün en büyük aşireti olan Kalenderler’den bir kadın almakla kendini daha da  emniyetli kabul eder. Töre gereği gelin Hamit Ağa’nın, kız da Kalenderler’in olduğu için Hamit Ağa ile Dirgen’nin arasının bulunması lazım. Bu konuda sulh yapılır, Hamit Ağa razı edilirse Kalenderler’inde sorumluluğu düşmüş olur. Bu maksatla yörenin hatırı sayılır insanlarından bir heyet devreye girer. Kanı kan ile değil, kanı su ile yıkayalım denir. Hamit Ağa’nın hoşgörü ve kaderci anlayışı karşılığı Dirgen tarafından yüz elli koyun, elli büyük baş hayvan verilerek barış sağlanır. Böylece Dirgen ve Hacce’nin hayatında çok önemli bir perde açılmış olur.


BÖLÜM 3 

Kaderine acımasız de cimri de
Sen severken o sevmezse çare ne
Aşk bu iki yüreğin türküsü
Çiftler var sohbeti  bitmiş tükenmiş
Aşk ise bitmeyen bir hikayeymiş

Muhtar Şahanov

Herkes düşmana üst olmayı ister
O düşmanın güzelim yüzüdür üstünlüğümüz bizim
Herkes defineler elde edecek bir baht arar
Eziyetlere eziyet katan aşk yeter bize

Mevlana



Eşe kadın köylüye şifa dağıtırken kendi sağlığını pek düşünemez. Ali’sinin etrafındaki olaylar onu çok yorar. Yaşı da ilerlemiştir. Duasında “Ya Rab, çocuklarımla ilgili belâ ve musibete katlanamam. Bu zavallı kuluna ölmeden önce acı olaylar yaşatmadan benim canımı al” talebi gerçekleşir. Artık Dirgenler öksüz; terziler yetim ve mahzun ve ebeleri gitmiş köylüler çaresiz.
Eşe kadının köylüye çok hizmeti olmuş, birçok çocuk onun  elinde dünyaya gelmiştir. Şu an bile Norşun Köyünde efelenerek gezen delikanlıların bir kısmının ebeveynlerini torun torbaya karışmış günümüzün ilerlemiş yaştaki kadınlarını kısacası kendilerinin doğumuna yardımcı olduğu şimdide aynı görevi üstlenen kadınların haddi hesabı yoktur.
Ondandır ki Eşe ebenin ölmesi sıradan bir kadının ölmesi demek değildir. Çok zaman noksanlığı hissedilecektir. Köylüye yardımda yalnız doğumla kalsa iyi, her türlü ilk yardım ihtiyacında gerek yaylada, gerekse köyde olsun fark etmeden müdahale eden odur. Gözlerin trahomlanmasına penisilin, soğuk algınlıklarına şifalı otlar veya yine penisilin yapar. Kırık çıkık, çıban gibi olaylarda yüzde yüz tedavi edici müdahalesi olur.
Norşun Fakısı’nın köyde tutulmasının en büyük nedenlerinden biri maharetli eşi Eşe kadındır. Birinden din iman işleriyle  ilgili hizmet, diğerinden de her türlü sağlık hizmeti alan köylüler in menfaatleri olmasaydı zaten  bu aileyi bu köyde barındırmazlardı.
Cenazeye uzak yakın bütün köylü iştirak eder. Eşe kadının bir ömür çalkantılı geçen yorgun bedeni Fakı sının yanı başında toprağın koynuna konur.
En küçük oğlu Dirgen Ali’yi çoluk çocuğa karışmış, evde ve köyde bir bilen olma yolunda ayakları üzerinde güçlü bir şekilde durur hale getirerek Hakka yürümesi gözü açık gitmediğine işaret olmalıdır.
Gelin kaynana toprağı üzeredir derler ya, Hacce gelin, birbirlerini fazla tanımasalar da kaynana Eşe kadınla aynı karakterde oldukları zamanla kendini gösterecektir. Daha şimdiden aile içinde ağırlığını hissettirici tavırlar sergiler. Akrabalar arası ilişkilerde adil ve hoşgörülü olmaya çalışır, elinden geldiği kadar. Yalnız bugünlerde biraz saflık emaresi görülen Emine’yi bile Dirgen’den kıskanması yaratılış kanunudur ne yapayım elimden gelmiyor limanına sığınarak vicdanını rahatlatır.
Artık Dirgen’in kılıcının sağı da, solu da kesmektedir. Bir tarafta hayvancılık ve rençberlikle uğraşırken, diğer tarafta da ağalık rolünü hakkıyla yapmaktadır. Köyün idaresinde, siyasetinde hakimiyeti tam olarak görülür. Hiç kimse ve hiçbir aile Dirgen’e rağmen önemli bir iş yapamaz. Hatta evlilik işlerinde bile eşlerin birbirlerine uygunluğu ona sorulur. Bu durum bir tarafta otoriterliği güçlendirir ama, diğer taraftan için için rahatsızlık verir. Zamanla bu uygulamaların dar çevrede eleştirilmeye başlaması Dirgen için hayra alamet değildir. .
Dirgen’in yaşça büyük olan ağabeyleri Hafız ve Yusuf, kendisinin büyükleri olduklarını hatırlatarak “Bize karşı bile hoş olmayan haller olduğuna göre  küçüklerine, ve  zavallı köylüye kim bilir neler yapıyorsun. Lütfen insanları sırf otorite kuracağım diye incitme” gibi uyarılarda bulunurlar.
Bir gün Dirgen’in bilgisi dışında Hunu Köyünde Gök Omar’ın Hacı adında olgun yaşta, hali vakti çok iyi bir adama, uzaktan akraba üstelikte komşusu sayılan gariban bir  adam, belli ki münasip gördüğünden kızını vermiştir. Adam tarafının hediyelerle gelip gitmeleri Dirgen’i şüphelendirir. Ne olup bittiğini öğrenmek için Hacce kadını gönderir. Durum açığa çıkınca komşusu olan kızın babası süklüm püklüm Dirgen’in huzuruna gelir ve kendisine danışmadan böyle bir işe vesile olduğu için özür beyan eder. Dirgen, kızdan yaş olarak çok büyük olan damat adayını tanıdığı için, ikincisi kendine rağmen bu işe koyulmasından ötürü pek memnun görünmez. Lakin hayırlı iş olduğu için durumu kendi konumuna uygun bir şekilde çözmeyi düşünür. Dolayısıyla erkek tarafın geçmişini  bir daha araştırır.  Dirgenin olaya el atmış görünmesi Hamit ağayı rahatsız eder. Bunun üzerine karşılıklı tahrik edici haberler ve göz dağı vermeler ayyuka çıkar.
Gök Omar’ın Hacı da yiğit ve imkanı bol biridir. Son haberinde “Ben geliyorum. Yiğitsen beni köye koyma” der. İş işten geçmiş, niyetler ve bıçaklar bilenmiş, silahlar kuşanılmış bir şekilde köye girişte karşılaşırlar. Dirgen’de, aynalı martin ve Karadağ markalı silahlar var. Derken resmen müsadere başlar. Hacı, Dirgen’in aynalı martininin tutukluk yapmasını fırsat bilir. Yıldırım gibi üzerine saldırarak bir iki el ateş edince Dirgen kaba baldırından isabet alır.
Tam bu sırada tutukluk yapan aynalı martini bırakmış, Karadağ’ın mekanizmasını çekmek üzere iken kurşunu yediğinin farkında olamadan rakibine yerden yukarı üst üste beş kurşun atar. Hacı yıkılmıştır, ama hafıza halen yerinde. Dirgen yerinden fırlayarak rakibinin tepesine silahını doğrultur. Hacı, can alıcı yerinden yaralanmadığı için şuuru yerinde olup kendisine yönelmiş silahın sahibine “Yeter Dirgen vazgeçtim. Yenilgiyi kabul ediyorum. Seninle başa çıkılmaz. Ne olur canımı bağışla” ifadesinde bulununca Dirgen delikanlılığı gereği aman diyene kurşun atar mı... Öyle de olur.
Dirgen hafif, Gök Omar’ın Hacı ağır yaralıdır. Çevre sakinleri yetişir. Hacı’yı en yakın sağlık kuruluşuna götürmek için hareket ederler. Bir müddet sonra Hacı ölümden dönen insanın haleti ruhiyesi içerisinde sağlıklı bir şekilde köyüne döner. Dirgen’in canını bağışlaması karşılığında, o da delikanlıca davranarak davacı olmaz ve o günden itibaren Dirgen davasına noktayı kor. Ancak devlet affetmez.
Dirgen yine kaçak durumda o köy senin, şu yayla benim diyerek huzursuz günler yaşamaya devam eder. Kendiside yaralandığı için yine bir dağ köyünde bilinen koca karı denilen ilaçla tedavi olur.
Dirgen’in kaçak yaşadığı dönemlerde faili meçhul başka cinayetlerde olmuştur. Bütün bu faili meçhul cinayetler, adı çıktığı için Dirgen’e yüklenir. Halbuki o dönemlerde devlet tam güçlü olmadığı için Binboğalar’da da eşkıya hüküm sürmektedir. Geçimleri için civar köylere inerek verenlerden haraç, vermeyenlerden can alıyorlar. Dirgen’i çekemeyenler diğer eşkıyaların katlettiği bu faili meçhulleri “Dirgen yaptı” diye sürekli civarda bulunan güvenlik birimlerine haber uçururlar.
O dönem, güvenlik merkezi Hatay’dır. Gelen onca şikayet üzere Hatay güvenlik amiri Mustafa Paşa elli kişilik bir zaptiyeyi sırf Dirgen için Elbistan Ovası’na gönderir.
Ekip başı yüzbaşı, gerekli istihbaratı yaptıktan sonra Dirgen’in köye girdiğini görür. Ve kuşatma başlar. Neye uğradığını şaşıran Dirgen karşı bir manevra ile kaçmak ister. Yüzbaşının engin tecrübesi “Aygırı kısrakla tutarlar” anlayışından hareket edip  Hacce kadınla konuşarak Dirgen’in teslim olmasını sağlamaya çalışır. Hacce kadın da, Dirgen’e teslim olması yönünde baskı yapınca yüzbaşı, Dirgen’in bulunduğu eve girerek tutuklama işini beraber tuttukları bir tutanakla yapar. Bilahare Dirgen Ali’yi Hatay’a doğru bir bölük askerle yola çıkarır.
Dirgen Ali Hatay’a varır. Kendisiyle ilgili şikayetler rapor edilmiş olup İstanbul’a gönderildiği için tutukluluk halinin İstanbul’dan gelecek olan kararla kesinleşeceği söylenir.
Hatay beyi Mürseloğullarından Mustafa Paşa’dır. Mustafa Paşa, Dirgen’in ata binmede ve atıcılıkta maharetini duyduğu için huzura çağırır. Çocukları  İnayet, Tayfur ve İhsan’ın bu konuda yetiştirilmesi talimatı verir. O andan itibaren Dirgen tutuklu değil de usta öğretici gibi özgür bir ortamda çocuklarla ilgilenir. Beyin konağına belirli saatte senli benli girer çıkar. Çocuklarla çok güzel ilişki kurar. Onlara önce kendini sevdirerek, bilahare mahareti olan atıcılık ve binicilikle ilgili bildiklerini öğretir. Zamanla çocuklar da ona ailenin bir ferdi imiş gibi alışır, hatta aracısız evin hanımıyla da muhatap olur.
Dirgen gibi bir mahkuma evin güzel hanımının ilgi göstermesi diğer çalışanları “ne oluyor” gibisinden meraka sevk eder.
Aradan tam iki yıl geçer. Hacce kadın Dirgen’ini görmek için Hatay’a gidemez. Belki kayınvalidesi hayatta olsaydı alırdı gelinini varırdı tez elden Hatay’a. Ama Hacce kadın çaresiz. Küçük çocuklara kim bakar. Evin işlerini kim çevirir, işçilerin başında kim durur, İncirli mevkiindeki çiftlikte neler olur biter. Bir yığın sorumluluk...
Yalnız kaldığı zaman dilinden dökülen kelimeler anlamlı olup şairlik istidadı olduğuna dair kabiliyetine kendisi de inanmaktadır. Dirgen’ine olan hasretin nağmelere dökülmesi kadar doğal ne olabilir. Kendi kendine söylenir. Söylediklerini bir iki tekrar eder. Ortaya birtakım gönülden dizeler dökülür.
 * * *
 Beyimin büyük obası
Bu yıl yanmadı sobası
Eller yaylaya gidiyor
Issız Fakımın obası

Bir elin sofra yazardı
Bir elin fincan dizerdi
Yalanmış yalan dünya
On beş işçimiz gezerdi

Bir ocakta kuzu pişer
Bir ocakta kahve taşar
Tez gel benim ağam tez gel
Gelin eşiyle yaşar

Çatal kapı büyük havlu
İçinde göğ kırat bağlı
Hele odasına bakın
Yedi mavzeri yağlı
 * * *
 Bey eşinin, bir mahkumla ilgilenmesi dedikoduların olmasına sebep olur. Öyle ki bu dedikodu sarayda güvenlikten sorumlu kişiye kadar ulaşır. Arap kökenli bir hizmetçi, komutanların kahve faslında Dirgen’in ortadan kaldırılacağını işitir. Kendisini çok sevdiği için haber vermeyi bir kadirşinaslık olarak düşünür. Sabah erken kalkar ve komutanlar henüz uyurken atların bakımına gelen Dirgen’i bir köşeye çekerek “Hanımla aran iyi olduğu dedikodusundan dolayı üç dört gün içerisinde öldürüleceksin. Bir an önce başının çaresine bak” der.
Dirgen o gün de çocukların eğitimiyle ilgilenir. Geç vakit dışarı bağladığı atın birine atlayarak kaçar. Dört gün dört gece yolculuktan sonra köyüne ulaşır.
İşin garibi bu ya;
Kaçtıktan hemen sonra İstanbul’dan beklenen karar Mürseloğlu Mustafa Paşa’ya ulaşır. Karara göre Dirgen Ali adındaki mahkum, nefsi müdafaadan beraat ettirilmiştir. Bunun için verilen gerekli takip hazırlıkları iptal olur.
Dirgen Ali köye gelmiştir. Ve lakin her an tetikte beklemektedir. Ne olur ne olmaz. Hayat memat meselesi diyerek gündüzleri uyuyup geceleri evin dışında uykusuz aylar geçirir. Beraat kararı birkaç ay sonra köye ulaşır. Dirgen “Allah kimsenin özgürlüğünün üstünde kara bulutlar estirmesin” diyerek o günden itibaren rahat bir şekilde kendi işinin başına döner. Bütün işlerinin normal seyrinde halli yanında gelecekle ilgili plan larını sürdürmeye devam eder. +++
Mürseloğlu Mustafa Paşa’nın, Dirgen Ali isimli mahkumun aile içinde oldukça tanınması ve sevilmesi, akabinde hiçbir neden yokken kaçması karşısında kafasına sorular takılır. Zaten kaçışı birkaç gün sonra duyulduğunda bu nankörlüğün cevabını almak için takip emri verilmişti. Kumandanlar da inadına ayak sürünce takip başlamadan gelen rapora paşa üzülmüştür.
Çünkü Dirgen Ali her şeyden önce çocuklarına ata binmeyi ve silah kullanmayı öğretmiştir. Üstelik onların sevgisini kazanmakla beraber kendisinin de güvenini kazanmış, sempatik bir adamdır. Ama bu nankörlüğün nedenini neye mal olursa olsun çözmesi gerektiğine inanır.
Bu iş için sorumlu kumandanlardan birine görev verir. Konakla ilgisini araştırmak için özellikle dikkatini çeker. Dirgen’in temas kurduğu koğuş arkadaşlarından tutunda konağın sivil hizmetlilerine kadar sualler sorularak araştırılır.
Mustafa Paşa’ya Dirgen hakkında basit bir tertip yapıldığı ve Dirgen’inde bundan korkarak kaçtığı raporu verilir. Aksi bir durum olma ihtimali mümkün değildir. Çünkü Dirgen kendisinden çok büyük olan konak hanımına ana gözüyle bakmakta olduğunu zaman zaman sohbetlerinde anlatır.
Gel zaman, git zaman. Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur derler. Dirgen Ali, Maraş altı arazilerde mukim Hacıbebekler adında geniş ve zengin bir aileye uğrar. Reisleri Hüseyin İnceoğlu tarafından ağırlanır. Hem ziyaret hem de ticaret maksadıyla Hacıbebekler reisi Hüseyin İnceoğlu ile beraber Antep’e geçerler.
Antep’de Mustafa Paşa’nın oğlu yeni Mürseloğlu Reisi İnayet Bey’e rastlarlar. İnayet Bey’in kendisinden küçük olduğu halde Hüseyin İnceoğlu elini öper. Dirgen Ali ile göz göze gelindiğinde bir müddet birbirini süzerler. İnayet Bey, Dirgen’i tanımıştır. “Sen ha” diyerek elini kavradığı gibi öper. Hal hatır sorulur. Yemekler, sohbetler derken helalleşerek ayrılırlar. Tayfur’un ve Tayfur un oğlu Murat’ın gelecekte Türkiye’nin kaderinde ne kadar büyük bir misyon yükleneceklerini nereden bilecek?
Hüseyin İnceoğlu yol boyunca Dirgen’e hep takılır. “Sahi Dirgen, sen büyük adammışsın. Bölgenin beyi ve paşası İnayet Beyin ben elini öptüm sen elini öptürdün. Bu ne haldir anlamadım” diye takılır. Dirgen, tam iki saat süren sofra başında Hatay hatırasını ve yaşadıkları zorlukları bir bir anlatır.
 * * *


BÖLÜM 4


Norşun yaylasının Dirgen Alisi
Gülden güzel şu Tanır’ın çalısı
Hani Berçeneğin ala delisi
Gül Mahzuni gibi delin nicoldu

Mahzuni Şerif

Yüksek olur şu kangalın söğüdü
Onlar birbirini kırdı tutmadı öğüdü
Meşhur idi Dirgenlerin yiğidi
Çıkar yaylalara malın turnalar

Kul Hamit


Dirgen Ali, Hatay’a zorunlu ikamete gitmeden önce bütün imkanlarını zorlayarak yaptığı İncirli Köyündeki çiftliğini  denetlemeye gider. Hayvanların durumuna bakar. İki yılda onca telefe rağmen irili ufaklı hayvanların sayısını neredeyse ikiye üçe katlanmış görür.
Ağılların darlığı ve hayvan yemlerinin istenilen oranda olmayışı, malların bir kısmının elden çıkarılmasını gerektirmektedir. Bu durumda canlı hayvan ticaretine başlama kararı alır.  Adana, Antep, Kayseri sınır dışında ise Halep’le bağlantılar kurar. Böylece bir tarafta mekan olarak rahatlık, bir taraftan da canlılık sağlayan sıcak paraya sahip olmak, Dirgen’e ayrı bir güç ve şevk verecektir. Ona göre;
İtibarın, şanın ve şerefin korunması ancak zenginlikle olur. Değerli alimler tarih boyunca ve halde neden zenginlerin kapısından pek ayrılmazlar? Çünkü zenginliğin gücünü bilirler de ondan. Oysa alimlerin kapısına aynı sıklıkla gitmeyen zenginler, ilmin gücünü bilmediklerindendir.
Tanır Köyünde imamlık yapan Derdiçok namındaki halk ozanı da aynı endişelerle her yıl Dirgen’in kapısını çalar. Bir kış boyu tüketeceği ihtiyacı olan erzakı ücret ödemeden alır. Halbuki Dirgen Ali, Derdiçok adındaki bu halk şairinin evine misafir olma ihtiyacını hiç hissetmezdi bile...
Dirgen  ailesi yavaş yavaş genişlemektedir. Abbas, Hayriye evlenmişler. Fakı, Muhammet, Aslan, Ese sağlıklı bir şekilde büyümektedir. Kardeşlerinin çocukları özellikle de bacısı Fadime’nin oğulları göz doldurur duruma gelmiştir. Hele Ali Haydar yok mu? Çok zeki “leb demeden leblebi deneceğini” anlıyor, oturmasında kalkmasında bir farklılık hissediliyor, bazen boyundan büyük laflar ettiği oluyor. Büyüklerin sohbetlerinde bulunuyor. Onları merakla dinliyor, zamanla büyükleri rahatsız edici müdahaleler ederek sorular soruyor. Özellikle İslami ilimlere yatkınlığı ailesinin, bilhassa dayısı Dirgen’in bu çocukla ilgili planlar  yapmalarına neden olur. “Bu çocuğun ilerde büyük adam olma ihtimali var” denerek okuyabilmesi için çareler aranır.
Civar köylerin birinde Menzoğlu Ahmet ismiyle anılan bir delikanlının bu maksatla Konya’ya medrese tahsili yapmaya gittiği duyulur. Şimdiki gibi “Git gel Konya altı saat değil” belki otuz altı veya elli altı saat uzaklıkta bir yerdir. O günün şartlarında bu yol, en iyi vasıta olan atla bile en az bir hafta on günde zor alınabilecek bir mesafedir.
Ama olsun, biz razıyız derler. Ailesi “Yeterki Konya’ya varınca okuduğunu bilelim”. Menzoğlu Ahmet denilen çocuğu, Ali Haydar bir bulabilse iş tamam demektir. Ahmet’i yakın köy Arıstıl da sorarlar. Konya’ya gidenler yazları bile kolay kolay gelemezmiş. Üç ay önce gelen mektubu bulunur ve üzerindeki adres alınarak Ali Haydar tahsil için yola koyulur.
Dirgen, AliHaydar’ı Konya’ya gönderdikten sonra çevredeki askeri merkez olan karakollara uğrayarak askerlere izzeti ikramda bulunur. Yine çevrede dolaşan eşkıyalar konusunda fikir alışverişinde bulunarak onlara bu konuda yardımcı olmak ister. Mesela; Çağşak köyü nüfusuna kayıtlı eşkıya Rasko jandarmaya bile göz açtırmadan dağ köylerinde insanlara baskı kuruyor. Karşı gelmek ne kelime... Rasko eşkıyası çok insafsız...Kendine göre suçlu suçsuz demeden herkesten haraç alıyor. Yine Türkçayırı Köyünde Gıcanoğlu Hasan denilen beş jandarma katili bir eşkıya da Rasko’yla aynı taktikle köylülere kan kusturur. Jandarma şikayetleri değerlendirir ama istihbarat ağı zayıf olduğundan yaptıkları operasyondan verim alamaz. Dirgen’in bu eşkıyalar konusundaki bilgi ve yardım teklifi işbirliğiyle sonuçlanır.
Önce jandarma katili Gıcanoğlu Hasan’ın yakalatıp idam edilmesini sağlar. Bilahare de kendisi içinde çok tehlikeli bulduğu eşkıya Rasko’yu yakalatır ve bizzat infazı kendisi yapar.
Eşkıyaya yataklık eden köylerden Çağşak, Kırkısırak ve Türkçayırı gibi yerleşim bölgelerindeki insanlar Rasko’nun ölümü üzerine ürkmeye başlarlar. Yavaş yavaş devlet güçlendikçe bunların sayıları azalır. Özellikle Kırkısrak köy ahalisinin Dersimden getirildigi bilinmektedir. Kürt Alevisi olduklarını iddia ederler ama Dirgen bilir ki Kürtler mezhep bakımından hep Sünni’dir. Kürt’ün Alevi si olmaz. O halde Kırkısrak’lılar ne alevi, ne de Kürt’dürler. Olsa olsa kamufle olmuş başka ırktan insanlardır. Bunların zor karşısında takiyyeci tavır alan, güvensiz insanlar olarak değerlendirildiğini bilir.
Hatta o dönemin Maraş altı kabilelerinden Avşar aşiretine mensup Hacıbebekler’in yayladığı yaylağı olan Binboğalar’da bütün insan gücüne dayalı çobanlık,  bekçilik,  ırgatlık,  temizlik ve hatta ev içi işleri de dahil hizmetleri Kırkısraklılar yapar. Hacıbebekler bütün bölgenin ağası olduğu için kanatları altında nice eşkıyalar, asi köylüler, nice kader kurbanları ve nice fakir fukaralar barınır, ikbal bulur ve yeşerir. Kırkısrak köylülerinin de devlete karşı direncinin kırılması Hacı bebeklerin verdiği bu hizmet gereğidir. O Hacıbebekler ki, Maraş altında binlerce dönüm sulu arazilerinin yanında Afşin-Elbistan ovasında da bir o kadar dönüm  taşınmaz gayrimenkulleri çiftlikleri, değirmenleri ve yaylaları vardır.
Bir gün Hacıbebekler’in reisi Hacı Ağa, mahiyetindeki adamlarıyla Norşun Köyüne gelerek Dirgen’e misafir olur. Malının mülkünün  çokluğundan bahsederken “Dirgen bunları elden çıkarmak istiyorum” der ve önce dağ köylerindeki arazi ve yaylalar gezilir. Toprakta hizmet verenlere bir kısmı ücretle, bir kısmı hibe edilir. Tekrar düze inilerek Kangal Köyündeki araziler de elden çıkarılır. Su değirmeninin olduğu Tanır Köyüne varılır. Değirmeni işleten Dirgen’in yeğeni Hacce kadındır. Mal sahibi değirmeni Dirgen’in yeğeninin işlettiğini öğrenince “Arkadaşımın yeğeninden para almam ne mümkün. Kızım burasını sana hibe ediyorum. Kalem kağıt getir de imza vereyim” diyerek Tanır’dan ayrılır. Bu değirmen daha önceden Tanır eşrafından olan Hüseyin Ağa’nın iken, bir şekilde Hacıbebekler’e geçmiş. Tekrar yerli bir ailenin mülkiyetine geçmesi başta Dirgen’in yeğeni Hacce olmak üzere köyde sevinçle karşılanır.
Hacıbebekler tabir yerinde ise “Karun” kadar zenginler. Avşar aşiretine mensup oldukları için devletin gücünü iyi bilirler. Yerleşik hayata geçebilmek için çok can vermişler. Kendilerinin bu kadar varlıklı olmalarının sebebi verdikleri kanla, canla ilgilidir. Öyle ya her şeyin bir bedeli var; Önceleri  “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyerek direnmelerinin fayda vermediği bu gün daha çok anlaşılmaktadır. Aşiret kültüründen yerleşik hayata geçerken zorlanmışlar, ama gerçekten buna değdiğine de inanırlar.
 Dirgen Ali ile bu konular üzerine sohbet ederek ta Göksun’a kadar varılır. Maiyetindeki adamlar  bir işaret üzerine durur. Hacıbebeklerin reisi: “Bize kısa süreli ziyaretimizde kendisine layık bir misafirperverlik gösteren üstelik yolumuzun yarısına yakın bir mesafeye kadar da bize eşlik ederek uğurlayan Dirgen Ağa kardeşimize daha fazla zahmet vermeden helallik dileyerek ayrılmak istiyorum “ deyince Dirgenin “Fazla bir şey değil vazifemizi yaptık sözleri arasında kucaklaşarak kendi yollarına devam ederler.
Dirgen yorgun argın eve döner. Tam istirahat edeyim derken kapı çalınır. Hizmetçilerin öncülüğünde önceleri hiç tanımadıkları bir yabancı içeri alınarak, büyük odaya geçirilir. Bilahare huzura alınarak  hoş beşten sonra ağlamaklı halde olan misafire “Neden? Niçin geldin?” diye sorulmaz. Misafir Tanrı misafiridir. Dilenir ki kendi meramını sormadan anlatasın, ama haline bakınca çok ciddi bir sıkıntın varmış gibi geldi bana, umarım yanılırım de hele” diye kararlı bir şekilde uyarır...
Misafir, başlar anlatmaya;
-“Maraş merkezde oturan bir esnafım. Senede birkaç defa atlar eşliğinde ticaret amaçlı Elbistan ve Afşin’e gelirim. Mallarımı uygun fiyatta paraya çeviririm. Kimsenin hakkını hukukunu çiğnemeden memnun bir şekilde ayrılırım. Ama bu sefer böyle olmadı. Bütün mallarımın üzerinde olduğu üç beygir ile dört katır gecenin karanlığında bir grup adam tarafından ellerim kollarım bağlanarak, alıp götürüldüler. Tam da bu köye iki-üç kilometre kala oldu. Adının Sarı Mustafa olduğunu söyleyen biri ellerimi çözerek beni kurtardı. Şikayetimi dinledi, halime acıdı ve beni sana gönderdi. Ama ben yanlış yaptım. Sarı Mustafa’nın sözünü tutmayarak sana değil de köyün muhtarına vardım. Durumu anlatınca muhtar bıyık altından gülerek adamlarına “Bu adam yalancı, köylüye iftira ediyor” diye beni hayvanların bulunduğu bir ahıra kapattı ve üstelik bir güzel dövdürttü. Sonra da geldiğim tarafa doğru götürterek köyünüzden epey uzak bir yere bıraktırdı. İnat edip tekrar köye gelmem halinde beni öldüreceklerini söyledi. Çaresiz kalmış bir insan olarak ellerimi çözen Maravuz’lu Sarı Mustafa’nın verdiği ismi hatırlamaya çalıştım. O “Dirgen Ali’ye var derdini halleder” demişti.
Misafirin sözü bittikten sonra Dirgen Hacce’ye bağırır. “Hanım tez ola misafirimiz ağırlansın. Fakı sende şu muhtarı çağır bakalım.”
Misafirin canına can gelmiştir “Ne halt ettim de önce Dirgen denilen bu yiğit insana gelmedim. Şimdi mallarım bulunmasa da insan yerine konmam bana yeter” gibi sessiz düşünürken Fakı ile beraber muhtarın içeri girdiğini görür.
Dirgen, muhtarı yan odaya alır. Kendisiyle ne konuşur bilinmez ama kapıdan çıktığı gibi üzerinde malları yüklenmiş halde olan hayvanları getirdiği bir olur. Misafir için bu bir mucizedir. Dirgen, aile efradı için kendisinden alışveriş bile yapar. Yükünü hafifletmiş olarak üstelik iki silahlı kişinin refakatinde Afşin’e kadar gitmesi sağlanır.
* * *
Zaman su gibi akmaktadır. Dirgen Ali boş durmamış, bu akan zaman içinde oldukça zenginlemiştir. Çocukları yetişmiş işlerin başında bulunmaktadır. Gelen giden misafirin haddi hesabı yok. İncirli çiftliğindeki son posta mallar pastırmalık olarak Kayseri’ye gönderilmiş. Çalışan işçiler işlerin azalmasından dolayı biraz rahatlamıştır.
Dirgen’e sıcak para lazım, çünkü yeğenlerinin düğünleri var. Yaylaya çıkmadan önce gelinleri almak ister. Bu arada Dirgen’in büyümesini hazmedemeyen insanların varlığı onu rahatsız etmektedir. İster ki köyde hiç kimse tekerinin önüne taş koymasın. Bazen de “Yanlış mı yapıyorum, onun bunun işine fazlamı karışıyorum” diye özeleştiride bulunur.
Civarda yapılan olumlu olumsuz her işin altında Dirgen veya çocukları aranır olur. Aslı var yok bir yığın şikayetler ilgili yerlere sürekli yapılır. Bir eşkıyanın ölü bulunması üzerine gelişen olaylar ve Maraş ağır ceza tarafından açılan dava Dirgen’e ulaşır. Başlangıçta önemsemez ama jandarma eşliğinde ifade için Maraş’a götürülmesi ve daha önceki tecrübeleri karşısında bayağı korkar. Gerçi ifadesi alındıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere tekrar dönse de, artık uykuları kaçmıştır. Bunca iş, yapılacak düğünler, yaylaya göç bu arada ovadaki tarla tapan işleri bayağı zaman isteyen şey. Dirgen tedirgin olmasın da ne yapsın?
Maraş merkezde Çuhadaroğlu Mehmet Bey adında okumuş yazmış ekmek sahibi bir bey vardır. Yeni gelen vilayet bürokratları onun konağına mutlaka uğrar. Bir kısmı ev tutup çoluk çocuklarını getirene kadar, bekar olanlar ise aylarca kalarak Çuhadaroğlunun nüfuz alanına girer. Malikhanede her türlü rahatlık sağlanır. Muntazaman yemekler yapılır.  Günde en az üç defa sofra yayılır.
Hafta sonları ise sohbetler yapılır. Bölgenin ticari yapısında rol oynayan esnafla bürokrat kaynaşması olur. Ülkenin sıkıntıları, Maraş merkezdeki Ermenilerin durumları, almaları lazım gelen tedbirler gibi konular ortaya konularak tartışılır.
Ticaret erbabı Ökkeş Efendi yine böyle bir hafta sonunda Çuhadaroğlu ile ağır cezada görev yapan bir hakimin konuşmalarına kulak kesilir. İçinde “Dirgen Ali” geçen konuşma bu... Sevilen bir insan olduğu için yaklaşarak gruba müdahil olur. Konuşmanın insicamını bozmadan dinler. Hakim Çuhadaroğlu’na bugünkü dava konusunu ve faili meçhulde yargılanan Dirgen Ali olayını anlatıyor. Aynı zamanda Dirgen’le ilgili Çuhadaroğlu’nun görüşünü alacak. Bu dosya ile ilgili şikayet dilekçelerinin yanı sıra Elbistan Kaymakamlığının hakkında işlem yapılması doğrultusunda talebi de var .
Ökkeş Efendi bütün itibarını ve ikna gücünü kullanarak, Dirgen Ali’ye atılan suçun, büyük ihtimalle iftira olabileceği yolunda gayreti Çuhadaroğlu ve hakimi etkiler. Üstelik kendi başından geçen olayı, Dirgen’in kendisini nasıl kurtardığını, suçluları nasıl cezalandırdığını dile getirir. Bununla da kalmaz temenni olarak Dirgen gibi insanların kendi bölgelerinde korunması ve desteklenmesi gerektiğini söyler.
Dirgen’in yaptığı bir iyiliğin bu şekilde tecelli edeceği nereden aklına gelirdi. Kendisine bir zamanlar sığınarak mal yüklü hayvanların bulunmasında yardımcı olduğu, ismini bile zor hatırladığı Ökkeş efendinin mahkemeye etkisini hiçte öğrenemeyecek.
İki jandarma ellerinde evraklarla Dirgen’in kapısını çalar. Bu evraklar mahkeme kararıdır. Dirgen buna göre beraat etmiştir. Zaman kaybetmeden Hacce kadına seslenir “Tez iki kuzu kesin”, sonraki müdahaleyle kuzu dörde çıkarılır. İkisi yenir diğerleri karakola gönderilir.
Dirgen sevinçli… Dirgen mutlu… Ve Dirgen yapmak isteyip de bir türlü elinin kolunun varamadığı işlerin tez elden yapılabilmesi için harekete geçer.
Gelin adaylarından biri de Tanır’lı Hüseyin Ağa’nın kızı Hatun’dur. Gün kesilmesi için Tanır’a giden ekibin Hüseyin Ağa’yı takmayan tutumları taze hısımı kızdırır. “Ne kaba saba adamlarsınız. Dirgen ve adamlarının efeliği burada geçmez. Üstelik siz oğlan tarafısınız. Ağanız sizi böyle mi terbiye etti. Bu kaba davranışınızı ağanızın saygısızlığı kabul ediyorum. Şimdi kalkın tıpış tıpış arkanıza bakmadan defolun gidin”  der.
Hüseyin Ağa bu saygısızlığın telafisini bekler. Ama nafile... “Öyleyse bu işi kökünden halletmeliyim. Bu insandan hısım akraba olmaz” diyerek geçmişlerini heybeye koydurarak Dirgen’e gönderir.
Durumun intikalinden nice sonraları bu olayın seyrini değiştiremeyen Dirgen’in içindeki kin büyümektedir. Adamlarının abartılı bir şekilde anlattıkları bilgilerin doğruluğuna inanmasa da etkilenmesi muhtemeldir. Öyle ya kim bilir ne zaman ve nerede bir araya geleceklerde karşılıklı mazeretler bildirilerek aradaki adamların bok yemesinden ibaret olan edepsizliklerinden dolayı gönül alınacak. Böyle bir ortam olmayınca kraldan fazla kralcıların insana bir damla sudan fırtınalar kopartılacağı ortamlar hazırlanır.
Hüseyin Ağa, köyün üst tarafında “Saka” denilen kendi arazisinde oğlu Hacı ile çalışırken karşı dağın çıplak eteğinde atılan bir el mavzer sesiyle kendini yere atar. Hedefte üç kişi, kimdir, nedir, niçin bilinmez. Çatışma epey sürer. Hüseyin Ağa ve oğlu Hacı, karşı korken aşağılarda elinde mavzer  “Dayan Hüseyin Ağam” nidası atarak yardıma gelen komşusu Yirik Cuma’yı tanır.
Karşılıklı müsadere iki tarafdan da herhangi bir isabet olmadan biter. Diğer köylülerin olay yerine gelebileceği hesabı yapan dağdaki çete mevzilerinden çıkarak tepeyi aşar. Yirik Cuma ve Hacı taciz ateşi ederek onları takibe alırlar. En azından kiminle çatıştıkları ve baskıncıların nereye gittiklerini bilmeleri lazım. Gittikçe karartıları küçülen çetenin Norşun’a girdiği tespit edilir. Hüseyin Ağa bilgilendirilince “Anlaşıldı oğlum siz işinize devam edin. Bu delikanlılığa yakışmaz. “Namert herif” sözü ağzından dökülür.
Bölgenin asayişten sorumlu  müfreze komutanı yüzbaşı Aslan Bey aslen Fındıklı’lı olup Çerkez kökenlidir. İşi gereği her yeri avucunun içi gibi bilir. İstihbaratı   geniş, sürekli hareket halinde olduğu için yol boyunca istihdam için uğrak verip askerin dinlenebileceği güvenli yerleri ve karınlarının doyacağı haneleri bilir. Bir takip için yola koyulur. Uğradığı yerlerde birden çok şikayet alır. Zaman varsa takibinde olduğu olaydan daha önce bu işleri çözer.
Bir haftadır Maravuz Dağlarında eşkıya takibinde olan yüzbaşı Aslan, yanlış bilgilendirildiğini fark edince tekrar ovaya inmeye başlar. Yol güzergahı olan Tanır’a gelir. Hüseyin  Ağa yaklaşık elli kişiden oluşan müfrezeyi bir güzel ağırlar. Yüzbaşı Aslan’ın toparlanma emri üzerine asker Norşun’a doğru yola çıkar.
Tanır tarafından gelen askeri gören Dirgen pirelenir. Sofra yayılması emri verir ama yüzbaşının suratı asık “Karnımız tok” der. Devamla “Dirgen Ağa bu civarda senin gibi nice ekmek sahibi, devletine sadık haneler var. Lütfen onlara yönelik tacizde bulunma. İnsanlara zorla iş yaptırmaya kalkma. Bak, seninde hatırın var ama sonra beni karşında bulursun. Eğer sen güç kullanmadan duramıyorsan hazırlığını yap. Çünkü şu bizim Zeytin Ermenileri aldığım istihbarata göre başımızı ağrıtacağa benziyor. İnşallah düşündüğümüz gibi olmaz. Ama sen yine de gücünü kendi kanında, kendi dininde insanlara yönelterek kuru bir kavga için harcama” gibi tembihlerde bulunarak Afşin’e doğru yola koyulur. Niyeti Maraş Mutasarrıflığına varıp tayin emri olan evrakı alarak yeni görev yerine avdet etmek.
Göksün, Tekir üzerinden İncebayır’a ulaşır. İncebayır denilen yer Tekir Yaylası ile Maraş arasındadır. Orada soluklanmaya niyet eder. Ve istenilen yerde istirahat emri verir. Asker dinlenirken kendisi 1895 yılında şehit düşen yüzbaşı Mehmet ve beş jandarma erinin yattığı şehitliği ziyaret eder. Ermeni kökenli eşkıyanın acımasızca akıttıkları kanın bir an kendi akıbeti de olabileceği düşüncesiyle irkilir. Ermeni olsun veya olmasın, yıllardır eşkıyanın peşinde ne badireler atlattığı herkesçe bilinir. Eşkıyanın Devlet-i Ali Osman diyenlerinden değil de Devlet-i Ali Mithat diyenlerinin çok acımasız olduğunu bilir. Birisi bütün kutsal varlığı kasteden gözü kara bir anlayış, diğeri kaderdendir deyip hakkını dağlarda aramak isteyen, kendine zulüm yapan adaletsiz yöneticilere isyandan... Veya biri kendini devlet yerine koyan ve yetki sınırlarını aşan devlet görevlilerine isyan ederek dağa çıkan gözü kara oluşumdur. Bunlar yeri ve zamanı geldiğinde tıpkı kurtuluş harbinde Ege Bölgesi yiğitleri olan Efelerin dağda inerek düzenli birlikler haline geldikten sonra Çerkez Ethem kuvvetlerine katılıp düşmana karşı kanlarının son damlasına kadar savaşırlar. Yine Kars’ın Kara Papak  Türkmenlerinden Mihir Alinin Moskof a karşı verdiği mücadeleden önce devlet tarafından aranılan bir eşkıya olduğu bilinmektedir. Milli meselelerde gösterilen tepkiden ötürü devletine bağlı kader mağdurları yeri geldiği zaman düşmana karşı   “Devlet-i Ali Osman” derler.
Diğeri devletin kendisine düşman tıpkı Namık Kemal Mithat Paşa örneğinden görülebileceği gibi...Her ikisi de Abdulhamit Han a düşmanlık ederler. Namık Kemal Devlet-i Aliye’nin kendisine değil ama gördüğü olumsuzluklara isyan ederek  devlet denilen kuruma karşı gelmiş olur .Bunun içinde başına gelmeyen kalmaz. Devleti de bunu bildiği için şairimizin sürgün veya zindan hayatında dahi geride kalan yakınlarını  hep korur ve kollar. Ya Mithat Paşa öylemidir.? O ” Neden Devlet-i Ali Osman olur da Devlet-i Ali Mithat  olmasın” diyerek devlete karşı mücadele eder. Mithat Paşa gibiler devleti kuran iradenin sahibi olan  Türk’e düşmanlık eder.  .Onun içindir ki pehlivan padişah Sultan Abdullazizin  katlinin en önemli sanığıdır. Abdulhamit Han bunu bildiği için tedbir almak ister. Lakin Mithat Paşa İngiliz konsolosluğuna sığınarak kurtuluşu oradan arar.
Yüzbaşı Aslan bu haleti ruhiye içinde aynı görevi ifa ederken şehit edilen meslektaşı yüzbaşı Mehmet ve beş jandarmanın kabri başında göz yaşlarıyla dua ve niyazda bulunarak oradan ayrılır. Yürürken kendi kendine “Rahat uyu yüzbaşım. Bari yerin belli yurdun belli. Kim bilir bize ne olur” diye mırıldanır.


BÖLÜM 5

İlkbahar başkadır bizim ellerde
Aman telli turnam görmeden geçme
Ashab-ı Kehf uyur yüksek yerlerde
Uğrayıp yüzünü sürmeden geçme

Karpuz çatlar Ayran Dede suyunda
Boz bulanık akar Nisan ayında
Derdiçoğum uyur Tanır köyünde
Kabrinin başında durmadan geçme

Dadaloğlu çadır kurmuş orada
Karacaoğlan sefa sürmüş orada
Yazıcıoğlu sofra sermiş orada
Binboğaya selam vermeden geçme

Hayati Vasfi Taşyürek

Tanzimat ve ıslahat fermanlarından sonra azınlık kültürüne bağlı zümreler kendilerine verilen hakları istismar ederek ayrılıkçı tavır sergilemek ve dış destekli tahriklerle teşkilatlanmaya başlarlar. İsterler ki; ilk fırsatta asırlardır beraber barış içinde yaşadıkları Türkler’e baş kaldırarak bulundukları coğrafyada bağımsız idareye kavuşsunlar.
Azınlıkları kışkırtan bu hakların mimarı Koca Mustafa  Paşa’ya kim, niçin koca veya büyük demiştir, halen bilinmez. Aslında bilinir ama İmparatorluk kültürü gereği bir kaşık sudan fırtınalar koparılmayacağı da bilinir. Türk Milletinin bu hoşgörü kültürü, bu kendinden emin sorumlu duruşu şövenist oluşumları tahrik eder.
Yoksa durup dururken bunca alınan imtiyaza rağmen teba-i sadıkadan olduğu zannedilen Ermenilerin bölgesel isyanları nasıl değerlendirilir.
Nihayet beklenen olmuştur. Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşlarının yoğun olarak yaşadığı Maraş merkeze bir taş atımlık mesafede bulunan bölgelerden Zeytin başta olmak üzere Fırnız, Fındıcak ve Yenicekale’de ayaklanma olur. Sistemli bir şekilde beraber yaşadıkları Ermeni kökenli olmayan insanları sorgusuz sualsiz öldürmeye başlarlar. Öyle ki bir iki günde yüzlerce masum insanın canına kıyılır. Bölge ormanlık ve geçidi az olduğu için  haber Maraş Mutasarrıflığına çok geç ulaşır.
Mutasarrıf Ali Haydar Bey elinde yeterli güç olmadığı için İstanbul Hükümetine durumu bildirerek acil yardım talep eder.
Zeytin (Süleymanlı) Belediye Başkanı Ermeni kökenli Nazarit Çavuş, Fırnız, Fındıcak ve Yenice kale Ermenileriyle de güçbirliği ederek kendi liderliğinde büyük bir milis kuvveti oluşturur. Civardaki Müslüman ahalinin yaşadığı köylere saldırarak mal, mülk ve canlarına kast eder. Vur-kaç taktiği ile nüfuz alanını genişletir. Ermeni ırkçılığı gözü kara tatmin olmaya başlar. Zannederler ki bu iş tamam...
İstanbul’un emri ile Urfa’da bulunan Albay Galip Bey’in komutasındaki alay bir süre sonra Maraş’a intikal eder. Halkın da desteği ile belirtilen bölge kuşatılır. Çetin geçen muharebede zamanından önce öten horoz misali isyancıların kafaları koparılır. Zeytinli Reisi Nazarıt Çavuş’un cesedi Maraş merkeze getirilerek ibret-i alem olsun deyu hükümet konağına asılır. Sağ kalan Ermeniler ise bölgeden alınarak kafileler halinde güneye sürülür.
Yüzbaşı Aslan Bey’in, Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle Afşin-Elbistan asayiş komutanlığından alınarak Halep’teki birliğe tayin edilir. İlerleyen günlerde Maraş’ta isyan ederek devlet kurmak amacı ile ortalığı kan gölüne çeviren Ermenilerin durumundan haberdar olur. Zaman kaybetmeden eski görev yeri olan merkeze telgraf çekerek “Zeytinli merkez olmak kaydıyla Ermeniler silahlı ayaklanmada bulunarak ümmet-i Muhammedi doğramaktadır. Bölgedeki Ağa’lara-Bey’lere haber ulaştırın, hemen tedbir alarak isyan yapılan yere yardıma koşsunlar ” bilgisini verir.
Dirgen Ali haberi alınca Aslan Beyin Norşun’u son ziyaretinde “güç kullanmak istiyorsan birbirinize değil sizden olmayana karşı” sözünü hatırlar. O halde gereği yapılmalıdır. Önce İncirli çiftliğinde çalışan işçileri çağırarak silahlandırır. Köyden de nazının geçtiği bir o kadar kişiyle büyük bir güç oluşturur. Fındıklı ve Çardak üzeri Zeytinli’ye ulaşır. Ulaşır ulaşmasına ama kendisine iş kalmamıştır. Her yer kan revan içinde ceset dolu. Ormanlar yanmış, evler harap ve sokaklarda tek tük asker...
Gelmek ellerinde ama hemen dönmek yok. Bölgedeki askeri birliğin komutanı gerekli temizliğin yapılması ve ortalığın düzenlenmesi için Dirgen de dahil dışarıdan gelen kuvvetleri orada tutar.
Dirgen Ali sıcak savaşa ulaşamaz. Ekibi ile beraber bir hafta on gün kalarak gereken temizliği ve düzeltmeyi yapanlara yardımcı olur. Bilahare köyüne geri döner.
* * *
Hacce kadın şöyle bir etrafına bakınarak hayıflanır. “Ağam bak şu kalabalıklar hep senden, ayrık otu gibi olduk maşallah, torun torbaya karıştık. Gayri yaşlanıyoruz, şunun şurasında ne kaldı dünya boş, gönül kırmaya değmez. Kardeşlerinin çocukları bile evlenip çoluk çocuğa karıştıkları halde hepsi hala  sana çok saygılı. Ama sen kardeşlerinden bazılarını çok kırdın. Onlarla arayı düzelt. Mal da yalan mülkte yalan. Öyleyse biz niçin boş yere...” derken Konya’dan Ali Haydar’ın izine geldiği duyulur.
Dirgen, Hacce’nin “Hadi Fadime’ye gidelim Ali Haydar’ı özlemişim” uyarısı üzerine “Otur hanım otur, bende özledim. Taa Konya’dan Norşun’a gelen delikanlı dayısının elini öpmeye şuracığa da gelir” deyince  Hacce ısrar etmez.
Dirgen yeğenindeki değişikliği çok merak etmektedir. İlmin insanı çok erken olgunlaştırdığını bilir. Ali Haydar’ın medrese tahsili ve gelecekteki rolünü görür gibi olup gururlanır. Kendisi ve çocuklarından birisinin bu tür bir eğitimde geçmediğine  hayıflanır. Tahsilini tamamlayarak bölgeye dönen Menzoğlu Ahmet’in saygınlığına şahit olmuştur. Parasız pulsuz, aşiretsiz, güçsüz olan Menzoğlu Ahmet’in itibarı ve saygınlığı olur şey değil... Onda öyle güzellik var ki sohbetinde bulunanları hemen etkiliyor. İnsanlar genellikle Menzoğlu merkezli...Arıların petek etrafında gezindiği gibi bir şey...
-Allah’a şükür bu alanda bile bölgedeki diğer ailelerden öndeyiz. Baksana sülalemde bir Ali Haydar yetişiyor. Hem Menzoğlu ile arkadaş... Aynı ilmi yeğenimde edindiğine göre bir an önce gelse de bir dinlesem köftehoru diye hayaller.
Eskiden olsa Ali Haydar kendi  ana babasından önce Dirgen dayısına gelirdi. Bütün bayramlarda bayram namazı çıkışı doğru dayısına gelinir, eller öpülür, bayramlık hediyeler alınır ve yemekler yenirdi. Yalnız Ali Haydar değil anası-babası da bu konuda hep öyle davranırlardı. Nitekim Konya’ya giderken dayısının evinden çıkmıştı. Oysa şimdi daha da akıllanması ve ilim edinmesi büyüklerin kadrini kıymetini bilmesi demek değil miydi?
Zamanla anlaşılacak Ali Haydar’ın içinde esen fırtınalar, asilikler ve baş kaldırma kültürü. Ona göre Allah’tan başkasına kul olmamayı özgürlük olarak anladığı için referans kaynağı sağlamdır. Bundan ötürü ana-babanın üzerinde hiçbir büyük olmayacağı, diğerlerinin sonra geleceği anlayışı doğrularından biriydi. Zaten Ali Haydar da önce fıtri olarak ailesine, bilahare de  diğer büyüklere gider. Dirgen Ali bu durumdan memnun değildir. Kanaatini kimseye belirtmeden içine atar ve ilk hayal kırıklığına uğrar. Ne bekliyordu ne buldu. Öyle de olsa onun alimliği karşısında süfli tavır sergilememesine geri kalan ömründe hep riayet eder. Alimlere fiske vurulmaz, alimlerle kavga yapılmaz ve onlara hele silah hiç çekilmez” gibi sözlere vasiyet gibi sahip çıkar.
Ali Haydar, tahsilini tamamladığı için askerlik celp kağıdı gelmiştir. Anası Fadime buna alışıktır. Oğlunun tahsil hayatı bu vazifeyi yapmayı geciktirmiştir. Kendinden küçük kardeşleri bu görevi çoktan ifa edip gelmişler bile. Yeğeni Yemliha da yakında gelecektir. Yemliha’nın öbür amcası Musa, Dirgen Ali’nin çiçeği burnunda damadı iken askere alınır . En son kanal harbinde bulunur . Sağ salim, bin bir türlü güzel hayalle terhis olur. Memleketine dönerken Zeytin Kasabası civarında misafir kaldığı bir yayla obasında “Bunda çok para var” diye uyurken eşkiyalar tarafından öldürülmüştür. Genç hanımı,  yeğeni Yemliha’ya verilmek istenmektedir. Bu duruma ve savaştan çıkmış bir millet olarak yeğeninin telef olmadan köye dönecek haberine Ali Haydar sevinir.
Köy yerinde küçücük dünyalarında, üstelik mutluluğu emir eri gibi yaşamakta bulan bir yapıda yeğeni Yemliha’yı düşünür. “Zavallı insanlar dışarıda neler var, ahh bir bilseler... Zavallı yeğenim bu kavgalı gürültülü ortamda birde Dirgen dayıya damat olacak olmanın kendi akıbetini tayin noktasında ne kadar şanssız olduğunu düşünebilsen…” gibi düşünce derinliğine dalar.
Ali Haydar’ın günü gelmiştir. Yüksek tahsilli olduğu için askerliğini subay olarak yapacaktır. Büyük ihtimal alay müftüsü olur. Çünkü Konya’da tahsil yapanların çoğunluğu subaylık görevini alay müftülüğü yaparak tamamlamıştır. Ali Haydar, aile büyükleri gibi askerliği emir alan olarak değil, emir veren olarak yapacağını zaten bilir. Anasına “seversem askeriyede kalırım” demektedir. Ona göre askeriyenin kendisi gibi aydın insanlara ihtiyacı vardır.
Tahsil hayatında ilim irfan kazanmanın yanında memleket meseleleriyle de ciddi bir şekilde ilgilendiği için siyaseten etrafında güçlü arkadaş grubu oluşmuştur. Bu arkadaşları ile bir araya geldiklerinde siyasetten gelişen değişimleri yorumlarlar. Atatürk ve arkadaşlarının gidişatlarını bazen över, bazen çok sert bir dille yererler. Yerdikleri konu genellikle muhafazakar gelenekçi yapıya yönelik Avrupalılaşma veya asrileşme noktasındaki yapılanmalaradır. Bu konular en büyük zaaflardır. Herhangi bir eylem olsa önce bunlar patlayacakmış gibi potansiyel tehlike arz ederler.
Ali Haydar’ın Konya’ya bağlılığı güçlü arkadaş çevresi yanında Konya Müftüsünün güzel kızıyla birileri vasıtasıyla tanışması ve aralarında duygusal bağlar oluşmasıdır. Anasına bu konuyu açmıştır. Eğer askerliğini yakın bir yerde yaparsa duygusallığı resmiyete dökerek nikah kıyabileceğini, dönüşte geliniyle ve belki de torunuyla gelebileceğini söyler.
Bir sabah anasını ağlatarak, Dirgen dayısı ve diğer büyükleriyle helalleşerek kutsal vazifeyi ifa etmek için Norşun’dan ayrılır.
Dirgen Ali yeğeninin gidişini köyden çıkana kadar Haççe kadınla seyreder. Bir ara Haççe’ye dönerek “Gelen gidiyor giden gelmiyor. Dünkü çocuk bugün tahsilini tamamlamış askere gidiyor. Kim bilir belki onun dönüşünü göremem. Memleket çok karışık yine de Allah’ın işi bu…”
- Haccem şu an senden bir dileğim var. Bir an beni ölümcül bir hastaymış gibi gör ve duygularını deyişe dök” dediğinde:
-O ne biçim hayıflanma ağam, Allah uzun ömür versin. Daha çok geleni, gideni, doğanı, evleneni görürüz. Sonra turp gibisin, sağlıklısın. Durup dururken o haller yaşanmazsa insana ilham gelir mi hiç?” Dirgen üsteler:
-“Kendini zorla sevdiceğim. Bir an bil ki o haldeyim” deyince Hacce kadın gözünü kapattığı gibi bir solukluk sükunetten sonra yağmur gibi boşalmaya başlar;
* * *
Aslan düşmüş ağır yatar
Gitme beyim evin batar
Çocuklara gıran girsin
Sahipsiz fidan mı biter

Derdiğin ağarır başı
Durmuyor gözüm yaşı
Gidip doktor getirmiyor
Nerde hafızın gardaşı

Pakize ata binemez
Muhammet doktor bulamaz
Şu ovanın ağası beyim
Kimse senin gibi olamaz.

Altı oğlu var beşte kızı
Kül yetim bırakma bizi
Kapı döşlüm kurt bileklim
Yıkılsın Elbistan’ın  düzü
Hacce kadın Dirgen’i duygulandırdıktan sonra oluşan sessizliği yine kendi bozar. “Ağam bu “sevdiceğim” kelimesini ilk defa duydum hoşuma gitti. De bakalım nereden aklına girdi.” Dirgen derinden bir iç geçirerek:
-Hatay’da, sevdiceğim Hatay’da... Orada tutuklu kaldığım dönemde beyler hanımlarına böyle söylerdi. Aklımda kalmış işte. Haklısın bizim yöre insanları eşlerine karşı böyle ifadeler kullanmaz. Aslında onların yaptıkları doğru. İnsan duygularını söze aktarmalı. Bak, biraz önce tıpkı senin yaptığın gibi. Ne güzel yakıştırdın. Deyişin biter bitmez çok hoşlanmama rağmen “Sağol dillerine sağlık sevdiceğim” diyemedim.
Hacce:
-Yav Dirgen Ağam, bilir misin bizde Hatay’dan gelmişiz. Bize Maravuz’da bildiğin gibi Kalenderler kabilesi denir. Köye gelen ilk atamızın adı Haşim imiş. Onun için bizim kabilede bu isim çok yaygın. Babamdan duyduğuma göre:
“Hatay’da Mürseloğulları adında hem ağa, hem de devlet adına iş yapan beylerin çıktığı kabile varmış. Binlerce asker ve kumandanları olurmuş. En gözde iki kumandan dan birinin adı Haşim, diğerinin adı Omar’miş.
Haşim ve Omar adında bu kumandanlar sürekli görevde oldukları için bir türlü evlenme fırsatları bulamamışlar. Bir gün Mürsel Beyi hastalanmış. Uzun süren tedaviye rağmen iyileşemeden hak vaki olmuş. Beyin genç ve güzel karısı dul, dünyalar güzeli kızı ise öksüz kalmış. Beyin acısı unutulunca kumandanlardan biri kızına, diğeri ise beyin dul olan eşine talip olmuşlar. Mürsel Bey’in dul eşi bu teklifin ahlaki olmadığını söyleyerek ret etmiş. Zamanla dul olarak yaşamanın dayanılmaz zorluğu karşısında kendi arzularını içine atarak kızının geleceği ile ilgili kararı almaktanda tereddüt etmez. Bu iki kumandanı konağa çağırarak “Ben sizin beyinizin dul eşiyim. Yaşım ne olursa olsun töremiz gereği sizin ananız sayılırım. Bana karşı olan niyetiniz bundan böyle değişmelidir. Ancak kızım sizlerden biri için evlenmeye müsait yaşta ve konumdadır. Aranızda kura çekeceğim. Hanginizin adı çıkarsa kızımı ona vereceğim. Böylece bu iş çözülmüş olacak” demiş. Ve kura çekilince kız Haşim’e çıkmış. Öbür kumandan Omar, Haşim’e dönerek “Hem kızı almak, hem de burada kalıp devlet olmak yok aslanım. Meğer kız senin bahtına çıktı ayak altında dolaşma. Al, gözümün görmediği uzaklara git. Yoksa yemin olsun ki her ikinizi de öldürürüm.” demiş. Bunun üzerine Haşim kızı alarak günlerce yol kat eder ve sonunda bir dağ köyü olan Maravuz’a yerleşmiş. İşte ağam biz de Kalenderler olarak Maravuz’a Hatay’dan gelmiş oluyoruz.
Dirgen Ali:
-Desene kız benim oraya gitmem tesadüf değilmiş. Üstelik atan Haşim ile aynı konakta konaklamışız. Kadere bak. Senin kökünü kömecini böylece öğrenmiş olduk. Akrabalarının bu kadar vurdulu kırdılı gözü kara olmalarının sebebi şimdi anlaşılıyor.
-Sahi Haccem, bizde epey zamandır onları ihmal ettik. İster misin yaylaya çıkmadan önce varıp bir ziyaretlerinde bulunalım. Haşim Ağa’yı, kardeşi Fakı’yı ve Demirci Halil’i özledim. Bir yıl kadar oldu Demirci Halil’in evine inmiştik. Sarız’lı Bakı Hoca ile bizim Menzoğlu Ahmet’te odasındaydı. Haşim Ağa ve diğer ileri gelenlerin hazır bulunduğu ortamda Menzoğlunu ilk defa hayranlıkla orada dinledim Haççem. Demirci’nin odasında hiç ayrılasım gelmedi. Maravuz’un itibarlı kişileri genellikle Demirci’nin sofrasında. Bizim köyde olmayan sohbetlerde bulunuyorlar. Orada bir Dirgen değil, birden çok Dirgen vardır. Üstelik işleri de kolay. Büyüklerin aldığı karara bütün köylü uyuyor. Yalnız ara sıra sizinkilerin lüzumsuzlukları da olmuyor değil. Ama köyün ihtiyar heyeti ve gün görmüş bir avuç insanı huzuru bozucu hadiseler karşısında tek vücut oluyorlar. Keşke bizimde sorumlulukları paylaşacak, gerektiğinde otur kalk diyecek kararlı insanlarımız olsa.
Dirgen meramını anlatabilecek dilin ve kültürünün eksikliğini hissederek, “Bu boşluğu ancak Ali Haydar doldurabilir. Biz ancak kırarak, dökerek bu işi yapıyoruz Haççem” diye söylenir.    Devamla:
-Haccem; son zamanlarda bendeki değişikliğin nedeni, Menzoğlunda duyduğum ve kulaklarımda küpe gibi tuttuğum “İnsanların en büyüğü en yüksek yerdeyken alçak gönüllü olanı, kudret sahibi iken bağışlayan ve güçlü olduğu vakit adil davranan” sözüdür. İnsanın yaşı ilerledikçe bu sözün anlamını daha iyi anlıyor. Şimdi ki aklım olsaydı... Allah nefsime uydurup bundan önce neyse de bundan böyle bu söze muhalif davrandırmaz inşallah.
-İnsanlar her zaman kahraman olamazlar Haccem, ama her zaman insan olabilirler. Şu Menzoğlu ne güzel laflar ediyor bir dinlesen. Hele  “Bülbüller ötmeye başlayınca kargalar susar” sözü beni öyle utandırdı ki hiç sorma gitsin. Adam sanki her lafı benim için konuşuyormuş gibi her sözünden bir anlam çıkarıyorum. Utanmasam ve gururuma hoş gelse bu yaşta inan ki değişeceğim. Ömür boyu hır gır edip tokatladığım insanların benim hakkımdaki kanaatlerinin birazcık değişeceğini bilsem, ben de büsbütün değişeceğim. Görüyorsun Haccem bu yapıyı, bu görüntüyü, bu anlayışı değiştirmek ne kadar zor.
-Biz Haccem, inan ki ifade edemiyormuşuz ama “bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın” sözünün muhatabıymışız. Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır. Tıpkı Menzoğlu Ahmet gibi. Bundan böyle kulağım hep ondan olmalı.
-Gönül isterdi ki yeğenim Ali Haydar’dan da böyle istifade edelim. O çocuk ilmini olumsuzluk için kullanıyor. Onun için korkuyorum. Menzoğlu’nun dediği gibi, “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten de korkuyor. Kendisini sevilmeye layık görmediği için sevilmekten korkuyor. Sorumluluk getireceği için düşünmekten korkuyor. Eleştirmekten korktuğu için duygularını ifade etmekten korkuyor. Gençliğinin kıymetini bilmediği için yaşlanmaktan korkuyor. Dünyaya bir şey veremediği için unutulmaktan korkuyor.”
-Aman Allah’ım ne biçim söz bunlar. Her biri deprem gibi insanı temelinden sarsıyor. Yıldırım gibi tepeden girip tabandan çıkıyor. Velhasıl herkes bir şeylerden korkuyor. Her halde Haççem korku da bir nimet olsa gerek.
-Geç kaldık. Millet bizi sürekli elinde kınından çıkmış kılıç varmış gibi görüyor.


BÖLÜM 6 

Cihan ara cihan içredir, arayı bilmezler
Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler

Nabi

Tad’lar ve Yad’lar dersadete kona gelir
Ya vezaret ya sedaret uma gelir
Oğuzlar ise  Hanı görmeye gelir
Ya malın ya canın vermeye gelir

Y. Sultan Selim

Osmanlı Devleti ve taraftarlarının mağlubiyetiyle zor günler başlar.  Birinci Dünya Savaşı akabinde ülkenin her tarafı işgal edilir. Maraş, Adana, Antep ve ülkenin diğer yerleri işgalcilerin iştahını çektiği için asker çıkarırlar. Maraş, İngiliz askerlerinin payına düşer. İşgal edilmiş bir beldenin bundan birkaç yıl önce Suriye tarafına sürgün edilen Ermeni vatandaşları bu durumu fırsat bilerek tekrar Maraş’a döner.
Kendilerine uygun zemin hazırlayan Maraş merkezde mukim Hırlakoğulları adındaki Ermeni ailesi bunların hamiliğine soyunurlar. İşgal Kuvvetleriyle içli - dışlı tekrar eski topraklarına dönme eylemi içindeki çetelere olabildiğince yardımcı olmalarının kendi güvenceleri için de lazım olduğuna inanırlar.
İngiliz işgalcileri idarede onay makamı durumundalar. Ermeniler aynı dinden olan işgalcilerden çok şey bekler. Zeytin, Fırnız, Fındıkçık ve Yenicekale’nin intikamı ile yanar tutuşurlar. Maraş’ın son Osmanlı mebusu Hırlakoğulları ailesinden Hırlak Agop’tur. İngilizlerin en önemli müttefikleri bu ailedir.
Hırlak Agop ve avanesi aylar geçmesine rağmen özellikle sürgünden dönen Ermeniler için bir şeyler yapılamamasından çok rahatsızdırlar. Baskı unsurları ve halk üzerindeki tahrikleri işe yaramaz. İngiliz kuvvetlerinin Ermenilerin amaçlarına hizmet vermesinin mümkün olmadığı anlaşılınca bir komisyon kurarak Antep’e giderler. İngiliz kuvvetlerinin karar mevkiindeki insanları ikna edilerek Antep’teki Fransız askerleriyle, Maraş’taki İngilizlerin becayişi yaptırılır. Antep’teki Fransızların içinde hatırı sayılır Ermeni kökenli askerlerin olması ve bunların Maraş’a gelmeleri neticesinde onların amacına ulaşmaları için hizmeti beklenir.
Nihayet muvaffak olurlar. Maraş’a gelen Fransız askerleri ve komutanları döneminde Ermeniler çok şımarır. Siyasi iradeye nüfuz ederek yapamayacakları iş kalmaz. Maraşlı bu durumdan son derece tedirgin, gerilim had safhada.
Uzunoluk Hamamından çıkan izarlı iki Müslüman kadının, devriye gezen iki Fransız askeri tarafından önleri kesilerek örtüleri çıkarılmak istenir. Kadınlar direnince askerlere yardım eden sivil Ermenilerin de gayretiyle örtüleri parçalanarak yerlere savrulur. Büyük bir çığlıkla yardım isteyen kadınların imdadına hemen yakında bulunan Kel Hacı adıyla maruf bir esnafın kahvesinde oturan Çakmakçı Sait müdahale edince kurşunlanır. Ağır yaralı olarak düştüğü yerden çırpınırken civar köylerde süt toplayarak geçimini  sağlayan Sütçü İmam, Barabelyum marka silahını çekerek birer el ateşle iki Fransız askerini düşürür. Askerlerin yanlarına kadar vararak “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizar olamaz.” diye gür bir şekilde bağırır. Sütçü İmam olayı, şehirde bomba etkisi yapar. Moraller düzelir. Mensubiyet şuuru ve kendine güven daha da gelişir. İşgalciler yerli ittifakçılarıyla münferit cevabi taşkınlıklar yapar. Her yerde Sütçü İmamı ararlar. Bulamadıkları için yeğenini tutuklayarak onun yerine işkence yaparak öldürürler.
Olayların daha fazla tırmanma ihtimali işgal kuvveti komutanının şehrin ileri gelenleriyle toplantı düzenleme mecburiyetini gündeme getirir. Bu toplantıda tehditler ve meydan okumalar Maraş’lılara vız gelir. Halk artık yavaş yavaş dağınıklığı bırakarak teşkilatlanma ihtiyacı hisseder. Gizliden yapılan toplantılar ve alınan kararlar... Nihayet Fransız komutanının değişmesine sebep olur. Yerine Osmaniye’deki Fransız birliklerinin komutanı görevlendirilir.
Halep’e tayini çıkan yüzbaşı Aslan Maraş’ın işgalini ve kendi bölgesinde ikamete zorlanan Ermenilerin döndüklerini duyunca kendisi de memlekete döner. Rütbesi artık binbaşıdır. Binbaşı Aslan, Maraş’a gelerek gerekli çalışmalara başlar. Bu arada gerginlikten Mustafa Kemal’in de haberi olur. Oda Kılıç Ali adındaki bir adamını Kuvva-i Milliye teşkilatını temsilen bölgeye gönderir. Kılıç Ali Maraş’ın manevi mimarı ve kanaat önderi Ali Sezai Hazretleri başta olmak üzere şehrin ileri gelenleriyle gerçek kimliğini belirtmeden görüşür. Hatta civar ilçelerde Elbistan başta olmak üzere diğer bölgelerdeki eşrafın ileri gelen insanlarıyla temaslarını sağlar.. Kendisini Elbistan’da Antalyalı bir arpa tüccarı olarak tanıtır.
Yeni komutan Ermenilerle işbirliğini aleni devam ettirir. Şeyh Ali Sezai ve arkadaşları bu durumdan çok kaygılı, savaştan başka çarenin olmadığına inanırlar. Bu kaygıyla şehrin ileri gelenlerini toplayarak bir teşkilat kurarlar. Bu teşkilatın adı Maraş Müdafa-i Hukuki Milliye Cemiyeti olur. Başkanlığına Binbaşı Aslan getirilir. Binbaşı Aslan’ın ilk işi civar bölgelerdeki nüfuzlu kişilerle bağlantı kurarak çevreyi kontrol altına alıcı şekilde mevzilenmek, ikincisi ise şehir milisleri ve onlara silah temini.
Alınan karar gereği Elbistan’a haber ulaşır. Jandarma bölük komutanı yüzbaşı Muhtar Bey ve Nakipzade Mehmet Ağa emrinde üç yüz kadar silahlı kuvvet, ellerindeki ağır silahlarla Maraş’ın batısında Cancık denilen yerde mevzi tutmak için hareket ederler.
İkinci kol ise yine Elbistan’lı Eczacı Ömer Lütfü Köker başkanlığında gönüllü insanlardan oluşan birlikler  Maraş’ı kuzeyden görebilecek şekilde emniyete almak için mevzilenir.
Dirgen Ali, Binbaşı Aslan’ın bölgeye geldiği günün ertesi, oğlu İnce Fakının sorumluluğunda yirmi beş gönüllü, silahlı birlikle Eczacı Ömer Lütfü Köker’e katılma talimatı verir. Kendisi ileri yaşta olduğu için çok istemesine rağmen gitmesi uygun görülmez.
Ermenilerin haricinde bütün Maraş halkı işgalcilerden devriye gezen askerleri dahi görünce yollarını değiştirir olurlar. Bu arada Aptal Halil adında geçimini davul çalarak temin eden bir esmer Maraşlı işgalcilerin eğlence tertip ettiği konağa zorla götürülerek sanatını icra etmesi istendiğinde “Olmaz” der. Davulunun içi dolu altın verelimde biz burada kaldığımız müddetçe hizmet et dediklerinde Aptal Halil “Vallahi Beyim davulun içini değil, aha şu oda dolusu altın verseniz, vallahi şu tokmak bu davula vurmaz. Bu iş din iman bahsi” diyerek bütün zorlama ve itilmesine rağmen davul çalmadan konaktan atılır.
Fransız general kendisi için güvenli kabul ettiği Hırlakoğulları ailesinde yatar kalkar. Ev sahibi olan Hırlak Osep’in güzel kızı misafirinin evden çıkmamasının en büyük gerekçesidir. Ama kız da akıllı ve ne istediğini bilen biri. Generalin kendisini dansa davet etmesi üzerine, evin bayrak çekili Maraş Kalesi’ni gören penceresi yanına çağırarak “Bu bayrak burada dalgalandığı sürece ben senin tekliflerine kapalıyım” der.
Askerlere emredilince kaledeki Türk bayrağı indirilerek yerine işgal kuvveti bayrağı çekilir.
Zaten gergin olan Maraş halkı bu olay karşısında dahada gerilir. Yer yer şehir içi çatışmaların yaşanması üzerine Fransız general şehrin ileri gelenleriyle tekrar hükümet konağında toplanır. Şeyh Ali Sezai Efendinin etrafında oluşan heyetin, bayrağın yeniden yerine çekilmesi ve Maraş halkından özür dilenmesi talebi kabul görmez. Üstelik “İşgale uğramış bir milletin bayrağı mı olur, unutmayın ki; biz işgal eden, siz işgal edilensiniz. Bir bez parçası için canhıraş gayretinize anlam veremiyorum” diyerek küstahlığını gösterir.
Birkaç gün sonra Cuma namazı eda edilecektir. Binlerce insan Ulu Camide toplanır. Ali Sezai ve Binbaşı Aslan’ın talimatı üzere imam efendi “Cuma namazının en önemli şartı hür olmaktır. Hür olmayan insanlar Cuma namazı kılamazlar. Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir beldede hürriyet yok, esaret var demektir. Bu endişeyle ben imamınız olarak buna inanıyor sizinde bu namazı düşman bayrağı ininceye kadar ve Maraş düşmandan kurtuluncaya kadar ertelemenizi, dini bilgime dayanarak beyan ediyorum. Şimdi camiyi boşaltın” ifadesi üzerine halk adeta şok olur.
Ali Sezai Efendi ve Binbaşı Aslan böylelikle başkaldırı ruhunun tam olgunlaştığına inanarak o günün akşamı plânlı mücadeleye başlar. Elbistan’dan gelen kuvvetler, ellerindeki dağ toplarıyla batıda taarruza, Eczacı Lütfü Köker ve İnce Fakının da bulunduğu kuvvetler kuzeyde, merkezdeki kuvvetler de Ermenilerin başta sığındıkları kiliseler olmak üzere, bulunma ihtimali olan bölgelere, Ali Sezai Efendinin adamları ise işgal komutanlığının bulunduğu merkeze sürekli taarruz eder.
Askeri ve sivil Ermeniler neye uğradığına şaşırırlar. Böylece yirmi iki gün, yirmi iki gece göğüs göğüse kanlı mücadele verilir. Maraş merkezinde bulunan işgal kuvvetlerine, sürgünden dönen Ermenilere ve ev sahipliği yapan Hırlakoğlu adlı Ermeni ailesine büyük bir ders verilerek kökleri kazınır. Reisleri son Osmanlı mebusu Hırlak Agop’un Kılılı Köyünün yakınında bulunan kesilmiş başı bir sopaya takılarak Maraş Hükümet Konağının önüne asılır. İşgal kuvvetleri çok büyük zayiat vererek Maraş’ı terk eder. Elleri zayıfladığı için efelenerek haklarını alma yerine şimdi yalvararak Ermenilerin kalanlarına merhamet dilenme talepleri rica ve minnete dönüşür.
O gün Maraş halkı hep bir ağızdan  “Maraş bize yâr olmadan düşmana gülizâr olmaz. Şimdi Maraş bize yârdır, düşmana ağyârdır” diyerek Şeyh Ali Sezai imamlığında bağımsızlığını elde etmenin vermiş olduğu gururla ve kalesinde dalgalanan bayrağının serin gölgesinde Cuma namazlarını eda ederler.
* * *
12 Şubat 1920, Maraş’ın kurtuluş günüdür. Çevre ilçelerden gelen gönüllü askerler kafilelerle nasıl geldilerse aynı güzergahı takip ederek ilçelerine dönerler. Özellikle Elbistan grubunda Eczacı Lütfü Köker sorumluluğunda İnce Fakı ve diğer gönüllüler, ilk önce dönenlerdendir. Dirgen Ali, İnce Fakısının endişesiyle gözüne uyku girmez. Maraş’tan bir haber bekler. İnce Fakı, köye geldiğinde babasının huzuruna ulaşır. O gün sabaha kadar Dirgen ve meraklı köylüler gözlerini kırpmadan İnce Fakı’yı dinlerler. Sabah ezanı ve kılınan namazdan sonra ancak köylü evine çekilir.
Kendi kendini kurtaran “Edeler diyarı” Maraş’tan sonra Kuva-yi Milliye Ordusu Başkomutan Mustafa Kemal, düzenli birlikleri ve, dahiyane bir savaş stratejisiyle, memleket sathına yayılmış düşmanı, İzmir Marşıyla gönderdikten sonra 29 Ekim 1923’de Cumhuriyeti kurar. Bilahare bütün dünyaya ilan eder. Ülkeyi düşmandan temizledikten sonra Cumhuriyetin ilkeler bazında yapılanmasına geçer. Yeni kurulan devletin idare sisteminin kabul edilmesi ve bir takım ilkelerin oturması kolay iş değildir.
Memleketteki aydınlar ve özellikle de Birinci Meclis üyeleri kendi aralarında bir araya gelemeyecek tarzda fikri ayrılığa düşmüşlerdir. Mustafa Kemal, Mecliste birlik sağlanmadan bir takım reformların yapılamayacağını bilir. Genç Cumhuriyetin kendine ait mantığının oturamaması, kazanılan zaferin gölgede kalması demek olduğu endişesi Mustafa Kemal’i kara kara düşündürür. Aydınları farklı düşünse de, siyasi kararların ittifakla alınacağı meclis üyelerine ihtiyaç olduğu gün gibi ortadadır.
Birinci Meclis olağanüstü durumda oluşmuş. Fes edilip çoğunlukla kararların alınacağı bir meclisin oluşmasına o günün şartlarında ihtiyaç var.Yeni savaştan çıkmış bir millete istikamet gösterebilmek için oluşturdukları mecliste çoğunluğun koro halinde aynı hedefe,aynı adımlarla ilerlemesi gerekir. Her kafadan bir ses çıkarsa milletin kafası karışacağından acil tedbirler alınamaz. Bu durum olağanüstü dönemler için daha çok geçerlidir. Mecliste birliğin sağlanabilmesi için; Her türlü tehdit bertaraf edilmeli, her türlü tehlikeye göğüs gerilmeliydi. Milli mücadelenin kahraman isimleri bile, bir bahane ile gözden düşürülmeli ve dahası varlıklarına bile kast edilmeli gibi antidemokratik tutumlar ve bu yöntem, vatanseverliğin bünyesinde satıh bulmalıydı.
Muhalefet kültürü demokrasinin olmazsa olmazlarından olmasına rağmen gölgesinden korkan bir ekibin elindeki ülke yönetimi çoğu kez iç düşman çıkmasına, ülkenin birliği ve dirliğine zarar gelmesine vesile olduğunu, yaşayacak olan tecrübeler gösterecekti.
Mustafa Kemal’e muhalefet eder gibi görünen ve onun müsadesi alındıktan sonra çalışmalarına başlayan eski İttihat ve Terakkicilerin bir kısmı Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasını kurarlar. Fakat ne iktidardakilerde,nede muhalefettekilerde yeteri kadar demokrasi kültürü olmadığından siyaset zamanla kutuplaşır. Kutuplar birbirini düşman gibi telakki eder. Biri diğerinin yok olması pahasına legalden ziyade illegal mücadele yürütülür.
İktidarın muhalefeti bunaltacak kadar sıkıştırması, muhalefetin de ondan kurtulma çabası her iki tarafda kendiliğinden meydana gelen dalgalanmalardan dahi kasıt aranır hale dönüşür.
BMM’sine milletvekili sokmuş olan Terakki Perver Fırkası bu kutuplaşma ve hazımsızlık nedeni ile kapatılır. Mensuplarından bazıları iktidardan ve yaptıkları zulümlerden kurtulmak için illegal örgütlenerek, bir şekilde hükümeti devirmeyi amaç edinirler.
Terakkiperver Fırkasının kapatılması muhafazakâr aydınlarda da rahatsızlık oluşturur. Özellikle medrese mezunu olanlar körü körüne batıcılık fikrinin, Cumhuriyetin yeni dinamiği olmasından rahatsızdırlar. Mücadele verdikleri düşmanın değerlerinin Müslüman bir millete uygun düşmeyeceği, dinden uzaklaşan bir devletin banisi olmanın zorluğu hep söylenir, durur.
Cumhuriyetin kaderine hep batıda tahsil görmüş aydınların egemen olması, yerli aydın tipi olan medrese mezunlarının idarece tercih edilmeyen noktaya getirilmesi bu rahatsızlıkların sebeplerinden biri olmalıdır. Ter dökmeden nimetlerin bedavadan paylaşılmasına göz yumma olayı Türk’ün kaderidir zaten. Terakkiciler buna inanır bunu bilirler. Boğazdaki aşiretlerin, çağın icaplarına uygun yetişmiş çocukları, takiyye kültürü ile nasılsa Gazi ve O’na ulaşan yol üzeri tepeden inme bir anlayışta bulunurlar. Hızla kadrolaşırlar. Üstelik devletinde bu konularda yetişmiş insanlara ihtiyaç hissettiğini bilerek açtıkları yolda hızla ilerlemekteler. Zavallı medrese mezunları isteseler de yetersiz olduklarını bilmezler.
Gazi de işin farkında, lakin, devlet ehliyetli insanlarla çalışır. Dönme de olsa, takiyyeci kimlik de taşısalar, savaşta emekleri olmamışta olsalar bu çark bunlarla yürümelidir.
Mareşal Çakmaklar, Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir ve Bekir Sami Beyler modeli aydınlara bile artık genç cumhuriyette yer bulmak zorlaşır. Baksanıza bir milletin olmazsa olmazı olan dilini geliştirmek için kurulan kurulun başına bile bir Ermeni, Agop Efendi getirilmiştir. Maraşlı’ların gözü aydın. Sineklerle uğraşmışlardır. Ali Sezai Efendi, tekkesinin başında iken işgalcilere meydan okuyordu. Tekkenin gücünü kullanarak Maraş’ın düşmana gülizar olamayacağını ispat etti. Bak şimdi Boğazdaki aşiretlerin çocukları Gazi’nin etrafını sararak tekkelerin yasaklanma kararını nasıl sağladılar. Gözün aydın Maraş halkı, gözün aydın Ali Sezai Efendi...
Bir vatan parçası savaşarak alınır veya korunur. Ama yaşatılması; İşte, bu milletin zafiyetidir bu. Külfette var nimette yok. Nimeti paylaşanların külfeti çekenleri hor ve hakir görerek jandarma dipçiği ile hizaya getirmesi de cabası.
* * *
Ali Haydar, 1. Dünya Savaşının bütün şiddetiyle sürdüğü dönemde askere alındığı için uzun bir müddet  değişik yerlerde alay müftüsü olarak görev yapar. Ülke düşmandan temizlenmiş ama içerideki işlerin kendince iyi gitmediğini görür. Okumuş, çevrede epeyce dostları olduğu için siyasi yorumlar ve tartışmaların hep içinde olur. Ona göre haksızlık karşısında susmak doğru değildir.
Konya Müftüsü olan kayınpederi, kendisi gibi düşünmemektedir. “Geçiş dönemleri çalkantılı olur. Denizler dalgalanmadan durulmaz damat. Çok radikal düşünüyorsun. Bu düşüncelerin sana çok zarar verebilir. Seni yanlış oluşumların içinde görüyorum. Terakki Perver Fırkası’nın ayak takımlarıyla oturup kalkıyorsun. Dikkat et, seni kullanabilirler. Benden söylemesi” gibi nasihatlara Ali Haydar’ın karnı toktur.
Önce Ankara’da, bilahere Bursa’da başarılı olamayınca İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast düzenleyerek önce ülkeyi kaosa sonra da iktidar olma hesabı yapanlar teşkilatlanarak işe koyulur. Ali Haydar’ın kendisine bu konuda bilgiler geldiğinde daima moral verici ve teşvik edici konuşmaları dışında fiili davranışı olmaz. İş daha üst perdede cereyan eder.
Derken planlar Gazi’nin İzmir’e trenle ineceği güne göre hesaplanır. Her türlü hazırlıklar yapılır. Suikastçıları deniz yoluyla kaçırmada görevli Giritli Şevki bir gün önceden durumu valiliğe ihbar edince Gazi’nin trenle İzmir seyahati ertelenir.
İhbar üzerine baskınlar düzenlenerek ilgili ilgisiz bir yığın insan tutuklanır. Bir kısmı yargılanarak bir ay içinde cezaları infaz edilir. Başta Ali Haydar olmak üzere bir kısım muhalif görünenler de firar eder. Ali Haydar daha önceden görev yaptığı ve dostlarının çok olduğu Halep’e kaçar.
Ali Haydar yaşadığı bunca sıkıntılardan sonra kayınpederinin nasihati aklına gelir. Her şeyi bildiğini zannedenlerinin yanılmalarının verdiği pişmanlıkla çocuklarını ve hanımını düşünür. İzmir tertibinden haberi olduğu için çocuklarını erkenden kayınpederine götürmesi, onlara haber bile veremeden sınır dışına kaçması...  Şimdi bu olayların sonuçlarını merak ediyor. Kimler tutuklandı, kimlerin adı karışmış, kimler kaçak durumda ve hangi cezalara çarptırıldılar diye kendi kendini yiyor  olması vs..
* * *
Dirgen Ali, Konya Müftüsü kanalı ile yeğeninin kaçak durumuna düştüğünü duyar. “Bu çocukta bir şeylerin iyi gitmediği belliydi. Boyundan büyük işlere karışmış Haccem. Oğlum Ali Haydar sen kim, Ata’ya karşı suikastçıların içinde olmak kim. Allah hayrını versin. Bizde şu Afşin ovasında senden ne çok şey bekliyorduk. Bak Menzoğlu’na adam gibi adam. Doğduğu yerlere gelerek insanları cehaletten kurtarmak için çırpınıp duruyor. Sen ne yaptın... Siyasete daldın... Kime karşı... Düv0eli muazzamın baş edemediği adama karşı... Tuu senin haline... Sana üzülmüyorum da şu ananın çektiği hasrete, sana ümit bağlamış yakın hısım ve akrabalara, dahası gül gibi hanımına ve çocuklarına acıyorum. Beni bir daha hayal kırıklığına uğrattın. İnşallah bu son olur.” Ben bile Haccem bu adamın adı geçtikçe inan ki korkuyorum.
Bereket, damat Yemliha ona çekmemiştir. Çocuk halim selim çok uysal, Allah razı olsun. Emrimizden çıkmıyor. Kendi çocuklarımdan bile saygılı vallahi.
-Askere gitmeden önce Ali Haydar’ın köye geldiğinde az daha Yemliha’yı da baştan çıkaracaktı. Ne o “kimseye kul köle olma Dayın dahi olsa” gibi konuşarak kafasını çelmeye çalıştığına ben şahit oldum Haccem. Siz işin farkında değildiniz. Ben insanı tanırım. Kendi çocuklarımı, yeğenlerimi bilirim. Bu Ali Haydar’da asilik olduğunu gördüm. Edindiği ilme saygı duyuyorum. Onun için elim varmaz, dilim söylemez. Koskoca Gazi’ye karşı olanların yanında olan Ali Haydar, yarın dayısı Dirgen’in karşısında olmaz mı? Olur olur... İnsanoğlu çiğ süt emmiş Haccem. Bak göreceksin bana karşı değilse bile çocuklarıma yönelik bir takım işlerin içerisinde olabilir. Eğer tenezzül edipte tekrar buralara gelmesi nasip olursa...
* * *
- Bak Haccem iki çocuğum Emine’den, dokuz çocuğumu da sen doğurdun. Hepsi benim çocuklarım. Hepsinin yapıları farklı. Bana desen ki “Dirgenim deste başı olarak gördüğün hangisi” Derim ki İnce Fakım. Onda kendimi görüyorum. Bana hak vaki olursa yerimi ancak o doldurur. Onda babamın huyu var. Yalnız daha akıllı ve daha kıvrak. Babam Norşun Fakı’sı ne iyi ata binebilir, ne de iyi silah kuşanırdı. İstese de bunları yapamazdı. Çünkü mesleği imamlık olduğu için bunlara vakti yoktu. Eşe anam sayesinde vallahi köyde yine iyi tutunmuş.
-Ama İnce Fakı çok iyi yetişti maşallah. Çocuklarıma liderlik edebilecek yapı onda var Haccem. Baksana bana rağmen adam oda açtı. Gelen giden, eş dostun haddi hesabı yok. Neredeyse kıskanacağım. Geçen kış tavşan avına gitmiştik Haccem. Boşa attığı mermiye rastlamadım. Attığını düşürdü. Beni de geçti beni, Haccem. Onun için bu oğlanda iyi bir gelecek görüyorum.
- Benim zamanla Menzoğlu’nun etkisinde kalarak “Çok geç, keşke daha önce seni tanısaydım Menzoğlu, başka Dirgen Ali olurdum” sözlerimi hatırlarsın ya, işte İnce Fakım benim yürekten ah çekmemi duymuşta bu yaşımdaki olgunluğa o gencecik yaşında ulaşmış gibi sanki... Bu da beni çok sevindiriyor Haccem. Vurdulu kırdılı tavırla, insanları susturarak oluşturulan bir dünya neye yarar. Ben de Fakım la değişiyorum herhalde. Allah korusun ona bir şey olursa ailemiz dağılır. Esem de yiğit, gözü kara ama o işin bir başka tarafında. Elinde sazı dilinde sözü sana çekmiştir. Haccem.  Bu çocukta aşıklık var.
Hacce kadın söze girer;
-Dirgenim seninde benden farkın yok. Çok güzel deyişlerini bilmiyorum zannetme. Esem daha çok sana çekmiştir.
-“Haccem; bugün  var yarın yokuz. Bizden sonra köyün hali, çocuklarımızın durumu ne olur acaba? Yaşa ki göresin derler ya, her şeyi görebilecek kadar yaşamamız da mümkün değil. Bunun üzerine hele bir deyiş söyle bakalım, beni başka alemlere götürebilecek misin’’deyince Hacce kadın;
* * *
Yine yeşillendi ovalar yazılar
Meleşir de kösten çıkar kuzular
Oğlum kızım birikir de bozular
Kurarlar konağa fani bir gün

Çeke çeke bu dert beni alıcı
Etim gitti kemiklerim kalıcı
Doktora gidince can mı verici
Daha ömrüm varsa kaldırır bir gün

Erkek gibi evlerimde dururdum
Düşmanın şeleğin sırtıma alırdım
Ordu gelse yemeğini verirdim
Gidersem gülüm ararlar bir gün

Seve seve bir çift oğlan bitirdim
Heveslendim gelinlerim getirdim
Tikenliye çadır kurdum oturdum
Anam yurdum derde söylerler bir gün

Der kaderim çok kara gün geçirdin
Zehirledin acı şerbet içirdin
Daha vakti değil cip tez göçürdün
İsmimi defterden silerler bir gün
* * *


BÖLÜM 7


Bu o gün ki gözdeki yaş gündelik yaş değil
Bu o gün ki yıkılmış kale dökülmüş taş değil
Bu gün Maraş göğünden uçmayan kuş kuş değil

Bu o gün ki rüzgarda şehitler ruhu eser
Ayakları bu toprağı öpermiş gibi basar
Bu o gün ki gündelik neş’e susar gam susar

Eteğini tutmak gerekir ölene kadar
Ey vatan miracına yönelen kahramanlar
Ey Cuma namazında kaleye tırmananlar

Dert açılır gül gibi sevinç açar yaş gibi
Çorak yağmur istemez aç ağlamaz aş diye
Bir milli zikre başlar Türk “Maraş Maraş “diye

Behçet Kemal Çağlar


Aradan tam on yıl geçmiştir. Dövüşsüz, kavgasız uzun bir zaman bu... Dirgen, yüzyılın ikinci yarısına gireli epeyi olmuştur. Çocuklarının çocukları delikanlılık çağına gelmiş, birden çok haneler açılmış, herkes kendi hesabını kitabını yaparak sakin ve hep olduğu gibi telaşlı yaşamaktadır. Zaman değiştiği için torunlar eğitim hizmetlerinden nasipleniyor. Hepsinin gözünde Menzoğlu Ahmet ile kendi sülalesinden Ali Haydar var. Onların hayatlarını gıpta ile takip ediyorlar. Kendilerinin de okuyup onlar gibi memur, amir olabileceğini düşünüyorlar.
Dirgen’in büyük oğlu Abbas bu endişelerle kışlık hazırlık yapmak için unluk buğday yıkamak niyetiyle köy içinde ortak kullanılan yunağa varır. İşinin önemli bir kısmını yaptıktan sonra birdenbire yunağa gelen suyun su yolunda kesildiğini fark eder. “Hay Allah, sırası mıydı” diyerek başını kaldırdığında kürek ile su yolunu değiştiren adamı görür. Yanına yaklaşır. Bakar ki on yıldır barış üzerine yaşadığı aileden biri. Alttan alarak işinin az kaldığını böyle kalırsa mağdur olacağını anlatsa da söz dinletemez. Adam  “la” diyor, “lo” demiyor.  Derken laf lafı karşılar. Yüksek sesle çeneleşirler. Olaya şahit olan harici gözlerin varlığı iki tarafı daha da katılaştırır. Bu arada Abbas’ın kardeşi Hafız’ın oğlu olay yerine ulaşır. Eliyle küreğin yaptığı işi yapmaya çalışırken kafasından sopayı yer. Yeğenine yapılan saldırı karşısında Abbas silahına sarılır. Mermiyi namluya sürer. Ve lakin tetiğe basarsa da adamın eceli gelmediğinden bir türlü silah ateş almaz. Yeğeni çok kötü bir darbe aldığı için yerde çırpınmaktadır.
Nitekim harici gözlerin ileri gelen sahipleri olaya müdahale ederek kavgacıları ayırır. Taraflar birbirlerine diş bileyerek olay yerinde uzaklaşırlar.
Dirgen olayı duyar duymaz seslenir.
“Gördün mü Haccem yine uyuyan yılanı uyandırdılar. Şunun şurasında ne güzel yaşayıp gidiyorduk. Yine çocuklarımın eli kana bulanacak. Köy yerinde evliya olsan ne olur. Üzerine bir şelek bindirirler ki altında kalana aşk olsun. Ben neler hayal ediyordum. Biraz da öbür tarafı kazanmak için, barış ortamının bozulmamasına ne kadar seviniyordum. İnşallah buraya kadarmış dememek için işler daha da çığırından çıkmaz  Haccem.
“Hadi Hafıza gidelim” diyerek yeğenini görmek için kalkar.
O gece bütün Dirgenler, Hafızın evindedir. Yaralının kanı silinerek ilaçlandıktan sonra biraz dalması, olayın kritiğinin yapılmasına zemin hazırlar. Gençlerin taşkınlığını Dirgen hep yatıştırır. Kısasa kısas kararı alınır. Küreği vuran kişiye benzeri ceza verilecektir. Daha ileri gidilmeden de barış yapılacağı umulur.
İnsanlar köy yerinde yaşadığı için birbirinden uzun dönem kaçılması ve gizlenmesi mümkün değil. Gizlenmenin tek bir yolu var. O da köyü, hatta kasabayı terk ederek izini kaybetmekle mümkündür. Köyde kalındığı müddetçe bir iki saat veya en geç bir iki gün içinde insanlar mantar gibi ortaya çıkar. Bu durumda tıpkı öyle olur. Dirgen’in talimatıyla kuşluk vaktinde kürek vuran adamı köy meydanında yakalarlar. Amaç öldürmek değil aynı acıyı tattırmak için ya kafa parçalanacak bunun içinde taş sopa yeter. Veya kolu yada bacağı kırılacak. Sulh olabilmesi için şartların eşit olması lazım.
Kavga istenildiği gibi gelişmez. Dirgenlerin dövdükleri adamın taraflarının müdahalesiyle iş büyür. Silahlar çekilir. Bu taraf hazırlıklı, karşı taraf, kızıl derililerin gözü kapalı bıçakla makinelilerin üzerlerine atıldıkları gibi bir sahne yaşatır. Sonuç; kol, kafa, kanat, kaburga gibi kırık çıkıklar hariç tam üç can yer ile yeksan olur. Basit bir su arkı yüzünden üç koca can toprağa düşer.
Olay bir kasırga gibi gelişir. Bir yaz yağmuru gibi olur. Önüne geleni alıp götüren… Ama bir bakarsın ki geride hiçbir şey bırakmayan, üstelik kendisi de yok olan... Bütün bunlara değer mi dense de, bu kültür devam ettikçe buna benzer olaylar daha çok yaşanacaktır.
Fırtına diner. Her yaşayan pişman... Köye gelen jandarma Dirgen Ali ile beraber, tam dokuz kişiyi alarak uzun bir maceranın kollarına atmak için Elbistan Ağır Ceza’ya olayı intikal ettirir.
Köyde büyük yas vardır. Bir ailede ikisi kardeş bir de amcaları sırayla musalla taşına konmuş, namaz çıkışı cemaati beklemektedirler. Yazıklar olsun Dirgenler diyen diyene...
Dirgenler ailesi, eve kapanmış olup, sıcağı sıcağına yeni bir tahrik unsuru olmayalım diye... Diğer taraftan ise geride kalan erkeklerin güvenlik ile ilgili gözleri açık ve tedbirlidirler. Hacce kadın ve kayınbiraderleri köyde kalkacak olan cenazelere mi üzülsünler veya mapusa atılmak maksadıyla alınan Dirgen ve oğulları namına mı üzülsünler, velhasıl durumları hiç de iyi değil...
Bir de suçluluğun verdiği korku var. Kalkıp Elbistan’a gidemiyorlar. Halihazırda geçim dünyası için yapılması gereken bir yığın iş var. Aileyi ayakta tutan İncirli Köyündeki çiftliği mutlaka ilgi ve talimat bekliyor. Önünün kış olması hesabı ile civar illere ihraç edilmesi beklenen hayvanlar ile kalanların kış boyu tedariki, bunları geçtik işçilerin, çobanların, maişet durumu... Onların çoluk çocuklarının rızkı... Hep yapılması gereken işler.
Hacce kadın, bir süre bu problemlerin altında kendini yalnız hissederken, olur ya tam yardıma ihtiyaç olduğu zamanda kardeşlerine haber gönderse gelir, bir müddet dosta düşmana karşı yanında kalırlar mıydı fikriyle baş başa olurken güvenlik gereği kendi kanından kimseyi haberci olarak gönderemez. Norşun’un arazisi düz olduğu için gözleri hep yolda olur. Maravuz’a giden gelen birileri olur mu acaba diyerek pencereden ovayı göz hapsine alır.
Öbür tarafta Kerevin Köyü’nden Dirgen’e kaçış hikayesinden ötürü ailesinin büyüklerinin kendisine hala kırgın olduklarını düşünerek  acısını içine bastırır. “Ve çocuklarımın dayılarına ihtiyacı yok. Kol kırılır yen içinde. Ben Dirgen’in hanımıyım. Dayı da olsa, amca da olsa durumdan kendileri vaziyet çıkarmazlarsa ben açlığımı kimseye hissettirmeyeceğim”, diye düşünür.
Dirgen ve sekiz adamı, Elbistan Ağır Ceza’da yargılanmaya başlanır. Savcı bir iki duruşma sonu suçlarının sabit görülmesi nedeni ile haklarında idam ister. Davanın seyrini planlı programlı cinayet işleme ve azmettirmeye yönlendirir. Dirgen Ali ciddi bir şekilde endişelenir. Zanneder ki çoğuna idamdan tutturup uzun seneler yatabilecekleri hapis cezalarına çarptırılacaklar. Bu telaşla iyi kötü okuması yazması olan birilerine bizzat Atatürk’e ulaşmak üzere telgraf yazdırır. Gelen giden ziyaretçiler kanalıyla da bu telgrafın Ankara’ya çekilmesini sağlar.
Telgraf Ankara’ya Atatürk’e ulaşır veya ulaşmaz orası bilinmez ama bir müddet sonra Dirgen ve taifesinin dosyası Antep’e intikal eder. Gayri Dirgen Antep Ağır Ceza’da yargılanacaktır. Ankara’ya çektirdiği telgrafta Elbistan Mahkemesinden şikayetçi olduğu dolayısıyla daha adil yargılanacak bir Ağır Ceza Mahkemesinin bulunduğu bölgeye nakledilmesi talebi yapmıştı. Böylece arz ettiği talep yerine gelmiş sayılır.
* * *
Kiliseden dönme yaklaşık dokuz yüz mahkuma olumsuz şartlardan ev sahipliği yapan Antep Cezaevine hulul ederler. Cezaevi geleneği icabı bir kısım insanlar yönetimle işbirliği içinde, mahkumların tepesinde boza pişirir. İstediğini atar istediğini döver veya bir şekilde sindirir. Bunlara koğuş ağası denir. Tertip ve düzende, görünüşte yönetim, perde ardında ağalar vardır. Bu durum iki tarafın da işine gelir. Adam başı her ay alınan bir lira haracın yarısı cezaevi yetkililerine verilir. Geri kalanın yarısı koğuş ağasının adamlarına paylaştırılır.
Sistem bu; Her halükarda sermaye kimsesiz zavallı mahkumlardır. Bu sisteme karşı çıkanlar ya canlarıyla öder veya sürgünle burunları sürtülür. Eğer güçlü bir şekilde duruş sergilenirse onun karşısında ancak el öpülür.
Dirgen ve çocukları cezaevinin kapısında koğuşa ilk adım attıkların da yüksek bir sesle; “Kementli midir, kendirli midir” sözüyle irkilirler. Bu da neyin nesi derler kendi kendilerine. Daha önce tutuklulukları olmuştur ama ne böyle bir dam’a girmişlerdir ne de böyle bir söz duymuşlardır. Bekleyelim görelim derler ve kendilerine ait ranzalara uzanırlar. Hiç kimsede ses yok. Herkes bön bön bakıyor. Belli ki aynı anda dokuz mahkum bir anda gelmemiştir. Koğuş ağası ve adamları nasıl davranacaklarını bilmezler. Çünkü bu denge işi. Dokuzu birden geldiğine göre aynı zamanda birbirleriyle akraba iseler sindirme siyasetinin kurallarını nasıl işletecekler. Nihayet biri ses verecek.
Dip tarafta döşeğin üzerinde oturan çam yarması bir mahkum ağır ağır kalkar ve ayakta seslenir; “Hoş gelmişsiniz ağalar”. Ardı kesilmez... Bön bön bakan insanlar birbirleriyle yarışırcasına geçmiş olsun, Allah kurtarsın, hoş geldin, bir saate yakın sürer.
Koğuş ağası ilk kılçığı atmak amacıyla adamına bağırır. “Ağalara dokuz kayfeli…” Kahveler gelir ve içilir. Adettenmiş, her kahve karşılığı bir altın verilme mecburiyeti... Bunu Dirgen’in kulağına biri fısıldar. Dirgen, kahve tepsisinin üzerine dokuz gümüş koyar ve her mahkumun duyacağı yüksek sesle “Ben adetinizi kırıyorum. Söyle ağana bizden haraç işlemez” ifadesini  kullanır.
Diğer mahkumlar tedirgin, kavga gürültü kopacağından  korkarlar. Onlara göre atla katırın tepişmesinde olan eşeğe olur hesabı yapılır. Öbür ağanın zulmünden çok çekenler için ise bu bir fırsattır. Diğer tarafta Dirgen’ler geldikten sonra ağada bir yumuşama, bir değişiklik olmuştur. Kader kurbanları bunlar. Genelde hayatı cezaevinde öğrendikleri için sabırlı olmayı ve tez canlı olmamayı, yaşamak için en büyük nimet sayarlar. Özgürlüğün kıymetini bilselerdi buralara hiç düşerler miydi?
Günler, aylar geçer. Dirgen, ağa’yla uzlaşarak aylık bir lira olan haraç kalkar. Ağa normalleşir. Bu arada açık bir şekilde Dirgen’in yanında ilk günden itibaren yer alan birkaç kişi Dirgen’in bilgisi dahilinde başka koğuşlara atılır.
Nice sonra sorar:
“Kementli mi kendirli mi” ne manaya gelir. Cevap; kementli zengin, kendirli fakir demekmiş. İlk  girişte bu bilgiler gardiyanlar vasıtasıyla alınarak koğuş ağasına kementli yada kendirli kelimesiyle bilgi verilirmiş. Ağa da kementli ise kahve, kendirli ise çay veya bir bardak su verdirirmiş. Tabi hasılatı da ona göre olsun diye.
Mahkemeleri ağır cezada devam eder. En küçük bir bilgi için dahi iki, üç ay ileri tarihe atılan mahkeme gününün keyfiyeti savcılara kalmış. İnsanın kıymeti tam olmazsa kurallar çoğu zaman onlara zulmeder. Derken mahkeme on altı ayda ancak neticelenir. Dirgen içeride edinmiş olduğu bilgilerle ifadelerin değiştirilerek yatılacaksa birkaç kişi yatmalıdır. Ne kadar adam kurtarırsak o kadar kârdır düşüncesiyle suçların oğlu Abbas ile iki yeğeni üzerinde toplanmasına sebep olan ifade birliğine varır.
Dirgen cezaevinde iken yörenin ileri gelenleri başta Demirci Halil, Haşim Ağa, Menzoğlu Ahmet olmak üzere, ilçede de Çölbeyi, Arif Ağa ve Kaymakam başkanlığında sulh olur. Çok büyük denecek kadar olan mal varlığı kan parası olarak ödenir.
Hacce kadın rahatlamıştır. Dirgen ve çocuklarının özlemiyle her gün deyişler eşliğinde gözyaşı döker. Antep uzak yerdir. Nasıl gidilir, nasıl gelinir. Hele de bir kadın için... Hacce kadın ömründe köyden dışarı çıkmamıştır. İlkbaharda çıktığı Tikenli Yaylasında “İşte Antep şu yana düşer demişlerdi o kadar…” Duygularını diliyle ifadeden başka yapacak bir şey yok. Bazen Antep’e gidenler olur. Yalvar yakar bir mektup, dahası mırıldandığı bir deyiş, veya bir çift söz göndermek ister.
Kalpten kalbe yol varmış derler. Antep’ten gelen bir köylü Dirgen’inden mektup getirmiş.. Hacce kadın hiç bu kadar mutlu olmamıştır. Okuma yazma bilen torununu yanına alarak odasına çekilir.
“Oku gurban, deden ne yazmış çabuk oku. Kalbim küt küt atmaya başladı” deyince çocuk okumaya başlar.
* * *
Binboğa dağına çadır kurardım
Haksızları diyar diyar kovardım
Bu kara kaderi ben mi, aradım
Alnıma yazılmış böyle bir yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim bazı

Tikenli’nin vakti yeni mi geldi
Gönlüm rüyada oraya vardı
Yörü bire dağlar düşmana kaldı
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim bazı

Ekinlerim el eline kaldı mı
Mor koyunum bel önüne geldi mi
Yiğit mapus olmakla öldü mü
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim bazı

Fakım Muhammed’e hiç kerdir etmez
Bu eski düşman der kalbinden hiç gitmez
Malımı hep versen aç itlere yetmez
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim bazı

Esem küçük kavgasız durmaz
Düşman ahvalinde hiç kimse bilmez
Dayıları ihmal imdada gelmez
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim bazı

Bu yazdığımı sevdiğime gösterin
Şu Antep’ te dokuz yiğit beslerim
Haccem senden karşılığını isterim
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim bazı
* * *
Dirgen deyişinde der ki “Haccem senden karşılığını isterim” Hacce kadın Dirgen’ine bir ömür boyu karşılıklı bir şey vermemiştir ki bu deyişinden ilhamla karşılık vermiş olsun. O zaten dolu dolu bir değil birden çok, yalnızlığında mırıldandığı deyişlerini göz yaşlarına ısladıktan sonra tıpkı bir fatiha gibi okuyup üflemiştir Antep’e doğru. Duyguların en çok yoğunlaştığı deyişler olmazsa bunalıma girer. Yataktan kalkamaz. Bunca çileye rağmen dimdik ve gururlu... Çocuklarının Dirgen’den sonra tek dayanağı Hacce kadının zaten karşılık olsun diye değil de dışarıdan bakanların “cevabi” dediği şu deyişi kaleme aldırarak  Dirgen’ine gönderir.
* * *
Kaderin böyleymiş beyim yoktur bahane
Karga hücum etmiş beyler uçan Şahan’a
Bir parmağını değişmezdim cihana
Beyimi konağında göreydim bir gün

Beyim ile çok  safalar sürdüğüm
Gelenine gidenine ağır yemek verdiğim
Kıratına gümüş takım vurduğum
Muhammed’imi üstünde göreydim bir gün

Çifte gelinlerin yola bakıyor
Kıratın kişnemesi bizi yakıyor
Fakım Tikenli’ye düşman çıkıyor
Fakımı yaylalarda göreydim bir gün

Aslanım Muhammed’im yaktı özümü
Hapis ettim koç yiğitlerimin bazını
Beyim sağlıklı iken göreydim yüzünü
Çifte kurbanlar keseydim bir gün

İsmail’i sizden aşağı görmesin
Abbas,Yemliha’mı gönlümden silmesin
Bin öğüt verseler birini almasın
Dokuzunu da köyde göreydim bir gün
* * *
Koğuş Ağasının “Dirgen mektubun var” uyarısıyla nerede gezdiği bilinmeyen bir alemden, içinde bir yığın kader kurbanı olan dört duvar arasına iner. Mektubun üzerindeki yazıyı tanır. Ama kör olsun kader erken doğmuş olduğu için mektep medrese yeni yazıya göre okuma ve yazması olmadığından bilen birini bularak kendine göre mahrem olan sırların ifşa olmasından rahatsızlık duyarak çekine çekine okunanı dinler.
İyi kötü Arapça harflerle insanlar anlaşabiliyordu. Eğitim veren kurumlar bu harflerle okuma yazma öğretiyordu. Dolayısıyla okumuş insan sıkıntısı çekilmiyordu. Kabul edilen yeni alfabeleri kimse bilmiyor. İlk mekteplerin açıldığı kasabalarda küçük büyük demeden okuma seferberliği olmuş ve lakin kimse doğru dürüst meramını anlatacak seviyede değil. En azından Dirgen ve köyü olan Norşun’da insanlar yazılı olarak anlaşmakta zorluk çekerler.
Bundandır ki, ne Dirgen’in Hacce’ye gönderdiği mektup, ne de Hacce’sinden alınan cevap kolayca yazılmış veya kolayca okunamamıştır. Gelen kağıtların dilinden anlayan insanların zorluğunu bilen bilir.
On altı ayın sonunda beratları verilen altı kişi ile beraber Dirgen kapı dışarı konulmasını bekler. Yönetim başka vukuattan suçları olup olmadığını araştırmak için ilgililerin nüfusunun bağlı olduğu adli makama telgraf çeker. Beraat kararına rağmen aynı gün dışarı çıkmak ne mümkün. Devletin resmi kurumları arasındaki yazışmalar günler haftalar bazen de aylar alır. Öyle ya, aynı odadaki bir evrakın yan masaya intikali belki bir hafta süren bürokraside işlerin pratik olarak ele alınması ve mağduriyetlerin giderilmesi ne mümkün. Dirgen ömründe en az yirmi beş otuz defa adliyelik olduğu için bunları bilir. Diğer beş kişinin de heyecanlanmadan beklemelerini telkin eder.
Gecikmeli de olsa nihayet  beklenen bilgiler cezaevi yönetimine gelmiştir. Gardiyan ayrılma saatini bildirerek  “Hazır olun” emrini verir. Dirgen sakin, diğerleri sevinçli, iki yeğenle Abbas ise üzgün…Dirgen:
Geride kalacak olanları ranzasının yanına çağırarak;
- “Bakın çocuklar biriniz oğlum, ikiniz yeğenimsiniz. Öncelikle gösterdiğiniz fedakarlıktan, burada kaldığınız müddet boyunca da şahsıma duyduğunuz saygı ve hürmettten ziyadesiyle memnun oldum. Öyle ya burası “dam’dır” İnsanlar burada babasını bile tanımaz. Ama siz ha dışarı, ha Dam fark ettirmediniz. Allah sizden razı olsun. Ben sizden çoktan razıyım. Şunun şurasında fazla bir şey kalmadı. Kısa bir süre sonra sizi almaya bizzat gelirim. Ha bir şey daha var. Abbas oğlum, Yemliha’ya dikkat et. Onun sağılığı biraz bozuk gibi. Yeme yedir, giyme giydir. Sonra ben köye varınca bacına ne derim. Diğer mahkumlarla uyum içinde olun. Ben ağayı bir daha tembihlerim. Sizi korusun, gözetsin diye...            Şimdi hem iki çift söz edeyim, hem de anladığı dille biraz da para vererek onunla bir konuşayım. Biliyorsunuz, onun dini imanı para ve güçtür. Biz gidince size güç gösterisinde bulunmasın diye bunu yapacağım. Gelin hepinizi kucaklayayım. En kısa sürede köyde buluşur, yeni sene ilkbaharda Tikenli’ye beraber çıkarız” dedikten sonra önce Abbas’ı, İsmail’i, Yemliha’yı bilahare diğer mahkumları kucaklayarak helallik diler. Adettendir en sonunda koğuş ağasını kucaklamadan yan tarafa çeker. “Çocukları sana emanet ediyorum. Eceli ile bile olabilecek her durumdan seni sorumlu tutarım. Aksi bir durumda herhangi bir şikayet duyarsam Allah’ıma yemin olsun ki gelir bu damı başına yıkarım. Yapamazsam dışarıdaki ailenin köküne ayran suyu dökerim. Bunu bilesin...” diyerek elini ağanın cebine sokar. Ardından iki elini omzundan tutarak sarılır ve yüksek sesle hakkını helal et ağam diyerek çocuklarının hazırladığı çantalar alınır ve nizamiyeden dışarı çıkılır.
* * *
Bir mektubun taş atımlık mesafelere bile bir iki ayda gittiği o dönemde Dirgen’in mahkemesinin takibi, alınan cezalar ve verilen beraatların köyde bilinmesi çok zordur. Ayda yılda bir, sırf ziyaret maksadıyla Antep’e gidilecekte doğru yanlış biraz bilgi getirilecek. Olabilen her şey tıpkı böyle sürpriz olmaktadır.
Hacce kadın daha çok rüya alemindeki hallere göre “Elleham öyle, Elleham böyle” diye tahmini yorumlar yapmaktadır.
O gece karışık rüyalarla uyanır. Adeta içi yanıyor.... Allah Allah der. Akşam hiç de bir şey yememiştir. Bu yangınlık niye acaba diyerek su içmeye yönelince kendini meşgul eden rüyayı unutur. Suyu içemez. Ama tekrar başını yastığa  koyunca yarı uyku yarı uyanık “Haccem geliyorum” gibi bir şeyler duyar. Gayri uyanıktır. Bu ses onun sesi. Hiç umudu yok ama gerçekten gelebilirler mi? diyerek sabahı bulur. Kendisini de bu rüyaya inandırarak ümitle gözlerini ovanın düzlüğünde gezindirmeye başlar.
Dam dışına çıkan Dirgen ve diğerleri güç bela Maraş’a ulaşır. Nüfuzlu ve zengin dostları vardır. Hangisine varsam diye düşünürken cömertliğinden emin olduğu Kadıoğulları’ndan Ahmet Efendi aklına gelir. Hanesine destur isteyerek varır ve umduğundan daha fazla ilgi ve iltifatla karşılanır. Öyle ya altının kıymetini sarraf, beyin kıymetini de bey bilir. Bey, ağayı bey gibi karşılamıştır. Özgürlüğün tadını, Maraş’ın havasını, dostların sohbetini biraz daha çıkarması için ev sahibi tarafında ısrarla kalınması yönünde telkinler yapılır. Dirgen, minnet duygularını arz ettikten hemen sonra ayrılmak ister. Ev sahibi Dirgen’in bineksiz olduğunu anlayınca gözü gibi sevip koruduğu kıratını, gümüşten eğerini de vurarak misafirine zorla ikram eder. Bu at Dirgen yaşadıkça yaşayacak ve onun Hacce’den sonra en kıymetli varlığı olacaktır.
Dirgen, geç vakit Afşin’e gelmiştir. Çok yorgun oldukları için hiçbir dostu rahatsız etmeden bitli palas otelinde kalır. Köy yakın ama gecenin bu vaktinde karışıklık yaratmamak, bir de ufak tefek hediye almadan varılmasının hele de torunlarına eli boş gitmesinin uygun olmayacağını hesap eder.
Sabah erken kalkılır. Civarda bulunan bir atlıyı, haber vermesi için Norşun’a gönderir. Hacce kadın aileye güneşten erken doğduğu için kahvaltıyı yaptırmış. Bu gün bir şeyler olacak, bir haber alacağız, inşallah iyi haber olur diye heyecanlana dursun; atlı haberci, tozu dumana katarak Norşun’a bir solukta varır. Dirgen Ağanın konağını bildiği için atın dizginlerini çekerek “Ev  sahibi, Hacce Ana” diye bağırır. Hacce kadın, o yaşa rağmen “Anan kurban olsun yavrum ben Hacce Ana” diye cevap verir. Haberci:
-“Dirgen Ağam ve beş çocuğu şu an Afşin’deler. Alış veriş yapıyorlar. Haber vereyim diye beni gönderdiler. Müjdemi ver anam” deyince Hacce kadının tamam işte beklediğim haber, ben size dememiş miydim. Onun için hiç uyku girmedi gözüme. Tez olun çocuklar, gelinler, gardaşlarına da haber verin...
-Oğlum haberci, karşıdaki ahıra gir. Müjdene karşılık götürebileceğin ne varsa atıyın terkisine at ve yoluna devam et. Bana en büyük, en güzel haberi getirdin. Hadi oğlum dediğimi yap yoksa ben seninle daha fazla ilgilenemem.”
Hacce kadın hemen adam başı bir olmak üzere altı adet kurban kestirir. Gelinler hareketli. Temizlik işlerinin yanında avluda kurulmuş kazanların altını odunla beslemektedirler. Dirgenler, hep konakta... Ata iyi binenler karşılamaya çoktan çıkmışlar bile. Köylü şimdiden “Gözün aydına gelmeye başlamışlar…”
Kuşluk ile öğle ezanı arası Dirgen, konağa iner. Ortalık sarmaş dolaş, düğün havası gibi. Köyde bir hareketlilik var. Bir kısım köylüler donuk. Barış sağlanmış olsa bile, vücut dillerinde soğukluk var...
O günden itibaren Dirgen’in evinde tam bir hafta kesilen kurbanlar ve yapılan yemeklerle köylüye sofra açılır. Kapalı kalan hanede bundan böyle hareketlilik sürekli... Tıpkı eski günlerdeki gibi devam edeceğe benzer.
Gönülleri tevhitle buluşur bir gün, insanlar barışıp uzlaşır bir gün. Sana yeten az seni azdıran çoktan iyidir. İman sahibi az konuşur, çok iş yapar. Münafık ise çok konuşur az iş yapar. Kötülere karşı aynı şekilde mübadele etmek haktır. Ama sabretmek daha üstün bir meziyettir.
Dirgen Ali Menzoğlundan sadır bu öğüdü şimdi daha iyi anlamıştır anlamasına ama dönülmez akşamın ufkunda vakit çook geç...



BÖLÜM 8


Hava gurbet, toprak gurbet, su gurbet
İçin için yaktı beni bu gurbet
Benim derdim ne gurbettir ne sıla
Dost ufuklar düşünceme dar benim

Abdurrahim Karakoç

Ana baba vesiledir ortada
Kim gönderdi, nasıl geldin, de hele
Et, kemik, kan mevcut durur mevtada
Eksilen ne? Niye öldün? de hele

Abdurrahim Karakoç


Ali Haydar, Halep’te iken kayınpederi olan Konya Müftüsünden mektup alır. Haberlerin iyi olduğu vurgulandıktan sonra İzmir suikasti ile ilgili arananlar listesinde Ali Haydar adına   rastlanılmadığı, birkaç ifadede bahsedilse bile önemli olmadığı, herhangi bir takibatı olanlara bile af çıktığı yönünde beyanlara pek müteesir olur.
Mektubun arka yüzünde hanımı ve çocuklarını kaleme aldığı özlem dolu ifadeler Ali Haydar’ın valizini zaman kaybetmeden hazırlamasına vesile olur. Aradan tam on beş yıl geçmiştir. Köprülerin altından çok su akmış kendi görünüşündeki değişiklikleri görmeden eşinin ilerlemiş yaşının verdiği aşınmayı ve çocuklarının on beş koca senede ne kadar değişebileceğini hayal eder.
Geçimleri konusundaki sıkıntılarının olmaması tek teselli kaynağıdır.
Tekrar Türkiye’ye dönünce ne işle uğraşacak... İzmir’e ve Konya’ya yerleşemez.
O halde bir müddet çocukları ile köyüne dönmek ana, baba ve tüm köylüler ile hasret gidermek benim için en iyi olacaktır der. Hiçbir şey yapamaz ise az buçuk tarlası olduğu için eker, biçeriz ve küçükten beri havasına suyuna hasret kaldığım Tikenli’de özgürlüğümün tadını çıkararak yaşamak isterim. Haftalık Cuma saatlerinde ilçeye inerek vaaz bile verebilirim. Böylece hem kendimi yetiştirir, hem de yılların kopukluğunu yaşadığım bölge halkıyla bile tanışır ve kaynaşarak zamanımı geçiririm  hesabını yapar
* * *
Abbas, yeğenleri İsmail ve Yemliha almış olduğu mahkumiyetlerden gün sayadursun, Yemliha da günler azaldıkça sanki başka bir şey daha azalıyormuş gibi bir hâl olur. Geceleri sürekli terliyor. Gece gündüz demeden sürekli öksürüyor ve iştahı zayıf. Bazı zamanlarda sayıma bile çıkamıyor. Benzi sapsarı ve yüzü diğer uzuvlarının aksine tombul gibi, sanıyorum şiş... Koğuş Ağası Abbas’dan daha fazla ilgileniyor. İkide bir  “Abbas gardaş ne yapılacaksa yapalım. Ne kadar uğraştığımı Dirgen bilsin” gibi aleni ifadeler ediyor. Bir ara koğuş ağası hapishane doktorunun çağırılması için yönetime başvurur. Durum uygun görüldüğü için doktor gözetiminde Yemliha hastaneye kaldırılır. Tam bir ay doktor denetiminde tutulan Yemliha iyi beslenmek ve temiz hava şartlarına uymak kaydıyla tekrar hapishaneye yollanır.
Hapishanede bu şartlar ne gezer. Koğuşlar güneş bile almıyor. Havalandırma zayıf. Mahkumlar çok kötü şartlarda yatıp kalkıyor. Hastalara özel muamele çok büyük lüks. Buna rağmen Abbas ve koğuş ağası çırpınmaktalar.
Yemliha iyileşeceğine daha da kötüleşir. Hatta bir sabah öksürürken kan kusar. Dünya gözüyle köyünü, sevdiklerini göremeyecek olmanın ezikliği ile tamamen umutsuzluğa düşer. Sanki ölümün soğuk yüzünü hissetmiş gibi... Dayısına “Ben herhalde çıkamayacağım. Bu konuda hastalığımın ciddiyetini anladım. Geride bırakacaklarım sana emanet. Dirgen Dayıma selam söyle. Hakkını helal etsin. Anama, babama ve doyamadığım eşime iyi baksın…” Sesi zayıflar daha kısık bir halle “hakkınızı helal edin” zor çıkar ağzından. Evet Yemliha ölmüştür. Dirgen Ali’nin yeğeni Yemliha, kızının kocası damadı Yemliha ve dahası Ali Haydar’ın çok sevdiği yeğeni Yemliha artık yoktur. Mapus günlerinden önce ömür gününün biteceğini kim bilebilirdi.
Yemliha’nın cenazesi Antep’te garipler mezarlığına defnedilir. O günün şartlarında bırakın ölüyü diri olan bile onca yolu aşarak köyüne dönemezdi. Gönül arzu ederdi ki cenaze köye getirilsin... Ama ne  mümkün. İnsanlar böyle durumlarda yaban elde defin olayına değil de  başında bir dikili taşın olmayışına üzülürler. İşte Yemliha ya  bu kadarcık ta nasip olmaz.
* * *
Ali Haydar istasyonda iner ve geleceğinden haberi olan karısı ve çocuklarını bulmak maksadıyla heyecanlı olarak etrafına göz gezdirir. Kendisine doğru “Babacığım” diye seslenerek gelen çocukların tarafına döner. Bakar ki hamle kendisine yönelik, tanımadığı halde karşılık verir. Ve bir noktada kucaklaşır. O anı hafızalarda bile görüntülemek istemez insan. Ortalık göz yaşlarına boğulur. Soğuk kanlı görünmeye çalışan kayınpederi bile elinde mendil, gözleri üzerinde gezdirmekte...
Aile efradının kaynaşması ve hasret gidermesi bitmiştir. Köyüne dönüp uzun bir müddet çok ihmal ettiği ana, baba ve diğer akrabaları ile olmayı arzuladığını nezaketen söyleyerek izin alır. Bu durumu çocukları da çok istemektedir. Lüzumu halinde geri dönebileceğini söyleyerek köyün yolunu tutar.
Gözünün nuru Ali Haydar ve torunu Yemliha’dan uzak kalmak sanki Fadime’nin kaderidir. Aslan gibi iki evlattan Yemliha’nın sağ salim gelmesi beklenirken kara haberi gelmiştir. Genç karısı ve küçük çocukları ve dahası anası... Allah düşman başına vermesin. Acı büyük. Fadime, Ali Haydar’ını, torununun acısı esnasında unutmuş görse de kalbinin derinliklerinde çok özlediği yavrusu için “ah bir gelse” diyerek dertlerinin hafifleyeceğine inanır.
Yeryüzü denge üzerine yaratılmıştır. Allah acının yanında tatlıyı, iyinin yanında kötüyü, gecenin yanında gündüzü, sırf denge üzerine yaratmamış mı? Yemliha’nın ağıtı bittikten gayri  köylünün, gelen ve gideninin ayağı çekildikten sonra yıllardır hasretinden kavrulduğu Ali Haydar, gelini ve torunları bir gece ansızın köye damlar.
Yemliha’nın öldüğünden habersiz köye sürpriz yaparak gelen Ali Haydar hasret giderdikten sonra çok sevdiği yeğeni Yemliha’yı da sorar. Hane halkı önce kem küm eder. Sonra da nasıl olsa duyacak, bari bir an evvel söyleyelim derler. Ali Haydar ziyarete değil, sanki cenaze evine, taziye amacıyla gelmiş gibi olur.
Dayı Dirgen, Hacce’ye “Hadi hanım Ali Haydar’a hoş geldin e gidelim” diyerek yola düşer.. Çünkü Dirgen bu zaman zarfında daha da olgunlaşmıştır. “Ben dayıyım. Köye gelmişse bana da gelmeli” anlayışıyla bekleyeceği yerde gönüllü olarak gelene hoş geldin e gidilir tavrı onu mutlu eder.
Geç vakte kadar hoş beş sohbet edilir. Dirgen ve diğer misafirler dağıldıktan sonra Ali Haydar, ana ve babasını karşısına alarak Yemliha’nın ölümünden dayısı Dirgen’i sorumlu tutan sert ifadeler kullanır. Anası Fadime “Yok oğlum; Önce anla, sor soruştur” dese de Ali Haydar Yemliha’nın ölümü ve köydeki düşmanlıkların tamamının müsebbibi dayısı olduğu fikrinden vazgeçmez.
- “Bu adam yıllar var ki köye ve köylüye zulmediyor. Dayımız diye her olayında destek olduk. Haksızlık karşısında olmak dilsiz şeytan olmaktır. Bundan böyle kendime yakışanı yapacağım. Dirgen Ali’nin yanlışlarına karşı olacağım” gibi düşünceler beynine bir ok gibi saplanır durur.
Ali Haydar köye geldiği günden beri anasının evi hiç boş kalmaz. Fadime kadın ilerlemiş yaşına rağmen önce torunu Yemliha’nın acısına, şimdi ise Ali Haydar’ının aniden gelişi sevincine insanları ağırlamak, izzeti ikram da bulunmak için gayret eder.
Taziyeye gelenleri ağırlamak daha kolay. Baş sağlığı, Kur-an okutmak gibi uhrevi duygular yaşandığı için insanlar uzun müddet lakırdı etmez. Ama bu farklı. Tahsilli, kültürlü, üstelik gözü kara bir cemiyetçinin huzuruna gelip de onun sohbetini uzun uzun dinlemeden gitmek var mı?
Ne konuşsa köylü “beli” diyor. Cemaatte iltifattan ileri gidildiği vakıa olursa Dirgen’in gözüne bakılarak kendilerine gelenler, sohbet esnasında uyuklayıp da Dirgen’in varlığı aklına gelince toparlananlar zamanla bilir bilmez sorularla Ali Haydar’ı bunaltanlar da olmuyor değil.
Ancak bu durum Ali Haydar’ın hoşuna gitmektedir. Bu yolla köylünün üzerinde egemenlik kurabileceğini, öncelikle de dayısı Dirgen’in nüfuzunun azalacağına inanır. Halbuki köylü milletinin bu tür konuşmalara kısa sürede doyacağını hesaba katmaz. Dayısı Dirgen’in belki tahsili, kültürü yok ama hiçbir zaman da ağalığından ödün vermeyeceğini hesap edemez. Ağalıkta öyle kolay kolay olur mu? İşte Dirgen’de olup da Ali Haydar’da olmayan şey; feraset ve geçer akçe olan yiğitçe duruş...
Ali Haydar’ın geldiğini haber alan Menzoğlu Ahmet Efendi  “Ne de olsa tuz ekmek yedik” üstelik kendisinden sonra medreseye geldiği için “Üzerinde emeğimiz var” diyerek hoş geldin ve geçmiş olsun, demek için Norşun’a varır. İki eski medreseli, iki denk insan ve dahası bölgenin tahsil yapmış iki büyük ismi birazdan buluşacaktır.
Ali Haydar, Menzoğlu’nu köye girişte karşılar. İleri gelenler meclise davet edilir. Dirgen Ali de, biri yeğeni diğeri çok etkilendiği alim olduğu için kendiliğinden tabir yerinde ise durumdan vazife çıkararak meclise varanların başında yer alır. Bu tavır ilim adamına saygının bir ifadesidir. Yoksa Dirgen bu; davet edilmediği veya sakalının altından geçilmek maksadıyla yapılan buyur teklifine hiç riayet eder mi?
Üstelik meclis sahibi bacısıdır. Yani kendi evi. O halde evi gibi davranarak Ali Haydar’ı yok farz etmelidir.
Menzoğlu hoşgörü tabiatlı, oturmasını kalkmasını bilen ve yöre kültürünü özümseyen biri... Arkadaş grubu ile beraber köye girdiğinde “Önce Dirgen’in hanesine uğrayalım. İlmi siyasete bu uygundur” diyerek haneye varır. Kendisini Ali Haydar’ın odasında beklemek niyetiyle gittiğini duyunca “İşte töre, işte siyaset ve büyük adam vesselam” gibi etraftaki arkadaş grubunun da duyacağı şekilde sözler sarf ederek Ali Haydar’ın hanesine yönelir.
Ali Haydar, dayısının da kendi hanelerine gitmesinden memnun. Hoş beş kahvelerinden sonra birkaç uyanık ve meraklı köylü tarafından muzip sorular ulu orta yöneltilmeye başlanır. Dirgen ağırlığını muhafaza ediyor. Ama sorulardan memnun. Menzoğlu’nun gücünü biliyor. Ali Haydar’ın köyde ciddi bir sempati alanı oluşturduğunu da biliyor. Bu gücün “O kadar da değilmiş” denmesini için için istemektedir.
Çünkü yeğenindeki gelişmelerden rahatsız. Yıllar var ki köyde dengeler kurulmuş. Herkes kaderlerine razı... Bu dengeler durup dururken kendiliğinden olmamış. Büyük bedeller ödenerek elde edilmiş. Şimdi ise kendi kanından, kendisi tarafından okutulan birinin bu dengeleri yerinden oynatarak değiştirme çabaları var. Korkusu, verilen bedellere yeni bedellerin eklenebileceği. Ve bunun altından yine kendi kanı, canı olan insanların bir şekilde etkileneceği...
Dayısının bu gerçekleri yanında Ali Haydar olaylara çok üst perdede yaklaşmaktadır.
- Sen Ali Haydar. Yıllarca  en iyi hocalardan eğitim aldın, yetmedi askerliğini komutan olarak yaptın, yetmedi memleketin olumsuz gidişatına baş kaldırarak ülkenin kaderini değiştirecek etkinlikte bulundun, yetmedi bir çok Osmanlı ülkelerini gezdin, yetmedi halen bir yığın yüksek yerlerde bulunan eş-dost ve arkadaşların var. Öyleyse şu küçücük feodal yapıda olan köyde ağırlığını ve etkinliğini ispat ederek nasıl tek bilen olamazsın? Tek engel dayın Dirgen. Onun da kapasitesi hiçbir alanda seninle boy ölçülebilecek durumda değil. Zemin müsait. Dirgen’in köylüye uyguladığı zulüm de işin cabası. Baksana daha şimdiden insanlar seni kurtarıcı olarak görüyor” gibi sessiz düşünedursun. Bir köylünün sorusu üzerine Ali Haydar kendine gelir.
Misafirinin müsaadesiyle; “Cebrail, Ademe üç nur getirdi. Biri akıl, biri iman, biri hayadır. Üçünden birini seç dedi. Adem akılı seçti. İman akılın olduğu yerde ben de olurum dedi. Haya, iman nerede ise ben ondan gayri yerde olamam diyerek aynı safa geçtiler. Çünkü Allah önce aklı yarattı” gibi felsefi sözlerle köylüyü cevaplamak istedi.
Kurnaz adam şu Ali Haydar. Köylüye anlaması mümkün olmayan cevabi sözlerle Menzoğlu’nu taşlamaya çalıştığı belli. Ama bu güzel girişe Menzoğlu ne der. Ancak tasdik eder.
Menzoğlu da bu konuda Ali Haydar’ı kendisinin üslubu ile tasdik etmek maksadıyla:
- “Kalp vücut içinde bir köşktür. Marifet o köşkün sultanıdır. Akıl ise oraya validir. Bütün vücut ona uyar. Akıl iyi olursa kalp güzel şeylere yönelir. Kalp güzelliğe dönünce nefis ona uyar. Dil o alemin tercümanıdır. Muhatabını kelimelerin dişisini seçerek ifade ederse sulh olur, barış olur.” diyerek aklın doğru ve nefis üstü kullanımıyla insanoğlunun yer yüzünü cennete çevirebileceğini vurgular. İlahi referanslarda akla ne kadar önem verildiğini, Ali Haydar’ın da ifade ettiği gibi aklı olmayanın imanı da, hayası da olmayacağını destekler mahiyette ifadelerde bulunur.
Ali Haydar köylünün belki anlamakta zorlandığı üst perdede bu girişlere bir misalle desteklemek için söz alır. Devamla:
-“Ormanların padişahı aslan avını vurduğu gibi uzatır. Başlar homurdanarak yemeye. Bu arada ağzı sulanarak sofranın etrafında belli mesafede kendisini gözetleyen tilkiyi fark eder. Tilki:
- “Bütün tebaan açlıktan kırılırken sen, benim güzel kıralım, boğazından lokmalar nasıl geçiyor” diyerek hüngür hüngür ağlar. Karnı doyduktan nice sonra aslan tilkinin ağlamasından dolayı insafa gelir. “Gel sende bir taraftan başla” teklifini yapar. Bunun üzerine tilki nazlanır ve “Ne mümkün efendim, kralın sofrasında onunla eşit hukuka sahip olarak nasıl yemek yiyebilirim.” diyerek ağlamaya koyulur. Aslan bakar ki iki gözü kan çanağına dönen tilkinin sofraya gelmesi için kendisinin şöyle kenara çekilmesi gerektiğini zanneder ve öyle de yapar. Tilki yine “Olmaz der. Senin elin ayağın serbest iken ben nasıl korkmadan sofraya varabilirim” dediğinde aslan; peki ben karnımı doyurdum. Seninde karnının doyması için merhamete geldim be adam. Bunu yapabilmen için daha benden ne istersin dediğinde tilki:
- “Efendimiz elini kolunu bağladıktan sonra ancak karnımı doyurabilirim” der. Tamam öyle olsun diyen aslanın eli kolu tilki tarafından yemekteki bağırsaklarla iyice bağlanır. Tilki kendinden emin başlar yemeye... Öyle ağır ve şatafatlı bir yemek sefası sergiler ki, aslanın varlığına hiç tınmaz. Kavurucu sıcaklar artmaya başlayınca aslan ellerinin ve ayaklarının çözülmesi için homurdanmaya başlar. Derken yakıcı sıcaklarda aslanın el ve ayaklarına bağlanan bağırsaklar kuruyarak ona aşırı bir işkence vermeye başlar. Aslan tilkiye önceleri sert, ilerleyen dakikalarda rica ediyormuş gibi yumuşakça, ipinin çözülmesi isteğini tekrar tekrar dile getirir. Bu isteğe tilki kendinde emin hiç yüz vermeden karnını doyurmaya devam eder.
Bu arada bir tarla faresi aslanın sırtından kulaklarına kadar yol kat ederek “aslan kardeş istersen ipini çözebilirim” önerisine aslan gururuna yedirerek hiç duymamazlıktan gelir. Sıcaklık arttıkça aslanın eli kolu daha da fazla acımakta olduğu için farenin ikinci defa söylediği yardımı kerhen kabul eder. Fare ipi kemirerek çözer çözmez tilkinin dizlerinin bağının çözüldüğü ve olduğu yerde kaldığı görülür. Aslan ise olanca hızıyla yükseklere doğru koşmaya başlar. Yolu üzerindeki diğer aslanlarında peşine düşmesini isteyerek dağın doruğuna çıkar. Arkadaşları bu ne hal, anlat bakalım. Bizi bu kadar heyecanla buraya neden getirdin, dediklerinde aslan biraz soluklandıktan sonra başından geçeni anlatır:
“Eğer bir memlekette aslanın eli ve ayağı tilki tarafından bağlanır, kötü tarla faresi tarafından da rica minnet çözülürse, aslan bile olsan o memlekette yaşanmaz arkadaşlar. Ondandır ki aslan neslinin zarar görmemesi için takdir edersiniz ki bu tedbiri aldım.”
Ali Haydar’ın verdiği bu misal köylünün tam anlayacağı dildendir. Onun için çok hoşlarına gider. Dayı Dirgen de sevmiştir bu örneği. Zaman zaman Tikenli özlemi duyması, köyün fitne ve fesat insanlarından uzaklaşması ona tıpkı aslan gibi özgürlüğü ve delikanlılığı verdiğini bilir. Gönül isterdi ki yılın on iki ayında da Tikenli’de ola... Ovaya inip insanlarla uğraşmak, neyine. Yediriyorsun, içiriyorsun ve her türlü problemlerini hallediyorsun; bir bakıyorsun ki karşına geçmiş. Geçer akçe olan güç olmasa birlik dirlik mi sağlanır?
-Ben Ali Haydar olarak aslan durumuna düşmek istemedim. Ülkenin yönetiminde tilki karakterli insanların çokluğundan rahatsız olduk. Onun için güç kullanarak yönetimi değiştirmek arzumuz vardı. Allah’ın vermiş olduğu aklı kullanarak bu işi düzeltelim dedik ama olmadı. Ondandır ki, aslan gibi kaçmaya razı olduk. Tek adamlık döneminde ipler padişahlıktan kat ve kat daha fazla bir şekilde elde tutulmaktadır. Körü körüne bir takım yenilikler adı altında gavurlaşmak doğru değildi. Aklını kullanan insanlar bu duruma nasıl razı olurlardı. Şu an köylülerim bile benim suikasta karıştığım ve kaçtığım konusunda açık seçik soru soramıyorlar. Niye? Niyesi var mı; Hürriyetlerinin kısık olduğundan. Allah razı olsun Menzoğlu kardeşe ki, buna sebep oldu. Ve ben şu insanları bilgilendirdim. Halkın bizzat iştiraki ile devrim olur. Yukarıdaki yapılanma ile değil. Bizim duruşumuz bundandır. Menzoğlu, Ali Haydar’daki keskinliği ve aklına aşırı güveni gördüğü için yine orta halli konuşmaya devam eder.
-Bilgi çokluğu ve amelleriyle gurura kapılan, marifet ehli değildir Ali Haydar efendi. Şeytan bir hayli bilgiye sahipken ilk mantık oyununu yaptı. Ateşin topraktan üstün olduğunu iddia etti ve lanetlendi. Nefsini beğendi ve kendini gördü. Onun için akılla her şey halledilemez. Feraset bu açıdan çok önemli. Akıl, aşk sokağında yolunu kaybeder Ali Haydar efendi. Siz aklınızı sevgisiz kullandınız. Sizin adınızın geçtiği olayı benim tasvip etmem mümkün değil. Gözlerini kan bürüyenler yanlış kullandıkları akıl nimetine dini kılıf takmasınlar. Önemli olan nedir biliyor musun? Olaylara ve eşyaya akıl ötesi bakabilmek...
- Bir sözün kime ait olduğu, kim tarafından söylendiği kimlerle ilgili olduğu bilinmedikçe sözlerin güzelliği tam ve kamil değildir. Her ikimizin tahsil yaptığı yer olan Konya’mızın ölmeyen efsanesi Mevlana der ki:
“ -Sinede söylenmeyecek öyle sırlar var ki; zahirin alimlerine söylesek katlimize fetva verirler. Cahillere söylesek putperest kafir derler. Bir kişi yada kuruluş veya bir toplum bir Allah dostunu incitirse gerçekten yüce Allah’ın beytini kastetmiş olur. Zira o Allah dostunun gönül mescid’inin mimarı yüce Allah’tır. Hak erinin gönlü incinmedikçe Cenabı-ı Hak hiçbir kişi ve kavmi rüsvay etmez” der.
- Bir kişinin aklı, tabii arzularına karşı galip gelirse işte o galip gelen sabırlı kişilerdendir. Siz Ali Haydar efendi bu noktayı göremediniz. Akıllısın, bilgilisin ama görüyorum ki marifet ehli ve feraset sahibi değilsin. Şunu unutma ki yine bir büyüğümüzün ifadesidir; “Hiçbir sonuç sebebin önüne geçemez.” Bir mücadelede en büyük tehlike nedir biliyor musun? O mücadelenin dayandığı referans kaynaklarının veya ilkelerinin gerisinde kalmaktır. Sizin hareketinizin dayandığı ilkeler çürüktü be Ali Haydar. Aklınızı iyi ve zamanında kullanmanız lazımdı. Bir yığın masumun kanına girdiniz. Uzun müddet sonra ilk defa karşılaşıyoruz. Ne olur Mevlana’yı anla. Aşırı akılcılığın insanın başına neler getirdiği ortadadır. İşi biraz zamana bırakın. Görünen şekillerle kavga etmeye gerek yok. Velev ki haklısın. Yeri ve zamanı kollamak mücadelede en büyük stratejik özellik değil midir? Bir uzak doğulu zatın  sözüyle bu konudaki konuşmamı tamamlıyorum. Şöyle ki:
“Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen aptaldır. Ondan sakının. Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir. Ona öğretin. Bilen, bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın.  Bilen  ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin.”
Ali Haydar buz gibi olmuştur. Menzoğlu hem nasihat, hem de gururunu incitici dokunaklı sözler etmiştir. Aklını iyi kullanmayanları aptal durumuna düşürmüştür. Kendisi Dirgen Dayısının itibarını sollamaya çalışırken Menzoğlu’nun bombardımanına tutulmuştur. O değil de köylü nezdinde bilen biri olarak otoritesi zayıflamış olup, bundan böyle bu sohbetteki konuşmalar her yerde söylenecektir.
Dirgen Ali bu sohbette son zamanların en büyük zevkini tatmıştır. İki tahsilli insanın sohbetinden çok şey öğrenmiştir. Yeğeninin ayağı yere değmeyen bilgiçlik anlayışı Menzoğlu sayesinde yere değmiş, bundan böyle  “Her insan temkinli olmalıdır. El mi yaman bey mi” demişler ya, işte bu gün aynen öyle olmuştur.
Ali Haydar önce dayısına bakarak  “Beyler buyurun sofraya” uyarısıyla açlıklarını bile unutmuş, insanlar vazifeyi yerine getirmek için yayılan sofranın başına kurulurlar.
Yemekler yendikten sonra Menzoğlu başsağlığına geldiğini hatırlar. Bu maksatla “Yasin” suresini çok güzel bir makamla okur.
Başta Ali Haydar’ın yeğeni Yemliha olmak üzere tüm geçmiş insanların ruhuna bağışlar.
Ziyaret amacı hasıl olmuştur. Menzoğlu köyün ağası ve gölgesinin adamı olduğuna daha da inandığı Dirgen Ali’den müsaade isteyerek ellerini öpmek ister. Ve zorla da olsa isteği olur. Ardında “Sürçü lisan etmiş olabilirim. Bağışlanmamı dilerim Ali Haydar efendi” diyerek onunla da musafa yaparak köyden ayrılmak için atına biner.
Ancak hızını alamadığı için atın üzerinde değil de kürsüde olduğunu zannederek gözlerini kendisini uğurlayan cemaatın üzerinde dolaştırarak dilini de Ali Haydar’a yönelten Menzoğlu şu anlamlı sözleri sarf eder;
-“Önce kendi nefsinle meşgul ol. Önce kendi  nefsine faydalı ol. Kendi nefsini düzelt, sonra başkalarıyla meşgul ol. Başkalarını aydınlattığı halde kendini eriten mum gibi olma. Hiçbir şeye gururla, nefsi duygularınla girişme. Allah bir husus için seni dilemişse seni ona hazırlar.  Eğer halkı senden faydalandırmayı murat etmişse seni onlara gönderir. Sana sebat verir, insanları idare etme kabiliyeti verir.  Onlardan gelecek sıkıntılara katlanma gücü verir. Halkın faydası için senin kalbine genişlik verir, göğsünü açar, oraya hikmet doldurur. O zaman sen senlikten çıkar Allah’ın has ve halis kullarının arasına girersin. Bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa yıkılmaz. Yerinde karar kılar. Sağlam bir temel üzerinde oturtulmadığı takdirde kısa zaman da çöker.  Aynen bunun gibi, sende kendi halini dinin esasları üzerine oturtursan hiç kimse ona noksanlık veremez. Herhangi bir tarafında gedik açamaz.
Eğer hayatını dinin esasları üzerine oturtmazsan, dini hayatının bir tarafından gedik açılabilir. Temel çürük olduğu için bir mertebeye de ulaşamazsın. Unutmayın ki;
“Bir sürüye salınan iki aç kurdun verdiği zarar kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla değildir” diyerek oradan uzaklaşır.


BÖLÜM 9


Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmazsak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa
Konuşup anlaşalım
Yoktur sözle çözülmeyecek çözüm
Davaları halletmez ölüm
Hayatı paylaşalım
Nazım Hikmet

Sokakta eğridir dalan da eğridir
Satan da eğridir alan da eğridir
Ne var ki bir yüzü olsa riyanın
İp eğri, taş eğri, terazi eğri
Seninle bir yolu adımlayanın
Maksadı, meramı, garazı eğri
Bahtiyar Vahapzade


Dirgen, o sene Tikenli’den biraz erken inmenin kaygısındadır. Çobanları tembihler. “Kırkım işini hızlandırın” .  Ovaya erken inmenin iki sebebi var. Birisi ve en önemlisi Antep cezaevinde olan oğlu Abbas ve yeğeninin cezalarının bitmesi ki, Antep’e kadar gidilip alınması lazım. İkincisi de yeteri kadar sayısı artan hayvanlarla ilgili ticari bağlar kurularak elden çıkarılması. Aksi halde İncirli çiftliği böyle giderse kışa hazırlanamaz.
Belki bir daha Tikenli yaylalarını görememe endişesi, çevresindeki adamlarına son zamanlarda pek yapmadığı sert emir vermesine sebep olur.
- İnce Fakım av için gerekli tedarikler yapılsın. Ovaya inmeden önce şu Binboğa Dağlarının altını üstüne getirmek içimden geçiyor. Arap atlar ve tazıları ihmal etmeyin. Belki birkaç gün dağda çadır kurabiliriz. Uzun zamandır tavşan veya yaban hayvanı avına gitmedik. Şu Binboğanın dili olsa da konuşsa, ayak basmadığımız yer kaldı mı ola... Öyle de olsa oğlum belki bir daha nasip olmayabilir. Elhamdülillah sağlıklıyız. Sıhhatimiz yerinde iken tekrar gençliğimi yaşamak istiyorum. Av dönüşü ise bir iki hafta içinde ovaya inmek lazım.
Hazırlıklar yapılır. Dirgen’in hazırlığını gören diğer komşular da kafileye katılıp bu zevkten mahrum olmak istemezler. Güzergah tespit edilir. Atların varabileceği son noktada, çadırın nereye kurulacağı araştırılır. Daha ileri tepe ve mağaralarda hangi hayvanların bu mevsimde bulunabileceği çobanlardan öğrenilir ve “Ya Allah Bismillah rast gele” denerek yola koyulur.
Dirgen’in maksadı av değil. Av bahanesi ile bin bir türlü hatıraların yaşandığı dağları, tepeleri ve koyakları ömür gözüyle bir daha görebilmek. Çünkü Tikenli demek Dirgen Ali demektir. Bütün Afşin Elbistan ovasında, bu böyle bilinir. Şimdi Dirgen son bir defa atın yelesini okşarcasına sevmek gibi bir duyguyla buraları gezemez mi? Gezer. Hem de şatafatlı bir şekilde. “Ben halen dik ve güçlüyüm, dost düşman böyle bilsin” demek ister.
Yarım günlük yolculuktan sonra av mevkiine girdikleri anlaşılır. Biraz önce kafileden ayrılan İnce Fakı, omuzunda iki tavşanla beraber çadır kurulan mevki ye yanaşır. Diğer avcılar “Yine ilk senden Fakı. İnşallah bizim de kısmetimiz bol olur” diye laf atarlar. Bilahare tavşanlar temizlenir ve öbür taraf da yanarak közleşen kor üzerine etler atılarak cız bız yapılır. Tam olmasa da bu günlük idare eder derler.
Kafile birkaç gruba ayrılarak avlanacakları yöreye gider. Dirgen oğlu İnce Fakı avları toplamak ve taşımak maksadıyla bulunan iki kişi ile de bir ekip olmuştur. Bu toplama işini yapacak olanlardan biri ovadan yeni gelmiştir. Dirgen, taze haberler almak maksadıyla bu kişinin kendisine yakın olmasını ister. Bir taraftan  tazıların getirdiği avlara göz kulak olur, diğer taraftan ise ovada neler olup bitiyor  sormak ister.
-“Evladım sen yeni ovadan geldin. De bakalım ne var ne yok. Avları merak etme, nasıl olsa tazılar getiriyor.” Adam:
-“Ağam sen yaylaya çıktığın günden itibaren köyde kalanlar ve özellikle de senin hasımların yeğenin Ali Haydar Hoca da dahil olmak üzere sık sık toplanıyorlar. Bir takım kararlara vardıkları söyleniyor. Köylünün hakkı olan bazı mera denilen araziler varmış, bunları köyde Dirgen’ler dışında kimse kullanamıyormuş. Toplu olunması, toplu durulması dahilinde bu haklar alınabilirmiş gibi sözler duyuluyor.”
Dirgen sözünü keserek:
- Bizim yeğen hasımlarımızla mı toplantılar yapıyor?  Bunda bir yanlışlık  olmasın evladım. Bak bir iki hafta sonra ovaya ineceğim. Söylediklerinde yanlışlık varsa hemen düzelt. Aksi halde gerçeği öğrenirsem ve de senin bilgilendirmen gerçeğe yakın değilse bozuşuruz  o halde, deyince adamın birden rengi atar. “Ağam inan ki ben duyduklarımı anlatıyorum. Gözümle hiçbir şey görmediğim gibi, kulaklarımla da hiç bir şey duymadım. Köydeki dedikodulara da kulaklarımı kapayamadım. Üstelik sen haberler nedir diye ısrar edince boş bulundum söyledim. Yoksa Ali Haydar hoca senin yeğenin. Karşı tarafla nasıl beraber olur. Benimki saflık işte hemen inandım ve inandığımı da sana söyledim.”
Dirgen adamın paniklemesinden rahatsız olur.
-“Dur hele oğlum. Ben seni suçlamadım. Neden korkuyorsun. Söylediklerinin, duyduklarından ibaret olduğunu öğrenmiş oldum. Biliyorsun Ali Haydar tahsilli bir din adamıdır. Nerede ne söyleyeceğini bilir. Ben onun dayısıyım. Bugünlere gelmesini sende bilirsin ki bana borçlu. Böyle bir şey olmasa dahi bir insan dayısına karşı olur mu hiç. Köylü ağzı işte... Onun söylemek istediği şeyleri anlamaları mümkün değil. Anlasalar bile yanlış anlarlar. Yalnız Yemliha’dan dolayı biraz bana karşı kırgınlığı var. Bu konuda da beni mesul tutması mümkün değil. Onun kadar dini ilimleri bilmemiz mümkün mü? Değil... Yemliha’yı ecel cezaevinden aldıysa bu bir kaderdir. Sonra o benim aynı zamanda damadımdı. Kızımın dul kalması beni de en az Ali Haydar ve bacım Fadime kadar etkilemiştir. Ama neyleyeyim ki kul kaderini görecek. Onun rızkı bu kadarmış. Ben Ali Haydar’ın ilmine güveniyorum. Şu an yeğen acısı onu etkilemiş olabilir. Ve lakin düşman bildiğimiz kişilerle hareket etmesi düşünülemez. Buna inanmam. Tamam mı evladım. Bundan böyle buna benzer dedikoduları yapma ve yapanlara da müsaade etme” diyerek konuyu kapatır.
* * *
Avlar vurulur. Çevirmeler yapılır, yenilir, içilir. Fazlalıklar sırtlara alınarak atların bulunduğu yere, oradan da yaylaya inilir.
Dirgen’in içine kurt girmiştir. Hacce kadın ile aldığı yeni bilgileri tartışır. Elin adamına böyle bir şey yokmuş gibi davranır ama yeğeninden de korktuğu başına gelecekmiş gibi bir beklentiye girer.
- “Yapar mı yapar nankör bu adam. Eğer nankör olmasaydı dedikodu da olsa suikastçilerle beraber nasıl olurdu. Hadi onlar yabancı... Aldığı ilme göre ben velinimeti değil miyim. Aynı kan ve candan değilmiyiz! Durup dururken köylüyü aleyhimde alenen kışkırtmak neyin nesi?
Çok fikirler gelir gider aklına Dirgen’in. Köyün sınırları içerisine girmesini yasaklamaktan tutun da, maddi sıkıntı üzere olduğu bilindiğinden bir iki sürü mal satıp uzaklarda iş kurması için sermaye bile vermeyi aklından geçirir. İşin en zor tarafı karşısına alıp da bu meseleleri nasıl konuşur, nasıl düşündüğü teklifi yapar. Ya kabul etmezse, ya kendine yapılacak olan teklifi köyde konuşacak olursa,  Dirgen’in hali iki paralık olmaz mı? Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali... Velhasıl ovaya dönüş bayağı sıkıntılı olacağa benzer.
Çadırlar toplanır. Kağnılara yüklenir. Çoban’lar sürüleri çoktan uzaklaştırmış. Dirgen geriye doğru bakar ve “gidip dönmemek var” diyerek atına biner. Akşama doğru ovaya inilir. Yol yorgunluğu ile erkenden yatılır. Birkaç gün sonra Antep’e gidecektir. Abbas ve İsmail’i alarak sıcak aile ortamına getirecek.
Dirgen yaylada iken ovada kalan Aslan ve Muhammed hasadın önemli bir kısmını kaldırmayı başarır. Kışlık, unluk ve bulgurluk gibi kadın işleri olan tarım ürünlerinin tedariğine de başlanır.
Dirgen Ali, İnce Fakı’sını da yanına alarak Antep’e gider. Birkaç gün sonra Abbas ve yeğeni ile köye döner. Her zaman olduğu gibi mutluluklar yaşanır. Ali Haydar’ın da bu konuyu bahane ederek dayısının evine geleceği umulur.
Ali Haydar:
-“Önce dokuz gittiler. Altı döndüler, orada üç kişi kaldı. Ama biri sağ salim dönmedi. Tek müsebbibi dayım denilen adam. Bundan böyle onların sevinci sevincim, acısı da acım olmayacak. Bütün bu olan bitenlerin hesabı sorulana kadar onlarla beraber olmayacağım” diyerek bu güne kadar kapalı, o günden sonra açık bir şekilde mücadele etmeye başlar.
Dirgen’e muhalif grupların başında olan Ali Haydar, öncelikle köylünün ortak malı olan yalnız Dirgen ve sülalesinin faydalandığı araziler ile ilgili köylünün kafasını karıştırır. Bir nevi hak verilmez, alınır anlayışıyla köylüyü aydınlatmaya başlar. Ali Haydar’ın köylünün menfaatlerine yönelik sohbetleri Dirgen’in hasımlarının yanında bir o kadar da hak arayan ailelerin oluşmasına sebep olur. Öyle ya, Dirgen “Benim malım benim köylünün ortak malı da benim” demektedir yıllarca. Ali Haydar öyle bir tutturur ki köylünün uyanmaması mümkün değil.
“Deprem önce zihinlerde olmalıdır” derler ya işte öyle bir şey... Bir kıvılcım, bir çift söz, bir atımlık taşın fiske kadar etkisi ortalığı velveleye vermeye yeter de artar bile. Nice kasırgalar çıkar hiçbir  tahribat yapmadan biter. Nice küçücük üfürükler savrulur, dev gibi adamları yıkmadan bitmez.
Dirgen’in sürülerinin otladığı ve yılın büyük çoğunluğunun irili ufaklı diğer hayvanlarının istifade ettiği Bostanbeli mevkii aslında köyün merası olan bir yerdir. Her ne kadar yayla dense de oldukça verimli, işlenebilir sulak ve çok geniş bir arazidir. Dirgen’in muhalifleri önce işe buradan başlamak isterler. Ali Haydar’ın teşkilatlandırması işe yarar. Burası bizim de hakkımız; biraz da biz istifade edelim diyen köylüler bu arazileri kendi aralarında taksim ederler. Bir kısım yeşil alandan istifade etmek için Dirgen’e rağmen toprağı sürmeye başlar. Dirgen ve ailesine, köylünün ilk baş kaldırışıdır bu. Üstelik bir iki aile değil toplu hareket eden bir yığın insan.
Fikir babaları Ali Haydar işlerin iyi gittiğinden memnun. Ama temkinli dikkatli ve ürkek.
Dirgen haber alır almaz çocukları ile beraber Bostanbeli’ne damlar. Köylünün yaptıklarının yanlış olduğunu söyler.
- “Bu gün benim sürülerime yarıyorsa yarın sizin hayvanlarınız için buraları lazım. Etmeyin tutmayın komşular” derse de köylü kararlı... Hatta tek tek konuşarak vazgeçirmeye çalışsa da hiç birini ikna edemez. Ümidi kesilir. Çocukları İnce Fakı, Aslan, Muhammet, Ese hep orada. Küçük bir takım ağız dalaşı ve meydan okumalar olur. Dirgen olgunluğu ile bu sataşmalara meydan vermez.
Köylülerin kararlı hallerine son bir blöf yaparak ayrılır. Bu işin takipçisi olacağını, hemen yarın yine geleceğini, aynı şekilde karşılaşırsa karşılığının çok sert olacağını söyler .
Dam’a girmek kolay değil. Ömrü bu şekilde geçen insanlar daha temkinli olur. Çünkü Dam’a girmeden özgürlüğün kıymeti bilinmez. Şu an başkaldıran köylünün Dam tecrübesi olmuş olsa bu kadar gözü kara olamazlar. Dirgen bunu bilir de korkusu ondandır. Cahil cesur olur derler ya doğrudur. Dirgen, olgun ve kıymet bilir yaşta bir insan... Menzoğlu’nun yüreği alevlendirecek, sevgi tohumu filizlendirecek, sabır meşalesini yakacak sohbetlerinden sonra bu şekilde bir insani özellik kazanmamak elde mi?
Diğer yönden Ali Haydar’ın dengeleri değiştirmesi “Böyle gelmiş ama böyle gitmez ” diyerek ağalık şanına halel getirmesi, yıllardır kullandığı toprakları kullanamaması ve dahası  gururu... otoritesi... Dirgen’in işi çok zor...
* * *
Dirgen bunca sıkıntı içersinde iken bile her saat başı haberleri kaçırmaz. Aynı haberi defalarca dinler. Kendisine göre yorumunu yapar. Bir saat başı yine radyosunu açtığında, Tayfur Sökmen Hatay Cumhurbaşkanı ifadesini duyunca “Mürseloğulları’ndan da her daim adam çıkar. Göl yerinde su eksik olmazmış” diyerek kendi kendine gururlanır. Yalnız Hatay gibi bir toprakta nasıl ayrı bir devlet kurulduğuna bir anlam veremez. Aklına “Ata’yla kavgalı mı acaba yoksa isyan mı etti?” gibi manalı manasız fikirler gelir. İlerleyen saatte sıkıntısından biraz olsun kurtulmak maksadıyla tekrar radyosunun düğmesine basınca; Hatay Cumhurbaşkanının anavatana iltihak kararını öğrenir. Bütün merakı gitmiş olur. Devlet yönetiminde işin bir de öbür tarafı olduğunu düşünür. Kansız, tek kurşun bile atılmadan kazanılan başarı karşısında Tayfur Bey’e ve Ata’ya karşı hayranlığı bir kat daha artar.
Fakat Dirgenin bu ilişkiyi derinine anlama imkanı da yoktu. Tayfur Sökmen in, ağabeyi İnayet den sonra bölgenin en nüfuzlu adamı olarak Ata’yla  ilişkisinin farklı bir boyutu vardı. O Kuvay-i Milliye teşkilatı bölge reisiydi. 21 yıl süren Hatay davasının  her safhasında vardı. En önemli safhası, silahlı mücadelede Ata’yla birlikteliğiydi.
Tayfur Sökmen’in  Cumhurbaşkanı olduğu dönemde  Türk Dış İşleri Bakanlığı tarafından vatandaşlıktan çıkarılma kararı bile göz boyama siyaseti gereği alınmıştı. Uluslar arası diplomasiyi rahatlatmak için Anavatanın  Tayfur Sökmen le ilgili kararına, kendisi el altında çektiği faksla “Tayfur Sökmen için Türk vatandaşı olmak, Cumhurbaşkanı olmaktan daha şereflidir” dediğini Dirgen nereden bilecekti...



BÖLÜM 10


Ünü duyulurdu Maraş elinde
Mülkünün bir ucu hurman suyunda
Tikenli dağında bahar ayında
Hani Dirgen Ali nice oldu dünya

Dalında filinte üç gor fişekle
Yaylaya çıkardı beş yüz şişekle
Konuk ağırlardı çifte döşekle
Hani Dirgen Ali nice oldu dünya

Hacı Yener

Dirgen o akşam çocukları ve kardeşleri başta olmak üzere dayıları olan Terzilerinde ileri gelenlerini toplayarak konuyu enine boyuna konuşur. İster ki şahsına yönelik gibi gösterilen bu olayı bütün sülalenin kucağına koysun. Öyle de olur.
Köylünün kararlı ve toplu hali karşısında korku havası verilmeden Bostanbeli’ne gidilip ortak bir noktada buluşarak uzlaşmacı bir anlaşma yapalım denir. Hatta “Bu işin ucunda kan akabilir. Yeni bir maceraya girmeyelim. Bakın Abbas ve İsmail, Dam’dan yeni çıktı. Yeter artık lanet olsun Bostanbeli’yle ilgili hiçbir hak bile iddia etmeyelim” diyenler bile olur.
Aile meclisinde fikri olanları dinledikten sonra Dirgen, üzerinde herkesin hem fikir olabileceği kendi fikrini söyler. Ona göre:
-Yıllardır o topraklardan istifade ediyoruz. Esasen bu toprakların mera olduğunu da biliyoruz. Şimdi sanki tapusunu üzerimize almışız gibi köylü sahiplenmektedir. Hakları da var. Yalnız söyleme biçimleri ve duruşları yanlış. Sanki bana ve aileme meydan okuyorlar. Bostanbeli ile ilgili ilk defa böyle karşılıklı it dalaşı yaptık. Yarın görüşürüz diye ayrılarak geldik. Köylü bizi hep eli kılıçlı gördüğü için yarın belki bizden önce varıp, tedbir alacaklar. Halbuki benim içimde bundan böyle bu topraklar sizin olsun. Şimdiye kadar benim hayvanlarım eğlenip geçti. Hakkınızı helal edin komşular deyip geçip gelmek var. Hatta Dirgen korktu demeseler hiç gitmeyeceğim bile. Ama gitmek zorundayız. Kalabalık bir grupla gidilirse silahlı gelindiği zannedilerek çatışmaya girebilirler. Böyle bir hava vermemek için İnce Fakı, Aslan ve ben gidip görüşelim. Az adamla geldiğimizi görürlerse belki mesaj alınırda her hangi bir çatışmaya meydan vermeden köylüyle sulh oluruz, anlayışı ailede tasvip görür.
Ali Haydar’ın başını çektiği muhalif köylü grubu bir gün önceden çıktıkları Bostanbeli’nden ovaya hiç inmemişlerdir. Dirgen’in “Yarın tekrar geleceğim” sözünü blöf olarak değil, ciddiye alırlar. Öyle ya yılların Dirgen Ağa’sı hadi dese en az otuz-kırk silahlı adam çıkarır. Köylüler en az bu kadar adamla yarın karşılaşabilirler düşüncesiyle Dirgen’in gelebileceği yeri uzakta görebilecek çukurlar açarak mevzilenirler. Bostanbeli’ne en hakim yeri de Ali Haydar tutar. Bir işaretle Dirgen’e fırsat verilmeyecektir. Eğer tedbirde hata olur veya korkulursa Dirgen’in kendilerini yaşatmayacağı bilinir.
Dirgen gerekli tedarik yaptıktan sonra Hacce kadınla göz göze gelir. Hacce kadın çok şey söyleyecektir. Lakin çoluk çocuk... utanır. Atlayıp boynuna gitme kal kara kaderlim diyecek ama bunu ağa karısına yakıştıramıyor. Akşam alınan kararı sülale adına köylüye nakletmeye gidiyor oluşu ve iyi niyetliliği onu biraz rahatlatıyor. Bu ara Dirgen çok seyrek olan hallerinden birine bürünerek Hacce kadına:
* * *
Esti badı-ı saba söküldü yarem
Gediyorum kömür gözlüm ağlama
Ağlamanın vakti geçti ne çare
Kement atıp yollarımı bağlama

Benim yarim ağlar ağlar nic olur
Altın yüzük ağ parmakta tuç olur
Sevip sevip ayrılması güç olur
Ben gidersem bir kötüyü eğleme

Benim yarim ağlar ağlar silinir
Siyah saçın mah yüzünde bölünür
Ben ölürsem biri daha bulunur
Varıp benden bir kötüye meyletme

Dirgen Ali derde çalındı kalem
Bir ben ölmeyle yıkılmaz alem
Gediyorum kömür gözlüm belki gelmem
Yas tutup da karaları bağlama
* * *
Hacce kadının bağrına düşen yaşın hesabı bilinmeden Dirgen iki oğluyla Bostanbeli’ne doğru yol almaya başlar. Ne olur ne olmaz diye Aslan yüz, Dirgen ve Fakı ise ellişer adet mermi alırlar. Fazla göze batan mühimmat almazlar ki farkına varıpta karşı tarafı tahrik etmesinler. Yoksa çatışmaya giden kişi çok daha belirli miktarda silah ve cephane alır. Bunlarınki o günün şartlarında bağa bostana giden insanların kurda kuşa kullandıkları miktarda bir şey. Dirgen’in gençlik yıllarında olsa sindirmek için ne gerekiyorsa yapılırdı. Ama şimdi gerçekten iyi niyetliliği hakim.
Dirgen, taşkınlık veya vurdulu kırdılı dönemine kendisi de pişman. Onun için çoğu zaman “Ah Menzoğlu ah, daha önce nerelerdeydin” gibi iç geçirmeleri bu konuda samimiyetini ifade etmektedir. Geçmişin muhasebesini sık sık yapması, yaptığı yanlışlıklar noktasında köylüde özür dilemesi anlamını taşır. Sultan Süleyman’a bile kalmayan dünyanın Dirgen’e mi kalacağı konusu, ona ahiret hayatı ve kul hakkını hatırlatır. Bostanbeli arazisi için de, yumuşak davranma, gerekirse köylünün kullanımına hiçbir hak iddia etmeden açma fikri de bu olgunluğun sonucudur.
Gayri Dirgen’e öteler görünmüştür. Bu saatten sonraki tavır bütün egemenlik sahibince nasıl karşılanır. Orası onunla kulunun arasında olan bir durum... Başkasını ilgilendirmez. Ancak insanların şehadeti de önemlidir. Eğer şehadet müessesesi diye bir şey varsa kabahatler gizli kalmaz. Allah bile olsa kul hakkını muhataplarına bırakmıyor mu?
Yer yüzünde hiçbir insan ağa, bey, paşa gösterilemez ki, bir diğerinin hakkını bilerek veya bilmeyerek ömründe bir defaya mahsus gasp etmemiş olsun. Pişmanlıkla,  nedametle, özür müessesesinin kullanılmasıyla, telafi edilemeyecek hiçbir şey de yoktur. Yeter ki insan bu konuda kararlı olsun. Kul hata yapabilir. Çünkü nefis denilen bir başka vücudu vardır. Hata insana göre ise telafisi de, hak helal ettirmede insana göredir. İnsanın seviyesi yaratanın indinde en yüksekte iken meleklerin yeri onun altındadır. Bu durum fıtri olduğu için, insan donanımları bakımından sorumludur.
Dirgen, kelime olarak bunları telaffuz edemez. Ama hal diliyle böyle düşüneceği son zamanlardaki yaşantısına bakılarak anlaşılır.
Kuşluk vakti Bostanbeli mevkiine varan Dirgen ve oğulları, muhataplarının gelmediğini görünce sevinirler. Herhalde onlar da işi alttan alıyorlar diye düşünürler. Dirgen atından inerek bir tümseğin üzerine oturur. Aslan ve Fakı ise etrafla ilgilenir. Ortalıkta ne bir kuş, ne de bir başka hareketlilik yoktur. Bu kadar sessizlik hayra alamet değil. En azından kurt, kuş sesi duyulan Bostanbeli bunlardan da mahrum, mahzun ve tedirgin.
Kurt adam Dirgen; oturduğu yerden fırlayarak bu sessizliğin bağrını delercesine çocuklarına seslenir;
“Kendinizi sakının.Kahpeler pusu kurmuş”.
Gece boyu mevziiyi hiç terk etmeyen köylüler geç vakitlere kadar Dirgen’in adamlarıyla nasıl çatışacağına dair planlar yapar. Fırsat bulunduğu takdirde boşa değil, ete kurşun atılarak Dirgen belasına son vermeyi amaçlarlar. Her köylü gördüğüne sıkacak. Dolayısı ile kimin kimi vurduğu bilinmemeli diye anlaşılır.
Neredeyse köyün üçte biri yani en az yüz, yüz elli kişiden ibaretler. Bu kadar muazzam gücün karşısında Dirgen’in getirebileceği elli-altmış kişisi vız gelir hesabı yapılır.
İlk işareti Ali Haydar’ın vermesi konusunda ittifak ederler. Ali Haydar bu konuda uyarısını yapar. “Dirgen ve İnce Fakı’dan kendinizi sakının. Her ikisi de uçan kuşu gözünden vurur ona göre…”
Kalabalık bir silahlı grup beklenirken oda ne? Dirgen ve iki oğlundan başka kimseciklerin olmadığı anlaşılınca ayrı yerlerde mevzilenen köylüler ne yapacaklarını şaşırır. Birbirleriyle bağlantı kurmakta zorlanırlar. Ortaya çıksalar kendilerini belli edecekler. Oysa kimse kendini belli etmeden ateş açacak ve kim vurduya götüreceklerdi. Akşamdan beri üzerinde durdukları ve  ittifakla aldıkları karar bu.
Olay resmiyete dökülünce kimse suça sahip çıkmayacak. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olunacaktı. Devletin kayıtlarında suçu kabullenmeyenler sonra gelebilecek intikam davasında da öne çıkmamış olacaktı. Ne devlet yüz, yüz elli kişiyi ağır cezaya uğrattıracak, ne de Dirgen ailesi bu kadar insanı hasım ilan edecekti. Özellikle Ali Haydar’ın dikte ettirdiği plan bu.
Dirgen’in vaziyet alması üzerine bir el ateş ile sessizlik bozulur. Kalabalık silahlı kişilere göre plan yapan Ali Haydar, işaret vermeden atılan silah sesinin geldiği yöne öfkeli bir şekilde bakarak “Aptallar baksanıza çatışmak için gelmemişler” dese de ok yaydan fırlamıştır. İnce Fakı ve Aslan karşılık vererek Bostanbeli’nin kısa sürede cehenneme dönmesine sebep olurlar.
Hedef Dirgen olduğu için mavzerler de hep ona yönelik olur. Dört bir tarafta askeri nizam gibi mevzilerinde ateş eden  köylülerden kurtulmak mümkün değil. Derken Dirgen’e bir-iki kurşun isabet eder. Kendini tutamayarak mevzide kalkan bir köylüyü Dirgen tam anlından vurur.
Aslan ve Fakı da yaralanmıştır. Dirgen yaralı haliyle kurşunun tedarikli kullanılması için çocuklarını uyarır. Çatışma hızla sürüyor, köylüler bir çoğunu gelişi güzel olmak üzere yağmur gibi kurşun atıyorlar. Dirgen’e birkaç kurşun daha isabet eder ama can alıcı noktada değil. Zaman ilerliyor, kurşunlar bitmek üzere. Dirgen’lerin karşılık vermesi kesilince mevzilerinden çıkan üç kişi “öldüler” diyerek yaralılara doğru yaklaşmaya başlayınca İnce Fakı’ya av olurlar. Böylece biri Dirgen, üç kişi de İnce Fakı tarafından öldürülür. Bu ara Dirgen’e bir-iki değil tam on yedi kurşun isabet eder. İnce Fakı sürünerek babasının cansız bedenine ulaşır. Naçar ve çaresiz. Üstelik yaralı ve mavzerde mermi bitmiş. Aslan gerilerde kafasını kaldıramıyor ve sinmiş bir şekilde..
Kısa süre bir sessizlik olur. İnce Fakı başını hafif bir şekilde kaldırıp etrafa bakınınca  mevzilerini terk ederek koşar adımlarla uzaklaşan köylülerdeki hareketliliği görür. O an kendi canı adına değil de “kardeşim Aslan’ım kurtuldu bari” diyerek rahatlar.
Gün aşımına doğru jandarma gelir. Cenazeler toplanır. Yaralı olarak yalnız Aslan ve Fakı vardır. Köylüler cenazelerini bırakırlar. Tedbir gereği yaralılarını yanlarında götürdükleri için askerin işi fazla zor olmaz.
Tarafsız olan köylünün katılımıyla diğer cenazeler ovaya indirilerek defnedilir. Dirgen’in cenazesini almaya kimse gelmez. Maravuz Köyü’ne haber ulaşır. Hacce kadının akrabaları Haşim Ağa’nın oğlu Osman ve kardeşi Fakı başkanlığında yirmi - otuz kişi olay yerine ulaşır. Dirgen’in cenazesi kağnıya yükletilerek Maravuz’a getirilir ve şimdilik buraya defnedilir.
Olayın müsebbipleri olarak bu taraftan Aslan ve İnce Fakı’dan başka ortada kimsecikler yoktur. Daha sonra zan üzerine bir takım insanlar alınarak Dam’a konur. Zayiat dörde birdir.
Hacce kadın sezgilerinin gerçekleştiğine şahit olur. Ama bir kadın gibi davranmaz. Ağır başlılığını ve soğuk kanlılığını korumasını bilir.
O sabah ayrıldığı üç candan hiç biri şimdi yanında değil. Dirgen’i doğup büyüdüğü, ama tadına varamadan ayrılmak zorunda kaldığı köyü Maravuz’da toprağa vermenin, göz bebekleri Aslan ve İnce Fakı’sının yüzünü dahi görmeden Dam’a gönderilmesinin ağırlığı altında metanetini fazlaca bozmadan etrafa bön bön bakarken dilinden şu deyişler dökülür:

* * *
Bir dostun yokmuş tutam elinden
Yerli kaya oynarmış yerinden
Büyük tikenli’de dağlar salından
Keklik avladığın günler nic’oldu

Kopardılar Elbistan’ın gülünü
Uzattılar kötülerin dilini
Yamacından söyletmezdin birini
Hüküm yürüttüğün günler nic’oldu.

Tesirin vardı dağlara taşlara
Nüfuzun geçerdi uçan kuşlara
Hele bak gözümden akan yaşlara
Gülüp eğlendiğin günler nic’oldu

Gazi Paşa gibi hüküm verirdi
Şerefin gördükçe düşman erirdi
Kalsa yalan dünya sana kalırdı
Cihanı uyuttuğun günler nic’oldu.

Şeref için ağır silah takınır
Uçan kuşlar heybetinden sakınır
Mahkemede hakimlere yekinir
Antep’e kalktığın günler nic’oldu

Bunu söyler ağlar kaderi kara
Kaybettim beyimi uzadı ara
Niye hiç gelmiyor dostlarım bura
Kurban kestirdiğin beyler nic’oldu
* * *
Dirgen’lerde ikinci bir dönem kapanmış. Bu olay köyde için için kaynayan dalgalanmanın durulmasına yaramış. Çekilen kılıçların beş cana mal olarak tekrar kınına girmesi açık seçik görülmüş. Olayın sorumluları kimi canıyla, kimi de Dam’a düşerek bedel ödemiştir. Başta Ali Haydar olmak üzere birkaç kişi de bir daha dönmemek üzere o topraklardan uzaklaşarak yaşamışlar.
Oysa Bostanbeli, Yağlıca, Tikenli yaylası halen yerinde durur. Bırakınız Dirgen’i, bundan böyle köylü bile yeteri kadar faydalanamaz. O beldeler ancak Dirgen’in ölümüne şahit olur o kadar... Tek getirisi budur.
Birkaç duruşmadan sonra İnce Fakı bütün suçlamaları üzerine aldığı için Aslan serbest kalır. Kendisi de on beş yıla mahkum olur. Nefsi müdafaadan dolayı cezası daha da aşağıya çekilir. Bunun da üç sene altı ayını yatarak çıkar.
İnce Fakı Dam’da iken yaşanmış bütün olayların muhasebesini yapar. Bir hiç uğruna bu kadar kanın akmasına hiçbir zaman gönlü razı olmamıştır. Aslında rahmetli babası da ömrünün son döneminde hep sulhtan yanaydı. İnce Fakı bunu bilir ve yeni hayatında buna uygun davranır.
Daha köye gelir gelmez; köyün ileri gelenleriyle toplanarak olaylara sebep olan başta Tikenli, Bostanbeli ve Yağlıca’daki mera’nın adil bir şekilde dağılımını yapar. Birkaç küçük rahatsızlık dışında ömrünün sonuna kadar köyde barışın bozulmaması yönünde gayret eder.
Babasından ailesine kalan bütün malı mülkü de kardeşler arasında hakkaniyet ölçüsünde pay eder.
Maravuz, Hacce kadının doğup büyüdüğü ancak çocukluğunu bile yaşayamadan ayrılmak zorunda kaldığı köyüdür. Bütün sülalesi halen köydedir. Gönlüne ateş düştüğü Kerevin’den her şeyi göze alarak muazzam geleceğe yeşillenen kaderin cilvesi gereği Dirgen’e gelir. Dirgen’de doğar büyür. Dirgen’le yaşadığını söyler ve Dirgen’le hayatı, insanlığı ve sevgiyi tanır.
Maravuz onun için fazla bir şey ifade etmez. Ama kaderin cilvesine bak ki toprak “beni unutamazsın, bana arkanı dönemezsin” dermişçesine bütün dünyası olan erini oraya çekerek koynuna almıştır.
Şimdi neyle avunacak Hacce kadın. Eğer eri o toprağın koynunda olmamış olsa yönünü dahi o tarafa döndürmeyecektir. Küçücük yaşta ana’ya, ata’ya hava su gibi ihtiyaç duyduğu o dönemde zulümkâr töre gereği acılara gark olduğunu hiç unutabilir mi?
Şimdi Dirgen’i orada. Onun hatırı var. Ne kadar o toprakta kalınır bilinmez, ama kaldığı müddetçe  Maravuz Köyü bundan böyle Hacce kadına vazgeçilmez bir bağ ile bağlanılan kutsal bir mekan olarak bilinir. Bir bahane ile kısa zaman aralıklarında ziyaret imkanları oluşturulur. Ve iki yüreğin türküsü söylenir:
* * *
Nasıl methedeyim nazlı ağamı
Heç tükenmez ekmeğinen aşı var
Kadir Mevlam alçak etmiş gönlünü
Söyledikçe sözlerinin  hoşu var

Her gün açık durur büyük kapısı
Bütün gelir aşiretin hepisi
Belli durur konağının yapısı
Kis’ten örme güzel güzel taşı var

Olur m’ola bunun gibi birisi
Uyar var mı gardaşlardan gerisi
Binboğa’da yayılıyor sürüsü
Ala karlı mor sümbüllü başı var

Germiş durur her gelene döşünü
Getsin görür kanlı katil işini
Bir bir sayar Binboğa’nın taşını
Avlatmaya sağ elinde kuşu var

Ağam gelirdi salınarak obadan
Aşiretler içerdi kahve cabadan
İnce Fakım tez ayrılmış babadan
Varın bakın gözlerinde yaşı var

Vali gelse konağına enmeli
Kuzu kurban baran olup yenmeli
Dirgen Esem aşk atına binmeli
Dolan bakım nerelerde işi var
* * *
Aradan yıllar geçer; Hacce kadında yaş kemale ermiştir. Gidip gelmesi zorlaştığı için tek dileği Dirgen’inin kemiklerini getirterek onun çok sevdiği tarlasının başına defnetmeyi düşünür. Bu arzuyu kendine has deyişleriyle şöyle dile getirir:
* * *
Aman Allah koyma beni elden ayağa
Yaşım yetmiş oldu kalkamıyorum
Tahminim yok elin gördüğü işe
Evimin çarkına bakamıyorum

Kitledim de geldim büyük haneyi
Niye buna karıştırman orayı
Son yaşımda yaptı cağım yuvayı
Terk edipte bir yana çıkamıyorum

Gayri iş göremem umudum kestim
Yetmişte kocayıp feleğe küstüm
Koyunları kıptırdım çuvala bastım
Gözüm kesip yatak dökemiyorum.

Bunu söyler ağlar kaderi kara
Beyim seninle çıkardık bura
Maravuz uzak gidemiyom ora
Açıp ta mezarını bakamıyorum
* * *
Tam yirmi dört yıl sonra Hacce kadının dilekleri kabul olur. Ahir ömründe Dirgen’in kemikleri Norşun’a getirilir. En sevdiği tarlanın başına gömülür. Altı gün boyunca kurbanlar kesilir. Yemekler dökülür. Sofralar yayılır. Hacce kadın için en büyük bayram budur. Artık ölse bile gözü açık gitmez. Bütün hastalıklarına şifa bulmuş ,kuş gibi hafiflemişken ecel kuşunun davetine seve seve icabet eder. Meğer bunca bekleyiş buluşma yerinin tespiti içinmiş.
Ölen fizik vücuttur. Ruh vücudun ölümsüzlüğü herkes tarafından bilinir. Ancak; Biri ölü diğeri diri iki vücut birlikte, biri ölü diğeri diri yan yana yaşayan Dirgen’i; onu sanki şairin şu parçasıyla;
“Terk etmedi sevdam beni /Aç kaldım susuz kaldım /Hayli karanlıktı geceler /Can garip, can suskun /Can paramparça / Ve ellerim kelepçede / Tütünsüz uykusuz kaldım /Terk etmedi sevdam beni”  dermişçesine karşılamış olmalı...
Böylece aşık  maşukuna  kavuşmuş  olur.

- SON -
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir.

Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin
Bir çare yok mudur, buna ya Rabb-ül Alemin

Yahya KEMAL

* * * 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder