DİRGEN ALİ
Sıddık DEMİR
DİRGEN ALİ
Sıddık DEMİR
KUĞU KİTAP
Dizgi
ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK
Ebubekir KADAK
ISBN:
978-605-XXXX-XX-X
978-605-XXXX-XX-X
Sertifika
No:
14721
14721
1.Basım,
ANKARA 2014
Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2
No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com
Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
Yazar Hakkında:
1959 yılı
K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda Öğretmenlik ve idarecilik
yaptı.”Yeni Nefes”adında bir okul dergisiyle yaym hayatına başladı.Bilahere
birden çok çalışmalarıyla kültür hayatında yerini aldı.
Yayınlanmış Eserleri:
1-Afşin’li, DERDİÇOK(Derleme)
2-Gündemden
Kesitler(Deneme)
3-Ankara Gönül
Erleri(Araştırma)
4-Dirgen ALİ (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Deneme, hikaye, tahlil)
6-En Uzun Gün(Tarihi roman)
GİRİŞ
Tikenli yaylasının
gümbür gümbür toprağa fırlayan pınarları aklına gelmiş olmalı ki “Ah Tikenli
ah…” kelimesi döküldü ağzından… Ne günlerdi onlar diyerek gözlerini dikti bir
noktaya. Nice sonra evladım bir su ver de Tikenli’nin pınar-larından akan su
niyetine içeyim dedi.
İlbey daha önce
duyduğu ve hep merak ettiği Tikenli yaylasıyla ilgili bildiklerini öğrenmek
için misafirine sordu:
-Ese amca Tikenli de
neresi?
-Bak İlbey’im,
evladım; sende aynı toprağın insanısın. Memleketinden uzaklaşınca toprağın
hatıralarını sana anlatacak birilerini hep aramalısın. Toprak, ancak üzerindeki
hatıralar yaşanır ve bilinirse sıla olur, vatan olur. Yoksa yaşananlar bilinir
ama halde yaşanılamazsa toprak bir kuru çorak olur, ahraz olur. Dili olmaz,
imanı olmaz, ölüden farksız olur. Ama onu yaşatırsan toprak ta vatanlaşarak yaşar.
Kökü kömeci olur. Bu canlılığı sende görerek yaşarsın. O zaman ondan
korkmazsın. Seversin ve sevildiğini bilirsin.
Nihayetinde kendine onu sadık bir dost olarak görür ve vuslat zamanı
seve seve kollarına girersin, yeni bir hayata başlamak için. Bilahare farklı bir
boyutta çorak topraklarda cennet havası estirirsin.
İlbey şöyle ardına
yaslandı.
-“Ese amca çok derine
daldın anlaşılan. Senin içinde yaşattığın çok tatlı hatıraların olmalı. Hele
bir soluklan” dedi ve misafirine ikramlarda bulunmak, bilahare kaldığı yerde
başlatarak olayları açtırmak niyetiyle kalktı.
Elinde mütevazi bir
çay tepsisiyle tekrar içeri girdi. Çaylar yudumlanmaya başlanırken İlbey:
- Evet Ese amca devam edelim mi ?
- Evladım; Tikenli
Yaylası, Bostanbeli, Gökçebel, Güvek, Arpalık gibi yerler; Afşin’e bağlı bazı
köylülerin ömürlerinin yarıdan fazlasının geçtiği, bin bir türlü hatıralarının
yaşandığı siz deyin yazlık, ben deyim her türlü nimetlerin derildiği, sporların
yapıldığı, tertemiz hava ve sularından istifade edildiği ve özgürlüklerin zirvede
yaşandığı, adeta canlı bir varlıkmış gibi coğrafyanın ruhunun oluştuğu vatan
parçası...
Daldı ve aktı
gözelerinde bulgur bulgur yaş…
-Binboğa dağları
vasıtasıyla Allah ın bizlere bahşettiği nimetlerdir bunlar. Adına sizler kuru
bir kelime ile dağ diyorsunuz. Evladım, bize göre o dağ değil çok şeydir. Çok
şeyden de fazla her şey...
Özellikle o dönemler,
ovalardan daha çok, daha betli bereketli, daha kanlı canlı ve daha senli
benli... Hayvanlarımız alabildiğine özgür ve sağlıklı. Bahşettiği süt, peynir o
kadar lezzetli ve temiz... Oysa ovalar müzbit, çorak ve sıcak... Üzerinde
yaşayanlara dağlar kadar nimet sunması mümkün değil.
Ese amcasını yavaş
yavaş canlı dediği hatıralara çekmek isteyen İlbey:
- Ese amca, doğup
büyüdüğün yerin canlı kalmış yaşayan hatıralarına şöyle bir başlangıç yapabilir miyiz?
Ese amca:
- “Sabret be oğul”
bunlar yaşanılır. Anlatılması zordur. Hele yazması daha zordur. En kolay da
senin yaptığın... Yaslanmışsın koltuğa, bir kaç ömürlük hatıraların canlılığını
birkaç saatte yaşayacaksın. İşte emek çekmeden, yorulmadan bir şeyler öğrenmek
veya bir kazanç elde etmek böyle olur.
İşin bir tarafından
bakınca böyle görünüyor. Öbür tarafında
ise senin gibi duyarlı, köküyle
kömeciyle ilgilenen, bölgesinin kültür varlıklarını yazılı hale getirmek için
gayret eden, yaşanmış tecrübelere aynı heyecanla bakarak sorularla mera-kını
gidermeye ve bunlardan bir şeyler çıkarmaya çalışan, çevremizde kaç insan
bulunur. Beni zaman zaman geçmişe götüren hatıralardan daha çok, bunları
geleceğe taşıyarak kendi nefsinde yaşama-ya ve yaşatmaya namzet senin gibi
insanların var olması son derece bahtiyar ediyor. Yoksa cansız tabiat veya
unutulmaya yüz tutmuş kültürel zengin-liklerimiz nasıl canlı kalır. Benim
kastım bu... Bunlara sizler sahip çıktığınız müddetçe hatıralar bayrak olur ve
dahası vatan olur.
-En yakınımda
bulunanlar bile bu konulara ilgisiz kalırken tıpkı “Bir varmış bir yokmuş” gibi
hemen başlayıp hemen biten bir durummuş gibi yaklaştıkları halde sorularınla
beni çözmeye çalışan ve notlar almaya devam eden seni görüyorum... Ne yapmak
istediğini anlıyorum... Ve dilerim Allah’tan ki “Niyet hayır, akıbet hayır”
sözü sizin için geçerli olur.
İlbey:
- Ese amca, sizin
hatıralarınıza hiç talip olan oldu mu?
- Olmaz mı oğul. Oldu oldu da, ortaya bir şey çıkmadı.
Bir ara Yaşar Kemal geldi. Bir iki gün
fakirhanemde kaldı. Hatıralarımıza bütün canlılığıyla vakıf oldu.
-Sonrası şu: “Çok
güçlü ve kişilikli kahramanlar var. Ancak İnce Mehmet’i yazmasaydım Dirgen’i yazardım” dedi. Daha sonra onun İnce
Mehmet’ini okudum. Bizim hikayemizle İnce Mehmet’in tam örtüşmediğini gördüm.
İnce Mehmet genelde mevcut egemen olanlarla mücadele eder. Fakir fukaradan yana
tavır alır. Karşısında devlet bile olsa onun mücadelesi değişmez. Hadi halkı
sömüren ağa, bey gibi nüfuzlu insanlarla kavgası vardır. Bu konu bize de
yabancı değil. Biz de aynı minval üzere var olmak, büyümek ve bu anlamda egemen
olmak...
- Her lider
yaratılışlı insanın özellikleridir bunlar.
- Peki fark ne size
göre?
Ese amca nasıl
anlatsam ki dermişçesine içini çekerek devam etti;
- Zulüm de görse,
canından da olsa, en büyük onursuzluğu da yaşasa bir insan, bütün bunlar devlet
denen yapıdan geliyorsa, bizim kültürümüzde o yapıya direnme yoktur. İçimiz kan
ağlayarak buna katlanırız. Yapılanların doğruluğu mümkün olmayabilir. Ancak
devlet dedin mi biz orada dururuz. Bizim hatıralarımız da hayallerimiz de
böyledir.
İlbey, hemen araya
girerek;
- Devlete de dirlik
düzen gerekmez mi Ese amca?
- Gerekir gerekir de
ondan daha güçlü durumda olacaksın. O zaman aksayan devleti onarır veya
düzeltirsin. Yıkmazsın ha... Haksızlığa karşı başkaldırı kültürü bizde hep
“Devlet ebet müddet” veya “Ulul emre itaat” anlayışıyla baskı altına
alınmıştır. Bu durumdan çok çekmişiz. Devlet adına yapılan kötü muamelelerden,
haysiyet kırıcı davranışlardan çok çekmişiz çok... İşte bu kalıplaşmış sözlerle
karşımıza çıkan manevi önderler, hak arama kültürünü geliştirmemişler. Bu
tarafımız güdük kalmıştır. Bu açıdan bakacak olursak toplumların içinde yaşayan
güya kanaat önderleri, kendilerine itibar edenleri hep frenlemişler, her şeyin
başı hak aramaktan ziyade sabır demişler...
- Kurulu düzen kendi
aksaklıklarını görmek istemez. Dalkavuk ve menfaatçi çevreleri ise idare
edilenleri hep nankörlükle suçlar. Ona göre de tedbirleri sert olur. Estirdikleri
havaya devlet derler. Bu durum taa ücra köşelerde bile insanın insana zulmü
şeklinde ortaya çıkar. Bir kere kılıçlar çekildi mi güce dayalı adalet güçlü
olanlar nezdinde tez elde kurulur. İşte hikayesini anlatacağım babam “Dirgen
Ali” de bu halının bir deseni. Bu kültürün bir parçasıdır.
Burada suçlanacak veya
övünecek bir durumda değilim. Yaşanmış bir tarihi ve şahit olduğum köy
hayatını, lehte ve aleyhte olan olayları, tarihin derinliklerine atılarak
unutulmasın endişesiyle anlatacağım. Nice zaman oldu böyle bir talep olmadı.
Nasip bugünmüş. Önceden yayınlamış olduğun eserleri de görünce bu işte
samimiyetine inandım.
BÖLÜM 1
Üstadım
Derdiçok ruhun şad olsun
Yattığın
topraklar nur ile dolsun
Benden
Karakoç’a çok selam olsun
Sizler gibi
şair olamam elbet
Ese Dirgenoğlu
bizim Norşun’dan
Alnının çatı
var yarım arşından
Ne atomdan
korkar ne de kurşundan
Onlar gibi
yiğit olamam elbet
HACI YENER
Karahöyük Köyünde kalabalık aile fertlerin-den biri olan
“Fakı”, askerlikten okuma yazma öğrenerek köyüne döner. Anadan, atadan da
birazcık ibadet etme kültürü ve ezberi olduğu için akranları, hocası olmayan
köylerden birine “Fakı” yani hoca olarak gidip görev yapabileceğini söylerler.
Ücreti köylüler tarafından ödenen hocaya o yörede “Fakı” dendiği için ayırmak
istenildiğinde “Falan köyün Fakı’sı”
denir. O kadar. Çoğu köylerde tek hoca olduğundan adı dahi zor bilinir.
“Hoca gel”, “Hoca git” veya “Fakı gel”, “Fakı git” gibi...
Afşin Kasabasının Norşun Köyü sakinleriyle bizim Karahöyük
lü Fakı Hoca anlaşır. Köye taşınır. Köylüler “Fakı”larına ilgi, iltifat
gösterir. Kendisine ev açarlar. Ancak “Fakı” bekar olduğu için bu durum köye
uygun düşmez. En kısa zamanda yine aynı köyde bir kız bulunur ve “Fakı”
evlendirilir.
Huzurludur, mutludur. Her zaman olduğu gibi bu durum çok
sürmez. Babasının adını verdiği Durdu adında bir de oğlu olur. Ve lakin Fakı
Hoca çok zeki ve ticarete kafası da çalışmaktadır. Fakı-cılık harici zamanda da
ticari alışveriş için evden uzaklaştığı anlar sık sık olmaktadır. Derken
kula-ğına hoşlanmadığı bazı dedikodu cinsinde sözler gelmeye başlar. Önceleri
“Gel geç, senin palazlan-mandan oluyor bütün bunlar, bu köyde garipsin her
gelen konuşuyor” gibi düşüncelerle teskin olurken, “Acaba” demeye başlar.
O halde emin olmanın tek yolu, gözetim altına almaktır
diyerek ticari bir iş için yan köye gidiyorum; akşama varmaz dönerim tembihi
ile evden ayrılmış gibi yapıp, oturduğu evin karşısın-daki çalılıklara
saklanır. Gözetlerken eve birinin alındığına şahit olur. Norşun Fakı’sı fazla düşün-meden
kendi evine bir baltayla dalar. Uygunsuz hali de görünce baltayı erkeğin
boynuna sallar. Adam eğilince sağ kulak kökünden yaprak misali düşer. Devamına
eremeden adam canını kurtarır. Sıra gelir karısına. Gayet rahat bir şekilde
onunda iki kulağını birden keserek öldürür.
Norşun Fakı sı çok zeki, ticaret erbabı ve de gözü pek yiğit
bir kişiliğe sahip. Ölü sahiplerinin güçlerine ve kendi tekliğine aldırış
etmeden elinde-ki delillerle beraber Elbistan Kadısına götürülür. Kadı,
muhakeme ettikten sonra Norşun Fakı sının haklılığına karar vererek serbest
kalmasına izin verir. Çevredeki insanların ve diğer köylülerin de kararı
kabullenmeleri, Norşun Fakı sına açık düş-manlığın yapılmadığının verdiği
rahatlıkla Fakı da rahat hareket etmeye başlar. Oğlu Durdu ile bir müddet
yaşayan ve Fakılığa devam eden hoca, tekrar evlenmek isterse de her gittiği
yerde olum-suz cevaplar alır. Çevredeki erkekler bir tarafdan Norşun Fakı sını
takdir ederler, diğer tarafdan aile efratlarının karısını kesen adam gözüyle
değerlendirmelerini önleyemezler.
Bu ruh halinde ne yapacağını şaşıran Fakı çocuğunu da alıp o
bölgeyi terk etmenin zamanın geldiğine inanır. Diğer taraf dan da o günün
şartla-rın da nereye gider, ne yapar; gidecekse de ne ile gider...
Varacağı memleketlerde küçücük bir eş
dost, hatta selam vereceği birileri olsa gecesini gündüzüne katar ama ümitsiz,
korku ile bekler.
Bir sabah köyde sıkıldığı için şöyle Elbistan’a doğru
gideyim der. Öğle ezanında oraya ulaşır. Şehri gezerken bir elin uyarısıyla
ardına döner ki, arkadaşı Muhammet Hafız’la göz göze gelir. Elbistan ovası
küçük olduğundan yapılan bir iş kısa sürede her yere ulaşır. Muhammet Hafız da
Norşun Fakı sının durumunu biliyor. Hoş beş ikramlardan sonra son durumu
Hocanın ağzından öğrenen Terzi arkadaşı Hafız, Norşun Fakı sı için dönüm
noktası olan teklifi açık yüreklilikle ortaya koyar.
-Bak Fakı; seni ben uzun dönemdir tanırım. Karakteri sağlam,
dürüst ve dini bütün yiğit bir insansın. Şu genç yaşta, üstelik bir de küçük
yavru ile yaşayamazsın. Anlattığın gibi sana bu konuda kimse yardımcı olmamış.
Durumun beni rahatsız etti. Bir arkadaş bir dost olarak senin durumuna el
atıyorum. Benim yaşları birbirine yakın üç tane kızım var. Bunlardan biri ile
evlenmene razıyım. Önce bana müsaade et, kızlarımla konuşayım. Hangisi seni
tercih ederse hemen onunla nikahını kıyalım. Ne dersin? dediğinde Norşun Fakı
sı aliyül ala bir durumla karşı karşıya kaldığı için, içinden şükürler etmeye
başlar. Zahiren de “Siz nasıl münasip görürseniz” cevabını sıkılarak yansıtır.
Terzi Muhammet Hafız, zaman kaybetmeden hemen yerinden
kalkar, kızlarının bulunduğu odaya geçer. Her üçünü de çağırır. Norşun Fakı sı
hakkında bütün bildiklerini ve kendi kararını söyler.
Kızlar bir müddet sükut kalır. Sonra kendilerine karşı
medeni bir teklif yapan babayı fazla incitmeden kanaatlerini sıkılarak da olsa
arz ederler. Evin büyük iki kızı “Eşinden bu şekilde kurtulan adam pek tekin
adam değildir. Biz iki kardeş böyle düşünerek teklifi reddediyoruz. Bu adamla
kendi irademizle evlenmek istemeyiz babacığım. Buna rağmen siz emrederseniz
sizi kıramayız” derler.
Küçük kızın adı Eşe’dir. Babası “Eşe kızım sende mi
ablalarınla aynı düşünüyorsun? Haydi çekinme, onların kararlarını değiştirmem
mümkün değil. Bu iş gönül işi, bu iş rıza işi kızım. Onlar hayır dediğine göre
sen dünden hayır diyebilirsin. Ha kızım bunu bir de senden duyayım”
Eşe:
- Babacığım yiğit insanın başına böyle olumsuzluklar gelir.
Anlattığına göre ilk karısını haklı olarak... Namusunu koruyan insan, eşini
seven ve sevmesini bilen insan olmalıdır. Norşun Fakı’sının bu durumu benim
için telafisi olmayacak bir kusur gibi görülmüyor. Ablalarımın kararından sonra
benim vereceğim kararın olumlu olması senin için sürpriz olacak ama ben kızın
Eşe olarak Norşun’lu Fakı’nın izdivacına talibim. Sizce de bir sakınca yoksa bu
evliliğe evet diyorum.
Eşe kızın yüreklice verdiği bu karar Fakı ya iletilir.
“Şöyle bir Elbistan’a doğru yola çıkayım. Biraz eş-dost göreyim. Burada bayağı
sıkıldım” diyerek köyden ayrılan Fakı, bir hafta içinde Eşe’yi de alarak Norşun’a
döner.
Eşe, Elbistan’da iken doktor olan komşuları ile arası
fevkalade iyi olduğu için, doktorların kendi evlerini muayenehane olarak
kullanması ve zaman zaman küçük operasyonlar yapması esnasında aile ferdi gibi
görülen Eşe’den hemşirelik hizmeti alınması, Eşe’nin de bu konulara çat pat
vakıf olması, Norşun Fakı’sının ticari anlayışıyla birleşince kısa zamanda
köyde halleri en iyi olan aileler arasına girmeleri gerçekleşir.
Aradan zaman geçer. Bir gün kayınpederi Terzi Hafız’ın ölüm
haberi gelir. Fakı, Elbistan’a gider. Cenaze defin işleri bittikten birkaç
hafta sonra baldızları ve küçük erkek kardeşlerini de alarak köye döner. Bunca
zaman geçmesine rağmen kendisini beğenmeyen iki baldız ve askerliğini yapmış
erkek kardeşleri halen bekardır. Hafız’ın ölümü ile zaten kol kuvveti göz
emeğiyle sağlanan geçimin bundan böyle nasıl olacağı düşünülür. Çare olarak
ufak tefek elden çıkacak olan eşyalar paraya çevrilerek, taşınmaya müsait diğer
eşyalar da yanlarına alınarak köye
getirilir.
Norşun Fakı’sı köyde garip, kimsesiz iken birdenbire
kayınbiraderli, baldızlı geniş bir aileye sahip olur. Onlara göz kulak olur.
Zamanla kendisiyle evlenmek istemeyen baldızlara köyde nasipler çıkar. Diğer
kayınbiraderler de evlendirilir. Birbirlerine dayanarak geçimleri üzere
olurlar. Tabi aile oldukça genişler. Maddi ve manevi olarak Fakı köyde bir güç
olur. Üstüne üstük Eşe Hanımdan tam beş çocuğu olur. Bir çocuk da ilk hanımdan
olunca beş erkek bir kız, toplam altı çocuğuyla daha da büyür.
Dengeler değişmeye başlar. Köyün yerli kabileleri, mesela
köyün kurucusu sayılan Musa Kağ karşısında ayağı yer tutan dişe diş diyebilecek
noktaya gelir.
Dedik ya dengeler değişiyor. Bu duruma kayıtsız kalmayan
yerliler hemen eski yarayı kaşımaya başlar. Norşun Fakı’sı da bu değişen dengeler
içinde fevkalade tedbirsiz ve tevekkül sahibi. İş unutuldu, aradan onlarca sene
geçti düşüncesiyle dünyalık işlerle uğraşır. Altı çocuktan beşini evlendirir.
Ali henüz doğmuştur.
Köy yerinde yapılan dedikodular, üzeri küllendi zannedilen,
Fakı’nın ilk hanımı taraflarıyla yapılan meydan kavgası huzursuzluğu yeniden
başlatır. Kayınbiraderi Çerkez Mustafa karşı tarafta birinin boynunu kırarak
öldürür. Fakı yol yordam bildiği için olayı nefsi müdafaaya döktürür. Ve kısa
bir mahkumiyetle Çerkez Mustafa kurtulur.
Ortam gergin, kamu vicdanı karşı taraf için rahat değil. Kılıçlar çekilmiş.
İnsanların intikamlarını almaları lazım. Biri kadın şimdide bir erkek aynı
akıbete uğramıştır. Eğer Çerkez Mustafa ortadan kaldırılırsa ilk hanımının kanı
yerde kalacak. Yok Norşun Fakı’sı ortadan kalkarsa bir taşla iki kuş vurulmuş
olacak ve böylece intikam alınmış durumu
oluşturulacak.
Karşı taraf akıllanmıştır. İşi bundan böyle hileye dökmeleri
gerektiğine inanırlar. Bu duyarlılıkla Fakı’nın hep takipçisi olurlar.
Ezikliğin ve suçluluğun verdiği psikolojik nedenle de Fakı rahatsız ama
tedbirli. Yaşı ilerlemiş, çocuklarının biri hariç evlendirmiş, onlarda kol
budak salmış. Bu konuda rahat. Olursa olur, ölürse ölür. Ecel gelirse gelir
deyip tevekküllü ama tedbiri de elden
bırakmamaya çalışır.
Eşe Hanım evde un olmadığını belirterek; “Birkaç çuval
buğdayı eşeklere yükleyelim de hoca Hunu değirmenine götür. Kışlık ekmeğimizi
yapalım” der. Eşe Hanımın yüksek perdede söylediği sözlere Fakı hiç aldırmaz.
Sanki birileriyle konuşuyormuş gibi
kendi kendine bir aleme dalar.
Eşe Hanım:
- “Hoca sana diyorum, beni hiç duymuyor musun? Betin benzin
soluk, kendine gel Allah aşkına, bak henüz kuşluk. Şimdi çıksan akşama
gelirsin, haydi bire der.”
Çocuklardan kimse yok. Eşe Hanım Fakı’nın yalnız gitmesini
istemediği için kardeşi Mustafa’yı da yanında gönderir. Buğdayı öğütmek için
değirmenin bulunduğu Hunu Köyüne varılır.
Değirmenci Hoca’yı tanır. “Hoca sen uzaktan geldin önce
senin buğdayını öğütelim de erkenden gün aşırı evine dönesin” der.
Hoca buna sevinir ama yine de içindeki olağanüstü garip ve
efsunlu duygulardan bir türlü sıyrılamaz. Bir an önce eve vararak dinlenmeyi
hayal eder. Diğer yandan ilk defa ölüm korkusunu hisseder. Şimdiye kadar hiç
tatmadığı bu duygunun neye alamet olduğu şüphesi değirmende kaldığı sürece
kendisini hep yer bitirir. Bir an öğütülmüş una bakarak bunu yemek nasip olacak
mı acaba, kime niyet kime kısmet diyerek bacanın dibine çömelir. Bir sigara
içimlik zamanda ecel bacadan atılan kurşunla gelir. Norşun Fakı’sı atılan tek
kurşunla bir anda ölür. Kurşun, tam beynine saplandığı için yapılacak hiçbir
şey kalmaz.
Kayınbiraderi Çerkez Mustafa, hazırlıklı olduğu için olay
yerine seğirtir. Beş kişiden oluşan infaz ekiple bir müddet çatışır. Bir
kısmını yaralar. Ama kendini kurtarmayı da başarır.
Norşun Fakı sının ömür öğüdü değirmene götürdüğü buğday
öğüdünden daha kısa olmuştur. Tek başına geldiği köyden o döneme göre iyi bir
miras bırakarak göçen Hoca, başarılı ve heyecanlı bir hayat sürmüştür. İleride
bu anlamda kendisini geçecek olan oğlu Ali henüz altı aylık bebektir.
Değirmen kan gölüne dönmüştür. Cenazenin bir an önce
Norşun’a götürülmesi gerekir.
Kayınbirader Mustafa saldıranlarla kurşunu bitene kadar
çatıştıktan sonra ortamın sakinleştiğini anlayınca eniştesine koşar. Aradan
yarım saat geçmesine rağmen cesedin soğuduğunu anlayınca öldüğüne kanaat
getirir. Etrafındaki insanlardan birini Fakı Hocanın atına bindirerek köye
haber ulaştırır. Hocanın çocukları, kayınbiraderleri değirmene ulaşır.
Eşe Hanım, haber üzere baygınlık geçirdiği için çatışma
bölgesi olan yere gelememiştir. Cenaze bir kağnı temin edilerek köye götürülür.
Değirmencinin dediği gibi Hoca gün aşırı eve dönmüştür.
Cenaze evinde sabaha kadar insanların gözüne uyku girmeden beklenir. Çocukları,
uzak yerden gelecekleri hesap ederek öğlen namazına müteakip defin işini
gerçekleştirir. Eşe Hanım akşama kadar Fakı Hocanın mezarına sarılarak öylece
kalır. Nice sonra küçük bebesi Ali aklına gelir. İntikam duygusu içinde gözleri
kan çanağına dönen Eşe Hanım, perişan vaziyette eve döner.
Yavaş yavaş konu komşu azalmaya başlar. Ev sahipleri kendini
koyuvermeden ufak tefek işlerle uğraşır. Yayladan yeni dönüldüğünden zaten
fazla da iş yoktur.
Hocanın katil zanlıları tutuklanır. Yaralı olanlar tedavi
için Elbistan Hastanesine yatırılır. Alınan ifadelere göre dördü savunma
yapmıştır. Biri de saldırarak hasmını öldürmüştür. Suçu üzerine alan cezasını
çekmek üzere Dam’a konur.
Elbistan Cezaevi, ağır cezalık mahkumlara göre olmadığından
tutuklu Hatay-Payas Cezaevine nakil olur. Bu cezaevi, denizin tam dibinde
dalgaların sürekli duvarlarını yaladığı güvenli bir Dam dır. Kimleri
barındırmış, kimler gelip geçmiştir. Dili olsa da konuşsa...
Ünlü Avşar Beyi ve Halk Ozanı Dadaloğlu’nun da bu Dam da
uzun müddet yattığını halk bilir. “Ferman Padişahınsa dağlar bizimdir” demiştir
ama yinede devletin kurduğu tezgahtan geçmeden edememiştir.
Eşe Hanımın, kış geldiği için köyde yapılacak bir işi yok,
küçük Ali’yle uğraşmanın dışında...
Bir akrabasının Payas’ta olduğu aklına gelir. Çocuklarıyla
oturur. Uzun bir tartışma ve istişareden sonra, ellerinde ne kadar nakit varsa
alarak doğru Payas’a iner. Amacı belli... İntikam...
Günler geçer. Bir türlü içeriyle bağı olan birine
rastlayamaz. Akrabasına da sıkıntı olmaya başladığını düşünür. Bu halet-i
ruhiyeyle şöyle bir hava almak bahanesiyle tekrar sokağa çıkar. Bir gürültüyle
kendine gelir. Karısını sokak ortasında döven resmi elbiseli birini görür.
Önce, ne olduğunu anlamaya çalışırken adam Eşe kadına:
- “Bütün kadınlar böyle mi? Ben sabaha kadar cezaevinde
gözüme uyku girmeden ayakta nöbet tutuyorum. Eve gelince kahvaltım dahi
hazırlanmıyor. Bin bir türlü sıkıntı içinde bir de bu...” gibi konuşmalara
şahit olur. Eşe kadın bu muhabbetin devamı için olayla ilgilenir. Kendisine hak
verir gibi kafasını öne eğerek tasdik eder. Ağzı yüzü kan içerisinde olan
hanımı kaldırıp evine götürür. Evin beyiyle yaş farkı olduğundan çekinmeden
sohbete devam eder. Bu arada sohbetin önemli bir anında kendisini ilgilendiren
mahkumla ilgili sorular sorarak bilgilenmeye çalışır. İlerleyen saatte
samimiyetin olgunlaştığı bir anda niyetini yavaş yavaş açar. Bakar ki adam
ilgileniyor. Kulağına eğilerek yavaşça can alıcı teklifi yapar.
Gardiyan “Ama Eşe teyze” dese de ömründe bir arada
göremeyeceği parayı kesesiyle “say” diye önüne atar. İnsan sağlığıyla ilgili
bilgisi olduğu için, işin nasıl olacağına dair taktik de vermeyi unutmaz.
Gardiyanın gözleri fal taşı gibi açılmıştır.
“Eşe teyze sen işi olmuş bil. Ancak aramızda kalacak. Ve sen
bugünden itibaren köyüne dönmelisin. Ben bir şekilde sana haber ulaştırırım”
der.
Eşe kadın, o gece rahat bir uyku çekmiştir. Sabah erken
kalkar. Hazırlık yapar. Maraş’a bir an önce varmak üzere yola koyulur. Giderken
geriye dönüp bakarak “Sana kalmayan dünya uyuz bir ite mi kalacak?” diye diye
köyüne varır.
BÖLÜM 2
Nice kim
gözlerim ol
Gözleri fettan
uyumaz
Gerçek imiş bu
mesel
Fitne-i devran
uyumaz
Cem Sultan
Koklama nadan
elinde gül
Al eline
suseni
Geçme namert
köprüsünde
Ko apartsın su
seni
II.Beyazıt
Eşe kadın Payas Cezaevi operasyonundan sonra biraz rahatlamıştır. Bundan böyle
çocukları yetişmişte olsa onlara hem ana, hem de babalık görevini daha iyi
sürdürmeye kararlı. Bunun için daha hiç yaşanmamış dediği ömrünü bundan böyle
dolu dolu yaşamayı düşünür. Barış içinde, kardeşçesine, kavgasız gürültüsüz bir
gelecek hayal eder. Bunca kavganın içerisinde bulundu, bunca insanlar ziyan
oldu ama sonuç kocaman bir hiç. Değer
miydi Fakı’sının canına karşılık koskocaman Elbistan Ovası. Onunla yaptığı
küçücük fısıldaşmalar, küçücük cilveler, kimseciklerin olmadığı yerde bir
cimdik veya bir öpücük... Hep içini çekerek hayallere dalmaya devam ederken
küçük Ali’sinin yaramazlıklarıyla kendine gelir çoğu zaman. İşte o an Fakı’sı
gözünün önünde geçici de olsa kaybolur.
Ali’nin evin en küçüğü olması ağabeyleri tarafından çok
sevilmesi demekti. Evet çok değer verilir, çok da şımartılırdı. Her kardeşin
eli Ali’nin üzerinde olur. Ali altı aylık oluncaya kadar bir, şimdi ise dört
babası, iki anası olmuştu sanki. Ağabeyleri özellikle de Hafız Ahmet tevekkül
ehli, oldukça sakin, her köylüyle rahat temas kurabilen ılımlı karakterde
biriydi. Düşman bilinen aileler nezdinde de bu böyle biliniyordu. Şayet dayı
faktörleri işin içine girmemiş olsaydı...
Köylüler de aynı kanaati taşırlar. Norşun Fakı’sının
çocukları bu işi sürdürmezler “Bu dava kapanır gider göreceksiniz” diye kendi
aralarında kanaat belirtirler. Eşe kadın da rahatladığı gibi o da çocuklarının
ellerini kana bulamamaları için çalışır, çabalar.
Eşe kadının sağlık konusunda becerikli olması köylüler
tarafından “Eşe ebe” yani hemşire olarak anılır hale geldiği için Eşe ebe;
kırık, çıkık, baş ve karın ağrıları, kadınlara da özel hallerle ilgili sürekli
hizmet verir.
Hizmeti karşılığı mutlaka dua alır, herkes tarafından saygı
görür, zamanla da yumurta, tarhana, buğday, arpa gibi hediyeleri kabul ederdi.
Eşe kadın ekonomik özgürlüğü de tattığı için, yetişkin de
olsa hiçbir çocuğuna eyvallah etmeden mutlu olmaya çalışır, her şeyim dediği
afacan Ali’sinin yetişmesini beklerdi.
Ne hikmet bilinmez ama, bu afacan Ali’de çok şeyler görür.
Sanki Norşun Fakı sının vermiş olduğu mücadelenin devamı bu oğuldan sürecekmiş
gibi bir halle silkinir. Soğuk terler içinde kendine gelirdi çoğu zaman. Diğer
taraf dan büyük çocuklarındaki yumuşak tabiatlılık hoşuna gitmediği için:
- Bir bu adam gibi adam olacak, babasının yerini alacak,
aile şerefimizi daha da yükseklere taşıyacak. O günleri bana göster Allah’ım
diye sürekli dua eder. Yemez yedirir, giymez giydirirdi.
Ata binmeyi, silah kullanmayı ve o dönem köy şartları icabı
avcılık, güreş gibi alanlara yönelen Ali, bir türlü sıskalıktan kurtulamaz. Boy
post iyidir ama bostan korkuluğu gibi görünen vücudu çok çelimsiz ve kayış
gibidir. Akranları bu çelimsiz haline bakarak kuvvete dayalı şakalar yaparlarsa
da Ali çok cesurdur. Mücadelede şaka da olsa mağlubiyeti hiç sevmez. Hep
direnir ve dayanıklı görünmeye gayret eder. Açık yanını vermek istemez.
Gelecekte çok şeylerin sorumluluğu altına gireceğini şimdiden bilir.
Garibanları korur, kendisiyle beraberse... Yanında olmayan garibanın bir
başkası tarafından korunmasına tahammül edemez. Sudan bahane çıkararak karşı
güçleri bozmaya çalışır. İster ki garibanlar sığınacak bir yer ararlarsa kendi
yanı olsun. Öyle ya başka nasıl lider olunur.
Delikanlılık döneminde bile fırtınalar estiren Ali’ye
arkadaşları yarı şaka yarı ciddi “Dirgen” lakabını yakıştırırlar. Ali yerine
“Dirgen Ali” lakabı zamanla tüm köylüler nezdinde alışkanlık haline gelir.
Çünkü Ali’nin boyu postu iyi ama giydiği elbiseleri dolduramadığından, tıpkı
dirgen adı verilen tarım aletine benzetildiği için bu tabire kendisi de alışır.
Yüzüne karşı da aynı lakapla çağrışır olunur. Zamanla da hoşuna gider. Bağda,
bahçede özellikle de bostan beli, yağlıca da yüksek sesle “Dirgen Ali” diye
bağırır. Sonra gelen sesin yankısıyla sevinir.
Dirgen Ali, on sekiz - yirmi yaşlarına gelmiştir. Eşe kadın
beyinden tek teberik olarak gördüğü Ali’sini baş göz etmek ister. Onun
etraftaki düğünlere gitmesi, eve zaman zaman geç gelmesi, bu kanaatin
oluşmasını sağlar. Bu işte kendiside ilk sınav verecektir. Dirgen Ali’nin
ağabeyleri babalarının sağlığında evlendiği için Eşe kadın o hayırlı işlerde
geri planda idi. Oysa şimdi her iki rolü de üstlenmiş görünmektedir. Evli
barklı yetişkin aile sahibi ağabeyleri olmuştur ama Eşe kadın liderliği hiç
oğullarına verir mi? Sakallarının altından geçer o kadar.
Aile efradını toplar Eşe kadın. İçlerinde kardeşleri de var.
Fakı mın teberiği Ali’mi baş göz etmek istiyorum. Bunun için uzun zamandır
gelin adayı arıyordum. Siz ağabeyleri, dayıları onun büyüdüğünü bile belki fark
etmeyebilirsiniz ama ben anayım. Ben bilirim.
Hunu ağasının konusunu açan Eşe kadın gerekçesini de
sıralar. “Evlatlarım, tutunmak ve güçlü olmak için doğuştan mal varlığının
olması lazımdır. Yoksa eğer, evlilik insanın ikinci doğuşu olduğu için maddi ve
manevi zenginlikte hısım akraba aramak gerekir. Bunun için Hunu ağasının kızı
uygundur. Bizden dilemesi. Tez ola varıp ağanın döşeğine oturalım. Allah’ın
emrini analım. Ağa da uygun görürse baş göz edelim” der.
Çocukları:
- “Anacığım önce Ali’ye kızı gösterelim. Olur ya belki beğenmez” sözü karşısında Eşe
kadın:
- “Oğlumu ben tanıyorum. Şartları bize uygun. Bu akıllı bir
evlilik olur. Ali de bana itiraz edemez” deyince hazırlıklara başlanır.
Eşe kadın, başta kardeşleri ve büyük oğullarından oluşan
kafile, hediyelik hazırlıkları heybelere koyarak atlara yükletir. Doğru Hunu
Köyüne varılır. Ev sahibine önceden haber ulaştırıldığı için beklemektedirler.
Hayırlı işin olabilmesi yapılan hizmet ve iltifata bağlı göründüğünden dolayı
çok rahat ve mutlu bir şekilde “Allah’ın emri” anılır. Ev sahibi Norşun Fakısı
ailesi konusunda araştırmaya ihtiyaç duymadan “Bence uygundur. Hayırlı olur
inşallah” cevabını verince elleri öpülür. Erkek tarafının yanlarında getirdiği
“Yüz görümü” denilen sembolik takılar takılarak köye dönülür.
Birkaç hafta sonra gelinin alınması için gün kesimine
gidilir. Düğün tarihi belli olunca bir hafta önceden çifte davulla hazırlıklara
başlanır. Kesilen kurbanlar, kurulan güreşler, yapılan yemekler, hırla gider.
Ve Seymen refakatinde Eşe kadın’ın gelini
eve inmiş olur. Eşe kadın’ın o gün bütün yorgunluğu çıkmıştır. Sanki on
yıl daha gençleşmiştir. Bir taraf da “Ölsem de gam yemem” der ama torunlarımı
da göster Ya Rabbi” diyerek ölümün acı yüzünü hesaplamak istemez.
Dirgen Ali artık evli bir adamdır. Üstelik yörede nüfuzlu
bir ailenin kızını almıştır. Kendi köyü dışında büyük bir köy olan Hunu’da da
adı bilinmeye başlar. Eşe kadın rahatlamıştır. Evde taze gelin hizmetinde kusur
etmiyor. Ali’sinin gelini ile akşamleyin odalarına çekilince kendisi dört köşe
oluyor. Sevincini şükür ibadetleriyle Tanrısı ile baş başa geçiriyor. Ve bütün
yakarışında kocası Norşun Fakı’sının hayat mücadelesindeki hazinli sona
çocuklarının uğramaması, benzeri hayatı yaşamamaları için temennilerde
bulunuyor.
Dirgen Ali’nin adı yavaş yavaş civar köylerde duyulmaya
başlar. Ağabeylerinin sade hayat tarzlarına alışan köylüler Dirgen Ali’deki bu
cevvallığa, bu gözü kara gayretkeşliğe pek alışacakları veya kabullenecekleri
zora benzemektedir. Bir şeyler yıkılacak, bir şeyler kırılacak, birileri
yaşayacak, birileri ölecek ki, hakimiyet veya nüfuz alanları sağlanmalı. Bütün
dualara rağmen Eşe kadın da diğer köylüler gibi endişeli ve ürkek. Ali’sinin
başına bir şey gelmemesi için her sene zamanından önce yozu (sürüyü) alarak
yaylalara çıkma fikrini hep canlı tutar. Çocukları “Ana daha bir iki ay var. Şu
an oralar çok soğuk, hayvanlar telef olur, bizler hasta oluruz” deseler de Eşe
kadın büyüklüğünün gereği ısrarcı olur ve çoğu zaman sözünün önüne geçilmez.
Tikenli Yaylası Dirgenlerin civardaki başka ağalarla da
ortak kullandığı bir yayladır.
Binboğalar’ın tepesi ormanlarla kaplı, adım başı pınarlar,
otlar tam hayvanların ağzına göre diz boyu, ilkbaharda açan kır çiçekleri
rengarenk, alabildiğine uzanmış. Koyaklarında nevruzlar, sümbüller.
Ormanlarında palamutlar, alıçlar, yaban armutları... Bu imkanlara ortak olmak
isteyen mevsimlik misafirlerden rahatsız olan kurtlar, kuşlar, sürüngenler vs.
böyle güzel bir yer. Adeta cennetten bir köşe...
Tikenli Yaylası bu imkanları misafirlerine hemen
açıvermediği için göçler önce Bostanbeli ve Yağlıca denilen semtlere uğrayarak
belki bir müddet buralar kullanıldıktan sonra daha yukarı çıkılır.
Bostanbeli’nde köylülerin kullandığı geniş araziler de bulunmaktadır. Civar da
Kırkısrak denilen köy ahalisinin konup göçtüğü yer iken, Norşun’lu kendi köy
merası ilan ederek Kır kısrak’lıları buraya koymamaktadırlar. Tikenli’ye yakın
bir mesafede bulunan Çağşak denilen bir Kürt köyü de zaman zaman bu bölgenin
imkanlarından istifade etmektedir.
Dirgen Ali iyice olgunlaşır. Artık ailenin lideri
durumundadır. Ağabeyleri istese de istemese de Dirgen’e rağmen ciddi karar
alamaz olurlar. Eşe kadın Fakı’mın gölgesi diye böbürlense de onun gözü pek
tavırlarından dolayı endişelenmektedir. Abbas ve Hayriye adında iki toruna
rağmen Eşe kadın içindeki korkuyu bir türlü atamaz.
Dirgen Ali, her yayla zamanı önceden keşfe çıkar. Bostanbeli
ve Yağlıca’nın arazi, su, ot, orman durumunu inceler. Yıkılmış olan su
göletlerinin tamir ve tadilatını yaptırır. O bölgeden istifade eden ağalarla
istişare eder.
Bir gezintisinde Çağşak Köyü Ağası Hasan ile karşılaşır.
Eski yayla dostlarıdır. Hasan Ağa güçlü bir aşiret reisidir. Akıllı akılsız bir
düzine oğulları vardır. Dirgen Ali, Hasan Ağayla iyi geçinmesi gerektiğine
inanır. Ona:
- “Ağam buraları bundan böyle beraber kullanalım. Sen
olmazsan ben burada yalnızlık çekerim. Yokluğuna dayanamam” gibi laflar eder.
Nihayet yaylaya çıkma zamanı gelmiştir. Çadırlar kağnılara
yüklenir. Göç çıkmadan beş on gün önce köyün koyun sürüsüyle diğer hayvanlar
öncü olarak dağa sürüldüğü için Dirgen de atına biner rahat bir yolculuk ederek
yaylasına varır. Kendinden önce hareket eden ağabeyleri ve çobanlarıyla Yağlıca
denilen yerde buluşurlar. Ancak kendi göçleri dışında Çağşak köylülerine ait
göçü de fark ederler.
Hayvanlara günün ilk suyu verilmek için pınarlara
yönlendirilir. İki göçün de aynı anda pınarlara yönlenmesi karışıklığa neden
olur. Çobanlar mücadele eder. Ağalar çobanlara müdahale ederken ortalık tabiri
caizse Kel Halil’in bağına döner. İnsanlar sinirli ve gergin. Kadınlar ve
çocuklar merakla olayları seyrediyor. Çobanlar ürkek ve ne yapacaklarını
şaşırmış vaziyette. Her iki tarafın ağaları birbirlerini yok kabul edercesine
kendi efratlarına karşı heybetli ve küfürbaz...
Derken silahlar palalar çekilir. Göğüs göğüse kavga iki
saate yakın devam eder. Dirgen Ali’nin ağabeyi Halil başından aldığı sopa
darbesiyle yıkılır. Ağabeyini kan revan içerisinde gören Dirgen aniden
toparlanarak dayısından aldığı palayla Çağşaklı Hasan Ağa’nın ahraz oğlunun bir
kolunu bedeninden ayırır. Ahraz yere can hıraş düşer. Dirgen Ali fırsattan
istifade ile ahrazın başını büyük bir taşla ezerek öldürür. Gerek karşı tarafın
adamları, gerekse Dirgen Ali’nin kardeşleri o ortamdan kaçarak kendilerini
kurtarırlar.
Bu olaydan sonra Dirgen, kaçak durumuna düşer. Ortada bir
cinayet var. Karşı taraf Kürt aşiretine mensup güçlü bir aile. Hasan Ağa’nın
intikamı kendi alacağı yerde zaptiyeye bildirmesi Dirgen’i rahatlatır. Ailesi
gerekli tedbirle yine yaylalığa devam eder. Dirgen’i ise jandarma her yerde
arar. O dönem Afşin’de zaptiye ve jandarma, hemen yakın köylerde ise jandarma
karakolları vardır. Dirgen için sürekli operasyon yaparlar. Dirgen Ali’nin bu olaydan sonra ünü her tarafa yayılır.
Kavgadan kendiside yaralı olduğu için jandarmanın ulaşması
zor olan dağ köylerinden Kerevin’e giderek tanıdığı bir ailenin yanında tedavi
maksadıyla uzun bir süre kalmayı tasarlar.
Kerevin’li Hamit Ağa
bölgede nüfuzu yüksek bir aşiret reisidir. Ovaya indiği zaman Dirgenlere
misafir olur. Dirgenlerden hiçbir kimse Kerevin Köyüne gidip de Hamit Ağa’ya kolay kolay misafir olmazlar.
Dağ köyü olduğundan veya ova köylerine göre hayat daha iptidai olduğu için
isteseler de işleri bittiği zaman bu köyde kalamazlar.
Dirgen yaralandığı için kendisine göre en emin yeri, Hamit
Ağa’nın evi olarak görür ve iki üç saat at üzerinde yol kat ederek Kerevin
Köyüne varır. Çok iyi karşılanır. Hemen her gün yiyeceklerinden tutun yarasının
pansumanına kadar nizam üzere tedavisi yapılır. Neticede kısa bir süre sonra
eski sağlığına kavuşur.
Jandarmaya hemen her gün ihbar gelir. Dirgen şu köyde,
Dirgen bu köyde, şunun evinde, bunun evinde diye...Yakın köylere operasyonlar
düzenlense de ihbar doğru çıkmaz. Bölgeye en yakın karakol Maravuz Köyü karakoludur.
Onlarında bu olayı, ihbara göre azılı bir katil olduğu için, kendilerine
güvenemediklerinden dolayı operasyonun sağlıklı olması amacıyla en yakın Sivas
Paşasına havale etmeleri akıllıca alınan tedbir olur.
Dirgen de tedbirlidir. Ve lakin bir türlü Kerevin Köyünün
dışına çıkamaz. Adeta basireti bağlanmıştır. Hamit Ağanın evinde çok rahat.
Hizmetinde genç ve çok güzel bir gelin var. Adı Hacce...
Hacce, Maravuz
Köyünde Kalenderler olarak bilinen bir kabiledendir. Ağabeylerinin bir
densizliğinden dolayı Hamit Ağa’nın küçük oğluna kan karşılığı verilmiştir.
Yaşı on iki on üç, nikahlısı ise henüz
sekiz yaşında. İkisi de çocuk yaşta evlenir. Ve öylece sulh olunur. Şimdi ise
Hacce gelin on yedi yaşına basmıştır. Bakımlı, açılmış bir gül gibi gelişmiş,
albenisi çok iyi, görenlerin yüreklerini hoplatacak tarzda endamlı bir kadın.
Kocası halen ilk günkü gibi hiç gelişmemiş üfürsen düşecek kuru bir yaprağa
benzemektedir. Çevredekiler “Bu
çocuktan adam olmaz. Bundan bu kadar... Gövermez.. Hele Hacce’ye hiç layık
değil. İleride kadının adının dula çıkma ihtimali ne acı” diye dedikodu
yaparlar. Hamit Ağa ve hanımı bile oğullarının ince hastalığa yakalandığını
düşünerek çevredeki duyumlara pek aldırış etmezler.
Dirgen Ali, hastalığı boyunca en büyük hizmeti Hacce
gelinden görmüştür. Kendi kafasında zamanla Hacce ve kocasının muhakemesini
yapar ve onların haline acır. “Bu oğlandan ne köy olur, ne kasaba. Şu töreye
bak. Ceylan gibi Hacce’nin kaderini nasıl da bu hale getirmiş” diye serzenişte
bulunur.
Hamit Ağa ve hanımı oğullarının hastalıklı ve sıska halinden
hareketle “Yanlış yaptık. Gelin almamalıydık. Çocuğumuz bu sorumluluğun
altından kalkabilecek durumda değil. Ne yapmak lazım....”, “Bu gelin eninde
sonunda bizi üzecek. Ne yapsak acaba...” diye tedbir ararlar. Ve lakin
namusları olmuştur artık. Ona buna şu gelinin gönlüne girin de bizi bir an önce
korkularımızdan kurtarın da denmez. Bundan dolayıdır ki Dirgen’in hizmetinde
cömertçe bulunmasına göz yumarlar.
Hamit Ağa; “Oğlum ölürse Hacce’yi ne yaparım acaba. Geride
durumu müsait evladım olsa ona nikahlarım. O da olmayınca Hacce gelin ne eder,
nereye gider. Hangi kötüye kul olur” demekten kendini alamaz.
Kader ağının ördüğü muazzam bir sevgi Dirgenin gönlünde
oluşmaya başlar. Bir ara kendinden utanır. “Delikanlılığa, tuz ekmek hakkına ve
töreye bunlar sığar mı? Dirgen” der. Der ama kaderi değiştiremez. Çünkü Hacce
gelinde herifinin herif olmadığını töre gereği bu hayata mahkum olduğunu bilir.
Dirgen’in kendisine erkeği hatırlatmasını netice itibariyle tüyleri ürpererek
hisseder. Ailesinin bir yanlışlığından ötürü kurban seçilmesi karşılığı barışın
sağlanmasının nelere mal olduğunu falan filan... Üstelik nikahlıyken, hem de
kocası varken gönlünü hoplatan Dirgen’e verilecek karşılığın bilmem hangi
faciaya gebe olabileceğini hesaplar. Fakat olmuyor. Dirgen iyileştiği halde bir
türlü gidemiyor. Hacce gelin de gitmesini hiç istemiyor. Ve lakin köpüren
arzular nasıl bendine hapsolur, hesap edene aşk olsun.
Böyle töre olmaz olsun. Üstelik çocuk yaşta hiçbir şeyi
kadın gibi algılamadan böyle bir teslimiyet,
Hacce gelinin ruh dünyasında çok büyük felaketlere yol açmaz mı? On iki
yaşında bir kız çocuğu nasıl kadın olur? Alanı bırak, buna rıza gösteren ailesi
çok cahil olmalıdır mutlaka. Dirgen, Hacce gelini bu kötü kaderden kurtarmaya
kendi kendine söz verir.
O gece Dirgen yatmak üzere iken dışardan gürültüler duyulur.
Sivas müfrezesine bağlı birlikler Maravuz karakolunun ihbarı
üzerine Kerevin’de Dirgen Ali’nin kaldığı evi kuşatır. Bir müddet silahlı
çatışma olur. Kurtuluş umudu olmadığını anlayan Dirgen pisi pisine ölmektense
teslim olmayı düşünür. O sıra Sivas paşası Akif Paşadır. Kendisi, gücünü adil
davranışından alır. Halk tarafından çok sevilir. Dirgen Ali teslim olduğu için
Sivas’a götürülür. İki yıla yakın Reşit Akif Paşanın mahiyetinde kalır. Anası
Eşe kadın ve kardeşi Sivas’a giderek önce Dirgen ile bilahare de Paşa’yla bir
fırsatını bulup makamına çıkarak konuşurlar. Mahkemenin verdiği bilgilerin
haricinde Eşe kadının bir ana olarak anlattıkları Akif Paşa’yı etkiler. Eşe
kadın ve kardeşi tekrar Norşun’a döndükten kısa bir süre sonra Dirgen’in
tahliye işi gerçekleşir.
Dirgen Ali aşiretinde, Allah vergisi aşıklık istidadı da
var. Kendisinin kaçak duruma düştüğü, sonra Sivas’taki mahkumiyeti üzerine aile
efradı ağıtlar yakmaktadır. Çünkü Dirgen’in aile içindeki yeri çok önemlidir.
Bu önemi daha çok duygusallıkla öne çıkaran ya anadır ya da bacı. Beş kardeşin
Fadime isimli bacısı, Yağlıca olayları ve Dirgen’in durumunu şöyle dile
getirir:
* * *
Yağlıca’da bir su akar
Akar bulanı bulanı
Beş kardeşin bir bacısı
Ağlar, dolanı dolanı
Yağlıca’nın yolu taşlı
Ben ağlarım gözüm yaşlı
Şimdi Dirgen Alim gelir
Göğ kıratlı eli kuslu
Haze, deli gönül haze
Geldi başımıza kaza
Bizde düğün kurmuş idik
Hunu’daki öksüz kıza
Havlusunda göğ kıratı
Haymasında çayır otu
Hele ölen bir adam olsa
Çağırşak’ın ahraz iti
Parmağı altın tokalı
Meşreha sırma yakalı
Mor koyun suya inmiş
Çatal koçlu ger teke
* * *
Dirgen içindeki yangını, mahkum olduğu dönemde bile
söndüremez. Bilakis yangın alevlenmiştir. Kerevin’de silahını bırakmak üzere
iken Hacce gelinin kendisine “İyi ettin sağ salim seni beklerim Ağam” sözünü
hep kulaklarında küpe gibi saklamış ve tatlı bir hayali hemen hemen her gün
kurmuş; bu hayaldir ki onu kuş gibi hafif ve zinde tutmayı sağlamıştır.
Kerevin Köyü, Sivas - Norşun yolu üzeri olduğu için
Hacce’nin kaldığı eve tekrar uğrar. “Eller ne derse desin gönül ferman
dinlemiyor. Haccem bundan böyle benim olmalıdır. Bir yiğide iki kadın çok
değildir” diye düşünür. Üstelik Emine hanım da “Bir değil Dirgen, sen beş tane
bile üzerime kuma getirsen gönlüm razı olur” demesi Dirgen’i pervazsızlaştırır.
Akşam yemeği yenir. Gereken izzeti ikram yapıldıktan sonra
Hamit Ağa misafirinin yorgun olduğunu belirterek Hacce geline odasının hazırlanması
talimatını verir. Bu durum Hacce’nin canına minnet... Sekiz senedir bulunduğu
bu evde her gün yatak indirir, yatak kaldırır. Bu kadar zevk alarak yatak
yapacağını hayal bile edemezdi. Nasıl olsa şu anda yayacağı yatak hiç
bozulmayacaktır. Neden boşuna yaydım ki der ve öylede olur. Dirgen odasına
çekilir ve odanın penceresinden usulca avluya kayıverir. Kendini bekleyen Hacce
gelini de aldığı gibi dereden Hurman
Çayını takip ederek ovaya iner.
Hamit Ağa güne güneşle beraber doğar. Her zaman kendisiyle beraber
avluda olan gelini Hacce bugün yoktur. Uyuya kalmış herhalde der. Şöyle bir
dolanır. İster ki misafiri kalkmadan kahvaltısı hazırlansın. Sabredemez kapıyı
bir eliyle tıklar. Hiç ses gelmeyince biraz daha kuvvetlice tıklar. Aman
Allah’ım… Yine, ne gelininin, ne de misafirinin odasında hiçbir hareket,
belirti duyamaz.
Aklına nerden gelsin ki; gelininin misafirin ardına düşerek
gideceği... Böyle bir olay ona göre olmaz değil. Ama Dirgenlerden böyle bir şey
beklemek de mümkün değil. Önce tedavi et, bunun için aylarca aile ferdiymiş
gibi yedir, içir, üstelik güvenlik konusunda riske gir. Allah’tan yataklık
ettin diye Sivas’a alınmadığına şükret,
karşılığında ihanete bak. Olacak iş değil.
Meram anlaşılınca dizine vurur da vurur. “Bu ne biçim iş, el
alem ne der. Şapkamı kaldırarak altında nasıl gezerim, vay başıma gelenler. Bu
kahpelik, dost bilinen bir aileden nasıl olur” diyerek evden uzun müddet
çıkamaz.
Hacce gelin, Dirgen ile Norşun’a geldiğinde önce bu kadının
hukuku öğrenilir. Sonra herkes olayı kabullenir. Olmuş bir kere denilerek sulh
için çareler düşünülür. Bilahare aracılar koyarak işi tatlıya bağlarız. Şimdi
bizim düğünümüz var diyerek kurbanlar kesilir. Köylü geçmiş olsuna gelir. Hacce
gelin ile iddet müddeti beklendikten sonra nikah kıyılır.
Hacce gelin, Kerevin gibi dağ köyünden Norşun gibi yere
üstelik koç gibi kocası Dirgeni ile yakıştığına inanır. Önceki hayatını
yaşamamış kabul eder.
Dirgen Ali de Maravuz Köyünün en büyük aşireti olan
Kalenderler’den bir kadın almakla kendini daha da emniyetli kabul eder. Töre gereği gelin Hamit
Ağa’nın, kız da Kalenderler’in olduğu için Hamit Ağa ile Dirgen’nin arasının
bulunması lazım. Bu konuda sulh yapılır, Hamit Ağa razı edilirse
Kalenderler’inde sorumluluğu düşmüş olur. Bu maksatla yörenin hatırı sayılır
insanlarından bir heyet devreye girer. Kanı kan ile değil, kanı su ile
yıkayalım denir. Hamit Ağa’nın hoşgörü ve kaderci anlayışı karşılığı Dirgen
tarafından yüz elli koyun, elli büyük baş hayvan verilerek barış sağlanır.
Böylece Dirgen ve Hacce’nin hayatında çok önemli bir perde açılmış olur.
BÖLÜM 3
Kaderine
acımasız de cimri de
Sen severken o
sevmezse çare ne
Aşk bu iki
yüreğin türküsü
Çiftler var
sohbeti bitmiş tükenmiş
Aşk ise
bitmeyen bir hikayeymiş
Muhtar Şahanov
Herkes düşmana
üst olmayı ister
O düşmanın
güzelim yüzüdür üstünlüğümüz bizim
Herkes
defineler elde edecek bir baht arar
Eziyetlere
eziyet katan aşk yeter bize
Mevlana
Eşe kadın köylüye şifa dağıtırken kendi sağlığını pek
düşünemez. Ali’sinin etrafındaki olaylar onu çok yorar. Yaşı da ilerlemiştir.
Duasında “Ya Rab, çocuklarımla ilgili belâ ve musibete katlanamam. Bu zavallı
kuluna ölmeden önce acı olaylar yaşatmadan benim canımı al” talebi gerçekleşir.
Artık Dirgenler öksüz; terziler yetim ve mahzun ve ebeleri gitmiş köylüler
çaresiz.
Eşe kadının köylüye çok hizmeti olmuş, birçok çocuk
onun elinde dünyaya gelmiştir. Şu an
bile Norşun Köyünde efelenerek gezen delikanlıların bir kısmının ebeveynlerini
torun torbaya karışmış günümüzün ilerlemiş yaştaki kadınlarını kısacası
kendilerinin doğumuna yardımcı olduğu şimdide aynı görevi üstlenen kadınların
haddi hesabı yoktur.
Ondandır ki Eşe ebenin ölmesi sıradan bir kadının ölmesi
demek değildir. Çok zaman noksanlığı hissedilecektir. Köylüye yardımda yalnız
doğumla kalsa iyi, her türlü ilk yardım ihtiyacında gerek yaylada, gerekse
köyde olsun fark etmeden müdahale eden odur. Gözlerin trahomlanmasına
penisilin, soğuk algınlıklarına şifalı otlar veya yine penisilin yapar. Kırık
çıkık, çıban gibi olaylarda yüzde yüz tedavi edici müdahalesi olur.
Norşun Fakısı’nın köyde tutulmasının en büyük nedenlerinden
biri maharetli eşi Eşe kadındır. Birinden din iman işleriyle ilgili hizmet, diğerinden de her türlü sağlık
hizmeti alan köylüler in menfaatleri olmasaydı zaten bu aileyi bu köyde barındırmazlardı.
Cenazeye uzak yakın bütün köylü iştirak eder. Eşe kadının
bir ömür çalkantılı geçen yorgun bedeni Fakı sının yanı başında toprağın
koynuna konur.
En küçük oğlu Dirgen Ali’yi çoluk çocuğa karışmış, evde ve
köyde bir bilen olma yolunda ayakları üzerinde güçlü bir şekilde durur hale
getirerek Hakka yürümesi gözü açık gitmediğine işaret olmalıdır.
Gelin kaynana toprağı üzeredir derler ya, Hacce gelin,
birbirlerini fazla tanımasalar da kaynana Eşe kadınla aynı karakterde oldukları
zamanla kendini gösterecektir. Daha şimdiden aile içinde ağırlığını
hissettirici tavırlar sergiler. Akrabalar arası ilişkilerde adil ve hoşgörülü
olmaya çalışır, elinden geldiği kadar. Yalnız bugünlerde biraz saflık emaresi
görülen Emine’yi bile Dirgen’den kıskanması yaratılış kanunudur ne yapayım
elimden gelmiyor limanına sığınarak vicdanını rahatlatır.
Artık Dirgen’in kılıcının sağı da, solu da kesmektedir. Bir
tarafta hayvancılık ve rençberlikle uğraşırken, diğer tarafta da ağalık rolünü
hakkıyla yapmaktadır. Köyün idaresinde, siyasetinde hakimiyeti tam olarak
görülür. Hiç kimse ve hiçbir aile Dirgen’e rağmen önemli bir iş yapamaz. Hatta
evlilik işlerinde bile eşlerin birbirlerine uygunluğu ona sorulur. Bu durum bir
tarafta otoriterliği güçlendirir ama, diğer taraftan için için rahatsızlık
verir. Zamanla bu uygulamaların dar çevrede eleştirilmeye başlaması Dirgen için
hayra alamet değildir. .
Dirgen’in yaşça büyük olan ağabeyleri Hafız ve Yusuf,
kendisinin büyükleri olduklarını hatırlatarak “Bize karşı bile hoş olmayan
haller olduğuna göre küçüklerine,
ve zavallı köylüye kim bilir neler
yapıyorsun. Lütfen insanları sırf otorite kuracağım diye incitme” gibi
uyarılarda bulunurlar.
Bir gün Dirgen’in bilgisi dışında Hunu Köyünde Gök Omar’ın
Hacı adında olgun yaşta, hali vakti çok iyi bir adama, uzaktan akraba üstelikte
komşusu sayılan gariban bir adam, belli
ki münasip gördüğünden kızını vermiştir. Adam tarafının hediyelerle gelip
gitmeleri Dirgen’i şüphelendirir. Ne olup bittiğini öğrenmek için Hacce kadını
gönderir. Durum açığa çıkınca komşusu olan kızın babası süklüm püklüm Dirgen’in
huzuruna gelir ve kendisine danışmadan böyle bir işe vesile olduğu için özür
beyan eder. Dirgen, kızdan yaş olarak çok büyük olan damat adayını tanıdığı
için, ikincisi kendine rağmen bu işe koyulmasından ötürü pek memnun görünmez.
Lakin hayırlı iş olduğu için durumu kendi konumuna uygun bir şekilde çözmeyi
düşünür. Dolayısıyla erkek tarafın geçmişini
bir daha araştırır. Dirgenin
olaya el atmış görünmesi Hamit ağayı rahatsız eder. Bunun üzerine karşılıklı
tahrik edici haberler ve göz dağı vermeler ayyuka çıkar.
Gök Omar’ın Hacı da yiğit ve imkanı bol biridir. Son
haberinde “Ben geliyorum. Yiğitsen beni köye koyma” der. İş işten geçmiş,
niyetler ve bıçaklar bilenmiş, silahlar kuşanılmış bir şekilde köye girişte
karşılaşırlar. Dirgen’de, aynalı martin ve Karadağ markalı silahlar var. Derken
resmen müsadere başlar. Hacı, Dirgen’in aynalı martininin tutukluk yapmasını
fırsat bilir. Yıldırım gibi üzerine saldırarak bir iki el ateş edince Dirgen kaba
baldırından isabet alır.
Tam bu sırada tutukluk yapan aynalı martini bırakmış,
Karadağ’ın mekanizmasını çekmek üzere iken kurşunu yediğinin farkında olamadan
rakibine yerden yukarı üst üste beş kurşun atar. Hacı yıkılmıştır, ama hafıza
halen yerinde. Dirgen yerinden fırlayarak rakibinin tepesine silahını
doğrultur. Hacı, can alıcı yerinden yaralanmadığı için şuuru yerinde olup
kendisine yönelmiş silahın sahibine “Yeter Dirgen vazgeçtim. Yenilgiyi kabul
ediyorum. Seninle başa çıkılmaz. Ne olur canımı bağışla” ifadesinde bulununca
Dirgen delikanlılığı gereği aman diyene kurşun atar mı... Öyle de olur.
Dirgen hafif, Gök Omar’ın Hacı ağır yaralıdır. Çevre
sakinleri yetişir. Hacı’yı en yakın sağlık kuruluşuna götürmek için hareket
ederler. Bir müddet sonra Hacı ölümden dönen insanın haleti ruhiyesi içerisinde
sağlıklı bir şekilde köyüne döner. Dirgen’in canını bağışlaması karşılığında, o
da delikanlıca davranarak davacı olmaz ve o günden itibaren Dirgen davasına
noktayı kor. Ancak devlet affetmez.
Dirgen yine kaçak durumda o köy senin, şu yayla benim
diyerek huzursuz günler yaşamaya devam eder. Kendiside yaralandığı için yine
bir dağ köyünde bilinen koca karı denilen ilaçla tedavi olur.
Dirgen’in kaçak yaşadığı dönemlerde faili meçhul başka
cinayetlerde olmuştur. Bütün bu faili meçhul cinayetler, adı çıktığı için
Dirgen’e yüklenir. Halbuki o dönemlerde devlet tam güçlü olmadığı için
Binboğalar’da da eşkıya hüküm sürmektedir. Geçimleri için civar köylere inerek
verenlerden haraç, vermeyenlerden can alıyorlar. Dirgen’i çekemeyenler diğer
eşkıyaların katlettiği bu faili meçhulleri “Dirgen yaptı” diye sürekli civarda
bulunan güvenlik birimlerine haber uçururlar.
O dönem, güvenlik merkezi Hatay’dır. Gelen onca şikayet
üzere Hatay güvenlik amiri Mustafa Paşa elli kişilik bir zaptiyeyi sırf Dirgen
için Elbistan Ovası’na gönderir.
Ekip başı yüzbaşı, gerekli istihbaratı yaptıktan sonra
Dirgen’in köye girdiğini görür. Ve kuşatma başlar. Neye uğradığını şaşıran
Dirgen karşı bir manevra ile kaçmak ister. Yüzbaşının engin tecrübesi “Aygırı
kısrakla tutarlar” anlayışından hareket edip
Hacce kadınla konuşarak Dirgen’in teslim olmasını sağlamaya çalışır.
Hacce kadın da, Dirgen’e teslim olması yönünde baskı yapınca yüzbaşı, Dirgen’in
bulunduğu eve girerek tutuklama işini beraber tuttukları bir tutanakla yapar.
Bilahare Dirgen Ali’yi Hatay’a doğru bir bölük askerle yola çıkarır.
Dirgen Ali Hatay’a varır. Kendisiyle ilgili şikayetler rapor
edilmiş olup İstanbul’a gönderildiği için tutukluluk halinin İstanbul’dan
gelecek olan kararla kesinleşeceği söylenir.
Hatay beyi Mürseloğullarından Mustafa Paşa’dır. Mustafa
Paşa, Dirgen’in ata binmede ve atıcılıkta maharetini duyduğu için huzura
çağırır. Çocukları İnayet, Tayfur ve
İhsan’ın bu konuda yetiştirilmesi talimatı verir. O andan itibaren Dirgen
tutuklu değil de usta öğretici gibi özgür bir ortamda çocuklarla ilgilenir.
Beyin konağına belirli saatte senli benli girer çıkar. Çocuklarla çok güzel
ilişki kurar. Onlara önce kendini sevdirerek, bilahare mahareti olan atıcılık
ve binicilikle ilgili bildiklerini öğretir. Zamanla çocuklar da ona ailenin bir
ferdi imiş gibi alışır, hatta aracısız evin hanımıyla da muhatap olur.
Dirgen gibi bir mahkuma evin güzel hanımının ilgi göstermesi
diğer çalışanları “ne oluyor” gibisinden meraka sevk eder.
Aradan tam iki yıl geçer. Hacce kadın Dirgen’ini görmek için
Hatay’a gidemez. Belki kayınvalidesi hayatta olsaydı alırdı gelinini varırdı
tez elden Hatay’a. Ama Hacce kadın çaresiz. Küçük çocuklara kim bakar. Evin
işlerini kim çevirir, işçilerin başında kim durur, İncirli mevkiindeki
çiftlikte neler olur biter. Bir yığın sorumluluk...
Yalnız kaldığı zaman dilinden dökülen kelimeler anlamlı olup
şairlik istidadı olduğuna dair kabiliyetine kendisi de inanmaktadır. Dirgen’ine
olan hasretin nağmelere dökülmesi kadar doğal ne olabilir. Kendi kendine
söylenir. Söylediklerini bir iki tekrar eder. Ortaya birtakım gönülden dizeler
dökülür.
Bu yıl yanmadı sobası
Eller yaylaya gidiyor
Issız Fakımın obası
Bir elin sofra yazardı
Bir elin fincan dizerdi
Yalanmış yalan dünya
On beş işçimiz gezerdi
Bir ocakta kuzu pişer
Bir ocakta kahve taşar
Tez gel benim ağam tez gel
Gelin eşiyle yaşar
Çatal kapı büyük havlu
İçinde göğ kırat bağlı
Hele odasına bakın
Yedi mavzeri yağlı
Dirgen o gün de çocukların eğitimiyle ilgilenir. Geç vakit
dışarı bağladığı atın birine atlayarak kaçar. Dört gün dört gece yolculuktan
sonra köyüne ulaşır.
İşin garibi bu ya;
Kaçtıktan hemen sonra İstanbul’dan beklenen karar Mürseloğlu
Mustafa Paşa’ya ulaşır. Karara göre Dirgen Ali adındaki mahkum, nefsi
müdafaadan beraat ettirilmiştir. Bunun için verilen gerekli takip hazırlıkları
iptal olur.
Dirgen Ali köye gelmiştir. Ve lakin her an tetikte
beklemektedir. Ne olur ne olmaz. Hayat memat meselesi diyerek gündüzleri uyuyup
geceleri evin dışında uykusuz aylar geçirir. Beraat kararı birkaç ay sonra köye
ulaşır. Dirgen “Allah kimsenin özgürlüğünün üstünde kara bulutlar estirmesin”
diyerek o günden itibaren rahat bir şekilde kendi işinin başına döner. Bütün
işlerinin normal seyrinde halli yanında gelecekle ilgili plan larını sürdürmeye
devam eder. +++
Mürseloğlu Mustafa Paşa’nın, Dirgen Ali isimli mahkumun aile
içinde oldukça tanınması ve sevilmesi, akabinde hiçbir neden yokken kaçması
karşısında kafasına sorular takılır. Zaten kaçışı birkaç gün sonra duyulduğunda
bu nankörlüğün cevabını almak için takip emri verilmişti. Kumandanlar da
inadına ayak sürünce takip başlamadan gelen rapora paşa üzülmüştür.
Çünkü Dirgen Ali her şeyden önce çocuklarına ata binmeyi ve
silah kullanmayı öğretmiştir. Üstelik onların sevgisini kazanmakla beraber
kendisinin de güvenini kazanmış, sempatik bir adamdır. Ama bu nankörlüğün
nedenini neye mal olursa olsun çözmesi gerektiğine inanır.
Bu iş için sorumlu kumandanlardan birine görev verir.
Konakla ilgisini araştırmak için özellikle dikkatini çeker. Dirgen’in temas
kurduğu koğuş arkadaşlarından tutunda konağın sivil hizmetlilerine kadar
sualler sorularak araştırılır.
Mustafa Paşa’ya Dirgen hakkında basit bir tertip yapıldığı
ve Dirgen’inde bundan korkarak kaçtığı raporu verilir. Aksi bir durum olma
ihtimali mümkün değildir. Çünkü Dirgen kendisinden çok büyük olan konak
hanımına ana gözüyle bakmakta olduğunu zaman zaman sohbetlerinde anlatır.
Gel zaman, git zaman. Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana
kavuşur derler. Dirgen Ali, Maraş altı arazilerde mukim Hacıbebekler adında
geniş ve zengin bir aileye uğrar. Reisleri Hüseyin İnceoğlu tarafından
ağırlanır. Hem ziyaret hem de ticaret maksadıyla Hacıbebekler reisi Hüseyin
İnceoğlu ile beraber Antep’e geçerler.
Antep’de Mustafa Paşa’nın oğlu yeni Mürseloğlu Reisi İnayet
Bey’e rastlarlar. İnayet Bey’in kendisinden küçük olduğu halde Hüseyin İnceoğlu
elini öper. Dirgen Ali ile göz göze gelindiğinde bir müddet birbirini süzerler.
İnayet Bey, Dirgen’i tanımıştır. “Sen ha” diyerek elini kavradığı gibi öper.
Hal hatır sorulur. Yemekler, sohbetler derken helalleşerek ayrılırlar.
Tayfur’un ve Tayfur un oğlu Murat’ın gelecekte Türkiye’nin kaderinde ne kadar
büyük bir misyon yükleneceklerini nereden bilecek?
Hüseyin İnceoğlu yol boyunca Dirgen’e hep takılır. “Sahi
Dirgen, sen büyük adammışsın. Bölgenin beyi ve paşası İnayet Beyin ben elini
öptüm sen elini öptürdün. Bu ne haldir anlamadım” diye takılır. Dirgen, tam iki
saat süren sofra başında Hatay hatırasını ve yaşadıkları zorlukları bir bir
anlatır.
BÖLÜM 4
Norşun
yaylasının Dirgen Alisi
Gülden güzel
şu Tanır’ın çalısı
Hani
Berçeneğin ala delisi
Gül Mahzuni
gibi delin nicoldu
Mahzuni Şerif
Yüksek olur şu
kangalın söğüdü
Onlar
birbirini kırdı tutmadı öğüdü
Meşhur idi
Dirgenlerin yiğidi
Çıkar
yaylalara malın turnalar
Kul Hamit
Ağılların darlığı ve hayvan yemlerinin istenilen oranda
olmayışı, malların bir kısmının elden çıkarılmasını gerektirmektedir. Bu
durumda canlı hayvan ticaretine başlama kararı alır. Adana, Antep, Kayseri sınır dışında ise
Halep’le bağlantılar kurar. Böylece bir tarafta mekan olarak rahatlık, bir
taraftan da canlılık sağlayan sıcak paraya sahip olmak, Dirgen’e ayrı bir güç
ve şevk verecektir. Ona göre;
İtibarın, şanın ve şerefin korunması ancak zenginlikle olur.
Değerli alimler tarih boyunca ve halde neden zenginlerin kapısından pek
ayrılmazlar? Çünkü zenginliğin gücünü bilirler de ondan. Oysa alimlerin
kapısına aynı sıklıkla gitmeyen zenginler, ilmin gücünü bilmediklerindendir.
Tanır Köyünde imamlık yapan Derdiçok namındaki halk ozanı da
aynı endişelerle her yıl Dirgen’in kapısını çalar. Bir kış boyu tüketeceği
ihtiyacı olan erzakı ücret ödemeden alır. Halbuki Dirgen Ali, Derdiçok adındaki
bu halk şairinin evine misafir olma ihtiyacını hiç hissetmezdi bile...
Dirgen ailesi yavaş
yavaş genişlemektedir. Abbas, Hayriye evlenmişler. Fakı, Muhammet, Aslan, Ese
sağlıklı bir şekilde büyümektedir. Kardeşlerinin çocukları özellikle de bacısı
Fadime’nin oğulları göz doldurur duruma gelmiştir. Hele Ali Haydar yok mu? Çok
zeki “leb demeden leblebi deneceğini” anlıyor, oturmasında kalkmasında bir
farklılık hissediliyor, bazen boyundan büyük laflar ettiği oluyor. Büyüklerin
sohbetlerinde bulunuyor. Onları merakla dinliyor, zamanla büyükleri rahatsız
edici müdahaleler ederek sorular soruyor. Özellikle İslami ilimlere yatkınlığı
ailesinin, bilhassa dayısı Dirgen’in bu çocukla ilgili planlar yapmalarına neden olur. “Bu çocuğun ilerde
büyük adam olma ihtimali var” denerek okuyabilmesi için çareler aranır.
Civar köylerin birinde Menzoğlu Ahmet ismiyle anılan bir
delikanlının bu maksatla Konya’ya medrese tahsili yapmaya gittiği duyulur.
Şimdiki gibi “Git gel Konya altı saat değil” belki otuz altı veya elli altı
saat uzaklıkta bir yerdir. O günün şartlarında bu yol, en iyi vasıta olan atla
bile en az bir hafta on günde zor alınabilecek bir mesafedir.
Ama olsun, biz razıyız derler. Ailesi “Yeterki Konya’ya
varınca okuduğunu bilelim”. Menzoğlu Ahmet denilen çocuğu, Ali Haydar bir
bulabilse iş tamam demektir. Ahmet’i yakın köy Arıstıl da sorarlar. Konya’ya
gidenler yazları bile kolay kolay gelemezmiş. Üç ay önce gelen mektubu bulunur
ve üzerindeki adres alınarak Ali Haydar tahsil için yola koyulur.
Dirgen, AliHaydar’ı Konya’ya gönderdikten sonra çevredeki
askeri merkez olan karakollara uğrayarak askerlere izzeti ikramda bulunur. Yine
çevrede dolaşan eşkıyalar konusunda fikir alışverişinde bulunarak onlara bu
konuda yardımcı olmak ister. Mesela; Çağşak köyü nüfusuna kayıtlı eşkıya Rasko
jandarmaya bile göz açtırmadan dağ köylerinde insanlara baskı kuruyor. Karşı
gelmek ne kelime... Rasko eşkıyası çok insafsız...Kendine göre suçlu suçsuz
demeden herkesten haraç alıyor. Yine Türkçayırı Köyünde Gıcanoğlu Hasan denilen
beş jandarma katili bir eşkıya da Rasko’yla aynı taktikle köylülere kan
kusturur. Jandarma şikayetleri değerlendirir ama istihbarat ağı zayıf
olduğundan yaptıkları operasyondan verim alamaz. Dirgen’in bu eşkıyalar
konusundaki bilgi ve yardım teklifi işbirliğiyle sonuçlanır.
Önce jandarma katili Gıcanoğlu Hasan’ın yakalatıp idam
edilmesini sağlar. Bilahare de kendisi içinde çok tehlikeli bulduğu eşkıya
Rasko’yu yakalatır ve bizzat infazı kendisi yapar.
Eşkıyaya yataklık eden köylerden Çağşak, Kırkısırak ve
Türkçayırı gibi yerleşim bölgelerindeki insanlar Rasko’nun ölümü üzerine
ürkmeye başlarlar. Yavaş yavaş devlet güçlendikçe bunların sayıları azalır.
Özellikle Kırkısrak köy ahalisinin Dersimden getirildigi bilinmektedir. Kürt
Alevisi olduklarını iddia ederler ama Dirgen bilir ki Kürtler mezhep bakımından
hep Sünni’dir. Kürt’ün Alevi si olmaz. O halde Kırkısrak’lılar ne alevi, ne de
Kürt’dürler. Olsa olsa kamufle olmuş başka ırktan insanlardır. Bunların zor
karşısında takiyyeci tavır alan, güvensiz insanlar olarak değerlendirildiğini
bilir.
Hatta o dönemin Maraş altı kabilelerinden Avşar aşiretine
mensup Hacıbebekler’in yayladığı yaylağı olan Binboğalar’da bütün insan gücüne
dayalı çobanlık, bekçilik, ırgatlık,
temizlik ve hatta ev içi işleri de dahil hizmetleri Kırkısraklılar
yapar. Hacıbebekler bütün bölgenin ağası olduğu için kanatları altında nice
eşkıyalar, asi köylüler, nice kader kurbanları ve nice fakir fukaralar barınır,
ikbal bulur ve yeşerir. Kırkısrak köylülerinin de devlete karşı direncinin
kırılması Hacı bebeklerin verdiği bu hizmet gereğidir. O Hacıbebekler ki, Maraş
altında binlerce dönüm sulu arazilerinin yanında Afşin-Elbistan ovasında da bir
o kadar dönüm taşınmaz gayrimenkulleri
çiftlikleri, değirmenleri ve yaylaları vardır.
Bir gün Hacıbebekler’in reisi Hacı Ağa, mahiyetindeki
adamlarıyla Norşun Köyüne gelerek Dirgen’e misafir olur. Malının mülkünün çokluğundan bahsederken “Dirgen bunları elden
çıkarmak istiyorum” der ve önce dağ köylerindeki arazi ve yaylalar gezilir.
Toprakta hizmet verenlere bir kısmı ücretle, bir kısmı hibe edilir. Tekrar düze
inilerek Kangal Köyündeki araziler de elden çıkarılır. Su değirmeninin olduğu
Tanır Köyüne varılır. Değirmeni işleten Dirgen’in yeğeni Hacce kadındır. Mal
sahibi değirmeni Dirgen’in yeğeninin işlettiğini öğrenince “Arkadaşımın
yeğeninden para almam ne mümkün. Kızım burasını sana hibe ediyorum. Kalem kağıt
getir de imza vereyim” diyerek Tanır’dan ayrılır. Bu değirmen daha önceden
Tanır eşrafından olan Hüseyin Ağa’nın iken, bir şekilde Hacıbebekler’e geçmiş.
Tekrar yerli bir ailenin mülkiyetine geçmesi başta Dirgen’in yeğeni Hacce olmak
üzere köyde sevinçle karşılanır.
Hacıbebekler tabir yerinde ise “Karun” kadar zenginler.
Avşar aşiretine mensup oldukları için devletin gücünü iyi bilirler. Yerleşik
hayata geçebilmek için çok can vermişler. Kendilerinin bu kadar varlıklı
olmalarının sebebi verdikleri kanla, canla ilgilidir. Öyle ya her şeyin bir
bedeli var; Önceleri “Ferman padişahınsa
dağlar bizimdir” diyerek direnmelerinin fayda vermediği bu gün daha çok anlaşılmaktadır.
Aşiret kültüründen yerleşik hayata geçerken zorlanmışlar, ama gerçekten buna
değdiğine de inanırlar.
Dirgen Ali ile bu
konular üzerine sohbet ederek ta Göksun’a kadar varılır. Maiyetindeki
adamlar bir işaret üzerine durur.
Hacıbebeklerin reisi: “Bize kısa süreli ziyaretimizde kendisine layık bir
misafirperverlik gösteren üstelik yolumuzun yarısına yakın bir mesafeye kadar
da bize eşlik ederek uğurlayan Dirgen Ağa kardeşimize daha fazla zahmet
vermeden helallik dileyerek ayrılmak istiyorum “ deyince Dirgenin “Fazla bir
şey değil vazifemizi yaptık sözleri arasında kucaklaşarak kendi yollarına devam
ederler.
Dirgen yorgun argın eve döner. Tam istirahat edeyim derken
kapı çalınır. Hizmetçilerin öncülüğünde önceleri hiç tanımadıkları bir yabancı
içeri alınarak, büyük odaya geçirilir. Bilahare huzura alınarak hoş beşten sonra ağlamaklı halde olan
misafire “Neden? Niçin geldin?” diye sorulmaz. Misafir Tanrı misafiridir.
Dilenir ki kendi meramını sormadan anlatasın, ama haline bakınca çok ciddi bir
sıkıntın varmış gibi geldi bana, umarım yanılırım de hele” diye kararlı bir
şekilde uyarır...
Misafir, başlar anlatmaya;
-“Maraş merkezde oturan bir esnafım. Senede birkaç defa
atlar eşliğinde ticaret amaçlı Elbistan ve Afşin’e gelirim. Mallarımı uygun
fiyatta paraya çeviririm. Kimsenin hakkını hukukunu çiğnemeden memnun bir
şekilde ayrılırım. Ama bu sefer böyle olmadı. Bütün mallarımın üzerinde olduğu
üç beygir ile dört katır gecenin karanlığında bir grup adam tarafından ellerim
kollarım bağlanarak, alıp götürüldüler. Tam da bu köye iki-üç kilometre kala
oldu. Adının Sarı Mustafa olduğunu söyleyen biri ellerimi çözerek beni
kurtardı. Şikayetimi dinledi, halime acıdı ve beni sana gönderdi. Ama ben
yanlış yaptım. Sarı Mustafa’nın sözünü tutmayarak sana değil de köyün muhtarına
vardım. Durumu anlatınca muhtar bıyık altından gülerek adamlarına “Bu adam
yalancı, köylüye iftira ediyor” diye beni hayvanların bulunduğu bir ahıra
kapattı ve üstelik bir güzel dövdürttü. Sonra da geldiğim tarafa doğru
götürterek köyünüzden epey uzak bir yere bıraktırdı. İnat edip tekrar köye
gelmem halinde beni öldüreceklerini söyledi. Çaresiz kalmış bir insan olarak
ellerimi çözen Maravuz’lu Sarı Mustafa’nın verdiği ismi hatırlamaya çalıştım. O
“Dirgen Ali’ye var derdini halleder” demişti.
Misafirin sözü bittikten sonra Dirgen Hacce’ye bağırır.
“Hanım tez ola misafirimiz ağırlansın. Fakı sende şu muhtarı çağır bakalım.”
Misafirin canına can gelmiştir “Ne halt ettim de önce Dirgen
denilen bu yiğit insana gelmedim. Şimdi mallarım bulunmasa da insan yerine
konmam bana yeter” gibi sessiz düşünürken Fakı ile beraber muhtarın içeri
girdiğini görür.
Dirgen, muhtarı yan odaya alır. Kendisiyle ne konuşur
bilinmez ama kapıdan çıktığı gibi üzerinde malları yüklenmiş halde olan
hayvanları getirdiği bir olur. Misafir için bu bir mucizedir. Dirgen, aile
efradı için kendisinden alışveriş bile yapar. Yükünü hafifletmiş olarak üstelik
iki silahlı kişinin refakatinde Afşin’e kadar gitmesi sağlanır.
* * *
Zaman su gibi akmaktadır. Dirgen Ali boş durmamış, bu akan
zaman içinde oldukça zenginlemiştir. Çocukları yetişmiş işlerin başında
bulunmaktadır. Gelen giden misafirin haddi hesabı yok. İncirli çiftliğindeki
son posta mallar pastırmalık olarak Kayseri’ye gönderilmiş. Çalışan işçiler
işlerin azalmasından dolayı biraz rahatlamıştır.
Dirgen’e sıcak para lazım, çünkü yeğenlerinin düğünleri var.
Yaylaya çıkmadan önce gelinleri almak ister. Bu arada Dirgen’in büyümesini
hazmedemeyen insanların varlığı onu rahatsız etmektedir. İster ki köyde hiç
kimse tekerinin önüne taş koymasın. Bazen de “Yanlış mı yapıyorum, onun bunun
işine fazlamı karışıyorum” diye özeleştiride bulunur.
Civarda yapılan olumlu olumsuz her işin altında Dirgen veya
çocukları aranır olur. Aslı var yok bir yığın şikayetler ilgili yerlere sürekli
yapılır. Bir eşkıyanın ölü bulunması üzerine gelişen olaylar ve Maraş ağır ceza
tarafından açılan dava Dirgen’e ulaşır. Başlangıçta önemsemez ama jandarma
eşliğinde ifade için Maraş’a götürülmesi ve daha önceki tecrübeleri karşısında
bayağı korkar. Gerçi ifadesi alındıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere tekrar
dönse de, artık uykuları kaçmıştır. Bunca iş, yapılacak düğünler, yaylaya göç
bu arada ovadaki tarla tapan işleri bayağı zaman isteyen şey. Dirgen tedirgin
olmasın da ne yapsın?
Maraş merkezde Çuhadaroğlu Mehmet Bey adında okumuş yazmış
ekmek sahibi bir bey vardır. Yeni gelen vilayet bürokratları onun konağına
mutlaka uğrar. Bir kısmı ev tutup çoluk çocuklarını getirene kadar, bekar
olanlar ise aylarca kalarak Çuhadaroğlunun nüfuz alanına girer. Malikhanede her
türlü rahatlık sağlanır. Muntazaman yemekler yapılır. Günde en az üç defa sofra yayılır.
Hafta sonları ise sohbetler yapılır. Bölgenin ticari
yapısında rol oynayan esnafla bürokrat kaynaşması olur. Ülkenin sıkıntıları,
Maraş merkezdeki Ermenilerin durumları, almaları lazım gelen tedbirler gibi
konular ortaya konularak tartışılır.
Ticaret erbabı Ökkeş Efendi yine böyle bir hafta sonunda
Çuhadaroğlu ile ağır cezada görev yapan bir hakimin konuşmalarına kulak
kesilir. İçinde “Dirgen Ali” geçen konuşma bu... Sevilen bir insan olduğu için
yaklaşarak gruba müdahil olur. Konuşmanın insicamını bozmadan dinler. Hakim
Çuhadaroğlu’na bugünkü dava konusunu ve faili meçhulde yargılanan Dirgen Ali
olayını anlatıyor. Aynı zamanda Dirgen’le ilgili Çuhadaroğlu’nun görüşünü
alacak. Bu dosya ile ilgili şikayet dilekçelerinin yanı sıra Elbistan
Kaymakamlığının hakkında işlem yapılması doğrultusunda talebi de var .
Ökkeş Efendi bütün itibarını ve ikna gücünü kullanarak,
Dirgen Ali’ye atılan suçun, büyük ihtimalle iftira olabileceği yolunda gayreti
Çuhadaroğlu ve hakimi etkiler. Üstelik kendi başından geçen olayı, Dirgen’in
kendisini nasıl kurtardığını, suçluları nasıl cezalandırdığını dile getirir.
Bununla da kalmaz temenni olarak Dirgen gibi insanların kendi bölgelerinde korunması
ve desteklenmesi gerektiğini söyler.
Dirgen’in yaptığı bir iyiliğin bu şekilde tecelli edeceği
nereden aklına gelirdi. Kendisine bir zamanlar sığınarak mal yüklü hayvanların
bulunmasında yardımcı olduğu, ismini bile zor hatırladığı Ökkeş efendinin
mahkemeye etkisini hiçte öğrenemeyecek.
İki jandarma ellerinde evraklarla Dirgen’in kapısını çalar.
Bu evraklar mahkeme kararıdır. Dirgen buna göre beraat etmiştir. Zaman
kaybetmeden Hacce kadına seslenir “Tez iki kuzu kesin”, sonraki müdahaleyle
kuzu dörde çıkarılır. İkisi yenir diğerleri karakola gönderilir.
Dirgen sevinçli… Dirgen mutlu… Ve Dirgen yapmak isteyip de
bir türlü elinin kolunun varamadığı işlerin tez elden yapılabilmesi için
harekete geçer.
Gelin adaylarından biri de Tanır’lı Hüseyin Ağa’nın kızı
Hatun’dur. Gün kesilmesi için Tanır’a giden ekibin Hüseyin Ağa’yı takmayan
tutumları taze hısımı kızdırır. “Ne kaba saba adamlarsınız. Dirgen ve
adamlarının efeliği burada geçmez. Üstelik siz oğlan tarafısınız. Ağanız sizi
böyle mi terbiye etti. Bu kaba davranışınızı ağanızın saygısızlığı kabul
ediyorum. Şimdi kalkın tıpış tıpış arkanıza bakmadan defolun gidin” der.
Hüseyin Ağa bu saygısızlığın telafisini bekler. Ama
nafile... “Öyleyse bu işi kökünden halletmeliyim. Bu insandan hısım akraba
olmaz” diyerek geçmişlerini heybeye koydurarak Dirgen’e gönderir.
Durumun intikalinden nice sonraları bu olayın seyrini
değiştiremeyen Dirgen’in içindeki kin büyümektedir. Adamlarının abartılı bir
şekilde anlattıkları bilgilerin doğruluğuna inanmasa da etkilenmesi
muhtemeldir. Öyle ya kim bilir ne zaman ve nerede bir araya geleceklerde
karşılıklı mazeretler bildirilerek aradaki adamların bok yemesinden ibaret olan
edepsizliklerinden dolayı gönül alınacak. Böyle bir ortam olmayınca kraldan
fazla kralcıların insana bir damla sudan fırtınalar kopartılacağı ortamlar
hazırlanır.
Hüseyin Ağa, köyün üst tarafında “Saka” denilen kendi
arazisinde oğlu Hacı ile çalışırken karşı dağın çıplak eteğinde atılan bir el
mavzer sesiyle kendini yere atar. Hedefte üç kişi, kimdir, nedir, niçin
bilinmez. Çatışma epey sürer. Hüseyin Ağa ve oğlu Hacı, karşı korken aşağılarda
elinde mavzer “Dayan Hüseyin Ağam”
nidası atarak yardıma gelen komşusu Yirik Cuma’yı tanır.
Karşılıklı müsadere iki tarafdan da herhangi bir isabet
olmadan biter. Diğer köylülerin olay yerine gelebileceği hesabı yapan dağdaki
çete mevzilerinden çıkarak tepeyi aşar. Yirik Cuma ve Hacı taciz ateşi ederek
onları takibe alırlar. En azından kiminle çatıştıkları ve baskıncıların nereye
gittiklerini bilmeleri lazım. Gittikçe karartıları küçülen çetenin Norşun’a
girdiği tespit edilir. Hüseyin Ağa bilgilendirilince “Anlaşıldı oğlum siz
işinize devam edin. Bu delikanlılığa yakışmaz. “Namert herif” sözü ağzından
dökülür.
Bölgenin asayişten sorumlu
müfreze komutanı yüzbaşı Aslan Bey aslen Fındıklı’lı olup Çerkez
kökenlidir. İşi gereği her yeri avucunun içi gibi bilir. İstihbaratı geniş, sürekli hareket halinde olduğu için
yol boyunca istihdam için uğrak verip askerin dinlenebileceği güvenli yerleri
ve karınlarının doyacağı haneleri bilir. Bir takip için yola koyulur. Uğradığı
yerlerde birden çok şikayet alır. Zaman varsa takibinde olduğu olaydan daha
önce bu işleri çözer.
Bir haftadır Maravuz Dağlarında eşkıya takibinde olan
yüzbaşı Aslan, yanlış bilgilendirildiğini fark edince tekrar ovaya inmeye
başlar. Yol güzergahı olan Tanır’a gelir. Hüseyin Ağa yaklaşık elli kişiden oluşan müfrezeyi
bir güzel ağırlar. Yüzbaşı Aslan’ın toparlanma emri üzerine asker Norşun’a
doğru yola çıkar.
Tanır tarafından gelen askeri gören Dirgen pirelenir. Sofra
yayılması emri verir ama yüzbaşının suratı asık “Karnımız tok” der. Devamla
“Dirgen Ağa bu civarda senin gibi nice ekmek sahibi, devletine sadık haneler
var. Lütfen onlara yönelik tacizde bulunma. İnsanlara zorla iş yaptırmaya
kalkma. Bak, seninde hatırın var ama sonra beni karşında bulursun. Eğer sen güç
kullanmadan duramıyorsan hazırlığını yap. Çünkü şu bizim Zeytin Ermenileri
aldığım istihbarata göre başımızı ağrıtacağa benziyor. İnşallah düşündüğümüz
gibi olmaz. Ama sen yine de gücünü kendi kanında, kendi dininde insanlara
yönelterek kuru bir kavga için harcama” gibi tembihlerde bulunarak Afşin’e
doğru yola koyulur. Niyeti Maraş Mutasarrıflığına varıp tayin emri olan evrakı
alarak yeni görev yerine avdet etmek.
Göksün, Tekir üzerinden İncebayır’a ulaşır. İncebayır
denilen yer Tekir Yaylası ile Maraş arasındadır. Orada soluklanmaya niyet eder.
Ve istenilen yerde istirahat emri verir. Asker dinlenirken kendisi 1895 yılında
şehit düşen yüzbaşı Mehmet ve beş jandarma erinin yattığı şehitliği ziyaret eder.
Ermeni kökenli eşkıyanın acımasızca akıttıkları kanın bir an kendi akıbeti de
olabileceği düşüncesiyle irkilir. Ermeni olsun veya olmasın, yıllardır
eşkıyanın peşinde ne badireler atlattığı herkesçe bilinir. Eşkıyanın Devlet-i
Ali Osman diyenlerinden değil de Devlet-i Ali Mithat diyenlerinin çok acımasız
olduğunu bilir. Birisi bütün kutsal varlığı kasteden gözü kara bir anlayış,
diğeri kaderdendir deyip hakkını dağlarda aramak isteyen, kendine zulüm yapan
adaletsiz yöneticilere isyandan... Veya biri kendini devlet yerine koyan ve
yetki sınırlarını aşan devlet görevlilerine isyan ederek dağa çıkan gözü kara
oluşumdur. Bunlar yeri ve zamanı geldiğinde tıpkı kurtuluş harbinde Ege Bölgesi
yiğitleri olan Efelerin dağda inerek düzenli birlikler haline geldikten sonra
Çerkez Ethem kuvvetlerine katılıp düşmana karşı kanlarının son damlasına kadar
savaşırlar. Yine Kars’ın Kara Papak
Türkmenlerinden Mihir Alinin Moskof a karşı verdiği mücadeleden önce
devlet tarafından aranılan bir eşkıya olduğu bilinmektedir. Milli meselelerde
gösterilen tepkiden ötürü devletine bağlı kader mağdurları yeri geldiği zaman
düşmana karşı “Devlet-i Ali Osman”
derler.
Diğeri devletin kendisine düşman tıpkı Namık Kemal Mithat
Paşa örneğinden görülebileceği gibi...Her ikisi de Abdulhamit Han a düşmanlık
ederler. Namık Kemal Devlet-i Aliye’nin kendisine değil ama gördüğü
olumsuzluklara isyan ederek devlet
denilen kuruma karşı gelmiş olur .Bunun içinde başına gelmeyen kalmaz. Devleti
de bunu bildiği için şairimizin sürgün veya zindan hayatında dahi geride kalan
yakınlarını hep korur ve kollar. Ya
Mithat Paşa öylemidir.? O ” Neden Devlet-i Ali Osman olur da Devlet-i Ali
Mithat olmasın” diyerek devlete karşı mücadele
eder. Mithat Paşa gibiler devleti kuran iradenin sahibi olan Türk’e düşmanlık eder. .Onun içindir ki pehlivan padişah Sultan
Abdullazizin katlinin en önemli
sanığıdır. Abdulhamit Han bunu bildiği için tedbir almak ister. Lakin Mithat
Paşa İngiliz konsolosluğuna sığınarak kurtuluşu oradan arar.
Yüzbaşı Aslan bu haleti ruhiye içinde aynı görevi ifa
ederken şehit edilen meslektaşı yüzbaşı Mehmet ve beş jandarmanın kabri başında
göz yaşlarıyla dua ve niyazda bulunarak oradan ayrılır. Yürürken kendi kendine
“Rahat uyu yüzbaşım. Bari yerin belli yurdun belli. Kim bilir bize ne olur”
diye mırıldanır.
BÖLÜM 5
İlkbahar
başkadır bizim ellerde
Aman telli
turnam görmeden geçme
Ashab-ı Kehf
uyur yüksek yerlerde
Uğrayıp yüzünü
sürmeden geçme
Karpuz çatlar
Ayran Dede suyunda
Boz bulanık
akar Nisan ayında
Derdiçoğum
uyur Tanır köyünde
Kabrinin
başında durmadan geçme
Dadaloğlu
çadır kurmuş orada
Karacaoğlan
sefa sürmüş orada
Yazıcıoğlu
sofra sermiş orada
Binboğaya
selam vermeden geçme
Hayati Vasfi
Taşyürek
Tanzimat ve ıslahat fermanlarından sonra azınlık kültürüne
bağlı zümreler kendilerine verilen hakları istismar ederek ayrılıkçı tavır
sergilemek ve dış destekli tahriklerle teşkilatlanmaya başlarlar. İsterler ki;
ilk fırsatta asırlardır beraber barış içinde yaşadıkları Türkler’e baş
kaldırarak bulundukları coğrafyada bağımsız idareye kavuşsunlar.
Azınlıkları kışkırtan bu hakların mimarı Koca Mustafa Paşa’ya kim, niçin koca veya büyük demiştir,
halen bilinmez. Aslında bilinir ama İmparatorluk kültürü gereği bir kaşık sudan
fırtınalar koparılmayacağı da bilinir. Türk Milletinin bu hoşgörü kültürü, bu
kendinden emin sorumlu duruşu şövenist oluşumları tahrik eder.
Yoksa durup dururken bunca alınan imtiyaza rağmen teba-i
sadıkadan olduğu zannedilen Ermenilerin bölgesel isyanları nasıl
değerlendirilir.
Nihayet beklenen olmuştur. Ermeni kökenli Osmanlı
vatandaşlarının yoğun olarak yaşadığı Maraş merkeze bir taş atımlık mesafede
bulunan bölgelerden Zeytin başta olmak üzere Fırnız, Fındıcak ve Yenicekale’de
ayaklanma olur. Sistemli bir şekilde beraber yaşadıkları Ermeni kökenli olmayan
insanları sorgusuz sualsiz öldürmeye başlarlar. Öyle ki bir iki günde yüzlerce
masum insanın canına kıyılır. Bölge ormanlık ve geçidi az olduğu için haber Maraş Mutasarrıflığına çok geç ulaşır.
Mutasarrıf Ali Haydar Bey elinde yeterli güç olmadığı için
İstanbul Hükümetine durumu bildirerek acil yardım talep eder.
Zeytin (Süleymanlı) Belediye Başkanı Ermeni kökenli Nazarit
Çavuş, Fırnız, Fındıcak ve Yenice kale Ermenileriyle de güçbirliği ederek kendi
liderliğinde büyük bir milis kuvveti oluşturur. Civardaki Müslüman ahalinin
yaşadığı köylere saldırarak mal, mülk ve canlarına kast eder. Vur-kaç taktiği
ile nüfuz alanını genişletir. Ermeni ırkçılığı gözü kara tatmin olmaya başlar.
Zannederler ki bu iş tamam...
İstanbul’un emri ile Urfa’da bulunan Albay Galip Bey’in
komutasındaki alay bir süre sonra Maraş’a intikal eder. Halkın da desteği ile
belirtilen bölge kuşatılır. Çetin geçen muharebede zamanından önce öten horoz
misali isyancıların kafaları koparılır. Zeytinli Reisi Nazarıt Çavuş’un cesedi
Maraş merkeze getirilerek ibret-i alem olsun deyu hükümet konağına asılır. Sağ
kalan Ermeniler ise bölgeden alınarak kafileler halinde güneye sürülür.
Yüzbaşı Aslan Bey’in, Birinci Dünya Savaşının patlak
vermesiyle Afşin-Elbistan asayiş komutanlığından alınarak Halep’teki birliğe
tayin edilir. İlerleyen günlerde Maraş’ta isyan ederek devlet kurmak amacı ile
ortalığı kan gölüne çeviren Ermenilerin durumundan haberdar olur. Zaman
kaybetmeden eski görev yeri olan merkeze telgraf çekerek “Zeytinli merkez olmak
kaydıyla Ermeniler silahlı ayaklanmada bulunarak ümmet-i Muhammedi
doğramaktadır. Bölgedeki Ağa’lara-Bey’lere haber ulaştırın, hemen tedbir alarak
isyan yapılan yere yardıma koşsunlar ” bilgisini verir.
Dirgen Ali haberi alınca Aslan Beyin Norşun’u son
ziyaretinde “güç kullanmak istiyorsan birbirinize değil sizden olmayana karşı”
sözünü hatırlar. O halde gereği yapılmalıdır. Önce İncirli çiftliğinde çalışan
işçileri çağırarak silahlandırır. Köyden de nazının geçtiği bir o kadar kişiyle
büyük bir güç oluşturur. Fındıklı ve Çardak üzeri Zeytinli’ye ulaşır. Ulaşır
ulaşmasına ama kendisine iş kalmamıştır. Her yer kan revan içinde ceset dolu.
Ormanlar yanmış, evler harap ve sokaklarda tek tük asker...
Gelmek ellerinde ama hemen dönmek yok. Bölgedeki askeri
birliğin komutanı gerekli temizliğin yapılması ve ortalığın düzenlenmesi için
Dirgen de dahil dışarıdan gelen kuvvetleri orada tutar.
Dirgen Ali sıcak savaşa ulaşamaz. Ekibi ile beraber bir
hafta on gün kalarak gereken temizliği ve düzeltmeyi yapanlara yardımcı olur.
Bilahare köyüne geri döner.
* * *
Hacce kadın şöyle bir etrafına bakınarak hayıflanır. “Ağam
bak şu kalabalıklar hep senden, ayrık otu gibi olduk maşallah, torun torbaya
karıştık. Gayri yaşlanıyoruz, şunun şurasında ne kaldı dünya boş, gönül kırmaya
değmez. Kardeşlerinin çocukları bile evlenip çoluk çocuğa karıştıkları halde
hepsi hala sana çok saygılı. Ama sen
kardeşlerinden bazılarını çok kırdın. Onlarla arayı düzelt. Mal da yalan mülkte
yalan. Öyleyse biz niçin boş yere...” derken Konya’dan Ali Haydar’ın izine
geldiği duyulur.
Dirgen, Hacce’nin “Hadi Fadime’ye gidelim Ali Haydar’ı
özlemişim” uyarısı üzerine “Otur hanım otur, bende özledim. Taa Konya’dan
Norşun’a gelen delikanlı dayısının elini öpmeye şuracığa da gelir” deyince Hacce ısrar etmez.
Dirgen yeğenindeki değişikliği çok merak etmektedir. İlmin
insanı çok erken olgunlaştırdığını bilir. Ali Haydar’ın medrese tahsili ve
gelecekteki rolünü görür gibi olup gururlanır. Kendisi ve çocuklarından
birisinin bu tür bir eğitimde geçmediğine
hayıflanır. Tahsilini tamamlayarak bölgeye dönen Menzoğlu Ahmet’in
saygınlığına şahit olmuştur. Parasız pulsuz, aşiretsiz, güçsüz olan Menzoğlu
Ahmet’in itibarı ve saygınlığı olur şey değil... Onda öyle güzellik var ki
sohbetinde bulunanları hemen etkiliyor. İnsanlar genellikle Menzoğlu
merkezli...Arıların petek etrafında gezindiği gibi bir şey...
-Allah’a şükür bu alanda bile bölgedeki diğer ailelerden
öndeyiz. Baksana sülalemde bir Ali Haydar yetişiyor. Hem Menzoğlu ile
arkadaş... Aynı ilmi yeğenimde edindiğine göre bir an önce gelse de bir
dinlesem köftehoru diye hayaller.
Eskiden olsa Ali Haydar kendi ana babasından önce Dirgen dayısına gelirdi.
Bütün bayramlarda bayram namazı çıkışı doğru dayısına gelinir, eller öpülür,
bayramlık hediyeler alınır ve yemekler yenirdi. Yalnız Ali Haydar değil
anası-babası da bu konuda hep öyle davranırlardı. Nitekim Konya’ya giderken
dayısının evinden çıkmıştı. Oysa şimdi daha da akıllanması ve ilim edinmesi
büyüklerin kadrini kıymetini bilmesi demek değil miydi?
Zamanla anlaşılacak Ali Haydar’ın içinde esen fırtınalar,
asilikler ve baş kaldırma kültürü. Ona göre Allah’tan başkasına kul olmamayı
özgürlük olarak anladığı için referans kaynağı sağlamdır. Bundan ötürü
ana-babanın üzerinde hiçbir büyük olmayacağı, diğerlerinin sonra geleceği anlayışı
doğrularından biriydi. Zaten Ali Haydar da önce fıtri olarak ailesine, bilahare
de diğer büyüklere gider. Dirgen Ali bu
durumdan memnun değildir. Kanaatini kimseye belirtmeden içine atar ve ilk hayal
kırıklığına uğrar. Ne bekliyordu ne buldu. Öyle de olsa onun alimliği
karşısında süfli tavır sergilememesine geri kalan ömründe hep riayet eder.
Alimlere fiske vurulmaz, alimlerle kavga yapılmaz ve onlara hele silah hiç
çekilmez” gibi sözlere vasiyet gibi sahip çıkar.
Ali Haydar, tahsilini tamamladığı için askerlik celp kağıdı
gelmiştir. Anası Fadime buna alışıktır. Oğlunun tahsil hayatı bu vazifeyi
yapmayı geciktirmiştir. Kendinden küçük kardeşleri bu görevi çoktan ifa edip
gelmişler bile. Yeğeni Yemliha da yakında gelecektir. Yemliha’nın öbür amcası
Musa, Dirgen Ali’nin çiçeği burnunda damadı iken askere alınır . En son kanal
harbinde bulunur . Sağ salim, bin bir türlü güzel hayalle terhis olur.
Memleketine dönerken Zeytin Kasabası civarında misafir kaldığı bir yayla
obasında “Bunda çok para var” diye uyurken eşkiyalar tarafından öldürülmüştür.
Genç hanımı, yeğeni Yemliha’ya verilmek
istenmektedir. Bu duruma ve savaştan çıkmış bir millet olarak yeğeninin telef
olmadan köye dönecek haberine Ali Haydar sevinir.
Köy yerinde küçücük dünyalarında, üstelik mutluluğu emir eri
gibi yaşamakta bulan bir yapıda yeğeni Yemliha’yı düşünür. “Zavallı insanlar
dışarıda neler var, ahh bir bilseler... Zavallı yeğenim bu kavgalı gürültülü
ortamda birde Dirgen dayıya damat olacak olmanın kendi akıbetini tayin
noktasında ne kadar şanssız olduğunu düşünebilsen…” gibi düşünce derinliğine
dalar.
Ali Haydar’ın günü gelmiştir. Yüksek tahsilli olduğu için
askerliğini subay olarak yapacaktır. Büyük ihtimal alay müftüsü olur. Çünkü
Konya’da tahsil yapanların çoğunluğu subaylık görevini alay müftülüğü yaparak
tamamlamıştır. Ali Haydar, aile büyükleri gibi askerliği emir alan olarak
değil, emir veren olarak yapacağını zaten bilir. Anasına “seversem askeriyede
kalırım” demektedir. Ona göre askeriyenin kendisi gibi aydın insanlara ihtiyacı
vardır.
Tahsil hayatında ilim irfan kazanmanın yanında memleket
meseleleriyle de ciddi bir şekilde ilgilendiği için siyaseten etrafında güçlü
arkadaş grubu oluşmuştur. Bu arkadaşları ile bir araya geldiklerinde siyasetten
gelişen değişimleri yorumlarlar. Atatürk ve arkadaşlarının gidişatlarını bazen
över, bazen çok sert bir dille yererler. Yerdikleri konu genellikle muhafazakar
gelenekçi yapıya yönelik Avrupalılaşma veya asrileşme noktasındaki
yapılanmalaradır. Bu konular en büyük zaaflardır. Herhangi bir eylem olsa önce
bunlar patlayacakmış gibi potansiyel tehlike arz ederler.
Ali Haydar’ın Konya’ya bağlılığı güçlü arkadaş çevresi
yanında Konya Müftüsünün güzel kızıyla birileri vasıtasıyla tanışması ve
aralarında duygusal bağlar oluşmasıdır. Anasına bu konuyu açmıştır. Eğer
askerliğini yakın bir yerde yaparsa duygusallığı resmiyete dökerek nikah
kıyabileceğini, dönüşte geliniyle ve belki de torunuyla gelebileceğini söyler.
Bir sabah anasını ağlatarak, Dirgen dayısı ve diğer
büyükleriyle helalleşerek kutsal vazifeyi ifa etmek için Norşun’dan ayrılır.
Dirgen Ali yeğeninin gidişini köyden çıkana kadar Haççe
kadınla seyreder. Bir ara Haççe’ye dönerek “Gelen gidiyor giden gelmiyor. Dünkü
çocuk bugün tahsilini tamamlamış askere gidiyor. Kim bilir belki onun dönüşünü
göremem. Memleket çok karışık yine de Allah’ın işi bu…”
- Haccem şu an senden bir dileğim var. Bir an beni ölümcül
bir hastaymış gibi gör ve duygularını deyişe dök” dediğinde:
-O ne biçim hayıflanma ağam, Allah uzun ömür versin. Daha
çok geleni, gideni, doğanı, evleneni görürüz. Sonra turp gibisin, sağlıklısın.
Durup dururken o haller yaşanmazsa insana ilham gelir mi hiç?” Dirgen üsteler:
-“Kendini zorla sevdiceğim. Bir an bil ki o haldeyim”
deyince Hacce kadın gözünü kapattığı gibi bir solukluk sükunetten sonra yağmur
gibi boşalmaya başlar;
* * *
Aslan düşmüş ağır yatar
Gitme beyim evin batar
Çocuklara gıran girsin
Sahipsiz fidan mı biter
Derdiğin ağarır başı
Durmuyor gözüm yaşı
Gidip doktor getirmiyor
Nerde hafızın gardaşı
Pakize ata binemez
Muhammet doktor bulamaz
Şu ovanın ağası beyim
Kimse senin gibi olamaz.
Altı oğlu var beşte kızı
Kül yetim bırakma bizi
Kapı döşlüm kurt bileklim
Yıkılsın Elbistan’ın
düzü
Hacce kadın Dirgen’i duygulandırdıktan sonra oluşan
sessizliği yine kendi bozar. “Ağam bu “sevdiceğim” kelimesini ilk defa duydum
hoşuma gitti. De bakalım nereden aklına girdi.” Dirgen derinden bir iç
geçirerek:
-Hatay’da, sevdiceğim Hatay’da... Orada tutuklu kaldığım
dönemde beyler hanımlarına böyle söylerdi. Aklımda kalmış işte. Haklısın bizim
yöre insanları eşlerine karşı böyle ifadeler kullanmaz. Aslında onların
yaptıkları doğru. İnsan duygularını söze aktarmalı. Bak, biraz önce tıpkı senin
yaptığın gibi. Ne güzel yakıştırdın. Deyişin biter bitmez çok hoşlanmama rağmen
“Sağol dillerine sağlık sevdiceğim” diyemedim.
Hacce:
-Yav Dirgen Ağam, bilir misin bizde Hatay’dan gelmişiz. Bize
Maravuz’da bildiğin gibi Kalenderler kabilesi denir. Köye gelen ilk atamızın
adı Haşim imiş. Onun için bizim kabilede bu isim çok yaygın. Babamdan duyduğuma
göre:
“Hatay’da Mürseloğulları adında hem ağa, hem de devlet adına
iş yapan beylerin çıktığı kabile varmış. Binlerce asker ve kumandanları
olurmuş. En gözde iki kumandan dan birinin adı Haşim, diğerinin adı Omar’miş.
Haşim ve Omar adında bu kumandanlar sürekli görevde
oldukları için bir türlü evlenme fırsatları bulamamışlar. Bir gün Mürsel Beyi
hastalanmış. Uzun süren tedaviye rağmen iyileşemeden hak vaki olmuş. Beyin genç
ve güzel karısı dul, dünyalar güzeli kızı ise öksüz kalmış. Beyin acısı
unutulunca kumandanlardan biri kızına, diğeri ise beyin dul olan eşine talip
olmuşlar. Mürsel Bey’in dul eşi bu teklifin ahlaki olmadığını söyleyerek ret
etmiş. Zamanla dul olarak yaşamanın dayanılmaz zorluğu karşısında kendi
arzularını içine atarak kızının geleceği ile ilgili kararı almaktanda tereddüt
etmez. Bu iki kumandanı konağa çağırarak “Ben sizin beyinizin dul eşiyim. Yaşım
ne olursa olsun töremiz gereği sizin ananız sayılırım. Bana karşı olan
niyetiniz bundan böyle değişmelidir. Ancak kızım sizlerden biri için evlenmeye
müsait yaşta ve konumdadır. Aranızda kura çekeceğim. Hanginizin adı çıkarsa
kızımı ona vereceğim. Böylece bu iş çözülmüş olacak” demiş. Ve kura çekilince
kız Haşim’e çıkmış. Öbür kumandan Omar, Haşim’e dönerek “Hem kızı almak, hem de
burada kalıp devlet olmak yok aslanım. Meğer kız senin bahtına çıktı ayak
altında dolaşma. Al, gözümün görmediği uzaklara git. Yoksa yemin olsun ki her
ikinizi de öldürürüm.” demiş. Bunun üzerine Haşim kızı alarak günlerce yol kat
eder ve sonunda bir dağ köyü olan Maravuz’a yerleşmiş. İşte ağam biz de
Kalenderler olarak Maravuz’a Hatay’dan gelmiş oluyoruz.
Dirgen Ali:
-Desene kız benim oraya gitmem tesadüf değilmiş. Üstelik
atan Haşim ile aynı konakta konaklamışız. Kadere bak. Senin kökünü kömecini
böylece öğrenmiş olduk. Akrabalarının bu kadar vurdulu kırdılı gözü kara
olmalarının sebebi şimdi anlaşılıyor.
-Sahi Haccem, bizde epey zamandır onları ihmal ettik. İster
misin yaylaya çıkmadan önce varıp bir ziyaretlerinde bulunalım. Haşim Ağa’yı,
kardeşi Fakı’yı ve Demirci Halil’i özledim. Bir yıl kadar oldu Demirci Halil’in
evine inmiştik. Sarız’lı Bakı Hoca ile bizim Menzoğlu Ahmet’te odasındaydı.
Haşim Ağa ve diğer ileri gelenlerin hazır bulunduğu ortamda Menzoğlunu ilk defa
hayranlıkla orada dinledim Haççem. Demirci’nin odasında hiç ayrılasım gelmedi.
Maravuz’un itibarlı kişileri genellikle Demirci’nin sofrasında. Bizim köyde
olmayan sohbetlerde bulunuyorlar. Orada bir Dirgen değil, birden çok Dirgen
vardır. Üstelik işleri de kolay. Büyüklerin aldığı karara bütün köylü uyuyor. Yalnız
ara sıra sizinkilerin lüzumsuzlukları da olmuyor değil. Ama köyün ihtiyar
heyeti ve gün görmüş bir avuç insanı huzuru bozucu hadiseler karşısında tek
vücut oluyorlar. Keşke bizimde sorumlulukları paylaşacak, gerektiğinde otur
kalk diyecek kararlı insanlarımız olsa.
Dirgen meramını anlatabilecek dilin ve kültürünün
eksikliğini hissederek, “Bu boşluğu ancak Ali Haydar doldurabilir. Biz ancak
kırarak, dökerek bu işi yapıyoruz Haççem” diye söylenir. Devamla:
-Haccem; son zamanlarda bendeki değişikliğin nedeni,
Menzoğlunda duyduğum ve kulaklarımda küpe gibi tuttuğum “İnsanların en büyüğü en yüksek yerdeyken alçak gönüllü olanı, kudret
sahibi iken bağışlayan ve güçlü olduğu vakit adil davranan” sözüdür.
İnsanın yaşı ilerledikçe bu sözün anlamını daha iyi anlıyor. Şimdi ki aklım
olsaydı... Allah nefsime uydurup bundan önce neyse de bundan böyle bu söze
muhalif davrandırmaz inşallah.
-İnsanlar her zaman kahraman olamazlar Haccem, ama her
zaman insan olabilirler. Şu Menzoğlu ne güzel laflar ediyor bir dinlesen.
Hele “Bülbüller ötmeye başlayınca
kargalar susar” sözü beni öyle utandırdı ki hiç sorma gitsin. Adam sanki her
lafı benim için konuşuyormuş gibi her sözünden bir anlam çıkarıyorum. Utanmasam
ve gururuma hoş gelse bu yaşta inan ki değişeceğim. Ömür boyu hır gır edip
tokatladığım insanların benim hakkımdaki kanaatlerinin birazcık değişeceğini
bilsem, ben de büsbütün değişeceğim. Görüyorsun Haccem bu yapıyı, bu görüntüyü,
bu anlayışı değiştirmek ne kadar zor.
-Biz Haccem, inan ki ifade edemiyormuşuz ama “bilen ve
bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın” sözünün muhatabıymışız. Bilen ve
bildiğini bilen akıllıdır. Tıpkı Menzoğlu Ahmet gibi. Bundan böyle kulağım hep
ondan olmalı.
-Gönül isterdi ki yeğenim Ali Haydar’dan da böyle istifade
edelim. O çocuk ilmini olumsuzluk için kullanıyor. Onun için korkuyorum.
Menzoğlu’nun dediği gibi, “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için
sevmekten de korkuyor. Kendisini sevilmeye layık görmediği için sevilmekten
korkuyor. Sorumluluk getireceği için düşünmekten korkuyor. Eleştirmekten
korktuğu için duygularını ifade etmekten korkuyor. Gençliğinin kıymetini bilmediği
için yaşlanmaktan korkuyor. Dünyaya bir şey veremediği için unutulmaktan
korkuyor.”
-Aman Allah’ım ne biçim söz bunlar. Her biri deprem gibi
insanı temelinden sarsıyor. Yıldırım gibi tepeden girip tabandan çıkıyor.
Velhasıl herkes bir şeylerden korkuyor. Her halde Haççem korku da bir nimet
olsa gerek.
-Geç kaldık. Millet bizi sürekli elinde kınından çıkmış
kılıç varmış gibi görüyor.
BÖLÜM 6
Cihan ara cihan
içredir, arayı bilmezler
Ol mahiler ki
derya içredir deryayı bilmezler
Nabi
Tad’lar ve
Yad’lar dersadete kona gelir
Ya vezaret ya
sedaret uma gelir
Oğuzlar
ise Hanı görmeye gelir
Ya malın ya
canın vermeye gelir
Y. Sultan
Selim
Kendilerine uygun zemin hazırlayan Maraş merkezde mukim
Hırlakoğulları adındaki Ermeni ailesi bunların hamiliğine soyunurlar. İşgal
Kuvvetleriyle içli - dışlı tekrar eski topraklarına dönme eylemi içindeki
çetelere olabildiğince yardımcı olmalarının kendi güvenceleri için de lazım
olduğuna inanırlar.
İngiliz işgalcileri idarede onay makamı durumundalar.
Ermeniler aynı dinden olan işgalcilerden çok şey bekler. Zeytin, Fırnız,
Fındıkçık ve Yenicekale’nin intikamı ile yanar tutuşurlar. Maraş’ın son Osmanlı
mebusu Hırlakoğulları ailesinden Hırlak Agop’tur. İngilizlerin en önemli
müttefikleri bu ailedir.
Hırlak Agop ve avanesi aylar geçmesine rağmen özellikle
sürgünden dönen Ermeniler için bir şeyler yapılamamasından çok rahatsızdırlar.
Baskı unsurları ve halk üzerindeki tahrikleri işe yaramaz. İngiliz
kuvvetlerinin Ermenilerin amaçlarına hizmet vermesinin mümkün olmadığı
anlaşılınca bir komisyon kurarak Antep’e giderler. İngiliz kuvvetlerinin karar
mevkiindeki insanları ikna edilerek Antep’teki Fransız askerleriyle, Maraş’taki
İngilizlerin becayişi yaptırılır. Antep’teki Fransızların içinde hatırı sayılır
Ermeni kökenli askerlerin olması ve bunların Maraş’a gelmeleri neticesinde
onların amacına ulaşmaları için hizmeti beklenir.
Nihayet muvaffak olurlar. Maraş’a gelen Fransız askerleri ve
komutanları döneminde Ermeniler çok şımarır. Siyasi iradeye nüfuz ederek
yapamayacakları iş kalmaz. Maraşlı bu durumdan son derece tedirgin, gerilim had
safhada.
Uzunoluk Hamamından çıkan izarlı iki Müslüman kadının,
devriye gezen iki Fransız askeri tarafından önleri kesilerek örtüleri
çıkarılmak istenir. Kadınlar direnince askerlere yardım eden sivil Ermenilerin
de gayretiyle örtüleri parçalanarak yerlere savrulur. Büyük bir çığlıkla yardım
isteyen kadınların imdadına hemen yakında bulunan Kel Hacı adıyla maruf bir
esnafın kahvesinde oturan Çakmakçı Sait müdahale edince kurşunlanır. Ağır
yaralı olarak düştüğü yerden çırpınırken civar köylerde süt toplayarak
geçimini sağlayan Sütçü İmam, Barabelyum
marka silahını çekerek birer el ateşle iki Fransız askerini düşürür. Askerlerin
yanlarına kadar vararak “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizar
olamaz.” diye gür bir şekilde bağırır. Sütçü İmam olayı, şehirde bomba
etkisi yapar. Moraller düzelir. Mensubiyet şuuru ve kendine güven daha da
gelişir. İşgalciler yerli ittifakçılarıyla münferit cevabi taşkınlıklar yapar.
Her yerde Sütçü İmamı ararlar. Bulamadıkları için yeğenini tutuklayarak onun
yerine işkence yaparak öldürürler.
Olayların daha fazla tırmanma ihtimali işgal kuvveti
komutanının şehrin ileri gelenleriyle toplantı düzenleme mecburiyetini gündeme
getirir. Bu toplantıda tehditler ve meydan okumalar Maraş’lılara vız gelir.
Halk artık yavaş yavaş dağınıklığı bırakarak teşkilatlanma ihtiyacı hisseder.
Gizliden yapılan toplantılar ve alınan kararlar... Nihayet Fransız komutanının
değişmesine sebep olur. Yerine Osmaniye’deki Fransız birliklerinin komutanı
görevlendirilir.
Halep’e tayini çıkan yüzbaşı Aslan Maraş’ın işgalini ve
kendi bölgesinde ikamete zorlanan Ermenilerin döndüklerini duyunca kendisi de
memlekete döner. Rütbesi artık binbaşıdır. Binbaşı Aslan, Maraş’a gelerek gerekli
çalışmalara başlar. Bu arada gerginlikten Mustafa Kemal’in de haberi olur. Oda
Kılıç Ali adındaki bir adamını Kuvva-i Milliye teşkilatını temsilen bölgeye
gönderir. Kılıç Ali Maraş’ın manevi mimarı ve kanaat önderi Ali Sezai
Hazretleri başta olmak üzere şehrin ileri gelenleriyle gerçek kimliğini
belirtmeden görüşür. Hatta civar ilçelerde Elbistan başta olmak üzere diğer
bölgelerdeki eşrafın ileri gelen insanlarıyla temaslarını sağlar.. Kendisini
Elbistan’da Antalyalı bir arpa tüccarı olarak tanıtır.
Yeni komutan Ermenilerle işbirliğini aleni devam ettirir.
Şeyh Ali Sezai ve arkadaşları bu durumdan çok kaygılı, savaştan başka çarenin
olmadığına inanırlar. Bu kaygıyla şehrin ileri gelenlerini toplayarak bir
teşkilat kurarlar. Bu teşkilatın adı Maraş Müdafa-i Hukuki Milliye Cemiyeti
olur. Başkanlığına Binbaşı Aslan getirilir. Binbaşı Aslan’ın ilk işi civar
bölgelerdeki nüfuzlu kişilerle bağlantı kurarak çevreyi kontrol altına alıcı
şekilde mevzilenmek, ikincisi ise şehir milisleri ve onlara silah temini.
Alınan karar gereği Elbistan’a haber ulaşır. Jandarma bölük
komutanı yüzbaşı Muhtar Bey ve Nakipzade Mehmet Ağa emrinde üç yüz kadar
silahlı kuvvet, ellerindeki ağır silahlarla Maraş’ın batısında Cancık denilen
yerde mevzi tutmak için hareket ederler.
İkinci kol ise yine Elbistan’lı Eczacı Ömer Lütfü Köker
başkanlığında gönüllü insanlardan oluşan birlikler Maraş’ı kuzeyden görebilecek şekilde emniyete
almak için mevzilenir.
Dirgen Ali, Binbaşı Aslan’ın bölgeye geldiği günün ertesi,
oğlu İnce Fakının sorumluluğunda yirmi beş gönüllü, silahlı birlikle Eczacı
Ömer Lütfü Köker’e katılma talimatı verir. Kendisi ileri yaşta olduğu için çok
istemesine rağmen gitmesi uygun görülmez.
Ermenilerin haricinde bütün Maraş halkı işgalcilerden
devriye gezen askerleri dahi görünce yollarını değiştirir olurlar. Bu arada
Aptal Halil adında geçimini davul çalarak temin eden bir esmer Maraşlı
işgalcilerin eğlence tertip ettiği konağa zorla götürülerek sanatını icra
etmesi istendiğinde “Olmaz” der. Davulunun içi dolu altın verelimde biz burada
kaldığımız müddetçe hizmet et dediklerinde Aptal Halil “Vallahi Beyim
davulun içini değil, aha şu oda dolusu altın verseniz, vallahi şu
tokmak bu davula vurmaz. Bu iş din iman bahsi” diyerek bütün zorlama
ve itilmesine rağmen davul çalmadan konaktan atılır.
Fransız general kendisi için güvenli kabul ettiği
Hırlakoğulları ailesinde yatar kalkar. Ev sahibi olan Hırlak Osep’in güzel kızı
misafirinin evden çıkmamasının en büyük gerekçesidir. Ama kız da akıllı ve ne
istediğini bilen biri. Generalin kendisini dansa davet etmesi üzerine, evin
bayrak çekili Maraş Kalesi’ni gören penceresi yanına çağırarak “Bu bayrak
burada dalgalandığı sürece ben senin tekliflerine kapalıyım” der.
Askerlere emredilince kaledeki Türk bayrağı indirilerek
yerine işgal kuvveti bayrağı çekilir.
Zaten gergin olan Maraş halkı bu olay karşısında dahada
gerilir. Yer yer şehir içi çatışmaların yaşanması üzerine Fransız general
şehrin ileri gelenleriyle tekrar hükümet konağında toplanır. Şeyh Ali Sezai
Efendinin etrafında oluşan heyetin, bayrağın yeniden yerine çekilmesi ve Maraş
halkından özür dilenmesi talebi kabul görmez. Üstelik “İşgale uğramış bir
milletin bayrağı mı olur, unutmayın ki; biz işgal eden, siz işgal edilensiniz.
Bir bez parçası için canhıraş gayretinize anlam veremiyorum” diyerek
küstahlığını gösterir.
Birkaç gün sonra Cuma namazı eda edilecektir. Binlerce insan
Ulu Camide toplanır. Ali Sezai ve Binbaşı Aslan’ın talimatı üzere imam efendi “Cuma
namazının en önemli şartı hür olmaktır. Hür olmayan insanlar Cuma namazı kılamazlar.
Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir beldede hürriyet yok, esaret var
demektir. Bu endişeyle ben imamınız olarak buna inanıyor sizinde bu namazı
düşman bayrağı ininceye kadar ve Maraş düşmandan kurtuluncaya kadar
ertelemenizi, dini bilgime dayanarak beyan ediyorum. Şimdi camiyi
boşaltın” ifadesi üzerine halk adeta şok olur.
Ali Sezai Efendi ve Binbaşı Aslan böylelikle başkaldırı
ruhunun tam olgunlaştığına inanarak o günün akşamı plânlı mücadeleye başlar.
Elbistan’dan gelen kuvvetler, ellerindeki dağ toplarıyla batıda taarruza,
Eczacı Lütfü Köker ve İnce Fakının da bulunduğu kuvvetler kuzeyde, merkezdeki
kuvvetler de Ermenilerin başta sığındıkları kiliseler olmak üzere, bulunma
ihtimali olan bölgelere, Ali Sezai Efendinin adamları ise işgal komutanlığının
bulunduğu merkeze sürekli taarruz eder.
Askeri ve sivil Ermeniler neye uğradığına şaşırırlar.
Böylece yirmi iki gün, yirmi iki gece göğüs göğüse kanlı mücadele verilir.
Maraş merkezinde bulunan işgal kuvvetlerine, sürgünden dönen Ermenilere ve ev
sahipliği yapan Hırlakoğlu adlı Ermeni ailesine büyük bir ders verilerek
kökleri kazınır. Reisleri son Osmanlı mebusu Hırlak Agop’un Kılılı Köyünün
yakınında bulunan kesilmiş başı bir sopaya takılarak Maraş Hükümet Konağının
önüne asılır. İşgal kuvvetleri çok büyük zayiat vererek Maraş’ı terk eder.
Elleri zayıfladığı için efelenerek haklarını alma yerine şimdi yalvararak
Ermenilerin kalanlarına merhamet dilenme talepleri rica ve minnete dönüşür.
O gün Maraş halkı hep bir ağızdan “Maraş bize yâr olmadan düşmana gülizâr
olmaz. Şimdi Maraş bize yârdır, düşmana ağyârdır” diyerek Şeyh Ali Sezai
imamlığında bağımsızlığını elde etmenin vermiş olduğu gururla ve kalesinde
dalgalanan bayrağının serin gölgesinde Cuma namazlarını eda ederler.
* * *
12 Şubat 1920, Maraş’ın kurtuluş günüdür. Çevre ilçelerden
gelen gönüllü askerler kafilelerle nasıl geldilerse aynı güzergahı takip ederek
ilçelerine dönerler. Özellikle Elbistan grubunda Eczacı Lütfü Köker
sorumluluğunda İnce Fakı ve diğer gönüllüler, ilk önce dönenlerdendir. Dirgen
Ali, İnce Fakısının endişesiyle gözüne uyku girmez. Maraş’tan bir haber bekler.
İnce Fakı, köye geldiğinde babasının huzuruna ulaşır. O gün sabaha kadar Dirgen
ve meraklı köylüler gözlerini kırpmadan İnce Fakı’yı dinlerler. Sabah ezanı ve
kılınan namazdan sonra ancak köylü evine çekilir.
Kendi kendini kurtaran “Edeler diyarı” Maraş’tan sonra
Kuva-yi Milliye Ordusu Başkomutan Mustafa Kemal, düzenli birlikleri ve,
dahiyane bir savaş stratejisiyle, memleket sathına yayılmış düşmanı, İzmir
Marşıyla gönderdikten sonra 29 Ekim 1923’de Cumhuriyeti kurar. Bilahare bütün
dünyaya ilan eder. Ülkeyi düşmandan temizledikten sonra Cumhuriyetin ilkeler
bazında yapılanmasına geçer. Yeni kurulan devletin idare sisteminin kabul
edilmesi ve bir takım ilkelerin oturması kolay iş değildir.
Memleketteki aydınlar ve özellikle de Birinci Meclis üyeleri
kendi aralarında bir araya gelemeyecek tarzda fikri ayrılığa düşmüşlerdir.
Mustafa Kemal, Mecliste birlik sağlanmadan bir takım reformların
yapılamayacağını bilir. Genç Cumhuriyetin kendine ait mantığının oturamaması,
kazanılan zaferin gölgede kalması demek olduğu endişesi Mustafa Kemal’i kara
kara düşündürür. Aydınları farklı düşünse de, siyasi kararların ittifakla
alınacağı meclis üyelerine ihtiyaç olduğu gün gibi ortadadır.
Birinci Meclis olağanüstü durumda oluşmuş. Fes edilip
çoğunlukla kararların alınacağı bir meclisin oluşmasına o günün şartlarında
ihtiyaç var.Yeni savaştan çıkmış bir millete istikamet gösterebilmek için
oluşturdukları mecliste çoğunluğun koro halinde aynı hedefe,aynı adımlarla
ilerlemesi gerekir. Her kafadan bir ses çıkarsa milletin kafası karışacağından
acil tedbirler alınamaz. Bu durum olağanüstü dönemler için daha çok geçerlidir.
Mecliste birliğin sağlanabilmesi için; Her türlü tehdit bertaraf edilmeli, her
türlü tehlikeye göğüs gerilmeliydi. Milli mücadelenin kahraman isimleri bile,
bir bahane ile gözden düşürülmeli ve dahası varlıklarına bile kast edilmeli
gibi antidemokratik tutumlar ve bu yöntem, vatanseverliğin bünyesinde satıh
bulmalıydı.
Muhalefet kültürü demokrasinin olmazsa olmazlarından
olmasına rağmen gölgesinden korkan bir ekibin elindeki ülke yönetimi çoğu kez
iç düşman çıkmasına, ülkenin birliği ve dirliğine zarar gelmesine vesile
olduğunu, yaşayacak olan tecrübeler gösterecekti.
Mustafa Kemal’e muhalefet eder gibi görünen ve onun müsadesi
alındıktan sonra çalışmalarına başlayan eski İttihat ve Terakkicilerin bir
kısmı Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasını kurarlar. Fakat ne
iktidardakilerde,nede muhalefettekilerde yeteri kadar demokrasi kültürü
olmadığından siyaset zamanla kutuplaşır. Kutuplar birbirini düşman gibi telakki
eder. Biri diğerinin yok olması pahasına legalden ziyade illegal mücadele
yürütülür.
İktidarın muhalefeti bunaltacak kadar sıkıştırması,
muhalefetin de ondan kurtulma çabası her iki tarafda kendiliğinden meydana
gelen dalgalanmalardan dahi kasıt aranır hale dönüşür.
BMM’sine milletvekili sokmuş olan Terakki Perver Fırkası bu
kutuplaşma ve hazımsızlık nedeni ile kapatılır. Mensuplarından bazıları
iktidardan ve yaptıkları zulümlerden kurtulmak için illegal örgütlenerek, bir
şekilde hükümeti devirmeyi amaç edinirler.
Terakkiperver Fırkasının kapatılması muhafazakâr aydınlarda
da rahatsızlık oluşturur. Özellikle medrese mezunu olanlar körü körüne
batıcılık fikrinin, Cumhuriyetin yeni dinamiği olmasından rahatsızdırlar.
Mücadele verdikleri düşmanın değerlerinin Müslüman bir millete uygun
düşmeyeceği, dinden uzaklaşan bir devletin banisi olmanın zorluğu hep söylenir,
durur.
Cumhuriyetin kaderine hep batıda tahsil görmüş aydınların
egemen olması, yerli aydın tipi olan medrese mezunlarının idarece tercih
edilmeyen noktaya getirilmesi bu rahatsızlıkların sebeplerinden biri olmalıdır.
Ter dökmeden nimetlerin bedavadan paylaşılmasına göz yumma olayı Türk’ün
kaderidir zaten. Terakkiciler buna inanır bunu bilirler. Boğazdaki aşiretlerin,
çağın icaplarına uygun yetişmiş çocukları, takiyye kültürü ile nasılsa Gazi ve
O’na ulaşan yol üzeri tepeden inme bir anlayışta bulunurlar. Hızla
kadrolaşırlar. Üstelik devletinde bu konularda yetişmiş insanlara ihtiyaç
hissettiğini bilerek açtıkları yolda hızla ilerlemekteler. Zavallı medrese
mezunları isteseler de yetersiz olduklarını bilmezler.
Gazi de işin farkında, lakin, devlet ehliyetli insanlarla
çalışır. Dönme de olsa, takiyyeci kimlik de taşısalar, savaşta emekleri
olmamışta olsalar bu çark bunlarla yürümelidir.
Mareşal Çakmaklar, Rauf Orbay’lar, Kazım Karabekir ve Bekir
Sami Beyler modeli aydınlara bile artık genç cumhuriyette yer bulmak zorlaşır. Baksanıza
bir milletin olmazsa olmazı olan dilini geliştirmek için kurulan kurulun başına
bile bir Ermeni, Agop Efendi getirilmiştir. Maraşlı’ların gözü aydın.
Sineklerle uğraşmışlardır. Ali Sezai Efendi, tekkesinin başında iken
işgalcilere meydan okuyordu. Tekkenin gücünü kullanarak Maraş’ın düşmana gülizar
olamayacağını ispat etti. Bak şimdi Boğazdaki aşiretlerin çocukları Gazi’nin
etrafını sararak tekkelerin yasaklanma kararını nasıl sağladılar. Gözün aydın
Maraş halkı, gözün aydın Ali Sezai Efendi...
Bir vatan parçası savaşarak alınır veya korunur. Ama
yaşatılması; İşte, bu milletin zafiyetidir bu. Külfette var nimette yok. Nimeti
paylaşanların külfeti çekenleri hor ve hakir görerek jandarma dipçiği ile
hizaya getirmesi de cabası.
* * *
Ali Haydar, 1. Dünya Savaşının bütün şiddetiyle sürdüğü
dönemde askere alındığı için uzun bir müddet
değişik yerlerde alay müftüsü olarak görev yapar. Ülke düşmandan
temizlenmiş ama içerideki işlerin kendince iyi gitmediğini görür. Okumuş,
çevrede epeyce dostları olduğu için siyasi yorumlar ve tartışmaların hep içinde
olur. Ona göre haksızlık karşısında susmak doğru değildir.
Konya Müftüsü olan kayınpederi, kendisi gibi
düşünmemektedir. “Geçiş dönemleri çalkantılı olur. Denizler dalgalanmadan
durulmaz damat. Çok radikal düşünüyorsun. Bu düşüncelerin sana çok zarar verebilir.
Seni yanlış oluşumların içinde görüyorum. Terakki Perver Fırkası’nın ayak
takımlarıyla oturup kalkıyorsun. Dikkat et, seni kullanabilirler. Benden
söylemesi” gibi nasihatlara Ali Haydar’ın karnı toktur.
Önce Ankara’da, bilahere Bursa’da başarılı olamayınca
İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast düzenleyerek önce ülkeyi kaosa sonra da
iktidar olma hesabı yapanlar teşkilatlanarak işe koyulur. Ali Haydar’ın
kendisine bu konuda bilgiler geldiğinde daima moral verici ve teşvik edici
konuşmaları dışında fiili davranışı olmaz. İş daha üst perdede cereyan eder.
Derken planlar Gazi’nin İzmir’e trenle ineceği güne göre
hesaplanır. Her türlü hazırlıklar yapılır. Suikastçıları deniz yoluyla
kaçırmada görevli Giritli Şevki bir gün önceden durumu valiliğe ihbar edince Gazi’nin
trenle İzmir seyahati ertelenir.
İhbar üzerine baskınlar düzenlenerek ilgili ilgisiz bir
yığın insan tutuklanır. Bir kısmı yargılanarak bir ay içinde cezaları infaz
edilir. Başta Ali Haydar olmak üzere bir kısım muhalif görünenler de firar
eder. Ali Haydar daha önceden görev yaptığı ve dostlarının çok olduğu Halep’e
kaçar.
Ali Haydar yaşadığı bunca sıkıntılardan sonra kayınpederinin
nasihati aklına gelir. Her şeyi bildiğini zannedenlerinin yanılmalarının
verdiği pişmanlıkla çocuklarını ve hanımını düşünür. İzmir tertibinden haberi
olduğu için çocuklarını erkenden kayınpederine götürmesi, onlara haber bile
veremeden sınır dışına kaçması... Şimdi
bu olayların sonuçlarını merak ediyor. Kimler tutuklandı, kimlerin adı
karışmış, kimler kaçak durumda ve hangi cezalara çarptırıldılar diye kendi
kendini yiyor olması vs..
* * *
Dirgen Ali, Konya Müftüsü kanalı ile yeğeninin kaçak
durumuna düştüğünü duyar. “Bu çocukta bir şeylerin iyi gitmediği belliydi.
Boyundan büyük işlere karışmış Haccem. Oğlum Ali Haydar sen kim, Ata’ya karşı
suikastçıların içinde olmak kim. Allah hayrını versin. Bizde şu Afşin ovasında
senden ne çok şey bekliyorduk. Bak Menzoğlu’na adam gibi adam. Doğduğu yerlere
gelerek insanları cehaletten kurtarmak için çırpınıp duruyor. Sen ne yaptın...
Siyasete daldın... Kime karşı... Düv0eli muazzamın baş edemediği adama karşı...
Tuu senin haline... Sana üzülmüyorum da şu ananın çektiği hasrete, sana ümit
bağlamış yakın hısım ve akrabalara, dahası gül gibi hanımına ve çocuklarına
acıyorum. Beni bir daha hayal kırıklığına uğrattın. İnşallah bu son olur.” Ben
bile Haccem bu adamın adı geçtikçe inan ki korkuyorum.
Bereket, damat Yemliha ona çekmemiştir. Çocuk halim selim
çok uysal, Allah razı olsun. Emrimizden çıkmıyor. Kendi çocuklarımdan bile
saygılı vallahi.
-Askere gitmeden önce Ali Haydar’ın köye geldiğinde az daha
Yemliha’yı da baştan çıkaracaktı. Ne o “kimseye kul köle olma Dayın dahi olsa”
gibi konuşarak kafasını çelmeye çalıştığına ben şahit oldum Haccem. Siz işin
farkında değildiniz. Ben insanı tanırım. Kendi çocuklarımı, yeğenlerimi
bilirim. Bu Ali Haydar’da asilik olduğunu gördüm. Edindiği ilme saygı
duyuyorum. Onun için elim varmaz, dilim söylemez. Koskoca Gazi’ye karşı
olanların yanında olan Ali Haydar, yarın dayısı Dirgen’in karşısında olmaz mı?
Olur olur... İnsanoğlu çiğ süt emmiş Haccem. Bak göreceksin bana karşı değilse
bile çocuklarıma yönelik bir takım işlerin içerisinde olabilir. Eğer tenezzül
edipte tekrar buralara gelmesi nasip olursa...
* * *
- Bak Haccem iki çocuğum Emine’den, dokuz çocuğumu da sen
doğurdun. Hepsi benim çocuklarım. Hepsinin yapıları farklı. Bana desen ki
“Dirgenim deste başı olarak gördüğün hangisi” Derim ki İnce Fakım. Onda kendimi
görüyorum. Bana hak vaki olursa yerimi ancak o doldurur. Onda babamın huyu var.
Yalnız daha akıllı ve daha kıvrak. Babam Norşun Fakı’sı ne iyi ata binebilir,
ne de iyi silah kuşanırdı. İstese de bunları yapamazdı. Çünkü mesleği imamlık
olduğu için bunlara vakti yoktu. Eşe anam sayesinde vallahi köyde yine iyi
tutunmuş.
-Ama İnce Fakı çok iyi yetişti maşallah. Çocuklarıma
liderlik edebilecek yapı onda var Haccem. Baksana bana rağmen adam oda açtı.
Gelen giden, eş dostun haddi hesabı yok. Neredeyse kıskanacağım. Geçen kış
tavşan avına gitmiştik Haccem. Boşa attığı mermiye rastlamadım. Attığını
düşürdü. Beni de geçti beni, Haccem. Onun için bu oğlanda iyi bir gelecek
görüyorum.
- Benim zamanla Menzoğlu’nun etkisinde kalarak “Çok geç,
keşke daha önce seni tanısaydım Menzoğlu, başka Dirgen Ali olurdum” sözlerimi
hatırlarsın ya, işte İnce Fakım benim yürekten ah çekmemi duymuşta bu yaşımdaki
olgunluğa o gencecik yaşında ulaşmış gibi sanki... Bu da beni çok sevindiriyor
Haccem. Vurdulu kırdılı tavırla, insanları susturarak oluşturulan bir dünya
neye yarar. Ben de Fakım la değişiyorum herhalde. Allah korusun ona bir şey
olursa ailemiz dağılır. Esem de yiğit, gözü kara ama o işin bir başka
tarafında. Elinde sazı dilinde sözü sana çekmiştir. Haccem. Bu çocukta aşıklık var.
Hacce kadın söze girer;
-Dirgenim seninde benden farkın yok. Çok güzel deyişlerini
bilmiyorum zannetme. Esem daha çok sana çekmiştir.
-“Haccem; bugün var
yarın yokuz. Bizden sonra köyün hali, çocuklarımızın durumu ne olur acaba? Yaşa
ki göresin derler ya, her şeyi görebilecek kadar yaşamamız da mümkün değil.
Bunun üzerine hele bir deyiş söyle bakalım, beni başka alemlere götürebilecek
misin’’deyince Hacce kadın;
* * *
Yine yeşillendi ovalar yazılar
Meleşir de kösten çıkar kuzular
Oğlum kızım birikir de bozular
Kurarlar konağa fani bir gün
Çeke çeke bu dert beni alıcı
Etim gitti kemiklerim kalıcı
Doktora gidince can mı verici
Daha ömrüm varsa kaldırır bir gün
Erkek gibi evlerimde dururdum
Düşmanın şeleğin sırtıma alırdım
Ordu gelse yemeğini verirdim
Gidersem gülüm ararlar bir gün
Seve seve bir çift oğlan bitirdim
Heveslendim gelinlerim getirdim
Tikenliye çadır kurdum oturdum
Anam yurdum derde söylerler bir gün
Der kaderim çok kara gün geçirdin
Zehirledin acı şerbet içirdin
Daha vakti değil cip tez göçürdün
İsmimi defterden silerler bir gün
* * *
BÖLÜM 7
Bu o gün ki
gözdeki yaş gündelik yaş değil
Bu o gün ki
yıkılmış kale dökülmüş taş değil
Bu gün Maraş
göğünden uçmayan kuş kuş değil
Bu o gün ki
rüzgarda şehitler ruhu eser
Ayakları bu
toprağı öpermiş gibi basar
Bu o gün ki
gündelik neş’e susar gam susar
Eteğini tutmak
gerekir ölene kadar
Ey vatan
miracına yönelen kahramanlar
Ey Cuma
namazında kaleye tırmananlar
Dert açılır
gül gibi sevinç açar yaş gibi
Çorak yağmur
istemez aç ağlamaz aş diye
Bir milli
zikre başlar Türk “Maraş Maraş “diye
Behçet Kemal
Çağlar
Dirgen’in büyük oğlu Abbas bu endişelerle kışlık hazırlık
yapmak için unluk buğday yıkamak niyetiyle köy içinde ortak kullanılan yunağa
varır. İşinin önemli bir kısmını yaptıktan sonra birdenbire yunağa gelen suyun
su yolunda kesildiğini fark eder. “Hay Allah, sırası mıydı” diyerek başını
kaldırdığında kürek ile su yolunu değiştiren adamı görür. Yanına yaklaşır.
Bakar ki on yıldır barış üzerine yaşadığı aileden biri. Alttan alarak işinin az
kaldığını böyle kalırsa mağdur olacağını anlatsa da söz dinletemez. Adam “la” diyor, “lo” demiyor. Derken laf lafı karşılar. Yüksek sesle
çeneleşirler. Olaya şahit olan harici gözlerin varlığı iki tarafı daha da
katılaştırır. Bu arada Abbas’ın kardeşi Hafız’ın oğlu olay yerine ulaşır.
Eliyle küreğin yaptığı işi yapmaya çalışırken kafasından sopayı yer. Yeğenine
yapılan saldırı karşısında Abbas silahına sarılır. Mermiyi namluya sürer. Ve
lakin tetiğe basarsa da adamın eceli gelmediğinden bir türlü silah ateş almaz.
Yeğeni çok kötü bir darbe aldığı için yerde çırpınmaktadır.
Nitekim harici gözlerin ileri gelen sahipleri olaya müdahale
ederek kavgacıları ayırır. Taraflar birbirlerine diş bileyerek olay yerinde
uzaklaşırlar.
Dirgen olayı duyar duymaz seslenir.
“Gördün mü Haccem yine uyuyan yılanı uyandırdılar. Şunun
şurasında ne güzel yaşayıp gidiyorduk. Yine çocuklarımın eli kana bulanacak.
Köy yerinde evliya olsan ne olur. Üzerine bir şelek bindirirler ki altında
kalana aşk olsun. Ben neler hayal ediyordum. Biraz da öbür tarafı kazanmak için,
barış ortamının bozulmamasına ne kadar seviniyordum. İnşallah buraya kadarmış
dememek için işler daha da çığırından çıkmaz
Haccem.
“Hadi Hafıza gidelim” diyerek yeğenini görmek için kalkar.
O gece bütün Dirgenler, Hafızın evindedir. Yaralının kanı silinerek
ilaçlandıktan sonra biraz dalması, olayın kritiğinin yapılmasına zemin
hazırlar. Gençlerin taşkınlığını Dirgen hep yatıştırır. Kısasa kısas kararı
alınır. Küreği vuran kişiye benzeri ceza verilecektir. Daha ileri gidilmeden de
barış yapılacağı umulur.
İnsanlar köy yerinde yaşadığı için birbirinden uzun dönem
kaçılması ve gizlenmesi mümkün değil. Gizlenmenin tek bir yolu var. O da köyü,
hatta kasabayı terk ederek izini kaybetmekle mümkündür. Köyde kalındığı
müddetçe bir iki saat veya en geç bir iki gün içinde insanlar mantar gibi
ortaya çıkar. Bu durumda tıpkı öyle olur. Dirgen’in talimatıyla kuşluk vaktinde
kürek vuran adamı köy meydanında yakalarlar. Amaç öldürmek değil aynı acıyı
tattırmak için ya kafa parçalanacak bunun içinde taş sopa yeter. Veya kolu yada
bacağı kırılacak. Sulh olabilmesi için şartların eşit olması lazım.
Kavga istenildiği gibi gelişmez. Dirgenlerin dövdükleri
adamın taraflarının müdahalesiyle iş büyür. Silahlar çekilir. Bu taraf
hazırlıklı, karşı taraf, kızıl derililerin gözü kapalı bıçakla makinelilerin
üzerlerine atıldıkları gibi bir sahne yaşatır. Sonuç; kol, kafa, kanat, kaburga
gibi kırık çıkıklar hariç tam üç can yer ile yeksan olur. Basit bir su arkı
yüzünden üç koca can toprağa düşer.
Olay bir kasırga gibi gelişir. Bir yaz yağmuru gibi olur.
Önüne geleni alıp götüren… Ama bir bakarsın ki geride hiçbir şey bırakmayan,
üstelik kendisi de yok olan... Bütün bunlara değer mi dense de, bu kültür devam
ettikçe buna benzer olaylar daha çok yaşanacaktır.
Fırtına diner. Her yaşayan pişman... Köye gelen jandarma
Dirgen Ali ile beraber, tam dokuz kişiyi alarak uzun bir maceranın kollarına
atmak için Elbistan Ağır Ceza’ya olayı intikal ettirir.
Köyde büyük yas vardır. Bir ailede ikisi kardeş bir de
amcaları sırayla musalla taşına konmuş, namaz çıkışı cemaati beklemektedirler.
Yazıklar olsun Dirgenler diyen diyene...
Dirgenler ailesi, eve kapanmış olup, sıcağı sıcağına yeni
bir tahrik unsuru olmayalım diye... Diğer taraftan ise geride kalan erkeklerin
güvenlik ile ilgili gözleri açık ve tedbirlidirler. Hacce kadın ve
kayınbiraderleri köyde kalkacak olan cenazelere mi üzülsünler veya mapusa
atılmak maksadıyla alınan Dirgen ve oğulları namına mı üzülsünler, velhasıl
durumları hiç de iyi değil...
Bir de suçluluğun verdiği korku var. Kalkıp Elbistan’a
gidemiyorlar. Halihazırda geçim dünyası için yapılması gereken bir yığın iş
var. Aileyi ayakta tutan İncirli Köyündeki çiftliği mutlaka ilgi ve talimat
bekliyor. Önünün kış olması hesabı ile civar illere ihraç edilmesi beklenen
hayvanlar ile kalanların kış boyu tedariki, bunları geçtik işçilerin,
çobanların, maişet durumu... Onların çoluk çocuklarının rızkı... Hep yapılması
gereken işler.
Hacce kadın, bir süre bu problemlerin altında kendini yalnız
hissederken, olur ya tam yardıma ihtiyaç olduğu zamanda kardeşlerine haber
gönderse gelir, bir müddet dosta düşmana karşı yanında kalırlar mıydı fikriyle
baş başa olurken güvenlik gereği kendi kanından kimseyi haberci olarak
gönderemez. Norşun’un arazisi düz olduğu için gözleri hep yolda olur. Maravuz’a
giden gelen birileri olur mu acaba diyerek pencereden ovayı göz hapsine alır.
Öbür tarafta Kerevin Köyü’nden Dirgen’e kaçış hikayesinden
ötürü ailesinin büyüklerinin kendisine hala kırgın olduklarını düşünerek acısını içine bastırır. “Ve çocuklarımın dayılarına
ihtiyacı yok. Kol kırılır yen içinde. Ben Dirgen’in hanımıyım. Dayı da olsa,
amca da olsa durumdan kendileri vaziyet çıkarmazlarsa ben açlığımı kimseye
hissettirmeyeceğim”, diye düşünür.
Dirgen ve sekiz adamı, Elbistan Ağır Ceza’da yargılanmaya
başlanır. Savcı bir iki duruşma sonu suçlarının sabit görülmesi nedeni ile
haklarında idam ister. Davanın seyrini planlı programlı cinayet işleme ve
azmettirmeye yönlendirir. Dirgen Ali ciddi bir şekilde endişelenir. Zanneder ki
çoğuna idamdan tutturup uzun seneler yatabilecekleri hapis cezalarına
çarptırılacaklar. Bu telaşla iyi kötü okuması yazması olan birilerine bizzat
Atatürk’e ulaşmak üzere telgraf yazdırır. Gelen giden ziyaretçiler kanalıyla da
bu telgrafın Ankara’ya çekilmesini sağlar.
Telgraf Ankara’ya Atatürk’e ulaşır veya ulaşmaz orası
bilinmez ama bir müddet sonra Dirgen ve taifesinin dosyası Antep’e intikal
eder. Gayri Dirgen Antep Ağır Ceza’da yargılanacaktır. Ankara’ya çektirdiği
telgrafta Elbistan Mahkemesinden şikayetçi olduğu dolayısıyla daha adil
yargılanacak bir Ağır Ceza Mahkemesinin bulunduğu bölgeye nakledilmesi talebi
yapmıştı. Böylece arz ettiği talep yerine gelmiş sayılır.
* * *
Kiliseden dönme yaklaşık dokuz yüz mahkuma olumsuz
şartlardan ev sahipliği yapan Antep Cezaevine hulul ederler. Cezaevi geleneği
icabı bir kısım insanlar yönetimle işbirliği içinde, mahkumların tepesinde boza
pişirir. İstediğini atar istediğini döver veya bir şekilde sindirir. Bunlara
koğuş ağası denir. Tertip ve düzende, görünüşte yönetim, perde ardında ağalar vardır.
Bu durum iki tarafın da işine gelir. Adam başı her ay alınan bir lira haracın
yarısı cezaevi yetkililerine verilir. Geri kalanın yarısı koğuş ağasının
adamlarına paylaştırılır.
Sistem bu; Her halükarda sermaye kimsesiz zavallı
mahkumlardır. Bu sisteme karşı çıkanlar ya canlarıyla öder veya sürgünle
burunları sürtülür. Eğer güçlü bir şekilde duruş sergilenirse onun karşısında
ancak el öpülür.
Dirgen ve çocukları cezaevinin kapısında koğuşa ilk adım
attıkların da yüksek bir sesle; “Kementli midir, kendirli midir” sözüyle
irkilirler. Bu da neyin nesi derler kendi kendilerine. Daha önce tutuklulukları
olmuştur ama ne böyle bir dam’a girmişlerdir ne de böyle bir söz duymuşlardır.
Bekleyelim görelim derler ve kendilerine ait ranzalara uzanırlar. Hiç kimsede
ses yok. Herkes bön bön bakıyor. Belli ki aynı anda dokuz mahkum bir anda
gelmemiştir. Koğuş ağası ve adamları nasıl davranacaklarını bilmezler. Çünkü bu
denge işi. Dokuzu birden geldiğine göre aynı zamanda birbirleriyle akraba
iseler sindirme siyasetinin kurallarını nasıl işletecekler. Nihayet biri ses
verecek.
Dip tarafta döşeğin üzerinde oturan çam yarması bir mahkum
ağır ağır kalkar ve ayakta seslenir; “Hoş gelmişsiniz ağalar”. Ardı kesilmez...
Bön bön bakan insanlar birbirleriyle yarışırcasına geçmiş olsun, Allah
kurtarsın, hoş geldin, bir saate yakın sürer.
Koğuş ağası ilk kılçığı atmak amacıyla adamına bağırır.
“Ağalara dokuz kayfeli…” Kahveler gelir ve içilir. Adettenmiş, her kahve
karşılığı bir altın verilme mecburiyeti... Bunu Dirgen’in kulağına biri
fısıldar. Dirgen, kahve tepsisinin üzerine dokuz gümüş koyar ve her mahkumun
duyacağı yüksek sesle “Ben adetinizi kırıyorum. Söyle ağana bizden haraç
işlemez” ifadesini kullanır.
Diğer mahkumlar tedirgin, kavga gürültü kopacağından korkarlar. Onlara göre atla katırın
tepişmesinde olan eşeğe olur hesabı yapılır. Öbür ağanın zulmünden çok çekenler
için ise bu bir fırsattır. Diğer tarafta Dirgen’ler geldikten sonra ağada bir
yumuşama, bir değişiklik olmuştur. Kader kurbanları bunlar. Genelde hayatı cezaevinde
öğrendikleri için sabırlı olmayı ve tez canlı olmamayı, yaşamak için en büyük
nimet sayarlar. Özgürlüğün kıymetini bilselerdi buralara hiç düşerler miydi?
Günler, aylar geçer. Dirgen, ağa’yla uzlaşarak aylık bir
lira olan haraç kalkar. Ağa normalleşir. Bu arada açık bir şekilde Dirgen’in
yanında ilk günden itibaren yer alan birkaç kişi Dirgen’in bilgisi dahilinde
başka koğuşlara atılır.
Nice sonra sorar:
“Kementli mi kendirli mi” ne manaya gelir. Cevap; kementli
zengin, kendirli fakir demekmiş. İlk girişte
bu bilgiler gardiyanlar vasıtasıyla alınarak koğuş ağasına kementli yada
kendirli kelimesiyle bilgi verilirmiş. Ağa da kementli ise kahve, kendirli ise
çay veya bir bardak su verdirirmiş. Tabi hasılatı da ona göre olsun diye.
Mahkemeleri ağır cezada devam eder. En küçük bir bilgi için
dahi iki, üç ay ileri tarihe atılan mahkeme gününün keyfiyeti savcılara kalmış.
İnsanın kıymeti tam olmazsa kurallar çoğu zaman onlara zulmeder. Derken mahkeme
on altı ayda ancak neticelenir. Dirgen içeride edinmiş olduğu bilgilerle
ifadelerin değiştirilerek yatılacaksa birkaç kişi yatmalıdır. Ne kadar adam
kurtarırsak o kadar kârdır düşüncesiyle suçların oğlu Abbas ile iki yeğeni
üzerinde toplanmasına sebep olan ifade birliğine varır.
Dirgen cezaevinde iken yörenin ileri gelenleri başta Demirci
Halil, Haşim Ağa, Menzoğlu Ahmet olmak üzere, ilçede de Çölbeyi, Arif Ağa ve
Kaymakam başkanlığında sulh olur. Çok büyük denecek kadar olan mal varlığı kan
parası olarak ödenir.
Hacce kadın rahatlamıştır. Dirgen ve çocuklarının özlemiyle
her gün deyişler eşliğinde gözyaşı döker. Antep uzak yerdir. Nasıl gidilir,
nasıl gelinir. Hele de bir kadın için... Hacce kadın ömründe köyden dışarı
çıkmamıştır. İlkbaharda çıktığı Tikenli Yaylasında “İşte Antep şu yana düşer
demişlerdi o kadar…” Duygularını diliyle ifadeden başka yapacak bir şey yok.
Bazen Antep’e gidenler olur. Yalvar yakar bir mektup, dahası mırıldandığı bir
deyiş, veya bir çift söz göndermek ister.
Kalpten kalbe yol varmış derler. Antep’ten gelen bir köylü
Dirgen’inden mektup getirmiş.. Hacce kadın hiç bu kadar mutlu olmamıştır. Okuma
yazma bilen torununu yanına alarak odasına çekilir.
“Oku gurban, deden ne yazmış çabuk oku. Kalbim küt küt
atmaya başladı” deyince çocuk okumaya başlar.
* * *
Binboğa dağına çadır kurardım
Haksızları diyar diyar kovardım
Bu kara kaderi ben mi, aradım
Alnıma yazılmış böyle bir yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim
bazı
Tikenli’nin vakti yeni mi geldi
Gönlüm rüyada oraya vardı
Yörü bire dağlar düşmana kaldı
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim
bazı
Ekinlerim el eline kaldı mı
Mor koyunum bel önüne geldi mi
Yiğit mapus olmakla öldü mü
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim
bazı
Fakım Muhammed’e hiç kerdir
etmez
Bu eski düşman der kalbinden hiç
gitmez
Malımı hep versen aç itlere
yetmez
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim
bazı
Esem küçük kavgasız durmaz
Düşman ahvalinde hiç kimse
bilmez
Dayıları ihmal imdada gelmez
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim
bazı
Bu yazdığımı sevdiğime gösterin
Şu Antep’ te dokuz yiğit
beslerim
Haccem senden karşılığını
isterim
Alnıma yazılmış bu kara yazı
Kader böyleymiş Haccem söylerim
bazı
* * *
Dirgen deyişinde der ki “Haccem senden karşılığını isterim”
Hacce kadın Dirgen’ine bir ömür boyu karşılıklı bir şey vermemiştir ki bu
deyişinden ilhamla karşılık vermiş olsun. O zaten dolu dolu bir değil birden
çok, yalnızlığında mırıldandığı deyişlerini göz yaşlarına ısladıktan sonra
tıpkı bir fatiha gibi okuyup üflemiştir Antep’e doğru. Duyguların en çok
yoğunlaştığı deyişler olmazsa bunalıma girer. Yataktan kalkamaz. Bunca çileye
rağmen dimdik ve gururlu... Çocuklarının Dirgen’den sonra tek dayanağı Hacce
kadının zaten karşılık olsun diye değil de dışarıdan bakanların “cevabi” dediği
şu deyişi kaleme aldırarak Dirgen’ine
gönderir.
* * *
Kaderin böyleymiş beyim yoktur
bahane
Karga hücum etmiş beyler uçan
Şahan’a
Bir parmağını değişmezdim cihana
Beyimi konağında göreydim bir
gün
Beyim ile çok safalar sürdüğüm
Gelenine gidenine ağır yemek
verdiğim
Kıratına gümüş takım vurduğum
Muhammed’imi üstünde göreydim
bir gün
Çifte gelinlerin yola bakıyor
Kıratın kişnemesi bizi yakıyor
Fakım Tikenli’ye düşman çıkıyor
Fakımı yaylalarda göreydim bir
gün
Aslanım Muhammed’im yaktı özümü
Hapis ettim koç yiğitlerimin
bazını
Beyim sağlıklı iken göreydim
yüzünü
Çifte kurbanlar keseydim bir gün
İsmail’i sizden aşağı görmesin
Abbas,Yemliha’mı gönlümden
silmesin
Bin öğüt verseler birini almasın
Dokuzunu da köyde göreydim bir
gün
* * *
Koğuş Ağasının “Dirgen mektubun var” uyarısıyla nerede
gezdiği bilinmeyen bir alemden, içinde bir yığın kader kurbanı olan dört duvar
arasına iner. Mektubun üzerindeki yazıyı tanır. Ama kör olsun kader erken
doğmuş olduğu için mektep medrese yeni yazıya göre okuma ve yazması
olmadığından bilen birini bularak kendine göre mahrem olan sırların ifşa
olmasından rahatsızlık duyarak çekine çekine okunanı dinler.
İyi kötü Arapça harflerle insanlar anlaşabiliyordu. Eğitim
veren kurumlar bu harflerle okuma yazma öğretiyordu. Dolayısıyla okumuş insan
sıkıntısı çekilmiyordu. Kabul edilen yeni alfabeleri kimse bilmiyor. İlk
mekteplerin açıldığı kasabalarda küçük büyük demeden okuma seferberliği olmuş
ve lakin kimse doğru dürüst meramını anlatacak seviyede değil. En azından
Dirgen ve köyü olan Norşun’da insanlar yazılı olarak anlaşmakta zorluk
çekerler.
Bundandır ki, ne Dirgen’in Hacce’ye gönderdiği mektup, ne de
Hacce’sinden alınan cevap kolayca yazılmış veya kolayca okunamamıştır. Gelen
kağıtların dilinden anlayan insanların zorluğunu bilen bilir.
On altı ayın sonunda beratları verilen altı kişi ile beraber
Dirgen kapı dışarı konulmasını bekler. Yönetim başka vukuattan suçları olup
olmadığını araştırmak için ilgililerin nüfusunun bağlı olduğu adli makama
telgraf çeker. Beraat kararına rağmen aynı gün dışarı çıkmak ne mümkün.
Devletin resmi kurumları arasındaki yazışmalar günler haftalar bazen de aylar
alır. Öyle ya, aynı odadaki bir evrakın yan masaya intikali belki bir hafta
süren bürokraside işlerin pratik olarak ele alınması ve mağduriyetlerin
giderilmesi ne mümkün. Dirgen ömründe en az yirmi beş otuz defa adliyelik
olduğu için bunları bilir. Diğer beş kişinin de heyecanlanmadan beklemelerini
telkin eder.
Gecikmeli de olsa nihayet
beklenen bilgiler cezaevi yönetimine gelmiştir. Gardiyan ayrılma saatini
bildirerek “Hazır olun” emrini verir.
Dirgen sakin, diğerleri sevinçli, iki yeğenle Abbas ise üzgün…Dirgen:
Geride kalacak olanları ranzasının yanına çağırarak;
- “Bakın çocuklar biriniz oğlum, ikiniz yeğenimsiniz.
Öncelikle gösterdiğiniz fedakarlıktan, burada kaldığınız müddet boyunca da
şahsıma duyduğunuz saygı ve hürmettten ziyadesiyle memnun oldum. Öyle ya burası
“dam’dır” İnsanlar burada babasını bile tanımaz. Ama siz ha dışarı, ha Dam fark
ettirmediniz. Allah sizden razı olsun. Ben sizden çoktan razıyım. Şunun
şurasında fazla bir şey kalmadı. Kısa bir süre sonra sizi almaya bizzat
gelirim. Ha bir şey daha var. Abbas oğlum, Yemliha’ya dikkat et. Onun sağılığı
biraz bozuk gibi. Yeme yedir, giyme giydir. Sonra ben köye varınca bacına ne
derim. Diğer mahkumlarla uyum içinde olun. Ben ağayı bir daha tembihlerim. Sizi
korusun, gözetsin diye...
Şimdi hem iki çift söz edeyim, hem de anladığı dille biraz da para
vererek onunla bir konuşayım. Biliyorsunuz, onun dini imanı para ve güçtür. Biz
gidince size güç gösterisinde bulunmasın diye bunu yapacağım. Gelin hepinizi
kucaklayayım. En kısa sürede köyde buluşur, yeni sene ilkbaharda Tikenli’ye
beraber çıkarız” dedikten sonra önce Abbas’ı, İsmail’i, Yemliha’yı bilahare
diğer mahkumları kucaklayarak helallik diler. Adettendir en sonunda koğuş
ağasını kucaklamadan yan tarafa çeker. “Çocukları sana emanet ediyorum. Eceli
ile bile olabilecek her durumdan seni sorumlu tutarım. Aksi bir durumda
herhangi bir şikayet duyarsam Allah’ıma yemin olsun ki gelir bu damı başına
yıkarım. Yapamazsam dışarıdaki ailenin köküne ayran suyu dökerim. Bunu
bilesin...” diyerek elini ağanın cebine sokar. Ardından iki elini omzundan
tutarak sarılır ve yüksek sesle hakkını helal et ağam diyerek çocuklarının
hazırladığı çantalar alınır ve nizamiyeden dışarı çıkılır.
* * *
Bir mektubun taş atımlık mesafelere bile bir iki ayda
gittiği o dönemde Dirgen’in mahkemesinin takibi, alınan cezalar ve verilen
beraatların köyde bilinmesi çok zordur. Ayda yılda bir, sırf ziyaret maksadıyla
Antep’e gidilecekte doğru yanlış biraz bilgi getirilecek. Olabilen her şey
tıpkı böyle sürpriz olmaktadır.
Hacce kadın daha çok rüya alemindeki hallere göre “Elleham
öyle, Elleham böyle” diye tahmini yorumlar yapmaktadır.
O gece karışık rüyalarla uyanır. Adeta içi yanıyor.... Allah
Allah der. Akşam hiç de bir şey yememiştir. Bu yangınlık niye acaba diyerek su
içmeye yönelince kendini meşgul eden rüyayı unutur. Suyu içemez. Ama tekrar
başını yastığa koyunca yarı uyku yarı
uyanık “Haccem geliyorum” gibi bir şeyler duyar. Gayri uyanıktır. Bu ses onun
sesi. Hiç umudu yok ama gerçekten gelebilirler mi? diyerek sabahı bulur.
Kendisini de bu rüyaya inandırarak ümitle gözlerini ovanın düzlüğünde
gezindirmeye başlar.
Dam dışına çıkan Dirgen ve diğerleri güç bela Maraş’a
ulaşır. Nüfuzlu ve zengin dostları vardır. Hangisine varsam diye düşünürken
cömertliğinden emin olduğu Kadıoğulları’ndan Ahmet Efendi aklına gelir.
Hanesine destur isteyerek varır ve umduğundan daha fazla ilgi ve iltifatla
karşılanır. Öyle ya altının kıymetini sarraf, beyin kıymetini de bey bilir.
Bey, ağayı bey gibi karşılamıştır. Özgürlüğün tadını, Maraş’ın havasını,
dostların sohbetini biraz daha çıkarması için ev sahibi tarafında ısrarla
kalınması yönünde telkinler yapılır. Dirgen, minnet duygularını arz ettikten
hemen sonra ayrılmak ister. Ev sahibi Dirgen’in bineksiz olduğunu anlayınca
gözü gibi sevip koruduğu kıratını, gümüşten eğerini de vurarak misafirine zorla
ikram eder. Bu at Dirgen yaşadıkça yaşayacak ve onun Hacce’den sonra en kıymetli
varlığı olacaktır.
Dirgen, geç vakit Afşin’e gelmiştir. Çok yorgun oldukları
için hiçbir dostu rahatsız etmeden bitli palas otelinde kalır. Köy yakın ama
gecenin bu vaktinde karışıklık yaratmamak, bir de ufak tefek hediye almadan
varılmasının hele de torunlarına eli boş gitmesinin uygun olmayacağını hesap
eder.
Sabah erken kalkılır. Civarda bulunan bir atlıyı, haber
vermesi için Norşun’a gönderir. Hacce kadın aileye güneşten erken doğduğu için
kahvaltıyı yaptırmış. Bu gün bir şeyler olacak, bir haber alacağız, inşallah
iyi haber olur diye heyecanlana dursun; atlı haberci, tozu dumana katarak
Norşun’a bir solukta varır. Dirgen Ağanın konağını bildiği için atın
dizginlerini çekerek “Ev sahibi, Hacce
Ana” diye bağırır. Hacce kadın, o yaşa rağmen “Anan kurban olsun yavrum ben
Hacce Ana” diye cevap verir. Haberci:
-“Dirgen Ağam ve beş çocuğu şu an Afşin’deler. Alış veriş
yapıyorlar. Haber vereyim diye beni gönderdiler. Müjdemi ver anam” deyince
Hacce kadının tamam işte beklediğim haber, ben size dememiş miydim. Onun için
hiç uyku girmedi gözüme. Tez olun çocuklar, gelinler, gardaşlarına da haber
verin...
-Oğlum haberci, karşıdaki ahıra gir. Müjdene karşılık
götürebileceğin ne varsa atıyın terkisine at ve yoluna devam et. Bana en büyük,
en güzel haberi getirdin. Hadi oğlum dediğimi yap yoksa ben seninle daha fazla
ilgilenemem.”
Hacce kadın hemen adam başı bir olmak üzere altı adet kurban
kestirir. Gelinler hareketli. Temizlik işlerinin yanında avluda kurulmuş
kazanların altını odunla beslemektedirler. Dirgenler, hep konakta... Ata iyi
binenler karşılamaya çoktan çıkmışlar bile. Köylü şimdiden “Gözün aydına
gelmeye başlamışlar…”
Kuşluk ile öğle ezanı arası Dirgen, konağa iner. Ortalık
sarmaş dolaş, düğün havası gibi. Köyde bir hareketlilik var. Bir kısım köylüler
donuk. Barış sağlanmış olsa bile, vücut dillerinde soğukluk var...
O günden itibaren Dirgen’in evinde tam bir hafta kesilen
kurbanlar ve yapılan yemeklerle köylüye sofra açılır. Kapalı kalan hanede
bundan böyle hareketlilik sürekli... Tıpkı eski günlerdeki gibi devam edeceğe
benzer.
Gönülleri tevhitle
buluşur bir gün, insanlar barışıp uzlaşır bir gün. Sana yeten az seni azdıran
çoktan iyidir. İman sahibi az konuşur, çok iş yapar. Münafık ise çok konuşur az
iş yapar. Kötülere karşı aynı şekilde mübadele etmek haktır. Ama sabretmek daha
üstün bir meziyettir.
Dirgen Ali Menzoğlundan sadır bu öğüdü şimdi daha iyi
anlamıştır anlamasına ama dönülmez akşamın ufkunda vakit çook geç...
BÖLÜM 8
Hava gurbet,
toprak gurbet, su gurbet
İçin için
yaktı beni bu gurbet
Benim derdim
ne gurbettir ne sıla
Dost ufuklar
düşünceme dar benim
Abdurrahim
Karakoç
Ana baba
vesiledir ortada
Kim gönderdi,
nasıl geldin, de hele
Et, kemik, kan
mevcut durur mevtada
Eksilen ne?
Niye öldün? de hele
Abdurrahim Karakoç
Mektubun arka yüzünde hanımı ve çocuklarını kaleme aldığı
özlem dolu ifadeler Ali Haydar’ın valizini zaman kaybetmeden hazırlamasına
vesile olur. Aradan tam on beş yıl geçmiştir. Köprülerin altından çok su akmış
kendi görünüşündeki değişiklikleri görmeden eşinin ilerlemiş yaşının verdiği
aşınmayı ve çocuklarının on beş koca senede ne kadar değişebileceğini hayal
eder.
Geçimleri konusundaki sıkıntılarının olmaması tek teselli
kaynağıdır.
Tekrar Türkiye’ye dönünce ne işle uğraşacak... İzmir’e ve
Konya’ya yerleşemez.
O halde bir müddet çocukları ile köyüne dönmek ana, baba ve
tüm köylüler ile hasret gidermek benim için en iyi olacaktır der. Hiçbir şey
yapamaz ise az buçuk tarlası olduğu için eker, biçeriz ve küçükten beri
havasına suyuna hasret kaldığım Tikenli’de özgürlüğümün tadını çıkararak
yaşamak isterim. Haftalık Cuma saatlerinde ilçeye inerek vaaz bile verebilirim.
Böylece hem kendimi yetiştirir, hem de yılların kopukluğunu yaşadığım bölge
halkıyla bile tanışır ve kaynaşarak zamanımı geçiririm hesabını yapar
* * *
Abbas, yeğenleri İsmail ve Yemliha almış olduğu
mahkumiyetlerden gün sayadursun, Yemliha da günler azaldıkça sanki başka bir
şey daha azalıyormuş gibi bir hâl olur. Geceleri sürekli terliyor. Gece gündüz
demeden sürekli öksürüyor ve iştahı zayıf. Bazı zamanlarda sayıma bile
çıkamıyor. Benzi sapsarı ve yüzü diğer uzuvlarının aksine tombul gibi,
sanıyorum şiş... Koğuş Ağası Abbas’dan daha fazla ilgileniyor. İkide bir “Abbas gardaş ne yapılacaksa yapalım. Ne
kadar uğraştığımı Dirgen bilsin” gibi aleni ifadeler ediyor. Bir ara koğuş
ağası hapishane doktorunun çağırılması için yönetime başvurur. Durum uygun
görüldüğü için doktor gözetiminde Yemliha hastaneye kaldırılır. Tam bir ay
doktor denetiminde tutulan Yemliha iyi beslenmek ve temiz hava şartlarına uymak
kaydıyla tekrar hapishaneye yollanır.
Hapishanede bu şartlar ne gezer. Koğuşlar güneş bile
almıyor. Havalandırma zayıf. Mahkumlar çok kötü şartlarda yatıp kalkıyor. Hastalara
özel muamele çok büyük lüks. Buna rağmen Abbas ve koğuş ağası çırpınmaktalar.
Yemliha iyileşeceğine daha da kötüleşir. Hatta bir sabah
öksürürken kan kusar. Dünya gözüyle köyünü, sevdiklerini göremeyecek olmanın
ezikliği ile tamamen umutsuzluğa düşer. Sanki ölümün soğuk yüzünü hissetmiş
gibi... Dayısına “Ben herhalde çıkamayacağım. Bu konuda hastalığımın
ciddiyetini anladım. Geride bırakacaklarım sana emanet. Dirgen Dayıma selam
söyle. Hakkını helal etsin. Anama, babama ve doyamadığım eşime iyi baksın…”
Sesi zayıflar daha kısık bir halle “hakkınızı helal edin” zor çıkar ağzından.
Evet Yemliha ölmüştür. Dirgen Ali’nin yeğeni Yemliha, kızının kocası damadı
Yemliha ve dahası Ali Haydar’ın çok sevdiği yeğeni Yemliha artık yoktur. Mapus
günlerinden önce ömür gününün biteceğini kim bilebilirdi.
Yemliha’nın cenazesi Antep’te garipler mezarlığına
defnedilir. O günün şartlarında bırakın ölüyü diri olan bile onca yolu aşarak
köyüne dönemezdi. Gönül arzu ederdi ki cenaze köye getirilsin... Ama ne mümkün. İnsanlar böyle durumlarda yaban elde
defin olayına değil de başında bir
dikili taşın olmayışına üzülürler. İşte Yemliha ya bu kadarcık ta nasip olmaz.
* * *
Ali Haydar istasyonda iner ve geleceğinden haberi olan
karısı ve çocuklarını bulmak maksadıyla heyecanlı olarak etrafına göz gezdirir.
Kendisine doğru “Babacığım” diye seslenerek gelen çocukların tarafına döner.
Bakar ki hamle kendisine yönelik, tanımadığı halde karşılık verir. Ve bir
noktada kucaklaşır. O anı hafızalarda bile görüntülemek istemez insan. Ortalık
göz yaşlarına boğulur. Soğuk kanlı görünmeye çalışan kayınpederi bile elinde
mendil, gözleri üzerinde gezdirmekte...
Aile efradının kaynaşması ve hasret gidermesi bitmiştir.
Köyüne dönüp uzun bir müddet çok ihmal ettiği ana, baba ve diğer akrabaları ile
olmayı arzuladığını nezaketen söyleyerek izin alır. Bu durumu çocukları da çok
istemektedir. Lüzumu halinde geri dönebileceğini söyleyerek köyün yolunu tutar.
Gözünün nuru Ali Haydar ve torunu Yemliha’dan uzak kalmak
sanki Fadime’nin kaderidir. Aslan gibi iki evlattan Yemliha’nın sağ salim
gelmesi beklenirken kara haberi gelmiştir. Genç karısı ve küçük çocukları ve
dahası anası... Allah düşman başına vermesin. Acı büyük. Fadime, Ali
Haydar’ını, torununun acısı esnasında unutmuş görse de kalbinin derinliklerinde
çok özlediği yavrusu için “ah bir gelse” diyerek dertlerinin hafifleyeceğine
inanır.
Yeryüzü denge üzerine yaratılmıştır. Allah acının yanında
tatlıyı, iyinin yanında kötüyü, gecenin yanında gündüzü, sırf denge üzerine
yaratmamış mı? Yemliha’nın ağıtı bittikten gayri köylünün, gelen ve gideninin ayağı
çekildikten sonra yıllardır hasretinden kavrulduğu Ali Haydar, gelini ve
torunları bir gece ansızın köye damlar.
Yemliha’nın öldüğünden habersiz köye sürpriz yaparak gelen
Ali Haydar hasret giderdikten sonra çok sevdiği yeğeni Yemliha’yı da sorar.
Hane halkı önce kem küm eder. Sonra da nasıl olsa duyacak, bari bir an evvel
söyleyelim derler. Ali Haydar ziyarete değil, sanki cenaze evine, taziye
amacıyla gelmiş gibi olur.
Dayı Dirgen, Hacce’ye “Hadi hanım Ali Haydar’a hoş geldin e
gidelim” diyerek yola düşer.. Çünkü Dirgen bu zaman zarfında daha da
olgunlaşmıştır. “Ben dayıyım. Köye gelmişse bana da gelmeli” anlayışıyla
bekleyeceği yerde gönüllü olarak gelene hoş geldin e gidilir tavrı onu mutlu
eder.
Geç vakte kadar hoş beş sohbet edilir. Dirgen ve diğer
misafirler dağıldıktan sonra Ali Haydar, ana ve babasını karşısına alarak
Yemliha’nın ölümünden dayısı Dirgen’i sorumlu tutan sert ifadeler kullanır.
Anası Fadime “Yok oğlum; Önce anla, sor soruştur” dese de Ali Haydar
Yemliha’nın ölümü ve köydeki düşmanlıkların tamamının müsebbibi dayısı olduğu
fikrinden vazgeçmez.
- “Bu adam yıllar var ki köye ve köylüye zulmediyor. Dayımız
diye her olayında destek olduk. Haksızlık karşısında olmak dilsiz şeytan olmaktır.
Bundan böyle kendime yakışanı yapacağım. Dirgen Ali’nin yanlışlarına karşı
olacağım” gibi düşünceler beynine bir ok gibi saplanır durur.
Ali Haydar köye geldiği günden beri anasının evi hiç boş
kalmaz. Fadime kadın ilerlemiş yaşına rağmen önce torunu Yemliha’nın acısına,
şimdi ise Ali Haydar’ının aniden gelişi sevincine insanları ağırlamak, izzeti
ikram da bulunmak için gayret eder.
Taziyeye gelenleri ağırlamak daha kolay. Baş sağlığı, Kur-an
okutmak gibi uhrevi duygular yaşandığı için insanlar uzun müddet lakırdı etmez.
Ama bu farklı. Tahsilli, kültürlü, üstelik gözü kara bir cemiyetçinin huzuruna
gelip de onun sohbetini uzun uzun dinlemeden gitmek var mı?
Ne konuşsa köylü “beli” diyor. Cemaatte iltifattan ileri
gidildiği vakıa olursa Dirgen’in gözüne bakılarak kendilerine gelenler, sohbet
esnasında uyuklayıp da Dirgen’in varlığı aklına gelince toparlananlar zamanla
bilir bilmez sorularla Ali Haydar’ı bunaltanlar da olmuyor değil.
Ancak bu durum Ali Haydar’ın hoşuna gitmektedir. Bu yolla
köylünün üzerinde egemenlik kurabileceğini, öncelikle de dayısı Dirgen’in
nüfuzunun azalacağına inanır. Halbuki köylü milletinin bu tür konuşmalara kısa
sürede doyacağını hesaba katmaz. Dayısı Dirgen’in belki tahsili, kültürü yok
ama hiçbir zaman da ağalığından ödün vermeyeceğini hesap edemez. Ağalıkta öyle
kolay kolay olur mu? İşte Dirgen’de olup da Ali Haydar’da olmayan şey; feraset
ve geçer akçe olan yiğitçe duruş...
Ali Haydar’ın geldiğini haber alan Menzoğlu Ahmet
Efendi “Ne de olsa tuz ekmek yedik”
üstelik kendisinden sonra medreseye geldiği için “Üzerinde emeğimiz var”
diyerek hoş geldin ve geçmiş olsun, demek için Norşun’a varır. İki eski
medreseli, iki denk insan ve dahası bölgenin tahsil yapmış iki büyük ismi
birazdan buluşacaktır.
Ali Haydar, Menzoğlu’nu köye girişte karşılar. İleri
gelenler meclise davet edilir. Dirgen Ali de, biri yeğeni diğeri çok
etkilendiği alim olduğu için kendiliğinden tabir yerinde ise durumdan vazife
çıkararak meclise varanların başında yer alır. Bu tavır ilim adamına saygının
bir ifadesidir. Yoksa Dirgen bu; davet edilmediği veya sakalının altından
geçilmek maksadıyla yapılan buyur teklifine hiç riayet eder mi?
Üstelik meclis sahibi bacısıdır. Yani kendi evi. O halde evi
gibi davranarak Ali Haydar’ı yok farz etmelidir.
Menzoğlu hoşgörü tabiatlı, oturmasını kalkmasını bilen ve
yöre kültürünü özümseyen biri... Arkadaş grubu ile beraber köye girdiğinde
“Önce Dirgen’in hanesine uğrayalım. İlmi siyasete bu uygundur” diyerek haneye
varır. Kendisini Ali Haydar’ın odasında beklemek niyetiyle gittiğini duyunca
“İşte töre, işte siyaset ve büyük adam vesselam” gibi etraftaki arkadaş
grubunun da duyacağı şekilde sözler sarf ederek Ali Haydar’ın hanesine yönelir.
Ali Haydar, dayısının da kendi hanelerine gitmesinden
memnun. Hoş beş kahvelerinden sonra birkaç uyanık ve meraklı köylü tarafından
muzip sorular ulu orta yöneltilmeye başlanır. Dirgen ağırlığını muhafaza
ediyor. Ama sorulardan memnun. Menzoğlu’nun gücünü biliyor. Ali Haydar’ın köyde
ciddi bir sempati alanı oluşturduğunu da biliyor. Bu gücün “O kadar da
değilmiş” denmesini için için istemektedir.
Çünkü yeğenindeki gelişmelerden rahatsız. Yıllar var ki
köyde dengeler kurulmuş. Herkes kaderlerine razı... Bu dengeler durup dururken
kendiliğinden olmamış. Büyük bedeller ödenerek elde edilmiş. Şimdi ise kendi
kanından, kendisi tarafından okutulan birinin bu dengeleri yerinden oynatarak
değiştirme çabaları var. Korkusu, verilen bedellere yeni bedellerin
eklenebileceği. Ve bunun altından yine kendi kanı, canı olan insanların bir
şekilde etkileneceği...
Dayısının bu gerçekleri yanında Ali Haydar olaylara çok üst
perdede yaklaşmaktadır.
- Sen Ali Haydar. Yıllarca
en iyi hocalardan eğitim aldın, yetmedi askerliğini komutan olarak
yaptın, yetmedi memleketin olumsuz gidişatına baş kaldırarak ülkenin kaderini
değiştirecek etkinlikte bulundun, yetmedi bir çok Osmanlı ülkelerini gezdin,
yetmedi halen bir yığın yüksek yerlerde bulunan eş-dost ve arkadaşların var.
Öyleyse şu küçücük feodal yapıda olan köyde ağırlığını ve etkinliğini ispat
ederek nasıl tek bilen olamazsın? Tek engel dayın Dirgen. Onun da kapasitesi
hiçbir alanda seninle boy ölçülebilecek durumda değil. Zemin müsait. Dirgen’in
köylüye uyguladığı zulüm de işin cabası. Baksana daha şimdiden insanlar seni
kurtarıcı olarak görüyor” gibi sessiz düşünedursun. Bir köylünün sorusu üzerine
Ali Haydar kendine gelir.
Misafirinin müsaadesiyle; “Cebrail, Ademe üç nur getirdi. Biri akıl, biri iman, biri hayadır.
Üçünden birini seç dedi. Adem akılı seçti. İman akılın olduğu yerde ben de
olurum dedi. Haya, iman nerede ise ben ondan gayri yerde olamam diyerek aynı
safa geçtiler. Çünkü Allah önce aklı yarattı” gibi felsefi sözlerle köylüyü
cevaplamak istedi.
Kurnaz adam şu Ali Haydar. Köylüye anlaması mümkün olmayan
cevabi sözlerle Menzoğlu’nu taşlamaya çalıştığı belli. Ama bu güzel girişe
Menzoğlu ne der. Ancak tasdik eder.
Menzoğlu da bu konuda Ali Haydar’ı kendisinin üslubu ile
tasdik etmek maksadıyla:
- “Kalp vücut içinde
bir köşktür. Marifet o köşkün sultanıdır. Akıl ise oraya validir. Bütün vücut
ona uyar. Akıl iyi olursa kalp güzel şeylere yönelir. Kalp güzelliğe dönünce
nefis ona uyar. Dil o alemin tercümanıdır. Muhatabını kelimelerin dişisini
seçerek ifade ederse sulh olur, barış olur.” diyerek aklın doğru ve nefis
üstü kullanımıyla insanoğlunun yer yüzünü cennete çevirebileceğini vurgular.
İlahi referanslarda akla ne kadar önem verildiğini, Ali Haydar’ın da ifade
ettiği gibi aklı olmayanın imanı da, hayası da olmayacağını destekler mahiyette
ifadelerde bulunur.
Ali Haydar köylünün belki anlamakta zorlandığı üst perdede
bu girişlere bir misalle desteklemek için söz alır. Devamla:
-“Ormanların padişahı aslan avını vurduğu gibi uzatır.
Başlar homurdanarak yemeye. Bu arada ağzı sulanarak sofranın etrafında belli
mesafede kendisini gözetleyen tilkiyi fark eder. Tilki:
- “Bütün tebaan açlıktan kırılırken sen, benim güzel
kıralım, boğazından lokmalar nasıl geçiyor” diyerek hüngür hüngür ağlar. Karnı
doyduktan nice sonra aslan tilkinin ağlamasından dolayı insafa gelir. “Gel
sende bir taraftan başla” teklifini yapar. Bunun üzerine tilki nazlanır ve “Ne
mümkün efendim, kralın sofrasında onunla eşit hukuka sahip olarak nasıl yemek
yiyebilirim.” diyerek ağlamaya koyulur. Aslan bakar ki iki gözü kan çanağına
dönen tilkinin sofraya gelmesi için kendisinin şöyle kenara çekilmesi gerektiğini
zanneder ve öyle de yapar. Tilki yine “Olmaz der. Senin elin ayağın serbest
iken ben nasıl korkmadan sofraya varabilirim” dediğinde aslan; peki ben karnımı
doyurdum. Seninde karnının doyması için merhamete geldim be adam. Bunu
yapabilmen için daha benden ne istersin dediğinde tilki:
- “Efendimiz elini kolunu bağladıktan sonra ancak karnımı
doyurabilirim” der. Tamam öyle olsun diyen aslanın eli kolu tilki tarafından
yemekteki bağırsaklarla iyice bağlanır. Tilki kendinden emin başlar yemeye...
Öyle ağır ve şatafatlı bir yemek sefası sergiler ki, aslanın varlığına hiç
tınmaz. Kavurucu sıcaklar artmaya başlayınca aslan ellerinin ve ayaklarının
çözülmesi için homurdanmaya başlar. Derken yakıcı sıcaklarda aslanın el ve
ayaklarına bağlanan bağırsaklar kuruyarak ona aşırı bir işkence vermeye başlar.
Aslan tilkiye önceleri sert, ilerleyen dakikalarda rica ediyormuş gibi
yumuşakça, ipinin çözülmesi isteğini tekrar tekrar dile getirir. Bu isteğe
tilki kendinde emin hiç yüz vermeden karnını doyurmaya devam eder.
Bu arada bir tarla faresi aslanın sırtından kulaklarına
kadar yol kat ederek “aslan kardeş istersen ipini çözebilirim” önerisine aslan
gururuna yedirerek hiç duymamazlıktan gelir. Sıcaklık arttıkça aslanın eli kolu
daha da fazla acımakta olduğu için farenin ikinci defa söylediği yardımı kerhen
kabul eder. Fare ipi kemirerek çözer çözmez tilkinin dizlerinin bağının
çözüldüğü ve olduğu yerde kaldığı görülür. Aslan ise olanca hızıyla yükseklere
doğru koşmaya başlar. Yolu üzerindeki diğer aslanlarında peşine düşmesini
isteyerek dağın doruğuna çıkar. Arkadaşları bu ne hal, anlat bakalım. Bizi bu
kadar heyecanla buraya neden getirdin, dediklerinde aslan biraz soluklandıktan
sonra başından geçeni anlatır:
“Eğer bir memlekette aslanın eli ve ayağı tilki tarafından
bağlanır, kötü tarla faresi tarafından da rica minnet çözülürse, aslan bile
olsan o memlekette yaşanmaz arkadaşlar. Ondandır ki aslan neslinin zarar
görmemesi için takdir edersiniz ki bu tedbiri aldım.”
Ali Haydar’ın verdiği bu misal köylünün tam anlayacağı
dildendir. Onun için çok hoşlarına gider. Dayı Dirgen de sevmiştir bu örneği.
Zaman zaman Tikenli özlemi duyması, köyün fitne ve fesat insanlarından
uzaklaşması ona tıpkı aslan gibi özgürlüğü ve delikanlılığı verdiğini bilir.
Gönül isterdi ki yılın on iki ayında da Tikenli’de ola... Ovaya inip insanlarla
uğraşmak, neyine. Yediriyorsun, içiriyorsun ve her türlü problemlerini
hallediyorsun; bir bakıyorsun ki karşına geçmiş. Geçer akçe olan güç olmasa
birlik dirlik mi sağlanır?
-Ben Ali Haydar olarak aslan durumuna düşmek istemedim.
Ülkenin yönetiminde tilki karakterli insanların çokluğundan rahatsız olduk.
Onun için güç kullanarak yönetimi değiştirmek arzumuz vardı. Allah’ın vermiş
olduğu aklı kullanarak bu işi düzeltelim dedik ama olmadı. Ondandır ki, aslan
gibi kaçmaya razı olduk. Tek adamlık döneminde ipler padişahlıktan kat ve kat
daha fazla bir şekilde elde tutulmaktadır. Körü körüne bir takım yenilikler adı
altında gavurlaşmak doğru değildi. Aklını kullanan insanlar bu duruma nasıl
razı olurlardı. Şu an köylülerim bile benim suikasta karıştığım ve kaçtığım
konusunda açık seçik soru soramıyorlar. Niye? Niyesi var mı; Hürriyetlerinin
kısık olduğundan. Allah razı olsun Menzoğlu kardeşe ki, buna sebep oldu. Ve ben
şu insanları bilgilendirdim. Halkın bizzat iştiraki ile devrim olur. Yukarıdaki
yapılanma ile değil. Bizim duruşumuz bundandır. Menzoğlu, Ali Haydar’daki
keskinliği ve aklına aşırı güveni gördüğü için yine orta halli konuşmaya devam
eder.
-Bilgi çokluğu ve
amelleriyle gurura kapılan, marifet ehli değildir Ali Haydar efendi. Şeytan bir
hayli bilgiye sahipken ilk mantık oyununu yaptı. Ateşin topraktan üstün
olduğunu iddia etti ve lanetlendi. Nefsini beğendi ve kendini gördü. Onun için
akılla her şey halledilemez. Feraset bu açıdan çok önemli. Akıl, aşk sokağında
yolunu kaybeder Ali Haydar efendi. Siz aklınızı sevgisiz kullandınız. Sizin
adınızın geçtiği olayı benim tasvip etmem mümkün değil. Gözlerini kan
bürüyenler yanlış kullandıkları akıl nimetine dini kılıf takmasınlar. Önemli
olan nedir biliyor musun? Olaylara ve eşyaya akıl ötesi bakabilmek...
- Bir sözün kime ait olduğu, kim tarafından söylendiği
kimlerle ilgili olduğu bilinmedikçe sözlerin güzelliği tam ve kamil değildir.
Her ikimizin tahsil yaptığı yer olan Konya’mızın ölmeyen efsanesi Mevlana der
ki:
“ -Sinede
söylenmeyecek öyle sırlar var ki; zahirin alimlerine söylesek katlimize fetva
verirler. Cahillere söylesek putperest kafir derler. Bir kişi yada kuruluş veya
bir toplum bir Allah dostunu incitirse gerçekten yüce Allah’ın beytini kastetmiş
olur. Zira o Allah dostunun gönül mescid’inin mimarı yüce Allah’tır. Hak erinin
gönlü incinmedikçe Cenabı-ı Hak hiçbir kişi ve kavmi rüsvay etmez” der.
- Bir kişinin aklı, tabii arzularına karşı galip gelirse
işte o galip gelen sabırlı kişilerdendir. Siz Ali Haydar efendi bu noktayı
göremediniz. Akıllısın, bilgilisin ama görüyorum ki marifet ehli ve feraset
sahibi değilsin. Şunu unutma ki yine bir büyüğümüzün ifadesidir; “Hiçbir
sonuç sebebin önüne geçemez.” Bir mücadelede en büyük tehlike nedir biliyor musun?
O mücadelenin dayandığı referans kaynaklarının veya ilkelerinin gerisinde
kalmaktır. Sizin hareketinizin dayandığı ilkeler çürüktü be Ali Haydar.
Aklınızı iyi ve zamanında kullanmanız lazımdı. Bir yığın masumun kanına
girdiniz. Uzun müddet sonra ilk defa karşılaşıyoruz. Ne olur Mevlana’yı anla.
Aşırı akılcılığın insanın başına neler getirdiği ortadadır. İşi biraz zamana
bırakın. Görünen şekillerle kavga etmeye gerek yok. Velev ki haklısın. Yeri ve
zamanı kollamak mücadelede en büyük stratejik özellik değil midir? Bir uzak
doğulu zatın sözüyle bu konudaki
konuşmamı tamamlıyorum. Şöyle ki:
“Bilmeyen ve
bilmediğini bilmeyen aptaldır. Ondan sakının. Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir
öğrencidir. Ona öğretin. Bilen, bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın. Bilen
ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin.”
Ali Haydar buz gibi olmuştur. Menzoğlu hem nasihat, hem de
gururunu incitici dokunaklı sözler etmiştir. Aklını iyi kullanmayanları aptal
durumuna düşürmüştür. Kendisi Dirgen Dayısının itibarını sollamaya çalışırken
Menzoğlu’nun bombardımanına tutulmuştur. O değil de köylü nezdinde bilen biri
olarak otoritesi zayıflamış olup, bundan böyle bu sohbetteki konuşmalar her
yerde söylenecektir.
Dirgen Ali bu sohbette son zamanların en büyük zevkini
tatmıştır. İki tahsilli insanın sohbetinden çok şey öğrenmiştir. Yeğeninin
ayağı yere değmeyen bilgiçlik anlayışı Menzoğlu sayesinde yere değmiş, bundan
böyle “Her insan temkinli olmalıdır. El
mi yaman bey mi” demişler ya, işte bu gün aynen öyle olmuştur.
Ali Haydar önce dayısına bakarak “Beyler buyurun sofraya” uyarısıyla
açlıklarını bile unutmuş, insanlar vazifeyi yerine getirmek için yayılan
sofranın başına kurulurlar.
Yemekler yendikten sonra Menzoğlu başsağlığına geldiğini
hatırlar. Bu maksatla “Yasin” suresini çok güzel bir makamla okur.
Başta Ali Haydar’ın yeğeni Yemliha olmak üzere tüm geçmiş
insanların ruhuna bağışlar.
Ziyaret amacı hasıl olmuştur. Menzoğlu köyün ağası ve
gölgesinin adamı olduğuna daha da inandığı Dirgen Ali’den müsaade isteyerek
ellerini öpmek ister. Ve zorla da olsa isteği olur. Ardında “Sürçü lisan etmiş
olabilirim. Bağışlanmamı dilerim Ali Haydar efendi” diyerek onunla da musafa
yaparak köyden ayrılmak için atına biner.
Ancak hızını alamadığı için atın üzerinde değil de kürsüde
olduğunu zannederek gözlerini kendisini uğurlayan cemaatın üzerinde
dolaştırarak dilini de Ali Haydar’a yönelten Menzoğlu şu anlamlı sözleri sarf
eder;
-“Önce kendi nefsinle meşgul ol. Önce kendi nefsine faydalı ol. Kendi nefsini düzelt,
sonra başkalarıyla meşgul ol. Başkalarını aydınlattığı halde kendini eriten mum
gibi olma. Hiçbir şeye gururla, nefsi duygularınla girişme. Allah bir husus
için seni dilemişse seni ona hazırlar.
Eğer halkı senden faydalandırmayı murat etmişse seni onlara gönderir.
Sana sebat verir, insanları idare etme kabiliyeti verir. Onlardan gelecek sıkıntılara katlanma gücü
verir. Halkın faydası için senin kalbine genişlik verir, göğsünü açar, oraya
hikmet doldurur. O zaman sen senlikten çıkar Allah’ın has ve halis kullarının
arasına girersin. Bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa yıkılmaz. Yerinde
karar kılar. Sağlam bir temel üzerinde oturtulmadığı takdirde kısa zaman da
çöker. Aynen bunun gibi, sende kendi
halini dinin esasları üzerine oturtursan hiç kimse ona noksanlık veremez.
Herhangi bir tarafında gedik açamaz.
Eğer hayatını dinin esasları üzerine oturtmazsan, dini
hayatının bir tarafından gedik açılabilir. Temel çürük olduğu için bir
mertebeye de ulaşamazsın. Unutmayın ki;
“Bir sürüye salınan
iki aç kurdun verdiği zarar kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği
zarardan daha fazla değildir” diyerek oradan uzaklaşır.
BÖLÜM 9
Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmazsak
Nasıl çıkar
karanlıklar aydınlığa
Konuşup
anlaşalım
Yoktur sözle
çözülmeyecek çözüm
Davaları
halletmez ölüm
Hayatı paylaşalım
Nazım Hikmet
Sokakta
eğridir dalan da eğridir
Satan da
eğridir alan da eğridir
Ne var ki bir
yüzü olsa riyanın
İp eğri, taş
eğri, terazi eğri
Seninle bir
yolu adımlayanın
Maksadı,
meramı, garazı eğri
Bahtiyar Vahapzade
Belki bir daha Tikenli yaylalarını görememe endişesi,
çevresindeki adamlarına son zamanlarda pek yapmadığı sert emir vermesine sebep
olur.
- İnce Fakım av için gerekli tedarikler yapılsın. Ovaya
inmeden önce şu Binboğa Dağlarının altını üstüne getirmek içimden geçiyor. Arap
atlar ve tazıları ihmal etmeyin. Belki birkaç gün dağda çadır kurabiliriz. Uzun
zamandır tavşan veya yaban hayvanı avına gitmedik. Şu Binboğanın dili olsa da
konuşsa, ayak basmadığımız yer kaldı mı ola... Öyle de olsa oğlum belki bir
daha nasip olmayabilir. Elhamdülillah sağlıklıyız. Sıhhatimiz yerinde iken
tekrar gençliğimi yaşamak istiyorum. Av dönüşü ise bir iki hafta içinde ovaya
inmek lazım.
Hazırlıklar yapılır. Dirgen’in hazırlığını gören diğer
komşular da kafileye katılıp bu zevkten mahrum olmak istemezler. Güzergah
tespit edilir. Atların varabileceği son noktada, çadırın nereye kurulacağı
araştırılır. Daha ileri tepe ve mağaralarda hangi hayvanların bu mevsimde
bulunabileceği çobanlardan öğrenilir ve “Ya Allah Bismillah rast gele” denerek
yola koyulur.
Dirgen’in maksadı av değil. Av bahanesi ile bin bir türlü
hatıraların yaşandığı dağları, tepeleri ve koyakları ömür gözüyle bir daha
görebilmek. Çünkü Tikenli demek Dirgen Ali demektir. Bütün Afşin Elbistan
ovasında, bu böyle bilinir. Şimdi Dirgen son bir defa atın yelesini okşarcasına
sevmek gibi bir duyguyla buraları gezemez mi? Gezer. Hem de şatafatlı bir
şekilde. “Ben halen dik ve güçlüyüm, dost düşman böyle bilsin” demek ister.
Yarım günlük yolculuktan sonra av mevkiine girdikleri
anlaşılır. Biraz önce kafileden ayrılan İnce Fakı, omuzunda iki tavşanla
beraber çadır kurulan mevki ye yanaşır. Diğer avcılar “Yine ilk senden Fakı.
İnşallah bizim de kısmetimiz bol olur” diye laf atarlar. Bilahare tavşanlar
temizlenir ve öbür taraf da yanarak közleşen kor üzerine etler atılarak cız bız
yapılır. Tam olmasa da bu günlük idare eder derler.
Kafile birkaç gruba ayrılarak avlanacakları yöreye gider.
Dirgen oğlu İnce Fakı avları toplamak ve taşımak maksadıyla bulunan iki kişi
ile de bir ekip olmuştur. Bu toplama işini yapacak olanlardan biri ovadan yeni
gelmiştir. Dirgen, taze haberler almak maksadıyla bu kişinin kendisine yakın
olmasını ister. Bir taraftan tazıların
getirdiği avlara göz kulak olur, diğer taraftan ise ovada neler olup
bitiyor sormak ister.
-“Evladım sen yeni ovadan geldin. De bakalım ne var ne yok.
Avları merak etme, nasıl olsa tazılar getiriyor.” Adam:
-“Ağam sen yaylaya çıktığın günden itibaren köyde kalanlar
ve özellikle de senin hasımların yeğenin Ali Haydar Hoca da dahil olmak üzere
sık sık toplanıyorlar. Bir takım kararlara vardıkları söyleniyor. Köylünün
hakkı olan bazı mera denilen araziler varmış, bunları köyde Dirgen’ler dışında
kimse kullanamıyormuş. Toplu olunması, toplu durulması dahilinde bu haklar
alınabilirmiş gibi sözler duyuluyor.”
Dirgen sözünü keserek:
- Bizim yeğen hasımlarımızla mı toplantılar yapıyor? Bunda bir yanlışlık olmasın evladım. Bak bir iki hafta sonra
ovaya ineceğim. Söylediklerinde yanlışlık varsa hemen düzelt. Aksi halde
gerçeği öğrenirsem ve de senin bilgilendirmen gerçeğe yakın değilse
bozuşuruz o halde, deyince adamın birden
rengi atar. “Ağam inan ki ben duyduklarımı anlatıyorum. Gözümle hiçbir şey
görmediğim gibi, kulaklarımla da hiç bir şey duymadım. Köydeki dedikodulara da
kulaklarımı kapayamadım. Üstelik sen haberler nedir diye ısrar edince boş
bulundum söyledim. Yoksa Ali Haydar hoca senin yeğenin. Karşı tarafla nasıl
beraber olur. Benimki saflık işte hemen inandım ve inandığımı da sana
söyledim.”
Dirgen adamın paniklemesinden rahatsız olur.
-“Dur hele oğlum. Ben seni suçlamadım. Neden korkuyorsun.
Söylediklerinin, duyduklarından ibaret olduğunu öğrenmiş oldum. Biliyorsun Ali
Haydar tahsilli bir din adamıdır. Nerede ne söyleyeceğini bilir. Ben onun
dayısıyım. Bugünlere gelmesini sende bilirsin ki bana borçlu. Böyle bir şey
olmasa dahi bir insan dayısına karşı olur mu hiç. Köylü ağzı işte... Onun
söylemek istediği şeyleri anlamaları mümkün değil. Anlasalar bile yanlış
anlarlar. Yalnız Yemliha’dan dolayı biraz bana karşı kırgınlığı var. Bu konuda
da beni mesul tutması mümkün değil. Onun kadar dini ilimleri bilmemiz mümkün mü?
Değil... Yemliha’yı ecel cezaevinden aldıysa bu bir kaderdir. Sonra o benim
aynı zamanda damadımdı. Kızımın dul kalması beni de en az Ali Haydar ve bacım
Fadime kadar etkilemiştir. Ama neyleyeyim ki kul kaderini görecek. Onun rızkı
bu kadarmış. Ben Ali Haydar’ın ilmine güveniyorum. Şu an yeğen acısı onu
etkilemiş olabilir. Ve lakin düşman bildiğimiz kişilerle hareket etmesi
düşünülemez. Buna inanmam. Tamam mı evladım. Bundan böyle buna benzer
dedikoduları yapma ve yapanlara da müsaade etme” diyerek konuyu kapatır.
* * *
Avlar vurulur. Çevirmeler yapılır, yenilir, içilir.
Fazlalıklar sırtlara alınarak atların bulunduğu yere, oradan da yaylaya inilir.
Dirgen’in içine kurt girmiştir. Hacce kadın ile aldığı yeni
bilgileri tartışır. Elin adamına böyle bir şey yokmuş gibi davranır ama
yeğeninden de korktuğu başına gelecekmiş gibi bir beklentiye girer.
- “Yapar mı yapar nankör bu adam. Eğer nankör olmasaydı
dedikodu da olsa suikastçilerle beraber nasıl olurdu. Hadi onlar yabancı...
Aldığı ilme göre ben velinimeti değil miyim. Aynı kan ve candan değilmiyiz!
Durup dururken köylüyü aleyhimde alenen kışkırtmak neyin nesi?
Çok fikirler gelir gider aklına Dirgen’in. Köyün sınırları
içerisine girmesini yasaklamaktan tutun da, maddi sıkıntı üzere olduğu
bilindiğinden bir iki sürü mal satıp uzaklarda iş kurması için sermaye bile
vermeyi aklından geçirir. İşin en zor tarafı karşısına alıp da bu meseleleri
nasıl konuşur, nasıl düşündüğü teklifi yapar. Ya kabul etmezse, ya kendine
yapılacak olan teklifi köyde konuşacak olursa,
Dirgen’in hali iki paralık olmaz mı? Aşağı tükürsen sakal, yukarı
tükürsen bıyık misali... Velhasıl ovaya dönüş bayağı sıkıntılı olacağa benzer.
Çadırlar toplanır. Kağnılara yüklenir. Çoban’lar sürüleri
çoktan uzaklaştırmış. Dirgen geriye doğru bakar ve “gidip dönmemek var” diyerek
atına biner. Akşama doğru ovaya inilir. Yol yorgunluğu ile erkenden yatılır.
Birkaç gün sonra Antep’e gidecektir. Abbas ve İsmail’i alarak sıcak aile
ortamına getirecek.
Dirgen yaylada iken ovada kalan Aslan ve Muhammed hasadın
önemli bir kısmını kaldırmayı başarır. Kışlık, unluk ve bulgurluk gibi kadın
işleri olan tarım ürünlerinin tedariğine de başlanır.
Dirgen Ali, İnce Fakı’sını da yanına alarak Antep’e gider.
Birkaç gün sonra Abbas ve yeğeni ile köye döner. Her zaman olduğu gibi
mutluluklar yaşanır. Ali Haydar’ın da bu konuyu bahane ederek dayısının evine
geleceği umulur.
Ali Haydar:
-“Önce dokuz gittiler. Altı döndüler, orada üç kişi kaldı.
Ama biri sağ salim dönmedi. Tek müsebbibi dayım denilen adam. Bundan böyle
onların sevinci sevincim, acısı da acım olmayacak. Bütün bu olan bitenlerin
hesabı sorulana kadar onlarla beraber olmayacağım” diyerek bu güne kadar
kapalı, o günden sonra açık bir şekilde mücadele etmeye başlar.
Dirgen’e muhalif grupların başında olan Ali Haydar,
öncelikle köylünün ortak malı olan yalnız Dirgen ve sülalesinin faydalandığı
araziler ile ilgili köylünün kafasını karıştırır. Bir nevi hak verilmez, alınır
anlayışıyla köylüyü aydınlatmaya başlar. Ali Haydar’ın köylünün menfaatlerine
yönelik sohbetleri Dirgen’in hasımlarının yanında bir o kadar da hak arayan
ailelerin oluşmasına sebep olur. Öyle ya, Dirgen “Benim malım benim köylünün
ortak malı da benim” demektedir yıllarca. Ali Haydar öyle bir tutturur ki
köylünün uyanmaması mümkün değil.
“Deprem önce zihinlerde olmalıdır” derler ya işte öyle bir
şey... Bir kıvılcım, bir çift söz, bir atımlık taşın fiske kadar etkisi
ortalığı velveleye vermeye yeter de artar bile. Nice kasırgalar çıkar
hiçbir tahribat yapmadan biter. Nice
küçücük üfürükler savrulur, dev gibi adamları yıkmadan bitmez.
Dirgen’in sürülerinin otladığı ve yılın büyük çoğunluğunun
irili ufaklı diğer hayvanlarının istifade ettiği Bostanbeli mevkii aslında
köyün merası olan bir yerdir. Her ne kadar yayla dense de oldukça verimli,
işlenebilir sulak ve çok geniş bir arazidir. Dirgen’in muhalifleri önce işe
buradan başlamak isterler. Ali Haydar’ın teşkilatlandırması işe yarar. Burası
bizim de hakkımız; biraz da biz istifade edelim diyen köylüler bu arazileri
kendi aralarında taksim ederler. Bir kısım yeşil alandan istifade etmek için
Dirgen’e rağmen toprağı sürmeye başlar. Dirgen ve ailesine, köylünün ilk baş
kaldırışıdır bu. Üstelik bir iki aile değil toplu hareket eden bir yığın insan.
Fikir babaları Ali Haydar işlerin iyi gittiğinden memnun.
Ama temkinli dikkatli ve ürkek.
Dirgen haber alır almaz çocukları ile beraber Bostanbeli’ne
damlar. Köylünün yaptıklarının yanlış olduğunu söyler.
- “Bu gün benim sürülerime yarıyorsa yarın sizin
hayvanlarınız için buraları lazım. Etmeyin tutmayın komşular” derse de köylü
kararlı... Hatta tek tek konuşarak vazgeçirmeye çalışsa da hiç birini ikna
edemez. Ümidi kesilir. Çocukları İnce Fakı, Aslan, Muhammet, Ese hep orada.
Küçük bir takım ağız dalaşı ve meydan okumalar olur. Dirgen olgunluğu ile bu
sataşmalara meydan vermez.
Köylülerin kararlı hallerine son bir blöf yaparak ayrılır.
Bu işin takipçisi olacağını, hemen yarın yine geleceğini, aynı şekilde
karşılaşırsa karşılığının çok sert olacağını söyler .
Dam’a girmek kolay değil. Ömrü bu şekilde geçen insanlar daha
temkinli olur. Çünkü Dam’a girmeden özgürlüğün kıymeti bilinmez. Şu an
başkaldıran köylünün Dam tecrübesi olmuş olsa bu kadar gözü kara olamazlar.
Dirgen bunu bilir de korkusu ondandır. Cahil cesur olur derler ya doğrudur.
Dirgen, olgun ve kıymet bilir yaşta bir insan... Menzoğlu’nun yüreği
alevlendirecek, sevgi tohumu filizlendirecek, sabır meşalesini yakacak
sohbetlerinden sonra bu şekilde bir insani özellik kazanmamak elde mi?
Diğer yönden Ali Haydar’ın dengeleri değiştirmesi “Böyle
gelmiş ama böyle gitmez ” diyerek ağalık şanına halel getirmesi, yıllardır
kullandığı toprakları kullanamaması ve dahası
gururu... otoritesi... Dirgen’in işi çok zor...
* * *
Dirgen bunca sıkıntı içersinde iken bile her saat başı
haberleri kaçırmaz. Aynı haberi defalarca dinler. Kendisine göre yorumunu
yapar. Bir saat başı yine radyosunu açtığında, Tayfur Sökmen Hatay
Cumhurbaşkanı ifadesini duyunca “Mürseloğulları’ndan da her daim adam çıkar.
Göl yerinde su eksik olmazmış” diyerek kendi kendine gururlanır. Yalnız Hatay gibi
bir toprakta nasıl ayrı bir devlet kurulduğuna bir anlam veremez. Aklına
“Ata’yla kavgalı mı acaba yoksa isyan mı etti?” gibi manalı manasız fikirler
gelir. İlerleyen saatte sıkıntısından biraz olsun kurtulmak maksadıyla tekrar
radyosunun düğmesine basınca; Hatay Cumhurbaşkanının anavatana iltihak kararını
öğrenir. Bütün merakı gitmiş olur. Devlet yönetiminde işin bir de öbür tarafı
olduğunu düşünür. Kansız, tek kurşun bile atılmadan kazanılan başarı karşısında
Tayfur Bey’e ve Ata’ya karşı hayranlığı bir kat daha artar.
Fakat Dirgenin bu ilişkiyi derinine anlama imkanı da yoktu.
Tayfur Sökmen in, ağabeyi İnayet den sonra bölgenin en nüfuzlu adamı olarak
Ata’yla ilişkisinin farklı bir boyutu
vardı. O Kuvay-i Milliye teşkilatı bölge reisiydi. 21 yıl süren Hatay
davasının her safhasında vardı. En
önemli safhası, silahlı mücadelede Ata’yla birlikteliğiydi.
Tayfur Sökmen’in
Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Türk
Dış İşleri Bakanlığı tarafından vatandaşlıktan çıkarılma kararı bile göz boyama
siyaseti gereği alınmıştı. Uluslar arası diplomasiyi rahatlatmak için
Anavatanın Tayfur Sökmen le ilgili
kararına, kendisi el altında çektiği faksla “Tayfur Sökmen için Türk vatandaşı
olmak, Cumhurbaşkanı olmaktan daha şereflidir” dediğini Dirgen nereden
bilecekti...
BÖLÜM 10
Ünü duyulurdu
Maraş elinde
Mülkünün bir
ucu hurman suyunda
Tikenli
dağında bahar ayında
Hani Dirgen
Ali nice oldu dünya
Dalında
filinte üç gor fişekle
Yaylaya
çıkardı beş yüz şişekle
Konuk
ağırlardı çifte döşekle
Hani Dirgen
Ali nice oldu dünya
Hacı Yener
Dirgen o akşam çocukları ve kardeşleri başta olmak üzere dayıları olan Terzilerinde ileri gelenlerini toplayarak konuyu enine boyuna konuşur. İster ki şahsına yönelik gibi gösterilen bu olayı bütün sülalenin kucağına koysun. Öyle de olur.
Köylünün kararlı ve toplu hali karşısında korku havası
verilmeden Bostanbeli’ne gidilip ortak bir noktada buluşarak uzlaşmacı bir
anlaşma yapalım denir. Hatta “Bu işin ucunda kan akabilir. Yeni bir maceraya
girmeyelim. Bakın Abbas ve İsmail, Dam’dan yeni çıktı. Yeter artık lanet olsun
Bostanbeli’yle ilgili hiçbir hak bile iddia etmeyelim” diyenler bile olur.
Aile meclisinde fikri olanları dinledikten sonra Dirgen,
üzerinde herkesin hem fikir olabileceği kendi fikrini söyler. Ona göre:
-Yıllardır o topraklardan istifade ediyoruz. Esasen bu
toprakların mera olduğunu da biliyoruz. Şimdi sanki tapusunu üzerimize almışız
gibi köylü sahiplenmektedir. Hakları da var. Yalnız söyleme biçimleri ve
duruşları yanlış. Sanki bana ve aileme meydan okuyorlar. Bostanbeli ile ilgili
ilk defa böyle karşılıklı it dalaşı yaptık. Yarın görüşürüz diye ayrılarak
geldik. Köylü bizi hep eli kılıçlı gördüğü için yarın belki bizden önce varıp,
tedbir alacaklar. Halbuki benim içimde bundan böyle bu topraklar sizin olsun.
Şimdiye kadar benim hayvanlarım eğlenip geçti. Hakkınızı helal edin komşular
deyip geçip gelmek var. Hatta Dirgen korktu demeseler hiç gitmeyeceğim bile.
Ama gitmek zorundayız. Kalabalık bir grupla gidilirse silahlı gelindiği
zannedilerek çatışmaya girebilirler. Böyle bir hava vermemek için İnce Fakı,
Aslan ve ben gidip görüşelim. Az adamla geldiğimizi görürlerse belki mesaj
alınırda her hangi bir çatışmaya meydan vermeden köylüyle sulh oluruz, anlayışı
ailede tasvip görür.
Ali Haydar’ın başını çektiği muhalif köylü grubu bir gün
önceden çıktıkları Bostanbeli’nden ovaya hiç inmemişlerdir. Dirgen’in “Yarın
tekrar geleceğim” sözünü blöf olarak değil, ciddiye alırlar. Öyle ya yılların
Dirgen Ağa’sı hadi dese en az otuz-kırk silahlı adam çıkarır. Köylüler en az bu
kadar adamla yarın karşılaşabilirler düşüncesiyle Dirgen’in gelebileceği yeri
uzakta görebilecek çukurlar açarak mevzilenirler. Bostanbeli’ne en hakim yeri
de Ali Haydar tutar. Bir işaretle Dirgen’e fırsat verilmeyecektir. Eğer
tedbirde hata olur veya korkulursa Dirgen’in kendilerini yaşatmayacağı bilinir.
Dirgen gerekli tedarik yaptıktan sonra Hacce kadınla göz
göze gelir. Hacce kadın çok şey söyleyecektir. Lakin çoluk çocuk... utanır.
Atlayıp boynuna gitme kal kara kaderlim diyecek ama bunu ağa karısına yakıştıramıyor.
Akşam alınan kararı sülale adına köylüye nakletmeye gidiyor oluşu ve iyi
niyetliliği onu biraz rahatlatıyor. Bu ara Dirgen çok seyrek olan hallerinden
birine bürünerek Hacce kadına:
* * *
Esti badı-ı saba söküldü yarem
Gediyorum kömür gözlüm ağlama
Ağlamanın vakti geçti ne çare
Kement atıp yollarımı bağlama
Benim yarim ağlar ağlar nic olur
Altın yüzük ağ parmakta tuç olur
Sevip sevip ayrılması güç olur
Ben gidersem bir kötüyü eğleme
Benim yarim ağlar ağlar silinir
Siyah saçın mah yüzünde bölünür
Ben ölürsem biri daha bulunur
Varıp benden bir kötüye meyletme
Dirgen Ali derde çalındı kalem
Bir ben ölmeyle yıkılmaz alem
Gediyorum kömür gözlüm belki
gelmem
Yas tutup da karaları bağlama
* * *
Hacce kadının bağrına düşen yaşın hesabı bilinmeden Dirgen
iki oğluyla Bostanbeli’ne doğru yol almaya başlar. Ne olur ne olmaz diye Aslan
yüz, Dirgen ve Fakı ise ellişer adet mermi alırlar. Fazla göze batan mühimmat
almazlar ki farkına varıpta karşı tarafı tahrik etmesinler. Yoksa çatışmaya
giden kişi çok daha belirli miktarda silah ve cephane alır. Bunlarınki o günün
şartlarında bağa bostana giden insanların kurda kuşa kullandıkları miktarda bir
şey. Dirgen’in gençlik yıllarında olsa sindirmek için ne gerekiyorsa yapılırdı.
Ama şimdi gerçekten iyi niyetliliği hakim.
Dirgen, taşkınlık veya vurdulu kırdılı dönemine kendisi de
pişman. Onun için çoğu zaman “Ah Menzoğlu ah, daha önce nerelerdeydin” gibi iç
geçirmeleri bu konuda samimiyetini ifade etmektedir. Geçmişin muhasebesini sık
sık yapması, yaptığı yanlışlıklar noktasında köylüde özür dilemesi anlamını
taşır. Sultan Süleyman’a bile kalmayan dünyanın Dirgen’e mi kalacağı konusu,
ona ahiret hayatı ve kul hakkını hatırlatır. Bostanbeli arazisi için de,
yumuşak davranma, gerekirse köylünün kullanımına hiçbir hak iddia etmeden açma
fikri de bu olgunluğun sonucudur.
Gayri Dirgen’e öteler görünmüştür. Bu saatten sonraki tavır
bütün egemenlik sahibince nasıl karşılanır. Orası onunla kulunun arasında olan
bir durum... Başkasını ilgilendirmez. Ancak insanların şehadeti de önemlidir.
Eğer şehadet müessesesi diye bir şey varsa kabahatler gizli kalmaz. Allah bile
olsa kul hakkını muhataplarına bırakmıyor mu?
Yer yüzünde hiçbir insan ağa, bey, paşa gösterilemez ki, bir
diğerinin hakkını bilerek veya bilmeyerek ömründe bir defaya mahsus gasp
etmemiş olsun. Pişmanlıkla, nedametle,
özür müessesesinin kullanılmasıyla, telafi edilemeyecek hiçbir şey de yoktur.
Yeter ki insan bu konuda kararlı olsun. Kul hata yapabilir. Çünkü nefis denilen
bir başka vücudu vardır. Hata insana göre ise telafisi de, hak helal ettirmede
insana göredir. İnsanın seviyesi yaratanın indinde en yüksekte iken meleklerin
yeri onun altındadır. Bu durum fıtri olduğu için, insan donanımları bakımından
sorumludur.
Dirgen, kelime olarak bunları telaffuz edemez. Ama hal
diliyle böyle düşüneceği son zamanlardaki yaşantısına bakılarak anlaşılır.
Kuşluk vakti Bostanbeli mevkiine varan Dirgen ve oğulları,
muhataplarının gelmediğini görünce sevinirler. Herhalde onlar da işi alttan
alıyorlar diye düşünürler. Dirgen atından inerek bir tümseğin üzerine oturur.
Aslan ve Fakı ise etrafla ilgilenir. Ortalıkta ne bir kuş, ne de bir başka
hareketlilik yoktur. Bu kadar sessizlik hayra alamet değil. En azından kurt,
kuş sesi duyulan Bostanbeli bunlardan da mahrum, mahzun ve tedirgin.
Kurt adam Dirgen; oturduğu yerden fırlayarak bu sessizliğin
bağrını delercesine çocuklarına seslenir;
“Kendinizi sakının.Kahpeler pusu kurmuş”.
Gece boyu mevziiyi hiç terk etmeyen köylüler geç vakitlere
kadar Dirgen’in adamlarıyla nasıl çatışacağına dair planlar yapar. Fırsat
bulunduğu takdirde boşa değil, ete kurşun atılarak Dirgen belasına son vermeyi
amaçlarlar. Her köylü gördüğüne sıkacak. Dolayısı ile kimin kimi vurduğu
bilinmemeli diye anlaşılır.
Neredeyse köyün üçte biri yani en az yüz, yüz elli kişiden
ibaretler. Bu kadar muazzam gücün karşısında Dirgen’in getirebileceği
elli-altmış kişisi vız gelir hesabı yapılır.
İlk işareti Ali Haydar’ın vermesi konusunda ittifak ederler.
Ali Haydar bu konuda uyarısını yapar. “Dirgen ve İnce Fakı’dan kendinizi sakının.
Her ikisi de uçan kuşu gözünden vurur ona göre…”
Kalabalık bir silahlı grup beklenirken oda ne? Dirgen ve iki
oğlundan başka kimseciklerin olmadığı anlaşılınca ayrı yerlerde mevzilenen
köylüler ne yapacaklarını şaşırır. Birbirleriyle bağlantı kurmakta zorlanırlar.
Ortaya çıksalar kendilerini belli edecekler. Oysa kimse kendini belli etmeden
ateş açacak ve kim vurduya götüreceklerdi. Akşamdan beri üzerinde durdukları
ve ittifakla aldıkları karar bu.
Olay resmiyete dökülünce kimse suça sahip çıkmayacak.
Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olunacaktı. Devletin kayıtlarında suçu
kabullenmeyenler sonra gelebilecek intikam davasında da öne çıkmamış olacaktı.
Ne devlet yüz, yüz elli kişiyi ağır cezaya uğrattıracak, ne de Dirgen ailesi bu
kadar insanı hasım ilan edecekti. Özellikle Ali Haydar’ın dikte ettirdiği plan
bu.
Dirgen’in vaziyet alması üzerine bir el ateş ile sessizlik
bozulur. Kalabalık silahlı kişilere göre plan yapan Ali Haydar, işaret vermeden
atılan silah sesinin geldiği yöne öfkeli bir şekilde bakarak “Aptallar
baksanıza çatışmak için gelmemişler” dese de ok yaydan fırlamıştır. İnce Fakı
ve Aslan karşılık vererek Bostanbeli’nin kısa sürede cehenneme dönmesine sebep
olurlar.
Hedef Dirgen olduğu için mavzerler de hep ona yönelik olur.
Dört bir tarafta askeri nizam gibi mevzilerinde ateş eden köylülerden kurtulmak mümkün değil. Derken
Dirgen’e bir-iki kurşun isabet eder. Kendini tutamayarak mevzide kalkan bir
köylüyü Dirgen tam anlından vurur.
Aslan ve Fakı da yaralanmıştır. Dirgen yaralı haliyle kurşunun
tedarikli kullanılması için çocuklarını uyarır. Çatışma hızla sürüyor, köylüler
bir çoğunu gelişi güzel olmak üzere yağmur gibi kurşun atıyorlar. Dirgen’e
birkaç kurşun daha isabet eder ama can alıcı noktada değil. Zaman ilerliyor,
kurşunlar bitmek üzere. Dirgen’lerin karşılık vermesi kesilince mevzilerinden
çıkan üç kişi “öldüler” diyerek yaralılara doğru yaklaşmaya başlayınca İnce
Fakı’ya av olurlar. Böylece biri Dirgen, üç kişi de İnce Fakı tarafından
öldürülür. Bu ara Dirgen’e bir-iki değil tam on yedi kurşun isabet eder. İnce
Fakı sürünerek babasının cansız bedenine ulaşır. Naçar ve çaresiz. Üstelik
yaralı ve mavzerde mermi bitmiş. Aslan gerilerde kafasını kaldıramıyor ve
sinmiş bir şekilde..
Kısa süre bir sessizlik olur. İnce Fakı başını hafif bir
şekilde kaldırıp etrafa bakınınca
mevzilerini terk ederek koşar adımlarla uzaklaşan köylülerdeki
hareketliliği görür. O an kendi canı adına değil de “kardeşim Aslan’ım kurtuldu
bari” diyerek rahatlar.
Gün aşımına doğru jandarma gelir. Cenazeler toplanır. Yaralı
olarak yalnız Aslan ve Fakı vardır. Köylüler cenazelerini bırakırlar. Tedbir
gereği yaralılarını yanlarında götürdükleri için askerin işi fazla zor olmaz.
Tarafsız olan köylünün katılımıyla diğer cenazeler ovaya
indirilerek defnedilir. Dirgen’in cenazesini almaya kimse gelmez. Maravuz
Köyü’ne haber ulaşır. Hacce kadının akrabaları Haşim Ağa’nın oğlu Osman ve
kardeşi Fakı başkanlığında yirmi - otuz kişi olay yerine ulaşır. Dirgen’in
cenazesi kağnıya yükletilerek Maravuz’a getirilir ve şimdilik buraya
defnedilir.
Olayın müsebbipleri olarak bu taraftan Aslan ve İnce
Fakı’dan başka ortada kimsecikler yoktur. Daha sonra zan üzerine bir takım
insanlar alınarak Dam’a konur. Zayiat dörde birdir.
Hacce kadın sezgilerinin gerçekleştiğine şahit olur. Ama bir
kadın gibi davranmaz. Ağır başlılığını ve soğuk kanlılığını korumasını bilir.
O sabah ayrıldığı üç candan hiç biri şimdi yanında değil.
Dirgen’i doğup büyüdüğü, ama tadına varamadan ayrılmak zorunda kaldığı köyü
Maravuz’da toprağa vermenin, göz bebekleri Aslan ve İnce Fakı’sının yüzünü dahi
görmeden Dam’a gönderilmesinin ağırlığı altında metanetini fazlaca bozmadan
etrafa bön bön bakarken dilinden şu deyişler dökülür:
* * *
Bir dostun yokmuş tutam elinden
Yerli kaya oynarmış yerinden
Büyük tikenli’de dağlar salından
Keklik avladığın günler nic’oldu
Kopardılar Elbistan’ın gülünü
Uzattılar kötülerin dilini
Yamacından söyletmezdin birini
Hüküm yürüttüğün günler nic’oldu.
Tesirin vardı dağlara taşlara
Nüfuzun geçerdi uçan kuşlara
Hele bak gözümden akan yaşlara
Gülüp eğlendiğin günler nic’oldu
Gazi Paşa gibi hüküm verirdi
Şerefin gördükçe düşman erirdi
Kalsa yalan dünya sana kalırdı
Cihanı uyuttuğun günler nic’oldu.
Şeref için ağır silah takınır
Uçan kuşlar heybetinden sakınır
Mahkemede hakimlere yekinir
Antep’e kalktığın günler nic’oldu
Bunu söyler ağlar kaderi kara
Kaybettim beyimi uzadı ara
Niye hiç gelmiyor dostlarım bura
Kurban kestirdiğin beyler nic’oldu
* * *
Dirgen’lerde ikinci bir dönem kapanmış. Bu olay köyde için
için kaynayan dalgalanmanın durulmasına yaramış. Çekilen kılıçların beş cana
mal olarak tekrar kınına girmesi açık seçik görülmüş. Olayın sorumluları kimi
canıyla, kimi de Dam’a düşerek bedel ödemiştir. Başta Ali Haydar olmak üzere
birkaç kişi de bir daha dönmemek üzere o topraklardan uzaklaşarak yaşamışlar.
Oysa Bostanbeli, Yağlıca, Tikenli yaylası halen yerinde
durur. Bırakınız Dirgen’i, bundan böyle köylü bile yeteri kadar faydalanamaz. O
beldeler ancak Dirgen’in ölümüne şahit olur o kadar... Tek getirisi budur.
Birkaç duruşmadan sonra İnce Fakı bütün suçlamaları üzerine
aldığı için Aslan serbest kalır. Kendisi de on beş yıla mahkum olur. Nefsi
müdafaadan dolayı cezası daha da aşağıya çekilir. Bunun da üç sene altı ayını
yatarak çıkar.
İnce Fakı Dam’da iken yaşanmış bütün olayların muhasebesini
yapar. Bir hiç uğruna bu kadar kanın akmasına hiçbir zaman gönlü razı
olmamıştır. Aslında rahmetli babası da ömrünün son döneminde hep sulhtan
yanaydı. İnce Fakı bunu bilir ve yeni hayatında buna uygun davranır.
Daha köye gelir gelmez; köyün ileri gelenleriyle toplanarak
olaylara sebep olan başta Tikenli, Bostanbeli ve Yağlıca’daki mera’nın adil bir
şekilde dağılımını yapar. Birkaç küçük rahatsızlık dışında ömrünün sonuna kadar
köyde barışın bozulmaması yönünde gayret eder.
Babasından ailesine kalan bütün malı mülkü de kardeşler
arasında hakkaniyet ölçüsünde pay eder.
Maravuz, Hacce kadının doğup büyüdüğü ancak çocukluğunu bile
yaşayamadan ayrılmak zorunda kaldığı köyüdür. Bütün sülalesi halen köydedir.
Gönlüne ateş düştüğü Kerevin’den her şeyi göze alarak muazzam geleceğe
yeşillenen kaderin cilvesi gereği Dirgen’e gelir. Dirgen’de doğar büyür.
Dirgen’le yaşadığını söyler ve Dirgen’le hayatı, insanlığı ve sevgiyi tanır.
Maravuz onun için fazla bir şey ifade etmez. Ama kaderin
cilvesine bak ki toprak “beni unutamazsın, bana arkanı dönemezsin” dermişçesine
bütün dünyası olan erini oraya çekerek koynuna almıştır.
Şimdi neyle avunacak Hacce kadın. Eğer eri o toprağın
koynunda olmamış olsa yönünü dahi o tarafa döndürmeyecektir. Küçücük yaşta
ana’ya, ata’ya hava su gibi ihtiyaç duyduğu o dönemde zulümkâr töre gereği
acılara gark olduğunu hiç unutabilir mi?
Şimdi Dirgen’i orada. Onun hatırı var. Ne kadar o toprakta
kalınır bilinmez, ama kaldığı müddetçe
Maravuz Köyü bundan böyle Hacce kadına vazgeçilmez bir bağ ile
bağlanılan kutsal bir mekan olarak bilinir. Bir bahane ile kısa zaman
aralıklarında ziyaret imkanları oluşturulur. Ve iki yüreğin türküsü söylenir:
* * *
Nasıl methedeyim nazlı ağamı
Heç tükenmez ekmeğinen aşı var
Kadir Mevlam alçak etmiş gönlünü
Söyledikçe sözlerinin
hoşu var
Her gün açık durur büyük kapısı
Bütün gelir aşiretin hepisi
Belli durur konağının yapısı
Kis’ten örme güzel güzel taşı var
Olur m’ola bunun gibi birisi
Uyar var mı gardaşlardan gerisi
Binboğa’da yayılıyor sürüsü
Ala karlı mor sümbüllü başı var
Germiş durur her gelene döşünü
Getsin görür kanlı katil işini
Bir bir sayar Binboğa’nın taşını
Avlatmaya sağ elinde kuşu var
Ağam gelirdi salınarak obadan
Aşiretler içerdi kahve cabadan
İnce Fakım tez ayrılmış babadan
Varın bakın gözlerinde yaşı var
Vali gelse konağına enmeli
Kuzu kurban baran olup yenmeli
Dirgen Esem aşk atına binmeli
Dolan bakım nerelerde işi var
* * *
Aradan yıllar geçer; Hacce kadında yaş kemale ermiştir.
Gidip gelmesi zorlaştığı için tek dileği Dirgen’inin kemiklerini getirterek
onun çok sevdiği tarlasının başına defnetmeyi düşünür. Bu arzuyu kendine has
deyişleriyle şöyle dile getirir:
* * *
Aman Allah koyma beni elden ayağa
Yaşım yetmiş oldu kalkamıyorum
Tahminim yok elin gördüğü işe
Evimin çarkına bakamıyorum
Kitledim de geldim büyük haneyi
Niye buna karıştırman orayı
Son yaşımda yaptı cağım yuvayı
Terk edipte bir yana çıkamıyorum
Gayri iş göremem umudum kestim
Yetmişte kocayıp feleğe küstüm
Koyunları kıptırdım çuvala bastım
Gözüm kesip yatak dökemiyorum.
Bunu söyler ağlar kaderi kara
Beyim seninle çıkardık bura
Maravuz uzak gidemiyom ora
Açıp ta mezarını bakamıyorum
* * *
Tam yirmi dört yıl sonra Hacce kadının dilekleri kabul olur.
Ahir ömründe Dirgen’in kemikleri Norşun’a getirilir. En sevdiği tarlanın başına
gömülür. Altı gün boyunca kurbanlar kesilir. Yemekler dökülür. Sofralar
yayılır. Hacce kadın için en büyük bayram budur. Artık ölse bile gözü açık
gitmez. Bütün hastalıklarına şifa bulmuş ,kuş gibi hafiflemişken ecel kuşunun
davetine seve seve icabet eder. Meğer bunca bekleyiş buluşma yerinin tespiti
içinmiş.
Ölen fizik vücuttur.
Ruh vücudun ölümsüzlüğü herkes tarafından bilinir. Ancak; Biri ölü diğeri diri
iki vücut birlikte, biri ölü diğeri diri yan yana yaşayan Dirgen’i; onu sanki
şairin şu parçasıyla;
“Terk etmedi sevdam
beni /Aç kaldım susuz kaldım /Hayli karanlıktı geceler /Can garip, can suskun
/Can paramparça / Ve ellerim kelepçede / Tütünsüz uykusuz kaldım /Terk etmedi
sevdam beni” dermişçesine karşılamış olmalı...
Böylece aşık
maşukuna kavuşmuş olur.
- SON -
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar,
ahenk ebediyyen kesilir.
Ölmek kaderde
var, yaşayıp köhnemek hazin
Bir çare yok
mudur, buna ya Rabb-ül Alemin
Yahya KEMAL
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder