EN UZUN GÜN
YEDİ UYURLAR
Sıddık DEMİR
EN UZUN GÜN
Sıddık DEMİR
KUĞU KİTAP
Dizgi
ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK
Ebubekir KADAK
ISBN:
978-605-XXXX-XX-X
978-605-XXXX-XX-X
Sertifika
No:
14721
14721
1.Basım,
ANKARA 2014
Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2
No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com
Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.
Önsöz
Dünya’da otuz iki
yerde var olduğuna inanılan ‘Eshab-ı Kehf’
hakkında kutsal kitabımız Kur’an’da uzunca bahsedilir. Kehf Suresinin 9.
İle 26. Ayetleri arasında kalan 18 ayette bahsi olur. Putperestliğin revaçta
olduğu yıllarda semavi din olarak İseviliğin tutunmaya çalıştığı ve inananların
yeraltına indiği dönemlerde Yuhannes adındaki bir havarinin Efsus şehrine
gelmesi ile ‘Yedi Uyurlar’ efsanesine zemin hazırlanmış olur.
Roma İmparatorluğuna
bağlı Kapadokya Valisi ki ‘kendini Kral olarak görmektedir’ Kapadokya
Krallığının baş şehri olan Efsus,
kendisi Kral veya Vali olarak tanınan Dakyanus tarafından idare edilir.
Devlet protokolü gereği sağ ve sol tarafında bulunan iki kişide
yardımcılarıdır. Bu yardımcıların üçer adet erkek çocukları vardır. İsimleri
Yemliha, Meksenina, Mislina birinin,
Tebernuş, Şazenuş ve Mernuş’da
diğer yardımcının çocuklarıdır.
Hz. İsa’nın çarmıha
çekildiği milattan sonra 33 yıllarını takip eden günlerde’ Havari’lerden
Yuhannes Efsus’a gelir. Şehrin içine girmek için putlara tazimde
bulunmayanların oluşturduğu surların dışında kalan yerlerde ikamete başlar.
Sitenin dışında bugün ‘Göz Pınarı’ denilen kaynağın üzerinde kurulu hamamda
çalışmaya başlayan Yuhannes sık sık sitenin içinde yaşayan yönetici takımlarla
işi gereği yüz göz olur. İrşat vazifesi doğrultusunda görevinin şuurunda olan
Yuhannes, Dakyanus’un yardımcılarının çocukları ile zaman zaman ‘Tek Tanrı’
inancını tartışarak bunların hidayete ermelerine vesile olur. Bu durumdan
Dakyannus’un haberi olunca yardımcılarının çocukları için önlem almalarını
emreder. Zorunlu olarak ‘Ninova’ya’
yaptığı ziyaret esnasında, bu altı genç hayatlarından korktukları için
ailelerine bile haber vermeden kendilerini konforlu hayattan vazgeçirerek dağa
vururlar.
Yollarının üzerinde
koyun otlatan çoban ile köpeği Kıtmir,
onlara katılarak Bencilüs denilen dağın
eteğindeki bir mağaraya sığınırlar.
Dakyannus krallığına
dönünce yardımcılarından çocukları ile ilgili izahat alır. Kaçtıklarını
anlayınca aratmaya başlar. Gençleri saklandıkları yerde sıkıştırırlar. Mağaraya
girmeye çekindikleri için içlerinden birinin verdiği fikirden hareketle kapısı
ağır inşaat malzemesi kullanılarak kapatılır. Böylece Yedi inanmış gencin
ölmeleri sağlanır.
Aradan tam 300 yıl
geçmiştir. Putperestlik bitmiş, tek Tanrı inancı resmi din olmuş, Dakyanus
unutulmuş, yerine inançlı bir Vali olan Teodüs gelmiş, ve bu yedi iman eri,
iman mağarasında ‘Tam bir koca gün uyumuşuz kalkın artık’ diyerek birbirlerini
uyandırırlar. Acıktıkları için
içlerinden Yemliha’yı Efsun’a ekmek almak için gönderirler. Yemliha ekmek almak
için gümüş parayı fırıncıya uzatınca olanlar olur.
Ölüp de tekrar
dirileceğimize yönelik iman kriterine örnek teşkil eden bu olay, böylece bir
ibret vesikası olarak inananlara önemli bir mucize teşkil eder. Yedi Uyurlar’ın
hikâyesinin geçtiği çok değişik mekânlar olmuştur. Bunlardan biri de Ürdün’dür.
İran sinemacılarının çok ciddi bir prodüksiyon olarak ortaya koyduğu her biri
kırk beş dakika süren 14 parçadan oluşan TV. Dizisi, Ürdün’ün baş şehri Amman’da
çekilmiştir. Bahsi olan yerin gerek Kehf suresine uygunluğu gerekse diğer iddia
edilen işaretleri taşıması hususunda gözlemde bulunmak için bu ülkeye gittim.
Eski adı Fredelfia olan Amman şehrinin kenar mahallesi mesafesinde olan yeri
inceleme fırsatı buldum. Efes ve Tarsus’un yanında lice vb. Anadolu toprağında
var olduğuna inanılan Yedi Uyurlar’ın
Kur’an’da ki işaretlere uygunluğu konusunda çok sıkıntılı bilgiler
olduğunu gördüm. Buna rağmen ‘inanç’ olduğu için zorlama ifadelere de
başvurmanın fazla bir anlamı yoktur.
Eğer bir değerin birden çok yerde adı geçerse
ve birden çok yerin halkları tarafından sahiplenirse bilinmelidir ki her insan,
her bölge, her millet ve hatta her ülke o değeri kendi değeri olarak
gördüklerindendir. Bu da çok büyük bir zenginlik olup ‘tevhit’ anlayışının
gereği olarak izah etmek mümkündür.
Biz de ‘En Uzun Gün’
başlığıyla yayınladığımız bu çalışmaya, Anadolu Selçuklu Devletinin en popüler
Devlet adamı olan Alaaddin Keykubat dönemini aralayarak başladık. Nedeni ise
Devletlülerin makamına bir taş atımlık mesafede olan Tarsus’a dahi bayındırlık
anlamında bir taş bile koymadıkları halde, Tarsus’a göre sadarete çok daha uzak
ve meşakkatli yöre olan Efsus’a (Afşin’e) önemli miktarda Devlet hizmeti götürerek bölgenin bayındır edilmesi,
okuyuculara çok ciddi argumanlar sunması açısından önemlidir.
EN UZUN GÜN
Şehzade’nin Rüyası
(Roman)
Sıddık DEMİR
YAZAR HAKKINDA;
Kahramanmaraş-Afşin
doğumlu.
Lise ve dengi
okullarda Öğretmen ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri
yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım hayatına girdi. Aşağıda isimleri belirtilen eserleri kültür
dünyamıza kazandırdı.
1-Afşinli Derdiçok
(Derleme-Aşık Tarzı)
2-Gündemden Kesitler
(Denemeler)
3-Ankara Gönül Erleri
(Araştırma)
4-Dirgen Ali (Belgesel
roman)
5-Duyarlı Gezintiler (Tespitler ve Tenkitler)
6-En Uzun Gün (Belgesel Roman)
7- Şahan
1.BÖLÜM
-Delicesine cesaret göstererek riske girmek ne bana nede
ağabeyime yakışmaz. Çünkü biz Sultan olmuş bir babanın çocuklarıyız. Sen büyük
ihtimalle ilerde kuyumcu olursun. Ben Veliahdım. İleride ne olur, ne olmaz…
Şu anda sürgündeyiz.
Babam öyle diyor. Pek anlamadım ama ne oldu ne bittiyse, Sultan iken babam, gördüğünüz gibi sizin vatanınızdayız. Şimdi
Sultan amcam oldu. Bir gün belki
vatanımıza döneceğiz. Şu saatte ders
arasındayız ve korumaları da atlattık. O
halde sorumlu olarak eğlenelim diye biraz tutuklu davranıyorum
.
BÖLÜM-1
Bunca zaman geçmesine rağmen denizin derinlerden çıkardığı
gürültünün yanında oturdukları malikhanenin bahçe duvarına mütemadiyen çarpan
dalgaların korkunç seslerine bir türlü alışamadılar.
Gençliğin verdiği sorumsuzluklar şehzade de olsa yaşanmadan
bir ömür devri nasıl geçerdi. Çocukluğunu yaşayamadan büyümek her insan için
değil er insan için geçerli olmalıydı. Bir ailenin veya bir kasabanın veya bir
ilin hatta bir devletin onca problemleriyle beraber dünyaya teşrif eden o
insanlar ne kadar özgürlüklerini yaşar bir düşünün.
Zaten zar zor uyuyan Alaaddin, odasının bahçe duvarı
tarafında olması nedeniyle denizin sakin olmadığı zamanda sürekli en erken
uyanandı.
Ağabeyi İzzeddin’i ve kardeşi Keyferiddun’u güne hazırlamak
adeta onun görevi olmuştu. Su
ile toprak ilişkisinin ortaya koyduğu korkunç sahnenin dışında Alaaddin’i
meftun eden ada manzarası, alabildiğine renkli bitki örtüsü ve sessizliği
yanında insanın yüreğini hoplatan ve başka alemlere zuhur ettiren nağmeli
sesler...
Organize olmuş ve iç alemlere seyahat ettiren binbir çeşit
kuşların müzikli cilveleri...
Alaaddin huzur duyduğu, kendisiyle barışık anların oluştuğu
bir güzel günü kaçırmamak gayesiyle, güne güneşten önce doğmak için pencereye
koştu.
Deniz yorgan gibi ve sessiz, güneş doğma sancısı içinde, ama
kuşların adeta bütün mutlulukları çağrıştıran nağmeleri hep bir ağızdan icra
edişleri Alaaddin’e doyumsuz zevk veriyordu.
Alaaddin için çok sevdiği ölü deniz manzarasıyla mütemadiyen
insana derinlik kazandıran ahenkli musiki notalarının buluşması sanki gökkuşağı
gibi seyreklikte görünen bir manzaraydı.
“Bugün benim için en güzel günlerden biri olacak” diyerek
yerinden fırladı. O güzel sistemin gönüllü bir parçası oldu uzun müddet.
Nice sonra kuşluk vakti girmişti. Leon ve Laskaris’in
malikhaneye gelmiş olabileceğini tahmin ederek;
“Ağabeyimi kaldırmalıyım, mürebbiyeler gelmekte geç kaldılar
herhalde” diyerek İzzeddin’in odasına destursuz girdi.
Hazırlanmış halde odadan çıktılar. İlk gördükleri görevliye
diğer öğrencilerin gelip gelmediğini sordular. “Gelmek üzereler” cevabını
alınca kahvaltı yapmak üzere sofraya geçtiler.
Dışarıda Leon ve Laskaris dışında ağabeyi İzzeddin’le
beraber Sultan babasının hizmetinde bulunan bürokratlardan bir kısmının
çocuklarından oluşan toplam yedi sekiz talebe ile beraber Alaaddin, Konya’da
başladıkları eğitimi burada yani Bizans’da da sanki hiçbir şey olmamış gibi
sürdürmektedirler.
Leon ve Laskaris, adada bulundukları müddetçe Sultan
babasına iyi bir ev sahipliği yapma noktasında olağanüstü gayret gösteren
kuyumcu esnafı, aynı zamanda samimi oldukları yerli halktan komşularının
çocukları olup, kendileri nasıl birbirlerini sevmişlerse, Sultan babasının da o
derece bu komşularına izzet ikramlarının yanında, onları çok önemsemesi
sıkıntılarının biraz hafiflemesine sebep oluyordu.
Sultan babasının bu komşuları, şehzadelerin ve malikhanede
bulunan diğer çocukların aldıkları eğitimi çok beğendikleri için, kendi
çocuklarının da din dersleri dışındaki dersleri takip etmelerini rica ettikleri
için kabul görülmüştü.
Böylece şehzadelerin Leon ve Laskaris vasıtasıyla yerli
halkla olan temasları kısıtlı da olsa sağlanmış oluyordu.
Malikhanenin dershanesinde kendi alanında yetişmiş hocalar, fen
ve din ilimleri yanında uygulamalı zanaat dersleri de veriyordu.
Leon ve Laskaris, içinde mimarlık, atıcılık, kuyumculuk,
dericilik, ressamlık gibi derslerin yanında felsefe gibi teorik dersleri de
takip ediyorlardı.
Eğitime sabah ve ikindi akşam arası devam ediliyordu. Öğle
arası diğer ihtiyaçlar için uzun bir istirahat zamanı olduğu için Şehzadeler,
koruyucuları atlatarak diğer arkadaşlarından bir kısmıyla ya tepelerdeki orman
içlerine veya sahile inerek denize girerlerdi.
Alaaddin, denizden korksa da oyunbozan durumuna düşmemek
için zoraki oraya yönelirdi.
Yalnız her türlü eğitimde istidat gösterdiği halde, denizden korktuğu için olsa gerek yüzmeyi pek
beceremiyordu. Arkadaşları çok rahat yüzdükleri halde Alaaddin, yorgan gibi
olan denize dahi korkarak giriyordu.
Ağabeyi İzzeddin’le bir bu konuda çekişemiyordu. Ok atmada,
ata binmede, mimaride, resimde, zaman zaman hikmetli sözler söylemede İzzeddin’in
kıskançlığını çekecek kadar Sultan babasının gözüne girmişti.
İşte öyle güzel bir günün öğle saati sırasında, içlerinde
Leon, Laskaris ve ağabeyi İzzeddin’in olduğu dört kafadar, koruyucuları
atlatarak malikhanenin uzağında bulunan bir yere denize girmek maksadıyla
ulaşırlar.
Boğazın serin sularıyla buluşmak için ilk soyunan İzzeddin,
Leon ile beraber suya tepe takla dalarlar. Deniz fevkalade güzel, güneş tepede,
etrafta kimsecikler yok.
İzzeddin;
-Alaaddin hadi gel... Atla... Korkma... Bak Leon’la ben...
İsterseniz taa karşı kıyıya varıp gelebiliriz. Oysa sen girmekten bile endişe
ediyorsun. Dilim varmıyor ama kız gibisin vallahi... Erkekliğini göster
hadi... Sultan babam gelsin de senin şu
halini bir görsün. Benden daha çok seni sevdiğini, sana önem verdiğini
biliyorum. Şu an bizi seyrettiğini varsay ve kendini göster. Hadi kardeşim gel...
Gel... Atla...
Laskaris;
-Onlar bayağı yol aldılar Alaaddin. Ben sizin lisanınızdan anladığım
yarım yamalak dille seni İzzeddin’den daha fazla ikna edemem ama korkunu biraz da
olsa azaltmak için hep senin yanında olacağım, el ele yüzelim olur mu?”
teklifinde bulunur.
Alaaddin, ağabeyi İzzeddin’in söyledikleri ağırına gittiği
için Laskarise’e seslenir;
-Ben de sizin kadar güçlüyüm. Neden olmasın... Yalnız fazla
açılmak istemem. Benim prensibim dibi görünmeyen suda kılı kırk yarmamdır
Laskaris. Endişem ondandır.-Delicesine cesaret göstererek riske girmek ne bana
ne de ağabeyime yakışmaz. Çünkü biz sultan olmuş bir babanın çocuklarıyız. Sen
büyük ihtimalle ilerde kuyumcu olursun. Ben veliahdım. İleride ne olur, ne
olmaz...
Şu anda sürgündeyiz. Babam öyle diyor. Pek anlamadım ama ne
oldu ne bittiyse, sultan iken babam, gördüğünüz gibi sizin vatanınızdayız.
Şimdi sultan, amcam oldu. Bir gün belki vatanımıza
döneceğiz. Şu saatte ders arasındayız ve korumaları da atlattık. O halde
sorumlu olarak eğlenelim diye biraz tutuklu davranıyorum.
Alaaddin sözünü tamamlayamadı. Laskaris, İzzeddin’in Leon’u
çelme takarak denize tepe takla girmeye mecbur ettiği gibi “Fazla uzattın şehzade
çocuk” diyerek Alaaddin’in atlaması için var gücünü, kendini de denize
bırakarak kullanır.
Alaaddin neye uğradığını anlamadan kendini denizde bulur.
Laskaris;
-Haydi Alaaddin, biraz sahilden uzaklaşalım. Leon’lara yaklaşmadan döneriz. Beni takip et...
Alaaddin, istemese de davete icabet ederek sahilden birazcık
uzaklaşır.
Leon ve Laskaris, Boğazda dip dalgaların yani akıntının
olduğu konusunda Şehzade kardeşlere bilgi vermeyi akıl edemezler.
İzzeddin, Leon’la yan yana olduğu için akıntı karşısında
telaşlanma olmadan kendini idare ettiği halde, Alaaddin kendisinden uzaklaşan
Laskaris’e ulaşmak için mi yoksa sahile dönmek lazım mı acaba diye olduğu yerde
tereddüt göstererek bir müddet hızını keser.
Ama akıntıya kapıldığını fark edince, canhıraş sahile
yönelik kulaçlar atmaya başlasa da, yol alamadığının farkına varır.
Kendi kendine;
-Demedim mi Alaaddin, dibini görmediğin ve özelliğini
bilmediğin suya girilmez. Gayret ediyorum ama sahile bir türlü yaklaşamıyorum.
İzzeddin ağabey ve Laskaris’e sesimi de duyuramıyorum. Üstelik onlar benim
farkımda bile değiller. Oysa yoruldum. Kollarım kalkmıyor. Keşke koruyucularla
gelseydim. Bak işte pisi pisine gidiyorum.
-Allah’ım; Üçler, Yediler ve Kırklar adına sana
yalvarıyorum. Bana yardım et Allah’ım...
Gibi son çırpınış esnasında kalbinden daha neler neler
geçirir.
İçinde bulunmuş olduğu çaresizliğe, korku ve panik de
eklenince akıbet berbat olur. Ne kadar uğraşsa da ümidini keser ve nihayet alıp
götürmesi için teslim olur.
Laskaris bir ara geriye bakar ama Alaaddin’i göremez. Sahile
çıkmıştır düşüncesiyle oraları da tarar. Yine yok... İzzeddin ve Leon’a
seslenir;
“Alaaddin... Alaaddin...”
İzzeddin ve Leon telaşlanır. Çevrede kendilerinden başka hiç
insan olmadığı için, Alaaddin’in göze
çarpmayışındaki garipliğin farkına vararak, kulaçlarını hızlandırırlar.
Sahile çıkmalarına ramak kala İzzeddin;
“- İşte orada!
Hani kimse yoktu?
O yanındaki adam da nereden çıktı? Kardeşime bir zarar
vermesin. Bak bak elleriyle bir şeyler yapıyor, sırtını ovalıyor. Yoksa boğacak
mı?
“Haydi Leon yetişelim.”
Ve sahile çıktıklarında Alaaddin’i halsiz bir şekilde oturur
bulurlar.
İzzeddin, heyecanla soruları peşpeşe sıralıyordu;
Ne oldu kardeşim?
Niye bu haldesin?
Yoruldun mu?
Deniz suyu mu içtin?
Yoksa korktun mu lan?
Yanında bir adam vardı. Onunla ne yapıyordun?
Sana masaj gibi bir şeyler yapıyordu. Yoksa zarar vermeye mi
çalışıyordu?
Söyle Alaaddin. Neden hiç bir şey yokmuş gibi öyle bakıp
duruyorsun?
Allah’a şükürler olsun bir an için seni göremeyince büyük
ihtimalle boğulduğunu zannettik değil mi Leon?
Leon;
-“Evet Alaaddin, Laskaris’le beraber olduğunu sanıyorduk.
Onun için emindik. Bir anda neler oldu Laskaris?
- Sen ona bizden yakındın. Anlat hadi anlat.
Laskaris;
-“Ben de bir şey bilmiyorum. Bir baktım hemen arkamda
geldiğini zannederken, göremez oldum.
-Suç bizim. Boğazda akıntı olduğundan hiç bahsettik mi?
-Hayır.
-O halde Alaaddin hızını kesince akıntıya tutuldu ve
telaşlandı. Kendini yormadan “Ko apartsın” deseydi yorulmadan ileride sahile
vururdu, suç bizim Leon suç bizim...”
İzzeddin;
-“Hadi toparlanalım. Ders saati de yaklaştı zaten. Alaaddin
kardeşim bu olaydan kimseye bahsetme, özelliklede Sultan babama... Sakın
anlatmayasın. Disiplini ve korumayı arttırırlar. Ara sıra gençliğimizi yaşamak
için ailemizden uzakta hür oluyoruz. Bu kaçamaklarımıza zarar gelirse olmaz.
-Leon ve Laskaris, lütfen siz de ailenizden kimseye
anlatmayın. O şekilde duyulması bizim için daha ağır olur. Onun için sizler
azizler adına, Konstantiniye adına bana
söz vermelisiniz” deyince;
Leon ve Laskaris;
-Söz veriyoruz. Bütün kutsal bildiklerimiz adına söz
veriyoruz İzzettin. Bizden yana emin ol. Ama Alaaddin de söz vermeli...
Alaaddin (kendine gelmiş)
-Arkadaşlar, sizin gözünüzden kaybolduğumda akıntıya
kapılmış, kendimi her şey bitti diye koyuvermiştim.
-Sonra ne oldu, işte esas sır burada. Bırakın size söz
vermeyi, varlıkla yokluk arasında şu kısa zamanda gidip geldim.
-Bu olayın kahramanına yani kurtarıcıma söz verdim. Bu
sırrın ifşa olmaması için adını vermeyeceğim. Onun için emin olun.
“Haydi ya Allah deyip derse girelim” dediler.
O gün öğle vakti istirahatının bu dört kafadara nelere mal
olduğu hesabı yalnız Alaaddin’i derinden etkilediği için hiçbir şey olmamış görüntüsü
verilerek derse yetişirler.
Diğer talebeler kaçamak yapan Şehzadelerin hatırına Leon ve
Laskaris’deki deniz havası görüntüsüne kıs kıs gülerek belli ederler.
Alaaddin’deki durgunluğa hiçbir anlam veremediklerini,
anlamak için ise soru sormaya çekindikleri her hallerinden belli olur.
Eh, kolay mı?
İmtiyazlı kişi. Babasının oğlu.
Devrilmiş de olsa, tahtı elinden alınmış da olsa, sürgün
hayatı yaşamış da olsalar, onlar “Sultan çocuğu Şehzadelerdir.”
Ya Sultan olurlar ya da yok olurlar. Kanun bu! İki uç
arasında bir hayat...
Oysa kendileri olsa olsa amir ya da memur olurlar. Ya da
babalarının hizmetleri karşılığı oluşturduğu mal varlıklarıyla ömür boyu
çeşitli şekilde yaşama şansları çok.
Bu yaşta olmalarına rağmen bu çocuklar kendilerini bilir de
öyle davranırlar.
Dersin hocası zaman zaman “Alaaddin evladım, sen niye derse
iştirak etmiyorsun? Hasta veya yorgun musun? Kendini kötü hissediyorsan
istirahata çekilebilirsin” dese de Alaaddin o gün öğleden sonraki derslerde bu
garip durumunu hep sergiler.
Üstelik kendi kendine...
Kim bu Yemliha... Eshab-ı Yemin’in oğlu Yemliha... Neden
bana “Sen devlet olacaksın Alaaddin. Allah’ın izniyle... Korkma, seni
kurtaracağım. Velev ki sen zor durumda kaldığında Üçler, Yediler ve Kırklar
adına yakardın. Velev ki bizim adımızı andın. Yaradan kurtuluşunuza bizi memur
etti Alaaddin” dedi, bana gibi cümleler dökülür ağzından
2. BÖLÜM
Ey Şehzade Alaaddin;
Aylar var ki beni arar durursun. Gönüllerden değil yerde
ararsın beni.
Korkma; Ben Yaradan’ın izniyle seni denizden kurtaran
adamım. Ben Yemliha...
Tekrar ediyorum; Üçler, Yediler ve Kırklar adına dediğinde,
adımızı andığın için bu işe memur edildik. Beni etrafında arama, yerde, havada
arama. Bizi kitaplarda, kütüphanelerde, bilge kişilerde ara.
Bana Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha derler. Sen Alaaddin,
sürgün dediğin sıkıntılı günde kurtulacaksın.
Devlet olacaksın... Sultan olacaksın...
Bölüm-2
Alaaddin;
-Ben devlet olacakmışım. Onun için koruyuculuğumu yapan biri
beni kurtardı. Oysa Sultan babam bile canını zor kurtardı.
-Bu gencecik yaşında hep beraber sürgün hayatı yaşıyoruz.
Sultan babamı tahtından eden amcam Süleyman’ın keyfi yetse bile, tahtın bir
yığın varisleri o makama tekrar Sultan babamı atarlar mı?
-Bu mümkün görünmediği halde, biz ellerin memleketinde
kalkıp, vatanımıza varıp “Bizi sultan yapın, nasıl deriz?
-Böyle o makama oturulur mu? Oturulsa bile o makamda böyle
kalınır mı?
-Mücadele olmadan bu iş olmaz.
-O halde ben nasıl “Devlet” olabilirim?
Acaba bilinmeyen bir oyun mu var?
-Amcam Süleyman, adamlarını taa buraya, yani Bizans’a kadar
göndererek Sultan babamın koruyucuları yanında bizim güvenliğimizi mi sağlıyor
acaba?
-Veya Sultanın varisleri olarak bize “Size çok yakınım.
Koruduğum gibi, istediğim zaman da ortadan kaldırırım” diyerek mesaj mı veriyor
acaba?
-Bu beni kurtaran Yemliha adındaki adama “Sen devlet olacaksın, korkma” sözünü amcam Sultan
Süleyman mı söyletmiştir?
Nedir bu işin iç yüzü Allah’ım?
Alaaddin, sonraki günlerde eğitiminin yanında sürekli gelen
gidenden tutun da Sultan babanın yakın çevresinde Yemliha’ya benzer birini veya
Yemliha adında birilerini hep arayıp durur.
Ama nafile...
Günler aylar geçer, kafasını karıştıran bu olayla ilgili bir
türlü aydınlatıcı bilgiye rastlayamaz.
O gün çok yorgun olduğunu beyan ederek odasına çekilen
Alaaddin, Yaradan’ına öyle bir müracaat eder ki;
Müracaattaki samimiyetiyle olduğu yerde uyuya kalır. Her gün
sahilin hırçın sesleriyle veya bülbüllerin ahenkli nağmeleri ile güne güneşten
erken doğan Alaaddin, alışkanlılığının dışında çok daha erken gördüğü rüyanın
tesiriyle uyanır.
-“Çok şükür Allah’ım, çok şükür. Nihayet aylardır içimi
yiyen soruların cevabını buldum.
Aydınlandım Allah’ım aydınlandım. Sana sonsuz teşekkürler.”
Der ve tekrar kapanır yatağa...
Ve gözyaşları sel olur. Hıçkırıklar... Hıçkırıklar...
Kalkar ve abdest alarak sabah namazına ilave olarak iki
rekât da şükür namazı kılar.
Rüyasında;
“Ey Şehzade Alaaddin;
Aylar var ki beni arar durursun. Gönüllerde değil yerde
ararsın beni.
Korkma; ben Yaradan’ın izniyle seni denizden kurtaran
adamım. Ben Yemliha...
Tekrar ediyorum; Üçler,Yediler ve Kırklar adına dediğinde,
adımızı andığın için bu işe memur edildik. Beni etrafında arama, yerde ve
havada arama. Bizi kitaplarda, kütüphanelerde, bilge kişilerde ara.
Bana Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha derler. Sen Alaaddin,
sürgün dediğin sıkıntılı günden kurtulacaksın; devlet olacaksın. Sultan
olacaksın...
Ben yeteri kadar kendimi tanıttım. Sen Sultan olunca güçlü
ve adil olacaksın. Yaradan’ını unutma. Sultanlar Sultanı odur...
Sorumlu olduğun beldelerde bilge kişilere, Evliya ve Enbiyaya,
hakkı gasp edilmiş mazlumlara yardım etmekten geç kalmayasın. Riyazetle sırları
keşfeden alimler zümresine sırtını çevirme, onlara gönül sultanının bereket
sofrasını hep açık tut. Şimdi “Git hadi işine” demeden temsil ettiğim
arkadaşlarımla bulunduğum mekan bakımsızdır. İhya edersen bizimle beraber sen de
iki cihanda gerçek Sultan olursun.”
Alaaddin;
“Bu sözler kulağımda küpe olmalı.
-Allah izin verirse, şayet Yemliha adındaki bu salih kişinin
dediği olursa, yani devlet olursam...
-Allah’ım sana sığınıyorum. Bana Yemliha kulunun bu sözlerini
unutturma.
-İnşallah bu hali sürekli hatırlayacağım. Beynime cımbızla
yerleştireceğim. Nefes alıp verdikçe hayatımın en büyük dönüm noktası olan bu
olayı unutmayacağım.
-Sonunda devlet olmakla müjdelendiğime göre işte şu andan
itibaren, bilumum korku ve vehimlerimden de sıyrılıyorum.
-Allah’ım sen şahit ol, sen şahit ol...
Rüyasında sarf edilen “Bizi kitaplarda, kütüphanelerde ve
bilge kişilerde ara” ifadesi üzerine Alaaddin, taa küçük yaştan itibaren
kendilerinin yetişmesinde çok önemli katkısı olan Emir Seyfeddin’e “Eshab-ı
Kehf” ile ilgili bilgi edinme gereğini arz eder.
Bu bilgilere nasıl ulaşacağı hususunda gerekli işaretlerin
alınması üzerine “Halının ucu aralanarak altına göz atmak” sonucun alınmasına
yeter de artar bile...
Özellikle sosyal bilimci hocalarına “Bu kıssa” ile ilgili
mütemadiyen sorular yöneltir.
Kur’an kültürüne
hakim, dost ve ahbap toplantılarına iştirak edenlerden gözüne kestirdiği bilge
kişilerle tartışmalar yapar.
Kendi dini kültürü dışındaki, diğer dinlerin kültürlerinde
de bu kıssaya yer verilip verilmediğini öğrenmek için Leon ve Laskaris
vasıtasıyla o taraftan da araştırmasına devam eder.
Ashab-ı Kehf denilen mağara arkadaşlarının hayatlarına ilişkin
olarak kısa zamanda bilgi sahibi olduktan sonra, Alaaddin’de çok ciddi olgunluk
emareleri kendini gösterir. Sultan babasının bile zaman zaman Alaaddin’deki
değişikliği “Gençlik olayları herhalde...
Yoksa mahdumumuzun gönül ilişkisi mi var?” gibi sözlerine yakın çevresi
vakıf olur.
Alaaddin, Yemliha ile arasında geçen olayı, yaşadığı
müddetçe bir sır olarak saklamayı düşünmektedir. En azından “Devlet olmasını” engellemek
için tedbire başvurabilecek kişi ve kurumlardan esirgemeyi vazife addeder.
Öyle ya; makam aynı ve tek...
Şartları gereği uygunluk arz eden ağabeyi, küçük kardeşi, amcaları gibi ateşten gömlek
giymeye umutlu niceleri var bu makamı gönlünden geçiren.
Bunların hepsi bir umutla bekler. Onları yaşatan ve
hırslandıran umutlarıdır.
Beklemenin nafile olduğuna şimdiden inanan bu taifeden
bazıları bir takım entrikalarla, amansız çirkin hile ve tertiplere başvurarak,
ne kendisi ne de başkasına huzur verirler. Onun için denilir ki; “Beklemek
güzel şey umut yarısı, ya bekleyememek içler acısı...”
Alaaddin’in hayat felsefesi hep bu minval üzerine olur.
“Devlet olma” noktasında emin olmasına rağmen yine de “Acaba” demekten kendini
alamaz.
Sohbetlerinde, mağara arkadaşlarının bu kıssası kendini daha
çok ilgilendirdiğinden, edinmiş olduğu
her yeni bilgiyi unutmamak için odasına çekildiğinde, bu bilgileri yazıya
dökerek kalıcı olmasını sağlar.
Dışarıda olan biri odasındaki bu notları okumuş olsa ciddi
malumat edineceğe benzer.
Bu kıssa hakkında zaman zaman, özet olarak tuttuğu notu aile
meclisinde veya münasip gördüğü ortamlarda, onları şu ifadelerle aydınlatır: “Ashab-ı Kehf kıssasının özünü teşkil eden ve ölümden
sonraki dirilişin bir misali olan ve
uzun süre mağarada uyuyup yeniden uyanma hadisesi, İslam’ın dışındaki
diğer bazı dinlerde ve çeşitli efsanelerde de yer almaktadır. Rivayete göre:
Kral veya bölge valisi Efsus’a geldiğinde, halktan putlara
kurban kesmelerini emreder. Bu emre uymamakta direnen altı genç, gizlice
Hıristiyan olmakla suçlanır.
Bütün baskılara rağmen putlara kurban kesmeyi reddeden
gençlere düşünmeleri için mühlet verilir.
Malum; o zaman Apollon ve Jüpiter için kurban kesmek,
onların önünde tazimle eğilmek putperestler için önemli bir ibadet biçimi...
İnsanlar bağlılıklarını ancak bu şekilde ifade ederdi.
Netice itibariyle Kralın, Efsus’tan ayrılarak Ninova denilen
şehre gitmesi icap eder. Dönünce gençleri sorar. Oysa gençler Kral Dakyanus
dönmeden önce şehirden kaçarak Bencilus adı verilen dağdaki bir mağarada
saklanırlar.
Nice sonra seferber olan yetkililer, mağaradaki gençlerin
yerini tespit eder. Krala haber verilir. Mağaranın etrafı sarılır. İçeri
giremedikleri için gençlerin yakalanması mümkün olmaz. Bunun üzerine mağaranın
kapısı büyük kayalarla kapatılarak gençlerin diri diri ölümü sağlanmak istenir.
Onlara göre öyle de yapılır. Oysa bu gençler çoktan
uyutulmuş olup, altı kişiye ilaveten yolda karşılaştıkları çoban ve köpekleri
Kıtmir ile sekiz olurlar.
Kur’an’da Ashab-ı Kehf kıssasının anlatıldığı bu sureye
“Kehf” adı verilmiştir. Bu surede anlatıldığına göre, putperest bir kavmin
içinde Allah’ın varlığına ve birliğine inanan yedi genç, bu inançlarını açıkça
dile getirip, putperestliğe karşı çıkmış, taşlanmaktan veya zorla din
değiştirmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlardır.
Yanlarındaki köpekleri ile beraber uykuya dalan gençler tam
üçyüz dokuz yıl sonra uyanmışlardır. Bu süre Kur’an’da “Onlar üçyüz yıl kaldı,
dokuz da ilave ettiler” şeklinde belirtilmiştir.
Mağarada bir gün kadar uyuduklarını sanan gençler,
içlerinden biri olan Yemliha’yı gümüş bir parayla yiyecek almak üzere şehre
gönderirler. Böylece onların durumuna muttali olanlar, Allah’ın vaadinin hak
olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini anlarlar.
Uyandırılma olayı ve sonrası kısaca şöyle cereyan eder:
“Hıristiyanlığın bir devlet dini olarak kabul edildiği döneme
rastlayan uyandırılma olayı yine Rabbani bir cilve gereği olmuştur.
Ölümden sonraki hayata inanmayan bir akımın gelişmeye
başladığı tamda o dönemde, ağzı
kapatılan duvar bir çoban tarafından hayvanlarına sığınak açmak için yıkılır.
Allah gençleri uyandırır. Onlar sadece bir gün uyuduklarını sanırlar.
Acıktıkları için içlerinden biri olan Yemliha’yı Efsus’a gönderirler.
Yemliha, şehre girerken şehrin kapısındaki “Haç”ı görünce
çok şaşırır ve etrafta gördüğü insanlara bu şehrin Efsus olup olmadığını sorar.
Gördüklerini arkadaşlarına da anlatmak için sabırsızlanır.
Fakat yanında getirdiği üzerinde Kral Dakyanus’un resminin
bulunduğu para ile ekmek almak için fırına yönelir. Ekmek satan fırıncı bu eski
parayı görünce gencin hazine bulduğunu zannederek bu hazineyi paylaşmayı
düşünür.
Bu karışıklıkta olaya şahit olanlar, durumu yeni valiye veya
yeni Krala ileterek Yemliha’nın sorgulanmasına sebep olurlar.
Bölgede zaten kulaktan kulağa hep söylenen ve hikayeleri
unutulmayan bu gençlerin kıssasını yeni Kral da de zaten bilmektedir. Onun için
Yemliha’nın söylediklerine önem vererek işin peşini bırakmazlar. Merakla hep
sorarlar. Yemliha başından geçen olayı tek tek anlatır.
Netice itibariyle arkadaşlarının bulunduğu mağaraya onları
da davet eder.
Efsuslular başlarında iman ehli yeni yöneticileriyle beraber
mağaraya varmak üzere yola koyulurlar. Ve mağaraya varılarak Yemliha’nın arkadaşlarınıda görürler.
Olayın vehametini nispeten anlamaya çalışan Yemliha
arkadaşlarına; “Yeniden dirilmenin ve Ahiret gününün gerçek olduğunu göstermek
için Yüce Allah’ın kendilerini bir gece değil, tam üçyüz dokuz yıl uyuttuktan
sonra kıyametten önce dirilttiğini” söyler.
Daha sonra gençlerin hepsi Rab’leri tarafından tekrar ölüm
uykusuna yatırılır. Dünya gözüyle görülemez halde kaybolurlar. Olayın şokunu
yaşayan yönetici takım kendilerine geldikleri vakit bir muazzam olayın
tecellisi karşısında fizikende dilleri adeta lal olur. Güneş tepeye dikilir,
güneş sallanır ve hatta kaybolmaya namzet vaziyet alır ve nihayet kaybolması
üzerinde epeyi zaman geçer ama ayaklar bir türlü bulundukları mekandan ayrılmak
istemez. Nice sonra bir komutla kendilerine gelerek Efsus’un yolunu tutarlar.
Bu olayda ibret alınması gereken hususlar vardır. Yoksa bu
gençlerin sayıları, bulunduğu mekan ve yaşadıkları zaman değil. Hıristiyanlık
kültürünün parçası olduğu, Kur’an’da ise adlarına koskoca ayetler inerek
kıssaları anlatılan mağara arkadaşlarının hikayesiyle, inananlara verilmek
istenen mesaj kısaca şöyledir;
Hak ve batıl mücadelesinin öteden beri var olduğu, inananların
her devirde zulme uğramalarına rağmen batılın hakka galebe çalamadığı, samimiyetle
iman edip inançlarının gereğini yaşayanları Allah’ın mutlaka başarıya
ulaştırdığı ve nihayet her şeyi yoktan var eden Allah’ın insanları yeniden
diriltmeye muktedir olduğudur.
Alaaddin’in notlarında devamla;
Ahirete ve yeniden dirilmeye en önemli bir temsil teşkil
eden bu olaya benzer dinler tarihinden bize kadar gelen “Üzeyir Peygamber
kıssası“ da vardır.
Üzeyir kıssasındaki gibi “Yemliha” Efsus Valisinin huzurunda
“Yaşadığın sokağı ve evi gösterebilir misin?” sorusu üzerine hep beraber adrese
gidilir.
Yemliha’nın “İşte şu sokak ve şu ihtiyar adamın kapısında
oturduğu ev, benim ve ailemin oturduğu eve benziyor... Yalnız biraz değişikliğe
uğramış gördüm” cevabı üzerine Vali ve beraberindeki heyet eve yönelerek,
kapıda oturan adama; “Bu evde ne zamandır ikamet edersin” dediklerinde, ihtiyar
adam; “Babam, babamın babası ve onun atası hep bu evde yaşamışlar. Hatta üç-beş kuşak öncesi atalarım devlet
yöneticisi önemli insanlarmış. Bana gelen bilgiye göre;
Yemliha adındaki atam olan kişi putperestliğe başkaldırarak,
arkadaşları ile beraber kaçıp bir mağarada saklanmışlar ve mağaranın önü
kapatılarak ölmeleri sağlanmış” dediğinde Yemliha’nın ve etrafındaki heyetin
gözleri fal taşı gibi açılır.
Geride bir çocuk bırakıp yirmibeş yaşlarında kaçan ve aynı
yaşta uyandırılan Yemliha, torununun torunu olan doksanlık ihtiyar adamın
karşısında ne diyeceğini bilemez.
Bu olay ile yeniden dirilme, mucizevi bir şekilde ibreti
alem için insanlara gösterilmiştir” gibi teferruatları bile Alaaddin’in notları
arasında bulmak mümkün olur.
***
Gerçekten, o günden itibaren Alaaddin gelecekte her an Sultan
olma ihtimalini düşünerek kendini hemen her alanda yetiştirmek için uğraşır.
Ok atmada çok mahir olduğu için ders aldıkları zaman dışında
da avcılık yapar.
Bir yandan bölgeyi tanımaya diğer yandan da yerli halktan
birilerine rastlarsa Rumcasını geliştirmeyi amaç edinir.
Yalnız arkadaşlığın dışında Leon ve Lakrakis’le çok sık
görüşmelerinin bir sebebi de Rumca pratiğini geliştirmektir.
Sultan babasının bir kulağı Konya’dadır. Ara sıra gelen
gezginlerden, tüccarlardan, bazen de özel olarak görevlendirdiği adamları sayesinde
siyasi istihbarat edinir.
Kardeşi, Sultan Süleyman Şah’ın başarılarına üzülür,
başarısızlıklarına sevinirdi. Çok
yakınına kadar soktuğu adamları sayesinde suikast bile düşünür. Henüz yönetim
desteği yeterli olmadığı için biraz daha sabırlı olayım dediğine şahit olurdu.
Sultan babanın Bizans’a zorunlu ikameti esnasında saltanata
oturan Süleyman Şah; ağabeyi Gıyaseddin’in Bizans’a sağ salim ulaşmasına göz
yummuş, diğer taraftan kaçarken geride bıraktığı çocukları olan yeğenleri
İzzeddin ve Alaaddin’i buldurarak kendilerine;
“-Artık delikanlı sayılırsınız. Her ne kadar baban memleketi
terki diyar edip, sizleri bırakıp gittiyse de korkmayın ve hiç çekinmeyin.
Babanız yoksa amcanız olarak ben varım. Sizler benim de
evlatlarım sayılırsınız. Üstelik tahtın da tıpkı oğlum Kılıç Aslan gibi varisi
sayılırsınız. Bundan böyle bize sizin her türlü ihtiyacınızı karşılamak ve
bilhassa eğitiminizin devamını sağlama işi düşer. Ancak yine de tercih sizin.
Arzu ederseniz sizi babanıza da yollarım. Ne dersiniz?” dediğin de;
-Sultan amca, bizi babamıza gönder. Ailemizi çok özledik.
Ferman verirseniz, Emir Seyfeddin babamızın yerini biliyormuş. Biz ona
güveniyoruz. Yıllardır bize ve Sultan babama çok yakın oldu”
Gibi samimi ve çocukça ifadelere duygulanan Sultan amca, Şehzadeleri
babasına gönderir.
Genç Şehzadeler; Amca Sultan’a karşı, Sultan babalarının
düşmanca beslediği duygularından hiçbir eser olmadığı gibi merhametli ve
şefkatli davranış gördükleri için sempati bile duyuyorlardı. Bu duyguları
hiçbir zaman Sultan babalarına açmamış olsalar da, annelerinin yansıtmalarıyla
amcalarının hoşgörülü olduklarını tahmin edici yorumlara zaman zaman şahit
olurlardı.
3.BÖLÜM
Yemliha Alaaddin’e;
“Sözler duygu ve düşüncelerimizi iletmemizin bir
vasıtasıdır.
Sözün dışında bakışlar, el ve yüz hareketleri gibi, jest
ve mimikler kısaca vücut hareketi veya dili de duygu ve düşüncelerimizi sözler
gibi yansıtır. Güvenilirlik veya güvensizlik intibahı uyandırır. Güzel sözler
gönüle huzur, neşe ve rahatlık verir. Kötü sözler ise insanları rencide eder ve
incitir.
Başkent Konya karışmış, Sultan Süleyman Şah ölmüş... Halk
arasında yayılan söylentilere bakılırsa Sultan zehirlenerek öldürülmüş...
Devlet erkânı veya Sultanın etrafındakilere bakılacak olursa, Sultan eceliyle
ölmüştür.
Bir yığın söylenti... Sonuç itibariyle Sultan ölmüş, yerine
oğlu Kılıçarslan geçmiştir.
Yaşasın yeni Sultan...
Kurulmuş bütün Türk devletlerinde öyle bir hastalık var ki,
makamlara karşı aşırı istek ve hırs insanların gözünü kör eder.
Devlet ricalinde Sultan da olsa bir insan, ancak makama oturma
saati en güvenli an olur.
O makama geçince tutunmak ve mevcut dengeleri korumak
dünyanın en zor işi olur.
Onun içindir ki, özellikle Sultanların devlet olma yaşı çok
kısa olur.
Kelebeklerin öleceklerini bildikleri halde mütemadiyen ışığa
doğru yönelmeleri ve bir daha dönmemeleri gibi bir şey...
Normal ölümlerin istisna teşkil ettiği bütün yazılı ve sözlü
kaynaklarca beyan edildiği halde her Sultan adayı o makama oturmakta hiç
tereddüt etmez. Başkent Konya’da öyle emirler veya öyle Melikler var ki, Sultanın
tahtına bir ömür ortakmış gibi yaşarlar. İtibarları ve Sultanın üstündeki
zenginlikleri... Üf... Üf...
Sultan’dan zenginler ama yine de bir türlü entrikadan ve ayak
oyunundan vazgeçemezler.
Belki onlar da dengeleri korumaktadır.
Bazen iki üç kişiden oluşan divanda hangi Şehzadenin Sultan
olacağına veya hangisi sıkıcı olduysa alınması yönünde, yine aynı kişilerce
verilen kararlar devlet geleneği içinde Sultan’ların bile gözünü korkutur.
Tamda böyle bir durum...
Sultan Kılıçarslan henüz çocuk denecek yaşta olup devlet
adamlığı göstergesi zayıf biri olduğu için, bürokrasideki dengeler gereği,
Antalya Meliki Er-Tokuş’un teklifi üzere, Bizans’da zoraki bulunan Gıyaseddin’in
çağırılması kararlaştırılır.
Makamı doldurabileceğine inandıkları sürgündeki Sultan
Gıyaseddin’e haber gönderilerek çağırma kararı divandan çıkınca, Emir Hacip
Zekeriye’ye bu daveti yerine ulaştırma talimatı verilir.
***
O gece Alaaddin hiç uyuyamaz. Eshab-ı Yemin’in oğlu Yemliha
hep gözünün önüne gelir.
“Sen devlet olacaksın Şehzadem” diye başlayan telkinleri bir
bir tekrar eder.
-“Öyleyse nasıl olacak bu iş Alaaddin” der.
-Sultan babamdan ayrılarak Konya’ya mı gitmeliyim veya nasıl
bir mücadele vermeliyim ki Yemliha’nın söylediği gerçekleşsin?
-Artık eğitimimizi de tamamladık. Üstelik Amca Sultan ölmüş,
taht el değiştirmiş, tam zamanı diye söylenir.
Uykusuz geçen gecenin aydınlık bir güne hazır olduğunu
Alaaddin nereden bilecekti.
Sabah vaktinin ilk saatlerinde, kalabalık bir heyetin
hayırlı haberle geldiği bildirilince, Baba Sultan ve Şehzadeler, yıllardır
umutlandıkları bir müjde alacaklarını tahmin ettikleri için heyecanlanırlar.
Nihayet kuşluk vakti Emir Zekeriye başkanlığındaki Konya’dan
gelen heyet ikinci defa tahta oturacak olan Baba Sultana davet mektubunu sunar.
Şehzadeler yetişkin yaşta oldukları için Baba Sultanın her
meclisinde bulunur ve siyasi olaylar tartışırlardı.
Davet mektubunun da üzerinde fikir alışverişinde bulunarak
bir karara vardılar. Bu karar göre;
Gelen heyetin verdikleri bilgilerin doğruluğuna inanmakla
beraber acele etmeden belirlenen plan doğrultusunda divan kararı çıkaran Emirlere
talimat göndererek hareket edileceği, bu konuda geç kalınmaması üzerinde Baba
Sultan ve Şehzadeler fikir birliği içerisinde olurlar.
Bu arada Şehzade İzzeddin;
-Alaaddin Bey gözün aydın olsun, babamız tekrar Sultan
oluyor, sen ise Melik olacaksın. Gönlünden geçen neresi, bir hesabın var mı sorusunu
yöneltir.
Alaaddin;
“Sen de Şehzadesin, üstelik benim ağabeyimsin, öncelikli
olarak tercih sizindir. İmdi siz söyleyin bakalım gönlünüzden nere geçiyor?
-Öyle zannediyorum Antalya olmaz. Kalbinde geçtiğini tahmin
ettiğim bu yerin Emiri halihazırda bizim safımızda, babama davet mektubunu
divanda çıkarmış olan Melik Er-Tokuş’tur.
-Antalya dışında birini tercih etmen gerekirse, hangisine Melik
olmak istersin ağabey Şehzadem?
İzzeddin hiç düşünmeden “Tabi ki Malatya” der.
Eğitimlerinin tamamlanmasından sonra Şehzadeler önceki
günlere göre sık görüşemedikleri yerli halktan arkadaşları olan Leon ve
Laskaris’le son bir defa buluşarak vedalaşırlar.
Dershanenin diğer öğrencileri, Sultanın yakın adamlarının
çocukları olduğu için yedi sekiz yıl zorunlu ikametleri olan Bizans’dan hep
beraber ayrılırlar.
Yolculuk meşakkatli geçer.
Güzergâhları olan İznik Devleti topraklarından geçiş izni
verilmez. İznik Devleti, komşusu
Anadolu Selçuklu Devleti ile yaptıkları anlaşma gereği kafileyi epey oyalar.
Nihayet Baba Sultan ve kafilesi, İznik Devletine Emir
Zekeriye ve Şehzade İzzeddin ile Alaaddin’i rehin bırakır.
Aralarındaki anlaşma gereği Baba Sultan’ın verdiği söz
yerine getiriline kadar rehineler tutuklu kalacaktır. Ve öyle de olur. İkinci
defa babalarından ayrı kalan Şehzadeler, soğukkanlılıklarını bozmadan
kurtulmanın çaresini ararlar.
Emir Zekeriye;
“Şehzadelerim, babanız Sultan Gıyaseddin’in biran evvel
Konya’ya varabilmek için siyaseten her türlü engeli aşmak istemesi çok yerinde
bir davranıştır.
-İznik Devleti yetkilileri ne istemişse sözlü olarak hep
vermiştir. Şu an için Sultan olmadığından verilen sözlerin hiçbir bağlayıcılığı
olmaz. Bizim rehin olarak kalmamızın da bir anlamı yok. Biz şu keferelerden
ustaca nasıl kurtuluruz; gelin bunun planını yapalım” der.
Emir Zekeriye, Şehzadelerle beraber rehin kalması gereken
kişi kendisinden daha çok Emir Seyfeddin’nin olması gerektiğini düşünerek,
hesapta olmayan bu tutsaklıkta Şehzadelere zarar gelse bile bir kahramanlık
örneği göstererek kurtulma fikrinde aceleci davranır.
Alaaddin;
-Sultan babamın tahta geçme mücadelesinde yanında olmamız
gerekirken kadere bakın ki tutsak olduk. Bu durum neyin nesi... İznik Devleti
babama karşı bu cüreti nasıl işler. Bu şekilde rehin tutulmamızın faturası ağır
olmalıdır.
İzzeddin de;
-İşin bir yönü öyle olmalıdır Alaaddin kardeşim. Onun için
rahat olalım. Bu durum devletler arasında uyulmasında fayda mütalaa edilen
hassasiyetlerdir. Yeter ki Sultan babamız muvaffak olsun. Anında İznik Kralı
yanımızda olur. Binbir türlü izzet ve ikramlarla, sanki Konya’daki Sultan gibi
itibar görürüz.
Hayır düşünelim de hayır olsun. Ya Sultan babam muvaffak
olamazsa... İşte esas o zaman bizim rehineliğimiz umutsuz bir vakıaya dönüşerek
tutsak oluruz.
Emir Zekeriye ve Şehzadelere o gün rehine olarak
tutuldukları İznik Devleti yetkililerince tamamen ayrıcalıklı bir şekilde
misafir gibi ilgi gösterilir.
İlk saatlerdeki aşırı güvenlik tedbiri saatler ilerledikçe
azalır. Öyle ki; yolculuğun da verdiği yorgunlukla, gün tepeye dikilene kadar
bir güzel uyurlar. Tutsak olsalar bu kadar müsamaha gösterilir mi?
Alaaddin;
-Ey Emir Zekeriye, ey Şehzade ağabeyim İzzeddin kalkın...
Gün akşam olmuş... Bu kadar çok uyuyabilmek bizim kârımız olmamalı. Kim bilir
şimdi Sultan babamız nereye ulaşmıştır. İnşallah engelsiz bir şekilde Konya’ya
avdet eder. Ya Sultan atayan Emirler sözlerinden dönerse... Sultan olayım diye
giden babamızı, olur ya, yağlı urgan da bekleyebilir.
Emir Hacib Zekeriye;
-Şehzade Alaaddin, ağzınızı hayra açın. Demiştik ya “Niyet
hayır ise akıbette hayırlı olur inşallah. Bilirim, kendinden daha çok baban ve
dolayısıyla Konya’yı düşünürsün de en olumsuz şeyler aklına gelir.
Alaaddin;
-Doğru söylersin Emirim. Ben biraz vehimli biriyim. Hâlbuki
hiç bu durumda olmaması gereken biri varsa, o da ben olmalıyım. Evet, biraz sakin... Biraz sakin ve
soğukkanlı olmam gerekli.
Şehzadelerin Rumcayı bilmeleri Emir Zekeriye’nin ustaca
planladığı kaçış olayının sahneye başarılı bir şekilde konmasına çok fayda
sağlayacaktır.
Gün boyu etraftaki insan, eşya ve tabiat durumları bu
mantıkla takip edilir. Nöbetçilerin değişim saatleri, yol güzergâhı ve atların
tutulduğu mevkiler birer birer tespit edilir. İş kalır güven oluşturmaya...
Onu da Şehzadeler halleder. Rehin tutuldukları saatten
itibaren geçen sürede hizmetlerinde bulunanlarla, onların üstündeki yetkililere
verilen hediye ve iltifatlar daha rahat etmelerini sağlar.
Emirin ve Şehzadelerin almış oldukları terbiye gereği,
kendileri için normal sayılan bir davranışın güvenlik gibi alelade hiçte özelliği
olmayan görevliler şahsında sergilenmesi onları gevşeterek disiplinin kendiliğinden
azalması sağlanır.
Nezaket ve şefkatli davranışlar karşısında eğitimsiz
insanlar nasıl görev yapar bir düşünün.
O gece geç vakte kadar uyuyamazlar. Ama ne yapılır...
Elbette konuşacak ciddi konular biterse, insan bu, hemen başkaları hakkında
konuşur. Yani dedikodu türünde laflar edilir.
Şehzadelerle beraber sıcak bilgilerin sahibi Emir Zekeriye,
biraz da hoş görünme arzusuyla mevcut devletli yetkililerin hakkında
etmedikleri söz kalmaz.
Şehzadeler meraklarından, Emir ise Konya’daki ikili ilişkilerinin
geçmişi hakkında, iyi bir gelecek oluşturmak için bu şansı kullanmak sevdasındadırlar.
Derken uykuya dalarlar. Nasıl olsa kaçış sonraki gece
olacaktır. O gün akşama kadar uyuyabilirler. Hesap bu... Ama Alaaddin bu hesaba
uymaz. Kan ter içinde Emir ve
İzzeddin’den daha önce.. Tövbe estağfurullah.. Tövbe estağfurullah diyerek
uyanır.
Rüyasında yine Yemliha’yı görür. Yatmadan önce yapmış
oldukları konuşmadan rahatsız olduğu mesajını satır satır, henüz teri
kuruyuncaya kadar tekrar eder.
Yemliha, Alaaddin’e;
“Sözler duygu ve düşüncelerimizi iletmemizin bir
vasıtasıdır. Sözün dışında bakışlar, el ve yüz hareketleri gibi jest ve
mimikler kısaca vücut hareketi veya dili de duygu ve düşüncelerimizi sözler
gibi yansıtır. Güvenilirlik veya güvensizlik intibaı uyandırır. Güzel sözler
gönüle huzur, neşe ve rahatlık verir. Kötü sözler ise insanları rencide eder ve
incitir. Netice itibariyle sonradan pişman olacak, vicdani rahatsızlık
oluşturacak bir ortamda çoğu kişinin kurtulamayacağı bir anlık kırılmalar
yaşanır.
Oysa insan güzel davranışlar sergileyerek birlik içinde
yaşamaya, ahlaklı bir toplum oluşturmaya veya kendisi olmaya yönlendirilmiştir.
Ailede, eğitim yuvarlarında, işyerinde, alışveriş mekânlarında,
sokakta veya saltanat denilen ateşten gömlek giydiğindeki mekânlarda insanlara
kırıcı sözler söylememek, vücut diliyle onları rencide edici imalarda
bulunmamak, ahlâklı bir sosyal hayatı sürdürmek için gereklidir.
Dinimizde inananların birbirleriyle alay etmemesi,
birbirlerini ayıplamaması ve birbirlerine lakap takmaması emredilmektedir.
Belki böyle yapıldığında hakkında kötü söz söyleyen kişi ya da grubun,
söyleyenden daha hayırlı olabileceği hatırlatılmaktadır.
İnsanların onuruna dokunacak sözler söylemek, bazen bireyler
arası tartışmalar kırıcılık noktasını aşarak toplum bütünlüğüne de zarar veren
boyutlara gelebilir. Bu yüzden her türlü kötü sözden sakınmamız gerekir.
Başkalarını rencide edecek ve incitecek sözlerden
kaçındığımız gibi, başkaları bizleri rencide edici, incitici sözler
söylediğinde, buna aynı şekilde karşılık vermemek en güzel davranıştır.
İnsan, dünya ve ahiret hayatında yapıp ettiklerinin,
söylediklerinin karşılığını ve yansımasını bulacağına göre bizden hep güzel
sözlerin sadır olmasına çalışmak gereklidir. Hele hele söylenen söz muhatap
bulacağı kişinin yüzüne karşı değilse gıybet olur ki, en kötü olanı da budur.
Söylenilen sözler doğru da olsa söylenilmemelidir. Doğru değilse iftira olur ki,
en alçakça fiil budur.
Bu şekilde sözler söylemeye devam eden topluluklara
girilmemeli, girilse dahi bunun bir şekilde ruh hastalığı olduğu beyan
edilerek, yapılmaması gerektiği yönde irade koymak gerekir.
Unutulmamalıdır ki; “gıybet” kul hakkıdır.”
Alaaddin, manasında bile eğitildiğinin farkında olarak bu
şekilde uyarıları hep dikkate alır. Gördüğü bu rüyaları hep hayra sayar. Ve bu
türde rüyayı “Rüyayı sadığa” bilir. Rüyayı sadığanın Allah ve Melek’ten,
“Rüyayı kâzibe”nin ise Şeytan’dan ve nefisten olduğunu bilir.
Çünkü vahiylerin bir kısmı da “Rüyayı sadığa”dır.
Gerçi Peygamberlerin dışındaki insanların gördüğü rüyalar
kesin bir hüküm ifade etmez.
Rüya ile dini veya dini olmayan bir meselenin hükmü açığa
çıkarılamaz. Bu itibarla kişisel anlamda rüyaya göre hareket etmek o doğrultuda
öneride bulunmak dinen doğru değildir. Çünkü Peygamberlerin dışındaki
insanların gördükleri rüyalara getirilen tabirlerin kesin doğru olduğu
söylenemez. Rüyalar, şahıslara göre değiştiği gibi, şahsın içinde bulunmuş
olduğu haleti ruhiyeye, zaman ve zemine göre de değişebildiğinin Alaaddin
farkındadır.
Öyle de olsa onun hayatında rüyada gördüklerine göre yön
verme ve gördüklerine itibar etme gibi durumlar ilerleyen hayatında bile
kendini kuşatacağa benzer.
Mesela bugünkü rüya...
İnsan nasıl etkilenmez...
Yatmadan önce yapılan onca gıybetler... Akabinde rüya yolu
ile Yemliha’nın uyarısı... Akılla ve mantıkla nasıl izah edilir.
Demek ki bu alemler iç içe olup, birbiriyle ilişkili bir
vaziyette insan hayatı üzerinde, farkına varılsa da varılmasa da etkili oluyor.
Alaaddin, Emir Hacip Zekeriye’nin “Atlar hazır, tam sırası Şehzadem”
uyarısı ile Yemliha’nın sözlerinden bir an için sıyrılır. Ve hep beraber bir
tilki sessizliğiyle ilk hamle yapılır.
Plan gereği kendilerini gözaltında tutan görevlilerin
güvenini sağladıktan sonra el koydukları atlarla kaçarak babalarından birkaç
hafta sonra başkent Konya’ya ulaşırlar.
***
Baba Sultan yerini sağlamlaştırdıktan sonra ilk işi Şehzade
İzzeddin’i Malatya’ya, Alaaddin’i ise Tokat Emirliğine Melik olarak
görevlendirir.
“Sen devlet olacaksın Şehzadem, devlet...” uyarısını
Alaaddin, Tokat Melikliği sırasında da hep hatırlar. Özellikle kendi nefsiyle
başbaşa kaldığında;
-Neden “Devlet olacaksın devlet” vurgusu yapıldı da
geleneklerimize göre en uygun kelime olan “Sultan” ifadesi kullanılmadı. Acaba
geçmişte ve halde tahta oturan “Sultan”larla benim bir farkım mı olacak?
“Devlet olacaksın Şehzadem” dedi ulu Yemliha... Böyle hitap
edilmesinin bir hikmeti olmalıdır.
-Kulağıma küpe olması gereken bu hitaptaki ayrıntıyı da şimdiden,
yani Melikliğimin ilk günlerinden itibaren dikkat ederek yaşamam lazım” der. Ve
hep ileride görüleceği gibi bu minval üzere olur.
Özellikle uygulamalı sanat alanında o günden itibaren
kendini geliştirmeye çalışır. Mimaride,
kuyumculukta, bakırcılık ve
ressamlıkta istidat komisyonları kurdurarak hemen hepsinde gözlemci olur.
Fikirlerini söyler müdahale eder.
Baba Sultan’ın da izniyle ‘Kubadabat Sarayı’ ile beraber
‘Sultan hanı’ projelerini bizzat kendisi çizer ve uygulamasında inşaatlar
bitene kadar baş mimar sıfatıyla bulunur.
Satranç ve tavla partilerinin ara sıra olduğu Meliklik
döneminde, elinden hiç düşürmediği “Siyasetname, Yönetenlerin Yönetimi ve
Kimya-ı Saadet” adındaki kitaplarıyla Devlet olma ile Sultan olma farkını hep
arar.
Baş tacı ettiği bu kitapların kapağını kapattığı an diline
ezber ettiği Farsça şu rubaiyi sürekli söyler;
Dünya beni mutluluk elbisesinde arınmış görmeli,
Sayısız mihnetten beni perişan görmeli,
Ağladığı her akşam beni üzüntülü bulmalı,
Güldüğü her sabah beni ağlar halde sezmeli.
***
Melik Alaaddin, Konya’dan gelen habercileri huzuruna
alır. Habercilerden biri ileri çıkarak;
“Melikim başımız sağolsun, Baba Sultan Hak’kın rahmetine
kavuştu.”
Haberci yerini alırken diğeri bir adım öne gelerek devam
eder;
“Maraş Emiri Nasirüttin Hasan’ın önerisi üzere divandan
çıkan karar gereği kardeşiniz Malatya Melikine Sultanlık beratını ileten
haberciler iki gün önce hareket etmiştir. Bilginize Melikim” der. Alaaddin bir
süre Emirler divanında ne olduğunu, nelerin olması gerektiğini hesap edemeden
öyle dimdik kalır.
Nice sonra “Sen devlet olacaksın Şehzadem, korkma...” hitabını
hatırlayarak durum muhasebesi için yakın adamlarıyla müşavere salonuna geçer.
Bir müddet taziyeleri kabul eder.
Devlet olma işi öyle bir iştir ki, ölen baban bile olsa
sıradan bir vatandaşın ölümü gibi geçiştirmek durumunda olur insan...
Melik Alaaddin;
-“Emirlerim;
Demek ki Tokat’a geleli tam altı sene olmuş. Göz açıp
kapayıncaya kadar geçen bu zaman zarfında birbirimizi iyi tanımış olduk.
-Sağolun, sizinde üzüntünüzü anlıyorum. Babam Sultan
Keykavus, Hak’kın rahmetine kavuşmuş. Bir gün biz de o sona ulaşacağız. Ölüm
bizim için düğündür. Böyle düğünlere biz de üzülürüz. Ancak dünyadayız ve hayat
devam ediyor.
-Babam Sultan, babasının ölüm haberini alınca nasıl davrandıysa,
“Devlet olma töresidir bu” deyip biz de öyle davranacağız. Yalnız bir fark
olmalıdır.
Eğer, devlet olacaksak tedbirlerini de almakla mükellef
saymalıyız kendimizi.
Aksine şartları aşırı zorlamak benim devlet adamlığı
şahsiyetime yakışmaz. Bu konuda böyle düşünüyorum. Sizler hesabınızı Dünya
devleti üzerine mi, yoksa başka dengeler üzerine mi kurarsınız bilemem.
İşi aceleye getirmemek için tedbirler konusunda daha
sağlıklı bilgilerle tekrar bir araya gelmek için huzurdan ayrılabilirsiniz.
Ayni şekilde ben de istirahata çekilmek isterim” diyerek
salondan ayrılır.
Belirtilen saat gelmiştir.
Melik Alaaddin ve bürokratları, uzunca bir fikir
alışverişinden sonra mücadele için tedbir alınması kararını oybirliğiyle kabul
ederler.
Bunun için içerideki hazırlıkların yanında, Erzurum Meliki amcası
Tuğrul Şah ile hemen kıyı başında bulunan Ermeni Krallığından yardım talebi
olumlu bulunur.
Diğer yandan;
Malatya’dan Kayseri’ye intikal eden Melik İzzeddin’in
Kayseri’den Konya’ya hareket etmeden gereği yapılarak Devlet olmak için Sultanlığa
uzanmak lazımdır.
Son güne kadar bu işin o kadar kolay olmayacağını da bilir.
Bütün işaretler aleyhine iken her şey bir gecede değişir.
Savaş bir hiledir. Bu
sanatı iyi uygulayan Melik İzzeddin, aldığı tedbirle şimdilik Alaaddin’in Devlet
olmasını engeller.
Ve Melik İzzeddin Keyhüsrev, iyi bir diplomasi atağıyla kardeşi
Alaaddin’in ittifak kurduğu Erzurum Meliki olan amcası ile Ermeni Kralının
aniden çekilmesiyle yalnız kalmasını sağlayınca Sultan olma yolunda en büyük
badireyi atlatmış olur.
Çok rahat bir şekilde Başkent Konya’ya girer ve Sultan olur.
Kendine destek verecekleri nezdinde ihanete uğrayan
Alaaddin, Ankara Kalesi’ne çekilse de,
kardeş Sultan için tehlike arz ettiğinden rahat bırakılmaz.
Ankara’ya düzenlenen seferle Sultan İzzeddin, Alaaddin’i
yine kendi emiri Seyfettin nezaretinde Malatya’da hapis hayatı çekmek üzere
sürdürür.
Melik Alaaddin için dönüm noktalarından biri olacak olan
Malatya Kezirpert Kalesi içindeki bu cezaevi, neredeyse Tokat Melikliğinde
geçen altı yılın karşılığı kadar tutsak geçen bir ömür...
Yükseklerde yer tutmak kolay mı? Devlet hayatında ne olacağı
belli olmaz. Bugün var yarın yoksun.
Emir Seyfeddin zorunlu ikamete eşlik ederken Melik
Alaaddin’in eşi Gaziye Hanım ile beraber hizmet ehli Gulamlar’dan bazılarını da
getirmiş; özel eşyaları ve özellikle birçok defalar tekrarlayarak okuduğu
kitaplarında alınmasını ihmal etmemişti.
Melik Alaaddin;
-Henüz imtihan bitmedi. Gereken tedbirleri aldım, velâkin
güvendiğim insanlar son gece savaşa girmeden bozguna uğradılar.
Tedbir takdiri değiştiremezmiş. Buna bir daha şahit oldum.
Öyleyse daha zaman var Alaaddin...
Korkma ve ümidini kesme. “Sen devlet olacaksın, korkma” demedi mi ulu Yemliha.
Öyleyse metin ol.
Zamanı geldi mi yükseklerde yer tutan bir kaya bulunduğu
yerden kopar ve kendisi için ayrılmış olan çukuru kapatır. Veya olgunlaşmamış
bir meyveyi normal şartlarda dalından kim indirebilir. Olgunlaşmış olanı ise
dalında kim tutabilir.
-Sabır, sabır... “Sen başını sonsuz devlete karşı eğip aşağı
indir. Kendi gamlarının esiri olma Alaaddin...” diye söylenir.
***
Kalede tutuklu olmasına rağmen Malatya eşrafında sözü
sohbeti olan edebiyat ehli bilge kişilerle haftanın belirli gününde sohbetler
edilir.
Kur’an tefsirleri yapılır.
Melik Alaaddin “Kehf” suresine gelince pür dikkat kesilir.
İştirakçilerden hemen herkesin görüşüne başvurur. Aldığı
veya alacağı yeni bir kelimelik bilgi onu çok mutlu eder.
Özellikle Kehf suresinde mekânı verilmeyen bu gençlerin
yaşadıkları yeri hep merak eder.
Diğer surelerin tefsiri kısa yorumla geçiştirildiği halde
Kehf suresinin dokuz ile yirmi beşinci ayetleri arasındaki onsekiz ayette bahse
edilen mağara veya mekan hemen yanı başımız Efsus’ta” cümlesine takılır.
Alaaddin;
-“Bir daha tekrar eder misin efendi” der, heyecanla...
-Efsus’ta Melik Alaaddin Efsus’ta, cevabını alınca.
-Siz orayı gördünüz mü? Biraz anlatır mısınız?
-Evet, normal giden bir binekle bir iki günde ulaşılacak bir
yer.
Maraş Emirliğine bağlı Elbistan Ovasını çevreleyen bir dağın
eteğindedir.
Elbistan’ın batısında, eskiden Arabius, zamanla Efsus
denilen bir yörede olaylar yaşanmış olarak bilinir.
Biz de Kehf suresinde çok yoğunlukla bahsi olan bu mekanın
Efsus’da olduğuna inanırız ve öyle biliriz.
Çevrede yaşayan insanlar sıklıkla orayı ziyaret ederler.
Melik Alaaddin;
-Biraz daha açabilir misiniz?
-Melik’im sıradan bir kaya oyuğu değil. Sanki onlar için
oluşmuş. İçi tehlikelere karşı saklanacak boyutta, ama ferah denecek nitelikte
oyuklar var. Hatta atalarımızın “obruk” dedikleri, yani içinde su olan, yere batan
dağlar gibi, görüntüsü var.
-Bu iman erleri uyandıklarında Yemliha’ya para vererek
Efsus’a ekmek almaya gönderdikleri halde, ekmeğin yanında su da al dememişler.
Anlatılanlar böyle Melik’im.
Neden?
Çünkü su zaten yanlarında var. Halen de o su mağarada
bulunmaktadır. Tadı çok güzel tam içimlik bir şey Melikim. Görmenizi çok
isterdim. Meğerki sizin ilginizi bu kadar çekiyor.
Melik Alaaddin;
-“Çekmez olur mu efendi?
-Sizin samimiyetinize güvendiğim için söylüyorum, benim
ikinci defa doğuşuma Allah’ın izniyle Yemliha vesile oldu.
Bugünkü konuşmalardan, özellikle “Eshab-ı Kehf” Efsus’ta
diyen siz efendi kardeşim, sizden Allah razı olsun. Bugün verdiğin bu
bilgilerle beni ziyadesiyle bahtiyar ettin.
-Bu mekanın ülkemin birçok yerinde olduğu biliniyor. Değişik
rivayetler var. Efsus’u daha önceleri ben de işitmiştim. Ama ilk defa dünya
gözüyle görüp nispeten malumat veren birine rastladım.
Malatya eşrafını oluşturan bu bilge kişiler için “Yedi İman
Erlerinin” saklandıkları mağara, Efsus Kasabasındadır” bilgisi sıradan bir şey
olmaması hasabiyle Melik Alaaddin’i çok heyecanlandırır. Mecliste bulunanlar ise;
“İkinci defa doğmama vesile olan Yemliha” lafı üzerine hayrete düşerler.
Acaba bilmedikleri bir şey veya Alaaddin üzerinde bu inanç
erlerinin esrarlı bir tasarrufu mu oldu da onun için mi heyecanlanmaktadır gibi
bilinmezlik üzerine sessiz düşünürlerken,
Alaaddin;
-Hak’tan geleni Hak için kabul etmektir. Gerçek varlık
sahiplerinin birbirinin elinde nazdan niyazdan geçiş bayrağı vardır.
Cesaret tehlikenin üstüne gitmek değil, tehlike karşısında zarif
ve akıllı davranmaktır.
Biz onunla tanışıp bilişeli, gönlümüze bir ışıktır düştü.
Onun ikinci doğumumda himmetini görür görmez sevgileri de gönlüme düştü.
O andan itibaren Devlet olmak için tedbirler dışında nefsi bütün
kötü duygu ve düşünceleri benden birden alıp gitti.
Onun için tekrar derim ki;
“Ben zaten kendi ulvi ve güzel duygularımın, kendi gamlarımın esiriyim.
Onun içindir ki, Kehf suresinde anlatılan iman erlerinin hikayesi
beni heyecanlandırır.
Bu olayın şahsında bütün olağanüstü olan durumlar ve kişiler
zat-i âlimi çok ilgilendirir.”
4.BÖLÜM
-İşte o an...
Geliyorlar... Sevineyim mi, korkayım mı?
Her ikisi de bizlere yakışır...
Hem seviniriz, hem korkar. Bazen aynı anda korkarken
seviniriz, bazen de sevinirken korkarız. Bu duygu yükseklerde yer tutma
potansiyeli olanlar için tabii olarak yaşanır.
Avam’ın bunu
anlaması beklenemez.
Ya olmak ya da yok olmak... Bu bizim için kaderdir.
Bundan kaçamayız. Bu tür olaylar bizler için Rabbani bir tasarruftur. Bizler
yükü ağır olan seçilmiş insanlarız. Asıl olan bütün bunların farkında olarak
hizmet erbabı olabilmektir. “Haydi Alaaddin bahtın açık, saltanatın
mübarek, hizmetin adaletli olsun”
Bölüm-4
Alaaddin kendi hayatı boyunca itina ettiği veya kendisine
doğru dillerle nakledilen bilgiler karşısında aklın hükmü iradesinin dışında,
sonsuz devletin iradesindeki varlık nedenini doğru okumaktadır.
Kardeşi Sultan İzzeddin’in Ankara savaşında, kendinden
tamamen kurtulma arzusunu net bir şekilde beyan etmesine rağmen, iradesinin
üzerindeki irade olan yakın dostu bir gönül adamının ricası üzerine,
Alaaddin’in Malatya Kalesine hapsi şeklinde olayın cereyan etmesi bilgisi
kendine refakat eden Emir Seyfettin tarafından bizzat iletilmiştir.
Böylece Alaaddin olağanüstülüğü yaşayan ve yaşatan Allah’ın
bu türden seçkin kullarının veya âlimlerinin işaretlerini hep hayırlara vesile
olur temennisi olarak değerlendirir olmuştur.
-“Devlet olması” halinde bu insanları ülkesinde birinci
sınıf zümre yerine koymaması ne mümkün.
Bu haleti ruhiye ile o gece uykuya varır.
Saltanattan uzak geçen son gece olmasını hayal dahi edemeyen
Alaaddin, o gece manasında saltanat müjdesi alır.
Rüyasında ayaklarının bukağısını çözüp, kendisini güçlü bir
yaratık olan binek hayvanı katıra bindirerek; “Kurtuluşun Muhammed
el-Sühreverdi’nin Alaaddin’e bir hizmetidir” ifadesiyle uyanır.
-Hayırdır inşallah ya Hak... Neler oluyor... Yoksa vakti
zamanı geldi mi? Bu rüya öyle zannediyorum ki hayra alamettir.
-Ama Konya’dan zuhur edebilecek olumsuz gelişmeler
duymadım...
-Acaba Sultan ağabeyime bir şey mi oldu?
-Saltanat boşaldı mı?
-Her ne olduysa, bu durum bu rüyaya göre benim hayrıma olmuş
gibi gözüküyor. Erken kalkıp hazırlanmalıyım.
-Nihayet ‘Devlet olmama’ ramak kaldı. Aksi bir durum varit olacak olsa, o nur
yüzlü, piri fani görünümlü mübarek zat, tutsaklığımın sembolü olan ayağımdaki
bukağıyı neden parçalayarak özgürlüğüme sebep olsun.
-Mutlaka ilahi irade böyle istemektedir.
“Şükürler olsun ey Hak.”
Diyerek yatağından bir aslan gibi fırlar ve abdest almaya
seğirtir.
Şükür namazlarını peşi peşine sıralarken o gün hiç duymadığı
bir makamla okunan sabah ezanı karşısında zamanı bile sarhoş edecek bir halvete
girer.
Sızmıştır...
Güneş ışıklarının zarif bedeninde gezdiğini hisseden
Alaaddin, yattığı odanın penceresinde gözlerini açtığında uzaklardan gelenlerin
çıkarmış oldukları dumanlı, tozlu havayı fark eder.
-İşte o an... Geliyorlar...
Sevineyim mi, korkayım mı?
Her ikisi de bizlere yakışır...
Hem seviniriz, hem korkarız.
Bazen aynı anda korkarken seviniriz, bazen de sevinirken
korkarız.
Bu duygu yükseklerde yer tutma potansiyeli olanlar için tabii
olarak yaşanır.
Avamın bunu anlaması beklenemez.
Ya olmak ya da yok olmak...
-Bu bizim için kaderdir. Bundan kaçamayız. Bu tür olaylar
bizler için Rabbani bir tasarruftur. Bizler yükü ağır olan seçilmiş insanlarız.
Asıl olan bütün bunların farkında olarak hizmet erbabı olabilmektir.
“Haydi Alaaddin bahtın açık, saltanatın mübarek, hizmetin
adaletli olsun” diyerek gelen misafirlerin huzura alınması için hazır olduğunu
kale muhafız komutanına bildirir.
Gelen heyetin başında çok yakından tanıdığı, uzun süre yetişmelerinde emeği geçen, ancak devlete
yakın olması hasabiyle ister istemez güçlünün yanında olan Emir Seyfettin vardı.
Divandan çıkan karar gereği, ölmüş olan Sultanın yüzüğü ve
siyaha boyanmış mendilini yanına alarak saltanat müjdesini vermek üzere
Malatya’ya gelmişti.
Üstelik Alaaddin’i zorunlu olarak Kezirpert Kalesine götüren
emir kendisi olduğu için, Alaaddin’e Sultanlık müjdesini de bizzat kendisi
götürerek ola ki yanlış anlamayı ortadan kaldırmak istemektedir.
Güya;
“Ben bir devlet adamıyım. Dün Sultan kardeşiniz İzzeddin
Keykavus’un emrinde, bugün ise sizin emrinizde olmakla ben, kişilerin
değil, esasında devletin emrinde bir
ferdim. Bu böyle biline” gibi mesaj
vermekti.
İstenilen oldu.
Yüzük ve kara mendil Alaaddin’e Emir Seyfettin tarafından
sunuldu. Böylece resmen davete icabet başladı.
Tutsak Melik Alaaddin, bazı formaliteler dışında artık
Sultan Alaaddin oldu ve Konya’ya varmak için uğranması zaruri olan Sivas’a,
oradan da Kayseri’ye varacak şekilde hareket edildi.
Sivas’da ve Kayseri’de şanına uygun karşılama ve törenlerden
sonra Konya’ya yürüdü. Binlerce asker ve
yüzlerce gulamların eşliğinde Konya’ya girildi.
Bundan böyle Sultan Alaaddin dönemi başlamış oldu.
5.BÖLÜM
-Bak Kadı Sıraceddin Efendi:
Diğer devlet işlerinin yürütülmesi, halkın refah ve
saadetinin düşünülmesi bu konuda gereken tedbirlerin alınması bir tarafa,
Sultanlık makamında oturduğum müddetçe ülkemin sınırları dahilinde adı sanı
duyulan Evliya, Ulema, Şair ve Sanatçı, her nerede varsa özel olarak
ilgilenilecek ve dahi yolları buraya düşenlere her türlü alaka gösterilmeli.
İkameti burada, yani yanı başımızda olanların ise beklentileri doğrultusunda
durumlarının düzeltilmesi, kendilerine değer verilmesi ve kendilerinden
istifade edilmesi emrimdir, bilmiş olasınız. Ancak;
sakın ola ki onları siyasete alet etmeyesin.
Saygınlıklarının bu şekilde yitirilmesi arzumuz değildir. Biline…
Sultan Alaaddin tahta oturur.
Ağabeyi Sultan İzzeddin’in genç yaşında Hak’ka irtikalinin
yasınıda Devlet ricali olarak yerine getirir.
Uzun yol yorgunluğu ve bir takım zorunlu protokol
uygulamalarından bitkin düştüğü için istirahata çekilir. Çekilir çekilmesine
ama ateşten bir gömlek olan iktidar sorumluluğu ona bir türlü rahat vermeyeceğe
benzer.
Sultan Alaaddin;
-Devleti olan Sultan olmak kolay iş olmasa gerek.
Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha;
“Sen devlet olacaksın” hitabıyla;
Sultanlık, atalarının önceden almış olduğu bir paye demek
istemiş olmalı...
-Öyle ya; Anadolu Selçuklu Devletinde şimdiye kadar Devlet başkanı
sıfatıyla tahta oturan kardeşim, babam, amcam ve büyük babam hemen hepsini ve
beni bile bu Sultanlık makamına hep emrimiz altındaki insanlar oturtmaktadır.
-Makamı veren insanlar bu Devletin gerçek sahipleri oluyor. Sultanlık
sanki tasdik makamı gibi bir şey...
-Bir Sultan böyle bir durumda nasıl Devlet olur.
-Ahtapotun kolları gibi sarmış menfaatle, kendi nefsinin
doyumsuzluğunu bir türlü frenleme noktasında yetersiz kalan açgözlü bürokratların
kol gezdiği bir yapıda, ben Alaaddin, nasıl gerçek Sultan Alaaddin olabilirim?
-Bütün sorumluluk üzerimde ama ipler başkalarının elinde. Önce
bu yapıyı değiştirmelisin ki gerçek Devlet olasın Alaaddin...
-Etrafımda pervane gibi dönen şu emirlere bir bak. Bir kısmı
Devlet kadar zengin mal varlığı ile benden bile daha ilerde, tebaamın üzerinde
nüfusu var.
-Tereyağından kıl çeker gibi bu işin üstesinden gelemezsen
Devletli Sultan Alaaddin olamazsın ona göre...
Nice sonraları;
Sultan Alaaddin;
-Artık işe başlamak gerekir.
Etrafında fır dönen Emir Seyfettin’e;
-“Meliklere, emirlere, uçbeylerime, ilbaşlarına, danişmentlere,
iğdiş ve ayanlarıma tiz haber çıkarıla. Bütünüyle ayrı gruplar halinde
görüşeceğimi bildirin. Ve dahi; uzak yerde olanların gecikme ihtimali olacağı
için zaman kaybetmeden önce, Başkent Konya’mızda ikamet eden, ne kadar kanaat
önderi, kurum, kuruluş, tekke ve zaviye önderi varsa kendilerine sarayımın
kapısını sonuna kadar açık tutarak beklediğimi bildirin.”
-Fermanımdır.
Kısa süre içinde emir yerine getirilir. Saraya gelen
misafirlere izzet ikramda bulunulur.
Bu durum;
Onların üzerindeki vahametin atılması ve Sultanın ayak
divanında vermesi gereken mesajların iyi anlaşılması için bir tavırdır.
Ve zamanı gelmiştir...
Herkes pür dikkat... Ve bir davudi ses...
-Devletimizin banisi, halkımızın biricik önderi Sultanımız,
Efendimiz...
Ayak divanına teşrif etmiştir uyarısı üzerine, Sultan
Alaaddin bütün ihtişamıyla açılan kapıdan huzura erişir.
Şöyle etrafı süzdükten sonra elinin tersiyle halen hareket
durumunda olan görevlilere de işaret etmesiyle ortalık tam sessizliğe bürünür.
Sultan Alaaddin;
-“Sizlerin birçoğu Sultan babam başta olmak üzere diğer Sultan
ecdadımın bir kısmını tanımışsınızdır. Şahsım olarak aynı soydan olan
Alaaddin’i de şimdi tanıdınız.
-Yırtıcı kuşların ömrü az olduğu gibi bizlerinde ömrü azdır.
Bakınız benden önceki Sultanlarınızdan hiç biri şu an aramızda yok. Şayet olmuş
olsalardı şu an benim zaten Sultan sıfatıyla size bu konuşmamı yapma fırsatım
olmayabilirdi.
Nice demem odur ki;
-Halk olmazsa sizler olmaz, sizler olmayınca da Emirlerim ve
ben Sultanınız olmazdım.
-Halk olmadan Devlet olur mu hiç?
-Eğer bir yerde Devlet varsa, mutlaka onu meydana getiren
unsurlar var demektir.
-Asıl olan, her makam ve her insan bu bütün içinde kendine
düşeni en iyi bir şekilde yerine getirmesidir.
-Ben Sultanınız olarak size söz veriyorum ki;
-Atalarımın elde ettiği Sultanlık unvanını hakkıyla yerine
getirerek Devlet olacağım. Benden önceki Sultanlardan
farkımın olması için bana yardımcı olun. Özellikle danişmentlerime sesleniyorum.
Bana ışık olunuz, bana himmet ediniz ve başarım için dualarınızı eksik
etmeyiniz.”
Elindeki bir kitabı yukarı kaldırarak;
“-Ecdadımız, birçok cihan Devleti kurmaya muvaffak olmuştur.
Ne yazık ki yıkmada da öyle...”
İlk defa “Sultan unvanını alan Türk hükümdarı Sultan Mahmut,
Hükümdar Mahmut iken her sabah namazını edâ ettikten sonra seccadesinin yanında
tesbih gibi taşıdığı bir aynaya bakarak kendi siluetini incelemeden güne
başlamazdı.
Bir insan olarak en çirkin yüze, en berbat görünümlü ağız ve
buruna, üstelik normal insan boynunun en az iki katı ince ve uzun boyuna sahip
görüntüsü, onu adeta kendisiyle savaştırıyor, insan içine çıkamaz ediyordu. Ama
o bilge kişi, veziri yok mu? Hükümdar Mahmut’un aynası ile arasına girerek;
“Hükümdarım, tebaanız sizi yüzünüzle, boynunuzla, güzellik
veya çirkinliğinizle bilmeyecek.
-Diyelim ki, dünyanın en yakışıklı erkeği olarak bu makamda,
halka zulmederek saltanat hayatı yaşadınız. Halk sizi çok güzel ve yakışıklı
olarak tanımaz.
-Aksine fiziki haliniz ne olursa olsun uygulamanız, adalet,
sevgi ve şefkat üzerine olursa halkın gözünde çok güzel ve en yakışıklı olarak
görünürsünüz. Ve tebaanız size ancak o zaman ‘Sultan’ der.”
İfadesi üzerine Hükümdar Mahmut;
“-O günden itibaren aynayı kendinden uzaklaştırarak, halkın
her derdine koşan adil bir hükümdar olarak nam salar dört bir yana.
-O güne kadar hiç kullanılmayan ve Devlet geleneğimizde
olmayan, şu anda bile bizim hoyratça kullandığımız ve dahi hazır bulduğumuz
için kıymetini bilmeden sırtımıza geçirdiğimiz unvan olan ‘Sultan’ lafzını halk
Hükümdar Mahmut şahsında ilk defa kullanır. Ve tarihe “Sultan Mahmut” olarak
geçen büyük Türk hükümdarı gibi şahsıma münhasır olmak için bana yardımcı olmanızı
bekliyorum.”
Sultan Alaaddin ayak divanından ayrılırken başkentin saygın
insanları üzerinde bırakmış olduğu iyi tesirin verdiği gururla;
-“Fena değil... Konuşmam esnasında insanların gözlerindeki
ifadelerle kalplerinden geçenleri okumuş gibiydim.
Alaaddin, Sultansın...
Ama ‘Devletli Sultan’ olana kadar devam etmelisin. Ancak o
zaman Türk tarihinde birinci sınıf hükümdarlar içerisinde ecdadın Sultan Mahmut
gibi yerini alabilirsin.
Alçaklarda yer tutunmak bize yakışmaz. Hep beraber yukarı,
daha daha yukarı... İnşallah doğru yoldayız” diyerek Kadı Sıraceddin’in huzura
gelmesini emreder.
Huzura gelen Kadı;
-“Emredersiniz Sultanım!
Bir müşkülatınıza ilaç olabilirsem, kendimi bahtiyar
hissederim.”
Sultan;
-“Safa geldiniz Kadı Efendi.
Söyle bakalım özet olarak konuşmamız nasıl karşılanmıştır.
Siz dahi neler anladınız.”
Kadı Siraceddin;
-Sultanım, çok yerinde ve dinleyenleri mutmain edecek bir
konuşmanız oldu. Ben dahi bütün âlimler;
“Ordusuz hükümdar olmaz. Millet olmadan Devlet olmaz.
Tebaasız mal olmaz. Ve adalet olmayınca da tebaa olmaz.”
Şeklinde özetleyebileceğimiz sözlerinizden cesaret alarak
bundan böyle bu hal üzere olacağımıza söz verdik; inanın Sultanım... Efendim...
Sultan Alaaddin:
-Bak Kadı Sıraceddin Efendi... Diğer Devlet işlerinin
yürütülmesi, halkın refah ve saadetinin düşünülmesi, bu konuda gereken
tedbirlerin alınması bir tarafa, Sultanlık makamında oturduğum müddetçe ülkemin
sınırları dahilinde adı sanı duyulan Evliya, Ulema, Şair ve Sanatçı, her nerede
varsa özel olarak ilgilenilecek ve dahi yolları buraya düşenlere her türlü
alaka gösterilecek.
İkameti burada, yani yanı başımızda olanların ise
beklentileri doğrultusunda durumlarının düzeltilmesi, kendilerine değer
verilmesi ve kendilerinden istifade edilmesi emrimdir, bilmiş olasınız.
Ancak;
Sakın ola ki, onları siyasete alet etmeyesin.
Saygınlıklarının bu şekilde yitirilmesi arzumuz değildir. Biline...
-Bir de devletimizin sınırları içinde ve dışında her nerede
olursa olsun Ulemadan oluşan ekipler kurdurarak ‘Ashab-ı Kehf’ yiğitlerinin gerçek
makamlarının oldukları yeri keşfetmenizi istiyorum.
Unutmayın ki Kadı Efendi;
Bu iş için memur edeceğiniz kişilerin her türlü ihtiyaçları
ve talepleri yanında araştırma yapmak için uğradıkları bölgelerdeki İlbaşlarıma
veya Emirlerime bu konuda ferman ederek talepleri anında yerine getirile. Bu
konu Sultanınız olarak size ilk emrimdir. Bundan böyle, bu konuda atacağınız
her adımdan, edindiğiniz her çalışmadan haberim olacaktır. Bilmiş olun.
Kadı Sıracaddin; olayın vahameti ve söylenme şekli üzerine,
Sultanın olayı çok ciddiye alan talebi karşısında telaşını gizleyerek Sultana:
-İsabet buyurdunuz Sultanım.
Her ne kadar Ulemadan şimdiye kadar böyle bir talep
olmadıysa, bu onların değil konuyu gündemine almayanların kabahatidir. Velâkin bu konudaki emirleriniz olağanüstü
güzelliklere işarettir. Müsaade ederseniz Sultanım, gereği için hemen
çalışmalara başlayabilirim.
-Sultan Alaaddin:
Kadı Sıraceddin Efendi;
Ashab-ı Kehf’in sır olma ihtimali olduğu mağaranın biri de
hemencecik şurası, yani Tarsus’da imiş. Vaktim olursa sadarete de yakın olması hasabiyle
Tarsus heyetinde biz de olmak isteriz. Nasıl olsa şunun şurasında bir av
partisi yapmış kadar zamanda gidip gelebiliriz.
-Kadı Sıraceddin Efendi:
“Emriniz olur Sultanım Efendim. En kısa zamanda huzurunuzda
olacağım. Destur Efendim” diyerek huzurdan çıkar.
Sultan Alaaddin’in Devlet olma çabası koltuğa oturduktan
sonra daha da güçlenir.
Mümkün olan her şartlarda nefsaniyetinin aşırılığından
kaçınır. Edinmiş olduğu Devlet adamlığı kültürüne uygun yaşamaya çalışır.
Nizam-ül Mülk’ün Siyasetnamesini yanından ayırmaz. O kitapta
yazılanları “Amentü” kabul eder.
Ülkede huzur ve saadetin hüküm sürmesi, sancılı yerlerde
bulunup da ‘Kadir kıymeti’ bilinmeyen bilumum bilge kişiler için Alaaddin’in ülkesi
cazibe merkezi olur.
Onun ülkesine varmak için yola çıkanlardan tutun da çoktan Başkent
Konya ve hemen kıyısındaki yerleşim alanlarında yer tutup aydınlık
çalışmalarına başlayanların sayısı gün geçtikçe artmıştır bile.
Bir Bahaettin Velet, bir İbn-ül Arabi, bir Necmeddin Razı,
bir Abdullah Bağdadi, bir Sadreddin Konevi, bir Mahmut Tusi, bir Hüseyin Bekri,
bir Kadı Burhanettin, Süleyman Türkmani, Aşık Paşa ve yine bir Ahi Evran gibi
gelecek asırlara ışık salacak çapta muhterem ilim erbabı insanların mekan
seçmesi, Sultan Alaaddin’e, Türk milletinin ‘kavmi hayattan millet hayatına
geçişini’ süratle tamamlayan Anadolu Türk halkının ‘Milli Sultanı’ olma
bahtiyarlığı sağlamıştır.
Önceden sistemin bir parçası olarak var olan ‘Sultanlık’ unvanına
“Devlet olan Sultan” dedirmek kolay bir iş değildir.
Alaaddin, bunu şimdiden başarmış bir Sultan olarak kendini
göstermektedir.
6.BÖLÜM
Sultan Alaaddin, kavmi hayattan millet hayatına geçme
sürecinde hızla yol alan Türklerin “Milli Sultanı” olma noktasında
Devlet organlarını kurumsallaştırırken, diğer yandan
varlığının sebebi olan
“Mağara arkadaşlarının” zulmü yaşadıkları yeri tahminen
tespit ederek çocukluğunda vermiş olduğu sözü gerçekleştirmek için ulemayı
sıkıştırır.
Bölüm-6
Kadı Sıraceddin, kendisine bağlı olan Şeyhülislamlık makamında
bulunan Müderris Sadrettin Konevi ile bir araya gelir. Sultan’ın taleplerini
anlatır...
Konevi:
-İsabet olur Kadı Efendi.
Bu topraklara uzun müddet sahip olmak isteyen, devletinin
ömrünü uzun, halkının gönlünü huzurlu kılmak isteyen Sultan için, başta riyaset
ehlinin olmak üzere, diğer manevi dinamiklere sahip çıkmanın en önemli
işaretidir bu.
Ülkemiz sınırları içinde ve yanı başımızda bu işin ehli
diyebileceğimiz o kadar alim ve ulema var ki, bir değil onlarca ekip
oluşturarak istenilen seyahat ve araştırmayı yaptırabiliriz.
Kadı Sıraceddin:
-Zaman kaybetmeden bu işin üzerinde çalışalım. Yalnız Tarsus
heyetine Sultanımızın da iştirak etme ihtimali kendi talebidir.
Arzu etmeleri halinde Kral Yolu üzerinden Efsus’a yani
Yarpuz’a da gidebilecek şekilde hazırlıklar yapalım. Yalnız bu konuyu Baha
Veled’e iletecek olursak bilgilerinden istifade etmiş oluruz.
Kadı Siraceddin;
-Tabi ki Konevi, öyle olacak elbette. Hatta konuyu Sultana
arz etmeden önce ben derim ki; ilmine güvenebileceğimiz ne kadar bilge kişi
varsa merkezimize çağırarak ortak bir görüş edinelim.
Oluşturacağımız ekipler gittikleri yerlerde nelere dikkat
edecek, neyin araştırmasını yapacaklar, bilinmeli.
Elbette Kehf Suresi bizim için en büyük dayanaktır. Velakin
tamamlayıcı unsurlar olarak herhangi bir yapı, iklim, yazılı ve sözlü
kaynaklardaki tespitler gibi ortak konuları içine alan bir yol belgesini
komisyonlara iletmeniz lazım.
Konu Bahaeddin Veled’e de intikal ettirilir.
Bahaeddin Veled Kadı’ya;
-Bildiğin gibi bütün acem illerini ve dahi ilim şehri olan halifemizin
Bağdat’ının yanında birçok Arap ülkesini gezerek bu saadetli şehrinize geldim.
Aylarca süren yolculuğum süresince uğrak verdiğim beldelerde
sağ olsunlar, ulema ve gönül dostlarının meclisinde bulunarak ilmimizi ve görgümüzü
geliştirdik.
Yapmış olduğumuz sohbetlerimizde bahsini ettiğiniz, ‘Yedi
Uyurlar’ denilen gençlere de çoğu zaman değindik. Yaşadıkları yer ve
kayboldukları mağara hakkında...
Şahsi görüşüm odur ki;
Mağara ve mağara arkadaşları bu coğrafyada aranmalıdır. Çok
büyük ihtimal, bu olayın geçmiş, yanı yaşanmış olduğu yer Anadolu toprağıdır.
Başka türlü düşünmek ilme de, tarihe de aykırıdır.
Çünkü;
İsevilik Müslümanlığı bu coğrafyada zuhur etmiş olup,
hasarları da bu topraklardadır. Afganistan, Şam ve Fredelfiya gibi yerlerle dünyanın
diğer yerlerinde aramak beyhude olur.
-“Siz Kadı Efendi;
O kadar şanslısınız ki, o aranan kutsal mekan şu an mülkünüz
dahilindedir.
İsevi Müslümanları ve Meryem Ana, zulümden kaçarak ülkenizin
batı sınırlarındaki bir bölgede olma ihtimaline, aynı zulmü gören mağara
arkadaşları benzerlik gösterdiğinde Efes diyebilirler.
Bunun dışında Danyal Peygamber’in makamı olan Tarsus’ta olma
ihtimali ile Arabius yani Efsus’da olması muhtemel olandır. Gayrisi fuzuli emek
olur. Edinmiş olduğum bilgiler ışığında derim ki;
“-Araştırma maksadıyla en fazla üç ekip kurulsun, bunlardan
biri Arabius’a yani Efsus’a olsun.”
Bahaeddin Velet’den sadır olan bu görüşe Kadı Sıraceddin ve
Konevi’nin aklı yatar.
***
Sultan Alaaddin, kavmi hayattan millet hayatına geçme
sürecinde hızla yol alan Türklerin milli sultanı olma noktasında Devlet
organlarını kurumsallaştırırken, diğer yandan varlığının sebebi olan “Mağara
arkadaşlarının” zulmü yaşadıkları yeri tahminen tespit ederek çocukluğunda
vermiş olduğu sözü gerçekleştirmek için ulemayı sıkıştırır.
Çünkü kendisine göre artık “Devlet” olmuştur. Saltanatın ve Devletin
etrafındaki art niyetli bürokratlarla sınırdaki tehlikelerden şimdilik halkı
korumanın vermiş olduğu rahatlıkla ulemayla ilmi konularda münazara fırsatı
oluşturmakta fazla zorlanmaz.
Her bir araya gelindiğinde konuyu yine istediği yere çekerek
gereği için maddi ve manevi hazırlıkları sorar.
Yine öyle bir toplantıdayken çok sevdiği ve güvendiği
Emirlerden Celalettin Karatay’ın sohbetin ahengini önemsemeden meclise girerek;
“Müslümanların Halifesinin elçisi Sultanımızın mülküne ayak
basmıştır” haberini verir.
Sultan Alaaddin;
-Hayırdır inşallah. Her ne niyetle gelmişlerse, hoş gelmişler
sefa gelmişler. Meğerki gelen Halife elçisidir. Niyetleri bizce muamma olmasına
rağmen ey Emir, kendilerini tâ uzak köşede karşılayasın. Gereken ilgi ve alâkayı
göstererek, güvenliklerini sağlayasın.
Kayseri’den buraya hareket ettiğinizde haberdar edilelim ki,
biz dahi misafirimizi uzakta karşılamış olmakla, Halife Hazretlerine gönülden
bağlılığımızın samimiyetini göstermiş olalım.
Emir Celalettin Karatay huzurdan ayrılırken Sultan Alaaddin;
-Bilge kişilerim, alimlerim, veli dostlarım, sizlere bir
kıssa anlatmak isterim. Bildiğinizden emin olmakla beraber yine de bu konuda
cesaretimi bağışlayın;
Resulullah, Ashab-ı Kehfi görmek istedi.
Allah-u Teala;
“Dünyada onları göremezsin, fakat ashabından dört kişi
giderek onlara Peygamber olduğunu bildirsinler. İslam şeriatını tebliğ
eylesinler” diye vahyetti.
Efendimiz Cebrail ile müşavere edince Cebrail dedi ki;
“Ya Resulallah, mübarek hırkanızı yere seriniz. Bir ucuna Ebubekir, bir ucuna Ömer, bir ucuna
Ali ve bir ucuna da Osman otursunlar.
Allah-u Teala’ya dua et. Süleyman’a verdiği rüzgarı senin
emrine versin” dedi. Resulü Ekrem Efendimiz dua edince o rüzgar geldi ve onları
götürdü.
Mağara kapısına varıp içeri girdikleri zaman Kıtmir dirilip
karşıladı. Ve onlara yol göstererek Ashab-ı Kehf’in bulunduğu bölmeye getirdi.
Allah-u Teala, Ashab-ı Kehf’i uyandırdı. Sahabeler “Esselamü
aleyküm” diye selam verdiler. Onlar da “Ve aleykümselam” diyerek selama
karşılık verdiler.
Sonra sahabeler dediler ki;
“Ey Ashab-ı Kehf yiğitleri! Allah’ın Peygamberi Muhammed Bin
Abdullah’ın size selamı var.”
Ashab-ı Kehf;
“Allah’ın Resulü Muhammed’e bizden de selam olsun. İslam
dinini bize bildirdiğiniz için size de selam olsun.
Din-i İslam üzereydik, ancak son tekamül etmiş haliyle de
kabul ettik. Bizden Muhammed Aleyhisselama selam söyleyin” deyip tekrar uykuya
vardılar.
Bir daha Hazreti Mehdi zamanında uyanırlar. Çünkü Mehdi’nin en büyük yardımcıları
olacaktır onlar. Bunu Cebrail, Resulallah’a haber verdi.
Rüzgarla gidenler aynı binekle geri döndüler. Resulallah onlara suâl edip;
-“Ashab-ı Kehf’i nasıl buldunuz? diye sordu.
Onlar da vaziyeti anlatıp, selamlarını söylediler bilgisini
verince Resulallah dua edip “Ya Rabbi, benimle ashabımı ayırma, beni ve ehl-i
beytimi sevenlere mağfiret et” buyurdu.
Peygamberimiz devamla;
“Kıyamet kopmadan önce Allah-u Teala benim evladımdan birini
yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi benim babamın ismi gibi olur.
Ondan önce dünya zulüm ile dolu iken onun zamanında dünya
adalet ile dolar.
Yeryüzüne dört kişi hakim olmuştur. Bunlardan ikisi mümin
olan Zülkarneyn ve Süleyman (a.s). ikisi de kafir olanlar Nemrut ile
Buhtunnasır idi. Beşinci olarak benim evladımdan biri yeryüzüne hakim
olacaktır. Ashab-ı Kehf Mehdi’nin yardımcıları olacak ve İsa (a.s) Deccal ile
harp ederken Mehdi onunla beraber olacaktır.”
İmdi böyle işaretlerini aldığımız olayların imkanımız varken
neden bir tarafından yer tutmayalım. Eğer ki Ashab-ı Kehf yiğitleri o gün
geldiğinde Mehdi’nin en büyük destekçisi olacaklar, biz dahi elimizdeki fırsatı
kaçırmadan şu kısacık ahir Devlet ömrümüzde neden Ashab-ı Kehf yiğitlerinin
yerlerini tespit etmede, bulunca da bayındır etmede geç kalalım?
Sultan Alaaddin yer divanında ulemayla yapmış olduğu
sohbette, hiçte onlardan geri olmadığının farkına vararak mutmain bir kalple
istirahata çekilir.
Amirler istirahatlarına çekilse bile alemleri düşünmede alimlerin
çalışma ortamı yeni başlar. Ortalıkta el ayak çekildiğinde uyanık olan
onlardır. Çünkü; Sultanların en büyük
yardımcıları olup içinde bulundukları toplumları kurttan kuştan koruyan da
onlardır. Bunu bilirler de onun için isteseler de uyuyamazlar.
Alemlerin yükü alimlerin üzerinde olma durumu olduğu için alimler
teorisyenlerdir. Amirler inandıkları vakit
uygulamacılardır. Bu sorumluluk
anlayışı, Kadı Sıraceddin başkanlığında âlimler heyetinin ekipler konusunda
alacakları karara son şekli verme durumuyla ilgilidir.
Sultan’ın acele etme gibi bir hissiyatını bu ulema
topluluğuna verdiği hissedilmiştir.
-Kadı Sıraceddin:
Her biriniz kendi alanınızda pek yüksek kariyerde ilme sahip
muhterem ulema;
Kendi aramızda veya zaman zaman Sultanımızın da katılmasıyla
akli ve nakli ilimler konusunda Ashab-ı Kehf hakkında nakli bilgileri
tartıştık. İmdi iddia edilen yerleri, bizlere kadar ulaşa gelmiş bilgilerimizin
ışığında ekipler oluşturarak, bugünden tezi yok, tespit edilen yerlere vararak
saha çalışması yapmamız lazım.
Tamamen tarafsız ve önyargısız yapacağınız çalışmayı en kısa
zamanda oluşturulacak komisyona, sözlü ve yazılı olarak sunmanızı murat
ediyoruz.
Her komisyon en az üç kişiden oluşacak. Ekip temsilcilerini biz tayin edeceğiz. Her
ekibe baş olacak olan sorumlu arkadaşımız kendi ekibini kurmakta serbesttir.
Yalnız makama isimleri bildirilecektir.
Buna göre, üç adet ekip temsilcisini seçmiş bulunmaktayız.
Bir de, merkez kadısı olacak zat-ı alim ve üstat Bahaettin Veled’le beraber
sevgili Sultanımızın da iştirak edebileceği ekiple toplam dört parça halinde
vazife yapmaya şu an itibariyle resmi olarak el atmış bulunmaktayız.
Birinci ekibe başkanlık edecek arkadaşımız büyük alim,
mutasavvıf İbn-ül Arabi Hazretleridir. Kendilerinin çalışma sahası Meryem Ana
coğrafyası olarak ün salmış bir bölge olan Efes’dir.
İkinci bölge ise asırlardır birçok beyliklere konaklık
etmiş, değişik uygarlıklar görmüş olarak karşımıza çıkan Kral Yolu üzerinde yer
tutmuş olan, Türklerin sonradan Yarpuz dedikleri, Bizans’ın Arabius, Arapların ise Efsus
dedikleri bizim Maraş Emirliğindeki yerdir.
Burası için de Şeyhülislam Efendi Sadettin Konevi’yi ekip
başı olarak görevlendirdik.
Üçüncü yer ise Tarsus’tur.
Burası için payitahta yakın olması hasabiyle ekip başılığa
müsait kıymetli alimlerimiz varsa da, Sultanımızın da iştirak etme durumunu göz
ardı etmeden tayin edemiyoruz.
Büyük ihtimal yakınlığı dolayısıyla, onca işi de olsa Sultanımız,
bir av merasimine gitmiş gibi düşünerek Devlet işlerini sırf bu iş için askıya
alabilir. Emirleri olursa ben dahi bu ekiple Tarsus’a giderek yerinde inceleme
imkânına sahip olurum inşallah. Şu an itibariyle görev ve ekipleri belli
olanlar sefere çıkabilirler. Haydi Allah işinizi rast getirsin.
Yalnız bir temennim olacak. Şu an itibariyle geceleri serinledi.
Hasta sayrı olmayasınız. Sizlere verdiğimiz nağmelerle her türlü zorlukları
aşabilirsiniz. Havalar iyice soğumadan kışa kıyamete tutulmadan buraya sağlıklı
bir şekilde avdet edesiniz.
Bilmiş olunuz ki yerinde yapacak olacağınız müşahedeler bizi
ve sultanımızı şimdiden heyecanlandırmaktadır.
***
Bu arada Kayseri Emiri Karatay’ın Sultana özel habercisi
saraya ulaşır.
Emir Karatay’dan Halife’nin elçisi El-Zuhreverdi
Hazretlerinin, kendisinin almış olduğu yol güvenliği muvacehesinde Kayseri’den
Konya’ya doğru yola çıktığı haberini ulaştırır.
Artık “Sultan-ül Alem” sıfatını alan Sultan Alaaddin, Tarsus
ekibine başkanlık edecek yolculuk hazırlığına başlamıştı ki, gelen haber üzere,
bu yolculuk Müslümanların Halifesinin elçisini karşılama hazırlığına dönüşmesine
vesile olur.
Emirlerine başta olmak üzere ulema ve yakın bürokratlarına,
yaklaşan misafirin karşılanması konusunda bizzat karşılama heyetinin başına
kendisi de geçerek yola koyulur. Abbasi
Halifesi Nasır Nidinullah’ın elçisi Zühreverdi, Konya’ya yakın bir yerde Sultan
Alaaddin tarafından karşılanır.
Sultanla elçinin karşılaşmasında, Sultan nezdinde bir olağanüstülük
yaşanır.
Etraftaki Devlet erkanının anlayamadıkları, o an için anlam
veremedikleri ve alışık olmadıkları bir davranış biçimine şahit olurlar.
Bazıları bu davranışı Sultanın dini bütünlüğüne,
Müslümanların Halifesine verilen manevi bir değer olarak yorumlar.
Sultan Alaaddin: Elçi Zühreverdi’yi görür görmez;
-Siz... Siz... O’sunuz!.
Aman Allah’ım!
Bu ne haldir Yarab’bim?
Bir Yemlihan’la, bir de bu mübarek kulunun himmetiyle beni
koruyorsun.
Rahman ve Rahim sıfatınla beni hep kolladın, sıkıntılı
olduğumda hep yardım ettin. Üstelik bu tavassutlarını Allah’ım, nankör olmasın
deyu gözüme gözüme sürdün.
Sana bin şükür Allah’ım. Aradan yıllar geçti, Malatya
Kalesinde tutsaklığımın son gecesinde manamda ayaklarımdaki bukağını çözerek
beni bir katıra bindiren;
“Çilen, kurtuluşun Ömer Muhammed El-Sühreverdi’den
Alaaddin’e bir himmettir.”
Diyerek tarafından ikinci defa müjdelendim.
“El-Sühreverdi sizsiniz öyle mi?
Verin elinizi Sultanım, öpeyim.”
Diyerek ikinci defa elçiye çok özel davranışta bulunması,
duruma şahit olan iki tarafın bürokratları tarafından olayın iç yüzü
bilinmediği için yadırganır.
Halifenin elçisi olduğu için Sultan Alaaddin’in, Halifeye
hürmeten elçinin atının üzengisini öpmesi tabii ve hoş karşılanabilirdi.
Ama her hafta sadarette huzura çıkan onlarca elçi, Sultanın
on metre yakınına bile sokulamazken, bu elçinin Halife adına bulunması, atının üzengisinin öpülmesine gerekçe teşkil
edilebiliyor oluşu, üstelik onca mesafede bütün Devlet erkanıyla karşılanması,
Halifenin ne muazzam bir güce sahip olduğunu ifade ediyordu.
Bu durum Sultan Alaaddin’in çok üzerinde olma algılamasını
geliştirmiştir. Şahitler nezdinde ise çoğunun başlangıçta hiç anlam veremediği
el öpme durumu... Neyin nesi dercesine soru işaretleri, cevabını sonra da
bulacak bir muammaya dönüşür.
Nice sonra duruma muttali olan Devlet erkanı ile Ulema
sınıfı, Elçi Sühreverdi Hazretlerinin büyük bir Allah dostu ve onun Evliya kulu
olduğunu anladı.
Sultanla arasında geçen çok samimi ilişkinin sebebi mucibince
kısa sürede saygınlığı arttı da arttı.
Bahaeddin Veled başta olmak üzere diğer Ulema ve Ahiler ile Emir’lerden
bile bazıları kaldığı sarayda ziyaret ederek üstada bağlılıklarını bildirenler
oldu.
Tasavvufta “el” alma, anlamı itibariyle yaşandı. Bürokrat ve Ulema’dan manevi bağlılık
sunuldu.
El-Sühreverdi Konya’da kaldığı müddetçe Sultanın sarayında
ağırlandı. Halifenin gönderdiği hilatı ve sarığı Sultana bizzat kendisi
giydirdi.
Sultan da ona hediyeler takdim etti. Ayrıca Halifelik
makamının adedi gereği, bir değnek ile halk huzurunda Sultanın sırtına dört
defa vurdu.
Takiben Halife tarafından gönderilen ve nalları altından ve
çok kaliteli bir eğeri olan atı huzura getirterek Sultana takdim etti.
Sultan Alaaddin de atın üzengisini öperek ata bindi ve
El-Sühreverd’i ile halk arasında dolaştı.
Elçi El-Sühreverdi gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra, gerek
Sultan Alaaddin nezdinde, gerekse tüm
Konya nezdinde çok iyi intibalar bırakarak, kendisine bağlılık sözü veren Emir
Karatay gözetiminde Konya’yı terk etti.
Sultan-ül
Alem Alaaddin, El-Sühreverdi’nin kendisiyle ilgili himmetini üstadı Bahaeddin
Veled ile geç vakte kadar yer divanında değerlendirdi. Bahaeddin Veled “Bizim himmetimizi unutmuşa benziyorsunuz
Sultanım” diyerek latife yapmak istedi.
Sultan Alaaddin;
-“Hay sen çok yaşayasın üstadım, efendim! Sizin Yassı Çemen Savaşından
önce Harzemlerin ordusuna tebdili kıyafetle sızarak Sultanları ile satranç bile
oynadığımız gece istirahata çekilmişken, Sultan tarafından şüphelenilerek bizi
ortadan kaldırma planını, hafif sızmışken mütemadiyen;
“Kalk Alaaddin tehlikedesin, hemen kaçın oradan” uyarısıyla
canımızı kurtardığımızı unutabilir miyim hiç... Keramet gösterdiniz efendim.
Aslında zatialim yalnız Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha tarafından değil,
sizlerin ve Sühreverdi Hazretleri gibi birçok Allah’ın Evliya kulları
tarafından korunduğumun farkındayım.
Eğer Harzem Ordusuna yaptığımız sızmada o tehlikeyi
himmetinizle aşamamış olsaydım bugün ne ben ne de siz efendimiz en azından şu
anki saadeti yaşayamazdık. Kerametiniz başta zat-ı alime, sonrada Yassı Çemen savaşını
kazanmakla Devletime çok büyük hizmet kazandırmaya vesile oldu. Bir düşünün
efendim;
“Moğollar denilen afete karşı bile kök söktüren
Harzemşahları sizler gibi gönül adamlarının himmeti sayesinde perişan ettik
Elhamdülillah.”
Bahaeddin Veled;
-“Sultanım; doğru söylersiniz. Maneviyat Sultanları ile
iktidar Sultanlarının işbirliği ile yeryüzünde yapılamayacak, aşılamayacak
hiçbir şey yoktur, dersem abartmış olmam herhalde.
Ne zamanki iktidar sahipleri bize sırtını döner veya daha da
ileri giderek incitirse, işte o iktidar sahipleri o zaman korkmalıdırlar.
Çünkü Allah-u Teala;
“Evliyama savaş açana, savaş açarım. Onu inciteni incitirim”
demektedir. Güzel olan nedir biliyor musun? Siz halkının Sultan-ül Alem dedikleri
Sultan Alaaddin; Siz... Siz işin farkındasınız. Ve dahi işin püf noktasını
yakalamış görünüyorsunuz. Sizin sırtınız onun için kolay kolay yere gelmez.
İstikametiniz doğru olduğu müddetçe daha çoook Harzem Ordusuna
sızmanız anındaki tehlikeden, Malatya Kalesindeki Sühreverdi Hazretlerinin
kerametinde olduğu gibi kutlu işaretten ve dahası Bizans’ta boğazın
akıntılarına kapılıp sürüklenirken Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha’nın yardımları
gibi olağanüstü hallerle karşılaşırsın. Yeter ki Sultanım kafanızda Evliya
tiplemesini, yani Evliyanın haya sahibi olduğunu kitap ve sünnetin dışına
çıkmadıklarını, şefkat ve merhametli ve cömert oldukları, iktidar sahiplerine sürekli
nasihat ettiklerini, kendilerinden bir günah sadır olunca vakit geçirmeden
tövbe ettiklerini, çok istiğfar ve şükür ettiklerini, Allah-ü Teala’dan
korktuklarını, ahiret hususunda korku ve elem içinde olduklarını, lüzumsuz ve
kötü sözden sakındıklarını, sevdiklerini Allah için kızdıklarına da Allah için
katlandıklarını, tevekkül üzere sabredip, emr-i mağruf ve nehy-i münker
ettiklerini ve insanlarla iyi geçindikleri kanaati sağlam olsun.
Bahaeddin Veled devamla;
"İmdi yarın bir yolculuğa çıkılacaktır. Yolculuk
esnasında kendinden başka reis olacak varsa reis olmamalıdır. Şuraya inelim,
buraya konalım diye emir ve işaret etmemelidir.
Sükût etmeye, iyi arkadaşlığa, kardeşleri ve dostları ve
yoldaşları için faydası çok olan işler yapmaya devam etmelidir.
Yolculuk esnasında dedikodudan sakınılmalı. Yırtıcı
hayvanların bulunabilecekleri yerlere ve yol üstüne konaklanmamalıdır.
En güzel yolculuk kötü sıfatlardan kurtulmak, iyi ahlak ve
nefsin arzu ve isteklerinden kurtulup,
Alla-ü Teala’nın rızasını kazanmak için olan yolculuktur.
Sizler bu gaye ile bu yolculuğa çıkmaktasınız. Kefilim...
Yolculukta her hususta arkadaşları ile güzel geçinmeli,
onları güzel idare etmeli, darılma, inat etme, münakaşa etmeyi terk edip,
yakınında bulunanlara hizmet edilmelidir. Zaruret olmadan, bir başkasına hizmet
ettirilmemelidir. Bu sözlerim umulur ki kulaklara küpe olsun. Niyetiniz hayırsa, sonucu da hayır olur
inşallah” diyerek yer divanından kalkılır. Mecliste bulunanlar adabına uygun
davranışla divanı terk ederler.
7.BÖLÜM
Çünkü; İznik konsülünden kabul edilmeyen “Barnaba İncili”
olarak bilinen İncil de sizin Peygamberinizden,
gelecek olan son Peygamber olarak zaten bahsediliyor. Bu bilgiye Kral da
olsa insan öyle kolay kolay ulaşamıyor. İnsanın tam da bu noktada önünü kesiveriyorlar.
Sizler çok şanslı olmalısınız. Onun yüzünü görmek,
beraber acı ve tatlı anında yanında olmak, getirdiği ilkelere iman ederek
yaşamak çok güzel bir şey olsa gerek. Siz de söyleyin Devlet başkanınıza ki;
Ben Bizans İmparatoru olarak son peygamber dediğiniz Muhammed’e inandım ve iman
ettim. Ancak takdir ederler ki, bu inanç benim için en mahrem inanç olarak
içimde kalacaktır. İlan etmem mümkün değildir.
Sadreddin Konevi ve İbnül Arabi’nin başkanlığını yaptıkları
heyet, sadaretten ayrılalı uzun bir zaman olmuştur.
Tarsus heyetine Sultanın katılma ihtimali Devlet işlerinin
uzaması ve özellikle de Halife Elçisi Şeyh Sühreverdi’nin zamansız ziyaretleri
sonunda gecikmiştir.
Öyle bile olsa bu heyeti oluşturan zevat kendilerinden emin;
“Bizim gideceğimiz yer Tarsus’tur. Diğer ekipler, kendi
bölgelerine varana kadar, biz vazifemizi yaparak dönmüş oluruz. Üstelik
Sultanımızın da bize refakat etmesi, daha az zaman kaybetmeden onlardan çok
erken dönebilme şansımız var” gibi kendi aralarında konuşmaları rahat
olmalarına işarettir.
En uzun ve meşakkatli yer Efsus’tur. Konevi, küçük ve etkili
grubuyla çoktan Maraş Emiri Nasriddun Hasan’a ulaşmıştır.
Nasriddun Hasan, baba Sultanın ölümünden sonra tahta geçecek
kişiyi belirleyen divanda olması ve ısrarla kendi reyi doğrultusunda oluşacak
iradeye etki ederek ağabeyi İzzeddin’in Sultan olmasında rolü olan emirdir.
Alaaddin’in Sultanlığında sırf oynadığı bu rolünden dolayı emirliğinden
olmamış ama merkezle de arası pek iyi görünmüyordu.
Onun için çok temkinli ve ürkekti. Merkezden gelen her ne
talep olursa olsun yerine getirme noktasında canhıraş gayret eder, işlerin
olumlu yürümesini sağlardı.
Ola ki, Sultan, ağabeyi tarafına irade buyurmasını bahane
ederek kendi geleceğini karartmasın deyu işini en iyi yapan Emir olabilmek için
kendini göstermekteydi.
Sadreddin Konevi gibi yüksek ulemadan olan, üstelik Sultan’a
çok yakınlığı ile bilinen birinin kendi uhdesinde bulunan emirliği ulvi bir gaye
ile ziyaret etmesini, bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirir.
Nasirüddin Hasan Emir olarak Konevi ekibine bizzat refakat
eder.
Efsus, Maraş Emirliğine bağlı bir yerleşim yerinin adı olup,
o günün şartlarında üç günlük bir mesafededir.
Eshab-ı Kehf ile ilgili bilge kişiler de kafileye katılarak
Efsus’a varılır. Hizmet sınıfını oluşturan öncü kafile Emir ve ekibi
varmadan, gerekli konaklama işleri gibi
rahat etmelerini ve rahat çalışmalarını sağlayacak teşkilatı kurarlar. Kafileyi oluşturan heyet kendilerine
tahsis edilen mekanlarda dinlendikten sonra, ilim meclisi toplanır.
Efsus’taki mağaranın mekan olarak ellerindeki bilgiye uyup
uymadığı, bahsi olunan Kehf suresindeki metinlere uygunluğu ve uygunsuzluğu
tartışılarak ortak aklın ürünleri yazılı metine geçirilir.
Güneşin doğuşu ve batışı arasında mağara girişinin pozisyonu
gözlenir. Güneşin doğuşunu gözlemlemek için birden çok gecelerin uykusuz
geçirildiği vakıadır. Sonra batışındaki geometrik sapmaların Ayetlere uygunluğu
müteala edilir günlerce.
Mağaranın içi ve dışı, etrafta yaşayan insanlara göre Ashab-ı
Kehf nedir ne değildir, rapor edilir.
Efsus kasabası ve civar köylerde, özellikle daha büyük
yerleşim bölgesi olan Elbistan’da bu mağara ile ilgili ulaşılması gereken bütün
bilgileri edindikten sonra raporunu tamamlayan Konevi, Emir Nasirüddin Hasan ve haziruna dönerek;
-“Üç dört gün oldu ki, Efsus ve civarında gezinmekteyiz.
Araştırmamız şu mağara merkezli yaşanmış ve kutsal kitabımıza bizzat geçmiş
Kehf suresinin dokuz ile yirmi altıncı ayetinde hikayesi anlatılan olaydır.
Geldik gördük ki, meğer yalnız Sultanımız -Allah uzun ömür
versin- Alaaddin değil, ağabeyi Sultan İzzeddin Rahmetullahın da ilgisi varmış
buraya. Baksanıza bizden daha erken davranarak bu bölgeyi inceletmiş ve gereken
bayındır işlerini de yaptırmış. Allah
ondan razı olsun.
Kimin olduğunu bilmediğim bir hikayeyi tam da sırası bilerek
bütün hazirun buradayken anlatmak aklıma geldi.
Şöyle ki;
Akıllı bir ihtiyar dünyadan elini eteğini çekmiş, dağdaki
bir mağaraya sığınmıştı. O karanlık yerde sabredip kanaat içinde yaşıyordu. Bu
zat görünüşte insan, ama hal ve hareketinde melek huylu bir kimseydi.
Ancak bu ihtiyarın bulunduğu şehirde zalim bir emir
bulunuyordu. Bu emir, en çok zayıflara ve acizlere eziyet ediyordu. Onun kötü
şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkede yaşayanlar gece gündüz demeden kendisine
beddua yağdırıyor ve lanet okuyorlardı.
Zalim Emir, bir taraftan da bu mağaradaki ihtiyarı ziyaret
ederek bağlılığını bildirmekten geri kalmazdı. Lakin o Allah dostu ihtiyar,
kendisine yüz vermezdi.
Bir defasında göz göze geldiklerinde ona;
“Ey mübarek zat, beni gördükçe ardını dönüyor, gözünü
kaçırıyor, yüzünü ekşitiyorsun. Oysa bilirsin ki ben sana muhabbet duyup, seni
sevdiğim için hep ziyaretine gelirim. Ancak bana şu düşmanlığının sebebini
anlayamadım. Sebebi nedir?
Senden beni herkesten üstün tutmanı, bana hürmet etmeni
istemiyorum. Fakat herkese nasıl davranıyorsan bana da aynı davranışı
göstermeni bekliyorum” der.
Allah dostu ihtiyar, bu sözler üzerine öfkelenerek;
-“Ey bu toprakların hakimi, bu zavallı halk senin yüzünden
perişan oldu. Sayende zulmün bini bir parça olsa da ben onları seviyorum. Sen
benim sevdiklerime zulüm ediyor, onları sevmiyorsun. Bu yüzden senin beni
sevdiğine inanmıyorum. Beni seven
sevdiklerimi de sever.
Gelip muhabbetle benim elimi öpeceğine git benim sevdiklerimin
gönlünü al ve onları sev.
Bu durumda ben seni yaptıklarından ötürü sevmediğim halde,
nasıl sevdiğimi söylerim” der.
Konevi devamla;
-“İmdi Allah’a şükürler olsun ki, şu mağaradaki yiğitlerin
sevdiklerini seven onların gönüllerinde Sultan-ül Alem sıfatıyla yerini bulan
bir Sultan var Devletimizin başında. O Sultanın sevdiklerini emirleri de, beyleri de, uleması da ve bizler de severiz
elbette. Onun içindir ki geldik, gördük,
araştırdık ve dahi dua ve niyaz ettik.
Gayri bize onların ruhaniyetleri huzurunda müsaade alarak
varıp gitmek düşer başkentimiz Konya’ya doğru”
Diyerek, geri yolculuk için tekrar Maraş yolu üzeri değil de
Kayseri güzergahı takip edilir. Emir Nasirüddin Hasan’la yolları bu şekilde
ayrılmış olur.
***
Efes yolculuğu beklenenden daha kısa sürmüş, heyet sorumlusu
büyük Alim İbn-ül Arabi, bahsi geçen mekanı bulmakta zorlanmamış, ancak
elindeki temel bilgilerden en az birinin olabilirliği konusunda zorlanmış
durumda gerisin geri dönüverme kararını kolayca vermiş, sonraki tevillerden ziyade
temel değerlerden uzak bir mekanla karşılaşması karşısında;
“Beyhude geldin ey Arabi” diyerek hayal kırıklığı yaşamış.
Ancak bunca yol teptikten sonra Meryem Ana mekanını görmeden
gitmeyelim diyerek İsevilik kültürüne ait diğer sanat eserlerini de ziyaret
etmeyi bu ziyaretin kârı olarak değerlendirerek keyif alırlar.
İbn-ül Arabi;
-Bilgisiz kalmak mertebe sahiplerinin rütbelerini düşürür.
Makam erbabının da heybet ve büyüklülüğünü giderir.
İlim, Devlet başkanlarının bir uyarıcısı ve koruyucusudur.
Zira ilim sahibini, zulümden, hak yemekten alıkor ve yumuşak huylu kılar.
Eziyetten uzaklaştırıp yönetim altındakilere şefkat ve
merhamet ettirir. Bu yolda olan kişi ve kurumlar -Bizim gibi eli boş dönse de-
bir yerde ‘Boş’ olan bir şeye ulaşmak bile bir iddia olduğu için ilim sayılır.
Günlerdir yoldayız. Gelişimizin ve hatta dönüşümüzün bir
tatlı heyecanı vardır. Amma buluşumuzdaki hiçlik pek iç açıcı olmayıp yalnızca
bir inanışın yakıştırmasından ibaret oluşu tek hayıflanmamız gereken etken
olmalıdır.
Deyip Efes defterini başkent Konya ilimler meclisinde açmak
üzere kapatır.
Lâ mevcuda illa huu...
***
Sultan’ın gecikmeli de olsa Tarsus ekibine iştiraki,
kafileyi oldukça zenginleştirmiştir. Devlet erkanında güvenlik gereği, küçük
askeri birliklerin varlığı, diğer hizmet birimlerini oluşturan personellerle
beraber sanki küçük bir ordu birliği görüntüsü oluşturmaktadır.
Kafilede başta Kadı Sıraceddin olmak üzere, büyük alimlerden
Necmettin Razi, Edebiyatçı ve Şair Mahmut Tusi, Mimar Sadettin Köpek ve
Bahaeddin Veled’in mahdumu, gözü gibi koruyup yetiştirdiği şimdi de yıldızı
parladığı varisi, oğlu Celaleddin...
Sultan ile seyahat oldukça imtiyazlı olduğu için Emirler, Melikler
ve daha nice kimler yoktu ki?
Başkent’e çok yakın olması, bu şatafatlı ve eğlenceli Tarsus
ziyaretinin bir hafta zaman zarfında tamamlanmasına yetmiştir.
Yol boyunca verilen mola esnasında temel ihtiyaçların
giderilmesinden sonra yapılan sohbetler ve akabinde ki tartışmalar her şeye
değer bulunur.
Böyle bir sohbette Sultan Alaaddin;
-“Yahu bu Kral Yolu dedikleri yol üzerinde miyiz acaba, ne
dersiniz?” diye sorar.
Sultan’ın huzurunda düşünmeden atılmak edebe mugayir olduğu
için, alim de olsan meclis adabını çiğnemeden ve vücut diliyle verilen işareti
almadan ve hatta önceden duruma vakıf olsan bile yorum yapmak olmazdı.
Kadı Sıraceddin şöyle etrafını süzdükten sonra, henüz babasının
gölgesinde kalmış ama ilim bakımından şimdiden onu aştığını duyduğu Celaleddin
ile göz göze gelir. Gözlerinden aldığı anlamla bu cevaba yatkınlığını anladığı
için;
“Buyur genç adam, bu sorunun cevabı senindir” dermişçesine
işaretini verir.
İlk defa Sultan huzurunda konuşması gereken Celaleddin,
meclis adabı gereği kendini; “Bahaeddin Veled mahdumu Celaleddin Sultanım” diyerek
takdimle söze başlar.
Sultan Alaaddin her daim bilgisinden istifade ettiği,
tahtının tacının çok üzerinde değer verdiği ulemanın uleması Konya’nın Sultanı,
Üstat hazretlerinin oğlu sıfatıyla onun da ilk defa siluetini gördüğü
Celaleddin üzerine olumlu bir ön yargıyla gözlerini dikerek vücut diliyle;
‘Uygundur’ devam ediniz dercesine bütün dikkatini ona verir.
Celaleddin;
“Sultanım, çok değişik uygarlıkların kurulduğu bu mekan ile
takip ettiğiniz bu yol güzergahı “Kral Yolu” olarak bilinen yol ve mekan
değildir. Gezgincilerin ve devletlerarası işler gereği sürekli yolculuk eden
habercilerin ve dahi elçilerden bazılarının naklettiklerine göre Kral Yolu
olarak bilinen yol Efes’ten başlayıp Kapadokya üzeri Efsus ve Diyarbekir’den
Ninova denilen Musul, Bağdat ve Basra arası yol olup taa Persopol’de biter.
Tacirler, tüccarlar ve bilumum ticaret erbabı kafilelerin,
genelde kullandığı yoldur.
Konya - Tarsus arasındaki yol da önemli olmasına rağmen yol
güzergahında eski ve yeni hanlar, hamamlar ve kervansarayların olmayışı bu
yolun ‘Kral Yolu’ olmadığına en önemli işaret teşkil eder. Bu konuda malumatım
budur Sultanım” diyerek sükûta geçer.
Kadı Sıraceddin ile göz göze geldiğinde onun memnuniyetini
hisseder.
Sultan Alaaddin;
-“Ya öyle mi!
Peki, insanlığı ortaya çıktığı andan itibaren ciddi olarak etkilemiş
ve kısa süre sonunda Devlet olmuş yüce dinimizin devletlileri, yani dört Halife
devri ve sonrası olan Emevi ve Abbasi’lerin kurduğu devasa devletlerin Bizans
ile ve diğer kuzey komşularıyla kurdukları ilişkide kullanılan yol, söylediğiniz ‘Kral Yolu mu idi?
Ne dersiniz?
Daha somut bilgiler verebilir misiniz?” diye sorar.
Yine vücut diliyle almış olduğu işaretten hareket ile
Celaleddin;
-“Efendim, Sultanım;
Yüce dinimizin yayılması esnasında sizin de malumlarınız
odur ki kuzeyde iki güçlü Devlet vardı. Biri kuzey doğuda Kısra’ların ülkesi,
öbürü ise kuzey batıda Bizans denilen Rum’ların ülkesi.
Kısra’nın ülkesi ile Bizans arasında ticari merkez olarak
bilinen yer Bağdat’tır. Kral Yolu da bu güzergahta olmalıdır.
Tarsus çok güneyde kalır. Avasum şehirleri denilen yerleşim
yerleri de bu aktif olan yol üzere olmuştur.
Yani Kapadokya’nın güney doğu sınırı... Bu yol taa Hz.
Ebubekir’in Bizans’a gönderdiği elçiler tarafından bile kullanılmıştır.”
Sultan Alaaddin;
“Evet, Baha üstadımın oğlu Celaleddin;
Görülen odur ki, babanızın bu konuda da varisi olmaya layık
olduğunuzu meclisimize göstermiş bulunmaktasınız.
Bakınız ey Devlet erkanı ve Ulema;
Ben dahi Celaleddin’i yeni keşfetmiş bulunmaktayım. Bundan
böyle yer divanında kendisini hep görmek isteriz.
Bu seyahatin bir faydası da birbirimizle kaynaşmamıza ve
birbirimizi tanımamıza faydası olmuştur.”
Sultan Alaaddin devam eder;
“Devlet olarak Müslümanların Bizans’la ilk teması Hz.
Ebubekir zamanında olmuştur. Hz. Ebubekir’in elçileri demek ki, Kral Yolu’nu
takiben Bizans’a ulaşmışlardır.
Hatta denilir ki;
Ebubekir’in elçileri önce Şam’a uğrarmış. O zaman Şam şehri
ve etrafı Bizans’ın toprağıdır.
Şam valisi ise tabi olarak İsevilik şeriatına bağlı dindar
ve alim bir zat olduğu için Hz. Ebubekir’in elçilerine önem verir.
Elçiler, Kapadokya Eyaletine giriş toprağı olarak bilinen
Efsus’a uğrayarak Bizans’a hareket ederler.
Celaleddin’in ilk İslam elçilerinden bahsetmesi, beni ister
istemez sizinle paylaşmam gereken bir bilgiyi, üstelik bu elçiler ile Bizans
Kralı Heraklius arasında yaşanmış bir olayı anlatmama vesile teşkil etmiş oldu.
Şöyle ki;
Hz. Ebubekir’in elçileri, Bizans Kralı Heraklius’un huzuruna
vardıklarında, Heraklius onlara;
“Bugün istirahat ediniz. Yarın sizinle uzun konuşacağım.
Bilmiş olunki beni ikna edemezsiniz. Yarından tezi yok defolup gidesiniz.
Peygamberlik konusunda çok şarlatanlar çıktı. Sizinde böyle bir şarlatana veya
böyle deli saçması birine inanmadığınızı nereden bilebilirim. Onun için yarın
sizi imtihan edeceğim. Bilmiş olun” der.
İstenilen gün ve saat gelir. Elçiler huzura alınır.
Heraklius;
“Anlatın bakalım? Kim bu Muhammed?” deyince...
Elçiler; Hz. Peygamberimizin doğumundan tutun da
Peygamberlik evresi ile gönderildiği şeriatın ilkeleri ve dahi mücadelelerini
bir bir anlatırlar.
İşin güzel tarafı, Kral ve avenesi saatler süren anlatmaları
hiç sıkılmadan dikkatlice dinlemeleridir.
Elçiler başlangıçta endişeli oldukları halde, ilerleyen
dakikalarda anlattıkları karşısında muhataplarının pür dikkat kesilmesi, onlara
fevkalade bir rahatlık kazandırır.
Kral Heraklius;
“Şimdi size üç sualim olacak” der.
Bunlardan ikisine vereceğiniz cevaptan sonra ancak üçüncü
sorum devreye girecek bilmiş olun. Üçüncüsü soru seklinde değil, bir çeşit
gösteri şeklindedir. Resimlerden meydana gelen bir albümdür. İlk iki soruma
vereceğiniz cevaptan sonra bu resimler devreye girecektir, ona göre
düşünesiniz.
Hazır mısınız?
Birinci sorum;
Hz. İsa Efendimiz de sizin Peygamber dediğiniz insanın
çektiği eza ve cefayı çekmiştir. Bu konuda benzerlik var.
Yalnız kendisine sizin “Taif” dediğiniz şehrin insanları
tarafından taşla sopayla işkence edilerek şehrin dışında kendini kan revan
içinde bulan bu adam, şayet Allah’ın Peygamberi ise neden o şehrin helak olması
için dua etmedi?”
Bu sual üzerine, kendileri de sahabe olan elçilerden biri
söz alarak;
“Kral Hazretleri;
Benzeri işkencelere tabi olmasına rağmen Hz. İsa Efendimiz
neden kendilerine zulmeden insanların helak olması için beddua etmediyse, aynı sebeplerden dolayıdır ki, bizim Peygamberimiz
de beddua etmemiştir.
Üstelik o çok kötü durumdayken, Allah’ın en büyük
meleklerinden Cebrail yanına gelerek;
“Ya Muhammed! Allah’ın izniyle talep edersen eğer şu Taif’in
etrafındaki dağları birleştirerek bu şehirdeki herkesin bir anda cezasını
vereyim” dediğinde, bizim Peygamberimiz ağlayarak bu teklifi reddetmiştir.
Hatta ona, bugün bana zulmeden şu zavallı insanların
sülmünden öyle bir nesil oluşması için dua edeceğim ki, o nesil sayesinde
İslam’ın bayrağı daha yükseklere taşınmalıdır” dediğini bilmekteyiz.
Kral Heraklius, bu cevap üzerine niyetini değiştirerek,
ikinci sorusunu da sormuş kabul eder ve üçüncü soru için ellerini birbirine
vurunca, geniş salonun bir kapısından dört kişi tarafından, bir eksen etrafında
hareket eden, üzerinde küçük küçük kapıları olan bir sandığı huzura getirtip elçilerin
tam önlerine kondurduktan sonra sorar.
-“Önünüzde bulunan sandığın tam yirmi beş adet kapısı var.
Her kapı kapalı olup açmak için yirmi beş de anahtarı var.
Bu kapıcıkların içinde her birinden bir tane olmak üzere
üzerinde resim olan yirmi beş adet aynı ebatta bez parçaları vardır. Her bir
anahtar ile her bir kapıcık açılıp, içindeki resimler size gösterilerek tanıyıp
tanımadığınız sorulacaktır. Onun için arkanızı dönün ve uyarıncaya kadar
dönmeyin” der.
Görevli tarafından resimlerin biri çıkarılır, işaret üzere elçiler
döner ve “Resme bakın” uyarısı üzerine bakarlar.
“Tanıdınız mı?” diye
sorulur.
Elçiler hep bir ağızdan;
“Hayır tanıyamadık” derler.
Bu iş, diğer kapılardan çıkartılan resimler için de aynı
sorular ve “Tanımadık” cevabı alınarak devam eder.
Tekrar işaret üzere döndüklerinde;
“Ya bunu tanıdınız mı?” sorusu sorulunca;
Elçiler hep bir ağızdan;
“İşte Efendimiz... Son Peygamber... Allah’ın Resulü... İşte
budur” gibi sözler sarf ederek birbirlerine gözyaşları ile sarılırlar.
Heraklius ve meclisinde bulunanlar, bu olay karşısında
hayrete düşerler. Bir kısım ulema;
“Bunlar şeytanın uşakları, nereden bilecekler? Bunlar samimi değil... Bu kadarı da fazla.
Kral hazretleri kafayı yedi herhalde. Böyle imtihan olur mu? Şimdi ne olacak?” gibi güneşi çamurla
sıvamaya kalkışacak dedikodular yapadursun Kralın bir işareti ile salon elçiler
hariç tamamen boşaltılır.
Kral Heraklius;
“Üçüncü soruma gerek kalmamıştır. Sizin Peygamberinizin
güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş, son Peygamber olduğuna ben de iman
ettim.
Çünkü;
İznik konsülünden kabul edilmeyen “Barnaba İncili” olarak
bilinen İncil de sizin Peygamberinizden, gelecek olan son Peygamber olarak
zaten bahsediliyor.
Bu bilgiye Kral da olsa insan öyle kolay kolay ulaşamıyor.
İnsanın tam da bu noktada önünü kesiveriyorlar.
Sizler çok şanslı olmalısınız. Onun yüzünü görmek, beraber
acı ve tatlı anında yanında olmak, getirdiği ilkelere iman ederek yaşamak çok
güzel bir şey olsa gerek.
Siz de söyleyin Devlet başkanınıza ki;
Ben Bizans İmparatoru olarak son Peygamber dediğiniz
Muhammed’e inandım ve iman ettim. Ancak takdir ederler ki, bu inanç benim için
en mahrem inanç olarak içimde kalacaktır. İlan etmem mümkün değildir. İsevilik şeriatının en büyük Devleti
kabul edilen imparatorluğun kralı olarak onun başında olan zat-ı alim, bu işte
alenilik yaparsa tahtı da tacı da kaybederek, içine şeytan girmiş diye benim
işimi hemencecik bitirirler bilmiş olasınız.
Sağlıklı bir şekilde ülkemin sınırlarını aşmanıza yardımcı
olacağım. Şimdi imtihanı kazanmış bahtiyarlar olarak istirahatınıza
çekilebilirisiniz” der.
Elçilerden Ubade, biraz da aceleci bir tavırla;
“İyi de İmparator Hazretleri, yüksek müsaadelerinizle bir
sorum olacak. Lütfederek merakımızı giderirseniz, vereceğiniz bilgiyi
dönüşümüzde Halife Ebubekir’e nakletmek isteriz.
Şöyle ki;
Bizlerde bile olmayan, üzerine resminin işlendiği o kutsal
bez parçalarının akıbeti nedir?
Siz bunu nasıl temin ettiniz?”
Kral Heraklius;
“Sormayacaksınız zannetmiştim. Bize gelen bilgiye göre bu
gördüğünüz sandık, imparatorluğumuza taa Hz. Zulkarneyn tarafından intikal
etmiş kutsal emanetlerimizdendir.
Bu sandıkta gelmiş geçmiş yirmi beş büyük Peygamberin resmi
vardır.
Bu emanetleri biz de gözümüz gibi koruruz ama İsa Mesih
Efendimizden sonra gelen şeriat sahibi Peygamberi kıskandığımızdan dolayı bu
emaneti pek ifşa etmeyiz. Daha öncesi şudur;
İlk atamız Hz. Adem Peygamber, kendinden sonra insanlığa
rehberlik edecek olan Peygamber evlatlarının siluetlerinin dünya gözüyle
gösterilmesini Allah-ü Teala’dan samimiyetle talep edince;
Cebrail melek tarafından bu sandık iner. Adem atamız kendinden
sonra gelecek olan bütün rehberlik edecek evlatlarını bu şekilde görmüş ve
tanımış olur.
Olay odur ki bu emanetler, bir başka Peygamber olan
Zülkarneyn’e, ondan da imparatorluğumuza intikal eder. Bu resimlerin hikayesi
budur” der.
Ve elçiler büyük bir kalp huzur içinde istirahata
çekilirler. Sonra da çok kıymetli hediye ve iltifatların olduğu mektupla
Peygamber-i Ekber’in kutsal coğrafyasına yelken açarlar.
Bu anlatılan hikaye üzerine Sultan Alaaddin, biraz gevşemiş görüntüsü oluşan meclisin
kendine gelmesini;
“İmdi toparlanma zamanı, haydin arkadaşlar. Biz de kendi
kutsal mekanımıza”
Hitabıyla tekrar disiplini sağlamış olur.
8.BÖLÜM
İbn-ul Arabi,
-Sultanım;
“Bir olayın meydana gelmesinden sonra savunma tedbiri
alana akıllı denmez. Asıl akıllı kişi olay meydana gelmeden çare ve çözüm arayandır. Ayakta kalmak ve ileriye sağlam
bakabilmek için en önce ordunuz güçlü olacaktır. Ordunun cesareti de hamle ve
hücumla orantılıdır. Devlet başkanlarının cesaretinin meyvesi ise sebat ve
kararlılıktır. Başkanlar kutup gibi sabit ve kararlı olduktan sonra askerler
tek tek de olsa onu korumaya çalışırlar. Dışa karşı tıpkı şu divanda olduğu
gibi birlik ve dirlik üzere yek vücut olmuş bir kararlı yapı, herkesin
cesaretini kırar, bilinmiş ola”…
Efsus ve Efes’e giden heyetlerden önce Tarsus Heyeti
görevini tamamlayarak payitahtın merkezi Konya’ya varır.
Hafta ortası ve birkaç günlük gecikmeyle de diğer ekibin
gelmesiyle vuslat gerçekleşmiş olur.
Sultan Alaaddin, taa Şehzadeliği döneminde kendini akıntıdan
çekip alan, daha sonraları da manasına girerek merakını gideren “Ashab-ı Yemin”in
oğlu Yemliha’nın “Sen devlet olacaksın, o zaman gelince hizmet olarak bize
dönersin” babında sözlerini hatırlayarak aceleci davranır.
Kadı Sıraceddin’le istişare ederek büyük günün tespitini
yaparlar.
Öyle ki, her grubun gözlediği, dinlediği, yazılı ve sözlü
kaynaklardan oluşan raporların daha önceden teslim edilerek sözcüler divanında
da her sözcü kendi raporu doğrultusunda görüş bildirsin ki ortak bir kanaate
varıla...
Sultan’ın sözünün yerine getirilmesi bir yana aynı zamanda
ilmi ve dini bir hizmet edilmiş ola...
Sultan Alaaddin:
-Kadı Efendi;
Divana Emirlerimle Meliklerim de iştirak etsin.
Malumumuz odur ki, devletimizin bekasıyla ilgili bir başka
tehlike şu günlerde kendini göstermektedir.
Duydum ki doğu komşumuz Ögedey Han, yani Moğol afeti “Ekine
girmiş it” gibi burunları yukarıda olup, yakın gelecekte bizden birtakım ağır
taleplerde bulunabilirler. Bu durum dahi divanda Ulema meclisinde tartışılsın
isterim.
Bilmeliyiz ki “Su uyur düşman uyumaz.” Bunu dahi gündeme
alına...
Büyük divan Sultan’ın başkanlığında açılır. Sağ ve sol
tarafta Melik ve Emirler, karşıda Bahaeddin Veled, gayet rahat ve vakur. Hemen
sağında Efsus heyeti, başlarında Şeyhülislam Sadreddin Konevi, solunda Efes
heyeti, başlarında büyük alim, vahdeti vücut nazariyesi düşünce boyutu
savunucusu İbn-ül Arabi ve Sultanın hemen önünde Kadı Sıraceddin ile birinci
halka oluşur.
İlbaşları ve esnaf önderleri yani Ahilerden bir grup ile
bazı ayanlar ikinci halkayı oluşturur.
Kadı Sıraceddin, haziruna isimleriyle seslenerek hoş geldin
dedikten sonra;
“Sultanım açılış konuşması için himmet ediniz” der.
-Sultan Alaaddin:
Emirlerim, beylerim, ilbaşlarım ve dahi çok muhterem ilim
heyeti;
Biz yöneticiler için her daim ışık olmuş, bizleri hep
terbiye etmeye ve yol göstermeye kendilerini adamış muhterem ilim heyeti, şu an
bu divanda aciliyetine binaen iki hususu görüşmemiz gerekiyor.
Milletimizin mukadderatını etkileyecek bir kararın ön hazırlığını
tartışarak belirlememiz lazım.
İlki, Devletimizin bekası içindir. İkincisi ise bunca gündür
ekipler halinde bir kutsal mekanın tespiti için verilen emek ve gayretin ortaya
konularak üzerinde ortak bir kanaat oluşturmaktır.
Devletimizin bekasından kastımız odur ki; ülkemizin doğu
sınırında kilitlenmiş harekete geçmesi an meselesi olan Moğol tehlikesidir.
İmdi hiçbir zaman düşmanını hor görmeden, bugünkü durumunu
hep öyle olacakmış gibi değerlendirmeden, gereği hususunda bilgi ve
görüşlerinize başvuracağım.
Siyasi sorumluluk taşıyanların endişesi yüksek olmalıdır.
Attığı her adımı hesap ederek atmalıdır.
Evet Muhterem hazirun:
Bu işler hesap kitap işidir desek de zaman zaman
duygularımızla da hareket etmiyor değiliz.
İtiraf etmeliyim ki; şu an için uyumuş görünen, ancak
kolladıkları fırsatın oluşması halinde tepemize binmeyi hesap edebilme ihtimali
yüksek olan Moğollara bu fırsatı benim sorumluluğumdaki Selçuklu Devleti verdi.
İnanç ve ihlas bakımından örtüştüğümüz Harzemşahlarla
savaşmamızın anlamı yoktu. Yassı Çemen’de galip geldik diye sevinmenin arkasını
göremeyecek kadar duygusal bir durum olduğunu bugün itibariyle anlamış
durumdayım.
Emirlerim, Alimlerim;
Moğolları bu coğrafyada en fazla uğraştıran bir büyük güçtü
Harzemşahlar. Onlarla savaşıp zayıflayan güçlerimizin yerine birleşmiş
olsaydık, Moğolların tarih sahnesinde yıldızlarını söndürmüş olurduk. Bundan
eminim. Evet, bu aklın yoluydu ama kullanamadık onu. Bugünkü bu tehlike belki de
ilahi bir tasarruftur. Onu bilemeyiz. Yalnız biz zaferle değil, seferle
yükümlüyüz. Sefer hazırlığı bizim tedbirimiz ola. Ondan sonra zafere layık
olmuşsak dua edelim de verile... Onun için tedbir ne ola sizleri dinlemek
isterim.
Buyurun.
Bahaeddin Veled söz alarak,
-Sultanım;
“Mülk ile Din iki kardeştir. Biri olmazsa diğeri de
bulunmaz. Din temeldir. Mülk muhafızdır. Yani koruyucudur. Temeli olmayan bir
bina elbette yıkılır. Gözcüsü olmayan bir değer elbette kaybolur. Dini olmayan
kişinin Devleti, kardan adam gibi, her ne kadar talan ve yağma etse de erir
gider. Geriye bir medeniyet bırakmaz.
Onun için derim ki;
Bu Moğol Devleti dinsiz olduğundan tedbir alınmazsa ülkemize
halde ve gelecekte zararlı olabilir. Bunlara karşı ordu gücünden ziyade beyin
gücünü, yani siyaseti konuşturmak lazım...”
Der ve susar.
Kısa bir sessizlikten sonra, davudi bir ses tonuyla;
İbn-ul Arabi,
-Sultanım;
“Bir olayın meydana gelmesinden sonra savunma tedbiri alana
akıllı denmez. Asıl akıllı kişi olay meydana gelmeden çare ve çözüm arayandır.
Ayakta kalmak ve ileriye sağlam bakabilmek için en önce ordunuz güçlü
olacaktır. Ordunun cesareti de, hamle ve hücumla orantılıdır. Devlet
başkanlarının cesaretinin meyvesi ise sebat ve kararlılıktır.
Başkanlar kutup gibi sabit ve kararlı olduktan sonra
askerler tek tek de olsa onu korumaya çalışırlar. Dışa karşı tıpkı şu divanda
olduğu gibi birlik ve dirlik üzere yekvücut olmuş bir kararlı yapı, herkesin
cesaretini kırar, bilinmiş ola...”
Genç Şeyhülislam,
Sadrettin Konevi;
“Sultanımıza ve onun şahsında bütün meclisimizi
şereflendiren yönetici, Ulema ve kanaat önderlerine sevgi ve saygılarımı arz
ederek bu konuda birkaç sözde ben etmek istiyorum efendim.
-Denilmiştir ki;
Cahil her şeye gözleriyle bakar. Aklı başında olan ise
kalbiyle bakar. Yani cahil her şeyi dıştan görebildiği kadar görür. Akıllı kişi
ise düşünür. Muhakeme eder, dışı ve içi beraber görür. En zayıf görüş hemen
akla ve kalbe doğuveren görüştür. En değerli görüş ise akla ve kalbe doğduktan
sonra üzerinde çeşitli inceleme ve yorumlar yapılarak şüpheden uzak bilgi ile
güçlendirilen görüştür.
Özet olarak demem odur ki;
Moğol tehlikesi karşısında günlerce tartışıp doğru bilgiler
ışığında öncelikle barış yollarını kapatmadan çareler aramalıyız.
Divan üyeleri Kadı’nın düşüncelerini merak etmekte iken,
Kadı Sıraceddin:
-Efendimiz, Sultanımız;
Umulur ki, bilge kişilerin düşündükleri yol isabetli olsun.
Şunun şurasında istişare ediyoruz. Devlet yetkililerine fikren katkı sağlamış
oluyoruz.
İşlerin iç yüzünü bilen kişilerle istişare edip, sonunda
meydana çıkan ortak görüşe uymak, şahsi
görüşü olana da olmayana da lazım olur.
Ortak aklın ürünü olan çareyi, Devlet başkanı geciktirmeden
zamanında uygulamalıdır. Ancak acele edilmemelidir. Felaket zamanında sebat
göstermek, tecrübeli kişilerin sığınağıdır. Yani sabır, sebat ve tahammül
sayesinde kişiler olayların zararlı etkilerinden kurtulur.
Sultan Alaaddin:
-Aklı başında, aklını iyi kullanarak ufkumuzu açan divan
üyelerince bir daha üzerinde düşünülerek iyice tespiti yapılmıştır ki;
Devlet olarak bütün sosyal örgütlerle birlik ve dirlik
içinde, ordumuzu caydırıcı güç olarak her daim canlı tutup, dış tehdit ve
tehlike karşısında daima bütün barış yollarını sonuna kadar her zaman olduğu
gibi bu tehlike karşısında da zorlamalıyız.
Bu beyanlarınızı ortak aklın ürünü olarak ben de kabul
ediyorum. Sizler doğru düşünür, doğru ifade edersiniz. Bilirim. Hiçbir Devlet,
“Ahsen-i takvim” üzere yaratılmış insandan daha kutsal veya daha üstün Devlet
değildir. Bu da böyle biline...
Tedbirimiz en başta bu ola...
Takdir nedir bilemeyiz. O, ona ait bir tasarruftur.
Görüş belirten ve belirtmeyen herkesten Allah razı olsun.
İmdi sanırım esas tartışılacak konuya geçmeden kısa bir süre
mola verebiliriz.
9.BÖLÜM
Derken Üstad Bahaeddin Veled; Bilginin anahtarı soru
sormaktır. İnsan hem kendine hem de çevresindekilere sorular sorar. İnsana soru
sorduran şey bir yönüyle merak ve bir yönüyle de öğrenme arzusudur. Bilimin
varlık sebebi olan soru sorma, insan ilişkilerinin özünde de hep var olmuştur.
İnsanlar soru sorarak birbirlerinden bir şeyler öğrenirler. Böylece ortak
üretilen bilgiden faydalanırlar. İnsanlar arasındaki iletişimin bir nevini
teşkil eden soru sormanın, diğer beşeri ilişkilerden olduğu gibi kendine göre
bir takım adap ve usulü vardır. Bunların şekli, temasın türüne göre değişse de
şu iki temel şart her zaman gözetilmelidir. Bunlardan ilki; Bilene sormak,
diğeri de gereksiz soru sormamak. Enbiya suresinde; “Bilmiyorsanız ilim
sahiplerine sorun” buyrulması, insanların hem bilmediklerini sormasını hem de
bunları bilenlere sormasını hedef göstermektedir. Soru sormak; derste,
sohbette, sokakta, camide, Selçuklu vakfında kısaca hayatın her alanında söz
konusudur. Hangi ortamda olursa olsun soru sorma, ağız dalaşı ve tartışma
amaçlı olmamalıdır. İstifade ve anlama amaçlı olmalıdır.
Bölüm-9
Katılımın geniş tutulduğu ilk madde üzerinde görüş birliği
sağlandıktan sonra, Sultan için çok önemli olduğu bilinen bir kültür ve inanç
olayının yani ikinci maddenin tartışılması için tekrar yer divanına girilir.
Bu defa dizilişler farklıdır. Mola arasında Sultan Alaaddin
ile Maneviyat Sultanı Bahaeddin Veled, iştirakçilerin dizilişleri ve vazifeleri
konusunda kendilerini bilgilendirdikleri için yerlerini ona göre seçerler.
Yine de Bahaeddin Veled sözlü olarak ortaya çıkan bu
değişiklik hakkında yer divanına katılanları bilgilendirmek için ilk sözü alır.
Bahaeddin Veled;
-“Şu an itibariyle ilmi bir münazaraya başlamak üzereyiz.
Malumunuz odur ki; Uzunca bir seyahat yapılarak Efes, Tarsus
ve Efsus’da olduğu iddia edilen Ashab-ı Kehf Mağarası hakkında ciddi
incelemeler yapan ekipler, vazifelerini yaparak sağ salim dönmüşlerdir.
Ve şu an için huzurunuzdadırlar. Kendilerine sırasıyla söz
verilecek ve her sözcü kendi bilgi ve tespitlerini ortaya koyacak. Ancak ortaya
konulacak bilgiler ışığında bir değerlendirme ekibini şayet Sultanımız da uygun
görürlerse takdim etmek isterim.
Efes ekibi başkanı Muhiddin İbn-ül Arabi, Efsus ekibi başkanı genç bilim adamı
Sadrettin Konevi ve Tarsus ekibi adına da Kadı Efendi uygundur. Sultanımızla
beraber bu fakiri de sayarsanız değerlendirme komisyonu olarak sayımız beş
olur.
Bu arada Efes hakkındaki araştırmayı İbn-ül Arabi’ye eşlik
eden ve ona vekaleten Abdullah Bağdadi Efendi, Tarsus ekibine bizzat ekipte
bulunan mahdumumuz Celaleddin ve Efsus ekibinin edinmiş olduğu intibaları ise
Necmeddin Razi Efendi savunacaktır.
Değerlendirme ekibi olarak sözcülerin konuşmaları bittikten
sonra ortak kanaati biz susacağız.
Malumunuz; tamamen tarafsız olarak tartışacağımız bu
kültürel miras konusu sonraki nesillere bırakılacak önemli bir çalışma
olacaktır.
Geçmiş nesillerden bizlere intikal etmiş her türlü maddi ve
manevi değerlere kültürel miras denir.
Kültürel miras aynı zamanda hem şu anda yaşayan insanların
hem de geçmiş ve gelecek nesillerin katkılarının olduğu ve olacağı, maddi ve
manevi değerler bütünüdür.
Buna göre bir kültürel mirası korumak, sadece söz konusu bu
mirasa yakın insanları ilgilendiren bir husus değildir. Tarihin çeşitli
dönemlerinde, dünyanın birçok yerinde çeşitli gerekçelerle, bu mirasların
tahrip edildiği görülmektedir. Hele de bu coğrafyada...
İnsanlık, şehirlerin yağmalandığına, kütüphanelerin
yakıldığına, külliyelerin tarumar edildiğine defalarca şahit olmuştur.
Günümüzde de tarihi
mekanların maddi amaçlarla çeşitli şekilde ortadan kaldırıldığı veya el
değiştirdiği bilinir. Böyle bir durum aynı zamanda insanlığın ortak bir
değerinin kaybedilmesi olarak anlaşılmalıdır.
Dinimiz, hem milli benliğimizi temsil eden eserleri, hem de
diğer dinlere ve kültürlere ait olan değerleri sağlıklı bir şekilde sonraki
kuşaklara bırakılmasını büyük bir sorumluluk olarak görür.
Kültürel mirasın geleceğe nakli aynı zamanda maddi ve manevi
nakil demektir. Aynı şekilde dinimiz, yeryüzünü gezerek geçmiş nesillere veya
milletlere ait kültürel mirasları müşahede etmeyi, böylelikle onların ilahi
adalet karşısındaki durumlarını tam olarak anlayıp, ona göre kendimizin vaziyet
almalarını tavsiye etmektedir.
Bu açıdan bakacak olunursa ne Ashab-ı Kehf yiğitleriyle bir
kan bağı, ne de ortak yaşanılmış bir tarih vardır. Velakin insanlığın evrensel
mirası olduğu için inananlar olarak bizimde mirasımız olarak kabul ederiz.
Çünkü;
Mukaddes kitabımızın Kehf suresinde tam on sekiz ayet bu
gençlerden bahsederken biz nasıl kayıtsız kalırız. Sultanımızın bir ömür
etkisinde kalacak özel durumu yanında bu coğrafyanın hakimi olarak Devletlü
Sultanımızın zaten görevleri dahilindedir.
Konuşması biten Bahaeddin Veled; Efes sözcüsü Abdullah
Bağdadi’ye işaret ederek “İmdi söz sizin, buyurun Efendi...” diyerek ardına
yaslanır.
Abdullah Bağdadi:
“Sultanımız Efendimizi ve Emirlerini, üst değerlendirme
kurulunun çok değerli üstadı muazzam alimlerini ve dahi huzurda bulunan bütün
dinleyicileri selamlayarak söze girmek isteriz. Efes’in M.Ö. beş binli yıllara
kadar giden bir tarihi var. Bir zamanlar liman kenti imiş. Sonraları ticaret ve
sanat icra edilen yer haline gelmiş.
Âlimlerin cumhurunun merakla takip ettiği bu olay, İsevilik şeriatından
sonra yaşandığı için, çok sağlam
kaynaklara ayni kültür içinde ulaşılamadı.
Sadece inanç... O kadar...
Tek bir noktada ilişki mütalaa edildi. O da şudur; Havarilerden Yuhannes tebliğ için
Kapadokya’nın Efsus şehrine vardığı zaman içeri alınması için şehrin giriş
kapısının dışındaki putlara tazim etmesi istenir.
Bu isteği geri çevirenler, site devleti olan Efsus’a
giremeyeceğinden Yuhannes de giremez. Ancak kendisi gibi şehrin dışında
bulunanlarca oluşturulan sosyal hayata katılır.
Dakyanus’un yakın çevresindeki bürokratların çocukları
zamanla Yuhannes tarafından irşat edildiği açığa çıkınca, Eshab-ı Kehf
arkadaşlarıyla vedalaşamadan Efsus’tan ayrıldığı tespit edilmiştir.
Yuhannes farkında olmadan böyle bir olaya sebebiyet
verdiğini bir ömür öğrenememiştir. O halde kaynak bakımından daha ileri gitmek
mümkün görülmez. Yuhannes’in Efsus’ta ardına bakmadan kaçarak Efes’e geldiği
söylenir. Aziz Pavlos ve Meryem Ana ile Efes’de buluşur. Eshab-ı Kehf arkadaşlarıyla
ancak böyle bir ilişki kurulur.
Oysa bizim elimizde tapu gibi Kur-an ayetleri var. Ona göre
üç yüz dokuz yıl uyutuldukları net olarak ifade edilir.
İsevilik şeriatı
mensuplarınca, yıl olarak yaklaşık yüz yetmiş ile iki yüz yıl uyutulduktan
sonra, uyandırıldığı inancı ağır basar. Bu durum dahi Kur-an’la çatışır. Öyle
ise birden çok temel işaretlere, Efes’de ve İsevilik kültüründe rastlamak
mümkün değildir.
Eğer ki Kur-an olmamış olsaydı bu olay da bu kadar
netleşmezdi. Biz de bu kadar iddialı konuşamazdık.
Bizim, Efes ekibi olarak işi en başta kabullenmemiz gerekir.
Zengin bir kültüre gitme şansımız olmadığı zaten
bilinmekteydi. Ama bu ziyaret varılacak kanaatin objektif olması açısında
gerekliydi.
Önyargısız olarak iki haftalık yapmış olduğumuz bu
yolculuktan daha çok, İsevilik kültürüne ait miraslar görüp inceleme fırsatı
bulduk.
Efes’de bahsi geçen bölgeyi inceledik. Yöre halkına göre
böyle bir inanış var.
Bu durumun İsevilik şeriatına mensup din adamlarının yörede
asırlardır var olmaları gereği, nakli yollarla sözlü olarak yaşaması gayet
normaldir.
Efes; antik çağın erken Hıristiyanlık döneminin önemli bir
merkezi olarak bilinir. Meryem Ana, Aziz Pavlous ve Havarilerden Yuhannes’in
yaşayıp bittiği yerdir. Mezarları dahi o yörede olarak bilinir ve sahiplenilir.
Dolayısıyla sağlam metin olarak değil de, sonraki din
adamları tarafında antik çağa ait kabul edilen Ashab-ı Kehf olayını Efes’e mal
etme gayretleri olmuştur.
Hz. İsa’nın çarmıha gerilişinden altmış veya altmış beş yıl
sonra yaşanmış kabul edilen bu olaydan İncil’in bahsetmesi mümkün değildir.
Çünkü;
İncil nüshaları bu olaydan önce yazılmış ve yayılmıştır. Ne
Aziz Pavlous, ne de Yuhannes mağara arkadaşlarından haberdar değildi.
Bu olaydan Kur’an’da bahsedilmektedir. Bizim kitabımızdaki
işaretler açısından da incelediğimizde uygunluk bulunamamıştır. Kur’an’daki
işarete göre mağaranın kapısı kesin olarak kuzey doğuyu gösterdiği halde
Efes’teki yerin kapısı tam olarak doğuya yöneliktir. Sonra mağara olarak
bilinen yer ne bir sarp dağın eteğinde ne de yedi kişinin saklanacağı evsafta
bir yerdir.
Bu konudaki raporumuzu yazılı olarak da yüce heyetinize
sunarak huzurunuzdan hürmetle ayrılırım.”
Efes sözcüsü öyle net ifadede bulundu ki, divan başkanı
Bahaeddin Veled Üstadın;
“-Sözcüye sorusu olan var mı?”
Dediğinde başta Sultan ve diğer ulema “Tamam geçelim, bu
kadarı bize yeter” dermişcesine merakla bir sonraki ekibin sözcüsünün ilan edilmesine
kulak verdiler.
Derken Üstad Bahaeddin Veled;
Bilginin anahtarı soru sormaktır. İnsan hem kendine hem de
çevresindekilere sorular sorar. İnsana soru sorduran şey bir yönüyle merak ve
bir yönüyle de öğrenme arzusudur.
Bilimin varlık sebebi olan soru sorma, insan ilişkilerinin
özünde de hep var olmuştur. İnsanlar soru sorarak birbirlerinden bir şeyler
öğrenirler.
Böylece ortak üretilen bilgiden faydalanırlar. İnsanlar
arasındaki iletişimin bir nevini teşkil eden soru sormanın, diğer beşeri
ilişkilerde olduğu gibi kendine göre bir takım adap ve usulü vardır. Bunların
şekli, temasın türüne göre değişse de şu iki temel şart her zaman
gözetilmelidir.
Bunlardan ilki; bilene sormak, diğeri de gereksiz soru
sormamak.
Enbiya suresinde; “Bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun”
buyrulması, insanların hem bilmediklerini sormasını hem de bunları bilenlere
sormasını hedef göstermektedir.
Soru sormak; derste, sohbette, sokakta, camide, Selçuklu vakfında
kısaca hayatın her alanında söz konusudur. Hangi ortamda olursa olsun soru
sorma, ağız dalaşı ve tartışma amaçlı olmamalıdır. İstifade ve anlama amaçlı
olmalıdır. Bu bilgileri haziruna aktardıktan sonra;
“İmdi Tarsus heyetinin sözcüsü olarak Celaleddin’i
dinleyelim.”
-Buyur evlat söz sizin
Dendiğinde baba-oğul ilişkisi yanında yıldızı parlayan yaman
genç Celaleddin’in konuşması merak edilir oldu.
Aslında Celaleddin’in, Konevi’yle akran olmasına rağmen,
Konevi’nin bürokraside genç yaşta yer edinmesi, isminin halk ve devlet ricali
tarafından daha çok duyulmasına sebep teşkil ediyordu. Öbür taraftan babasının
nüfuzu altında olma gibi bir de gönüllülük olduğu için Celaleddin, o gün için
hakkı olan şöhretten nispeten geri durumdaydı.
Derece aynı, şöhret ayrıdır.
Bu konuda nice sonraları, Celaleddin’e babasının arkadaşı
Kadı Burhnettin’in şöyle söylediği nakledilir.
“Yüce Allah seni babanın derecesine ulaştırsın Celaleddin.
Zira hiç kimsenin derecesi ondan üstün değildir. Babanın derecesi bu kadar yüce
olmasaydı, Allah seni onun derecesinden üstün kılsın diye dua ederdim. Fakat en
son derece onun ulaştığı derecedir. Ondan yükseği de yoktur. Şüphesiz ki, en
son varılacak yer Rabbimin huzurudur ey Celaleddin.”
Ayağa kalkarak söze başlar Celaleddin;
“Sanata, alime ve dahi kültüre verdiği önem bakımından,
huzurunda olduğum ve Tarsus yolculuğunda kendisine refakat etme bahtiyarlığında
bulunduğum bilge ve dindar Sultanı, yüksek divanı ve bütün hazirunu
selamlayarak şahsıma verilen görev hususunda üzerinde ekip olarak ittifak
ettiğimiz bilgileri aktarmak istiyorum.
Şöyle ki;
Diğer ekiplerden çok daha şanslı oluşumuzun iki nedeni
vardı. Birincisi varacağımız yerin daha güvenli ve yakınlığı, ikincisi ise
bizim ekibi varlığı ile şereflendiren Sultanımızın bulunmasıydı.
Göz açıp kapamak gibi, nasıl gidip geldiğimizin farkında
olmadan huzurunuza gelmiş bulunmaktayım. İmdi esas konuya girmeden birkaç kelam
etmek isterim;
Bilinmelidir ki;
Dünyada en önemli şey bilimdir. Tüm insanlar kardeştir ve
eşittir. Çünkü hepsinin de atası Adem ile Havva’dır. Onu için alçak gönüllü olmalıyız.
Diğer insanlara güler yüz göstermeli ve yardım etmeliyiz. Malla, parayla,
soyla, sopla övünmek yanlıştır.
Dünyada en önemli olan şey tekrar ediyorum, bilgidir,
bilimdir. Bilim süs için değil, kendini ve başkalarını aydınlatmak, doğru yolu
bulmak içindir. Şu an yapmaya çalıştığımız gibi. Bilgiyi saklamamak ve yaymak
gerekir. Bilgi ahlakın ışığıdır. Ahlak ve bilgi birbirini tamamlar. Biri
olmadan öbürü olmaz. Bilgili, iyi yürekli ve ahlaklı insanlarla düşüp kalkmak
gerekir.
Tanrı tek yaratıcıdır. Her şey onundur. Tanrı sevgisi insanı
yüceltir. Dünyada ne varsa geçicidir. Kainat da bir gün yok olacaktır. Onun
için dünyaya aşırı bağlılık insana bir şey kazandırmaz.
İki yüzlülük ve yalan toplumları yıkar, oysa onları
ayakta tutan kardeşlik duygusu ve karşılıklı güven ve yardımlaşmadır.
Toplumlar için tek yasa Kur’an ve Hadistir.
Tüm kurumlar ve yasaların kaynağı bizim bu ilahi
öğretilerimiz olmalıdır. Kur’an mahreçli olaya yaklaştığımızda, Eshab-ı Kehf
olayı ile kültür ve inanç mahreçli duruş arasında biraz önce Bağdadi’nin Efes
konusunda değinmiş olduğu gibi sapma gösteren taraflar olur.
Biz burada edindiğimiz bilgileri Kur’an’a vurup, oradaki
işaretlerle örtüştüğüne bakmamız gerekir. Gayrisi doğruyu yansıtmaz. Bilimsel
gerçeklerden uzak olur.
Başta İspanya, Firedelfiya, Şam, Afganistan ve Cezayir ile
Anadolu’da olduğu belirtilen mağara arkadaşlarının yedi kişiden olduğu ve
sekizinci kişileri de köpekleri olduğu vurgulanır.
Kur’an’da “Ancak sayılarını ben bilirim” dense de Cebrail
meleği, Peygambere yedi kişi olduklarını haberdar etmiştir denilir.
Bu kişiler Hz. Ali Efendimizden rivayetle İbn-i Abbas’ın
verdiği bilgilere göre yedi kişi olup sekizincisi Kıtmir’dir.
Saray mahreçli gençlerin Dakyanus denilen putperest valinin
hizmetinde bulunan Eshab-ı Yemin ve Eshab-ı Yesar’ın çocukları olduğunu
nakleder. Yemliha, Meksenina ve Mislina adındaki kardeşler Eshab-ı Yemin’in,
Mernuş, Tebernuş, Şazenuş ise Eshab-ı Yesar’in çocuklarıdır. Çobanın adı ise Kefeştatayyuş’tur.
Problem şudur;
Mağara arkadaşlarının sayıları ve olmuşluğu diğer din
mensupları tarafından bile üzerinde ittifak edilmişliği vardır.
Ancak, bu iman erlerinin başından geçen olayın hangi mekanda
yaşandığı hususunda anlaşmazlık vardır.
Bize kadar gelen bilgilere bakılacak olursa bu olayın yaşandığı
coğrafya kuvvetle muhtemel Anadolu coğrafyasıdır. Yani şu an üzerinde hür
irademizle yaşadığımız Devletimizin sınırları dahilindedir.
Özellikle İslami kaynaklara göre, Efsus ve Tarsus’ta bu
mağarayı aramamız gerekir. Bize göre Tarsus’u görmüşlüğümüzden dolayı orayla
ilgili bilgilerimi sunuyorum.
Tarsus denilen yerleşim alanı, binlerce yıl geçmişi olduğu
bilinir. İmparator Neron ve Dakyanus dönemi putperestliğin şiddetle hakimiyet
sağladığı dönemde yine en ağır zulümlerin Allah’a inananlara yapıldığı bir
dönemdir bu dönem.
Zulümden kaçan ve ‘Yediler’ olarak bilinen erlerin sır
olduğu mağarayı heyetimizle beraber inceledik. Mağara yer seviyesinden biraz
düşük olup kapısı güneye bakmaktadır.
Yalnız rivayet edildiği gibi bu mağara Bencilus Dağındadır.
Aslında oraya dağ demek yanlış olur. Hafif meyilli ve ovaya hâkim bir tepe de
diyebiliriz. Müfessirlerden Fahrettin Razi veya Taberi tarihinde, sarp kayanın
kuzey cephesi olarak ifade edilir. Ama bizim gördüğümüz yer öyle sarp ve yalçın
kayaya benzemiyordu. Bu iki müfessire göre Tarsus’a çok eskilerde Efsus
denmekteymiş. Efsus adı sonradan Tarsus olmuştur derler.
Vel-basu bad-el mevt (Yeniden dirilme) anında dirilip,
yeniden sır oldukları vakit inananlardan bir kısmının teklifiyle mağaranın
kapısını içine alacak şekilde bir mescit yapılma talebinin gerçekleştiği,
günümüzde ittifakla söylenir durur.
Velakin burada küçük çapta kazı da yapmamıza rağmen böyle
bir mescide rastlayamadık.
Müslümanların hakimiyetlerinden önceleri kültürel olarak bu
durum bilinmesine rağmen bu mağarada hiçbir tamir ve tadilat olmamışa benziyor.
O dönemin İsevi yöneticileri bu duruma ya kayıtsız
kalmışlardır veya orada olduğu gerçeğine inanmamışlardır. Yoksa Devlet dini olan
Hıristiyanlıkta din adamları Tarsus’la neden ilgilenmediler doğrusu merak
ettik.
Halbuki Suriye kökenli Suruçlu James adındaki bir rahip, Eshab-ı
Kehf Mağarasını ve bulunma ihtimali olan yerleri, batı dünyasına İslam
âlimlerinden önce naklederek bilgilendirmiş biridir. Hıristiyan kaynaklarında
bu durum aynen yazar.
Merak ettiğimiz konu şudur;
Bütün alim veya tarihçilerin Eshab-ı Kehf gençlerinin
uyutuldukları mağaranın bulunduğu şehir olan Efsus, bizim ziyaret ettiğimiz
Tarsus mudur? Yoksa hali hazırda halen Kapadokya vilayetinde bulunan ve “Kral
Yolu” üzerinde kendine Efsus denilen yer midir?
İşin püf noktası burasıdır.
Bizim Maraş veya Elbistan ilbaşlarının yönetimindeki
Efsus’la ilgili olarak, görmediğimiz için bir şey diyeceğimiz yoktur.
“Velev ki, önceleri Efsus denilirdi. Şimdi bu isim değişerek
Tarsus oldu” ifadesi bizim heyeti pek tatmin etmişe benzemedi.
Bizlere kadar sağlam kaynaklardan gelen bilgiye göre
Kapadokya denilen yer, üzerinden geçen ‘Kral Yolu’ sebebiyle, zamanında
işlerliğin veya canlılığın olduğu tarihi bir mekan oluşu bizi şüpheye
sürüklemiştir. Tarsus için o dönemde ticari anlamda bir aktif yol var mıdır ki;
Dakyanus, birkaç haftada gelirim diye gittiği Ninova, yani bugün için Musul’a
zahmetsiz bir sürede gidip gelsin.
Üstelik önemli kaynaklarda “Rum’un Efsus beldesinde” olarak
bilinen belde Selçuklu’nun Efsus beldesi ile örtüşür mü?
Bu konudaki kararı Efsus heyetini dinledikten sonra
vermeliyiz.
-“Ey Muhammed, baksaydın güneşin doğduğu zaman mağaranın sağ
tarafına yöneldiğini, batarken de sol tarafından onları makaslayıp geçtiğini
görürdün.”
Okuduğum Kehf suresi on yedinci ayetinde net bir şekilde
mağarayı tarif eder Yüce Yaradan.
Buna göre Tarsus’ta ki mağara bu ayete uymamaktadır. Ayete göre
doğarken ve batarken güneşi görmesi gerçeği var. Oysa Tarsus’ta mağaranın
kapısı güneye bakar olup güneş ışınları tam öğle vakti mağaraya düşmektedir.
Kur’an ile çelişen bir durum.
Eğer Efsus sözcüsü bu konuda çelişen bilgi verirse o halde
ben heyetim adına derim ki; Bahsi
olunan yeri ve yaşanan bu olayı Anadolu toprağında hiç aramayalım.
Başka bir konu hakkında da heyetimiz
mutmain olamamıştır. Şöyle ki;
Dakyanus’un Ninova’dan Efsus’a gelene kadar mağarada
saklanan bu iman erlerinin ihtiyaçlarının çoban tarafından karşılandığı rivayet
ediliyor. Çoban gizli açık şehre inerek ekmek ve benzeri katı yiyecekleri talep
üzere getirdiği halde su ihtiyacından hiç bahsedilmemektedir.
Sebebi, mağaranın içinde kaynak olarak suyun bulunması
derler. Oysa Tarsus’da ki mağarada su bulunmadığı gibi yakın çevresinde de
yoktur. Bu konulara cevap alamadığım için bu seyahatten mutmain olarak
dönemedik.
Bir başka husus da odur ki, Tarsus ve civarında yapmış
olduğumuz gözlemlerimizde karşılaşmış olduğumuz yerli halktan bu inanç
erlerinin isimlerinin yaşatılmadığına müşahede olduk. Güzel insanlar eğer orada
yaşamışlarsa kendi isimlerinin yaşatılması bir kültür olayı olacağından bu
vefasızlık değil mi?
Hikayeleri hayranlık uyandıran fazladan bir güzellik
olmasından dolayı bu isimler unutulmamalıydı.
Bunlar başta Sultanımız olmak üzere heyetimizdeki ilim
adamlarının dikkatini çekmiştir.
Yanılmış olabiliriz.
Öyle bir durum varsa, gerçekten gözümüzden kaçmışsa, işte
Sultanımızın sol yanında oturan Antalya Emiri Er-Tokuş bizleri uyarsın.
Bahaeddin Veled Er-Tokuş’a:
-Ne dersiniz Emir Er-Tokuş. O bölgede yıllardır emirlik
yapmaktasınız. Yedi uyurların isimlerinin yaşatıldığı bir vakıa mıdır? Yoksa
mahdumumuz Celalettin yanılıyor mu?
Emir Er-Tokuş;
-Efendim, bu konu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Şu zaman
zarfında bu yer divanında fevkalade istifadem olmuştur. Tarsus sözcüsü
Celaleddin Efendi’ye isimler konusunda yüzde yüz katılıyorum. Kendisinin
konuşması bitmeden önce böyle bir soruya muhatap olurum diye kendimi zorladım,
ne yakın çevremde ne de uhdemdeki beldede yaşayan insanlar arasında şimdiye
kadar yedi uyurların isimlerine rastlamadım. Arz ederim efendim.
Yer divanında hafifçe yüksek olan yerde Sultan’ın sağında
yer alan Bahaeddin Veled ve değerlendirme üyeleri, Sultan’ın solunda ise vezir
Altunaba, Emir Karatay ve gezi tertip edilen yörelerin emirlerinden Emir
Er-Tokuş ile Maraş Emiri Nasirüddin Hasan da bulunuyor ve ilmi münazarayı pürdikkat
takip ediyorlardı.
Emir Er-Tokuş Beyin konuşması esnasında Emir Nasurittin
Hasan’ın;
“Benim uhdemde bulunan yerlerde hemen her aileden biri bu
mübarek zatların isimlerini taşır”
Dermişçesine gözlerinin parladığı mecliste bulunanlarca fark
edilir.
Bahaeddin Veled;
-Eğer Emir Er-Tokuş’un söyleyecekleri bittiyse, inceleme
yapmak üzere en erken giden ve en geç dönen Efsus ekibinin sözcüsüne konuşması
için söz veriyorum. Buyurun Necmeddin Razi Efendi;
-Efendim önce yüce ve adil devletimizin Sultan-ül Âlem
olarak halkının ödüllendirdiği Sultanımı, ardından manevi alemlerin sultanlarını
ve emirleri selamlıyorum. Devletimizin emrinde genç bir bürokrat olan Şeyhülislam
Sadrettin Konevi ve Mimar Sadettin Köpek refakatinde uzun bir yolculuk sonunda
Maraş Emirliğine ulaştık. Şu an huzurunuzda askeri divan olan emir Nasirüddin
Hasan Beyin çok büyük yardımları sayesinde Efsus’a avdet ettik.
Hemen belirteyim;
Emir de bizzat bizlere eşlik ederek bölgedeki çalışmalarımıza
katkı sağlamış oldu.
Efsus’da ki mağara ile ilgili tespit ve gözlemlerimizi
divana arz etmeden önce ben de bir iki kelam etmek isterim.
Denilir ki;
Hakkı uygula, doğru yoldan ayrılma, bilmediğin şeyi sor.
Nefsini terbiye etmek hususunda yapman gereken ilk şey,
nefsini isteklerinden men etmendir. Memleket ve mülk-ü millet indinde nefsin
faydasız işlerine uymaktan daha zararlı bir şeyler yoktur. Gerçek meydana
çıkıncaya kadar hiçbir işi küçümseme, önemsiz de görülse memleket işlerinde
yine de titiz davran. Takva
sahiplerinin vicdanlarında Allah korkusu olan sorumluluk duygusuna sahip nezih
ve temiz kişileri kendine yakın tut. Böyleleri ile sohbet et, görüşlerinden
faydalan.
Eğer böyle davranırsan bu ilişki ruhunu süsler ve işlerinden
isabetli ve başarı kaydedersin. Yalan yere yapılan övgüleri kabul etme. Pohpohçuları geri çevir. Çünkü yalan yere
yapılan övgü ve iki yüzlülük kokan riyakârlık vahim sonuçlar doğurur, acı
meyveler verir.
Şunu unutma ki, övgü ve hilekâr iltifatta hile ve çıkarlar
yatar. Kendisinde hile ve dolandırıcılık sezdiğin kişiye asla güvenme. Dilini
kötü sözlere alıştırma. Üstesinden gelemeyeceğin işe girişme. Yapamayacağın
şeyi vaat etme. Hayırlı işten acele hayırsız işten yavaş davran ki, sonucu
hayırlı olsun.
Başkalarına acı ki, Yüce Yaradan da sana acısın. Unutma ki;
En makbul gözyaşı, dışarıya akıp sel olanı değil, insanın
içine akıp göl olanıdır.
Evet konumuza gelecek olursak;
Bizans İmparatoru Teodosius zamanında Papaz Teodore
öncülüğünde ölümden sonraki dirilişi inkâr eden akım hızla gelişir.
İslam şeriatında imanın altı şartından biri olan “ölüp de
geri dirileceğimize iman etme” olan temel inanış biçimi, İsevilik şeriatında da
güçlü bir şekilde olmalı ki, müminleşme şuuru gelişmiş dindar aydınlar nezdinde
bu durumu inkâr olayına karşı ciddi direniş baş gösterir. Eshab-ı Kehf gibi
dinler tarihinde emsaline az rastlanan bir olayın tarih sahnesine insanlığın
ibret alsın diye çıkmasına sebep olur.
Bu olay mağara arkadaşlarının tam üç yüz dokuz yıl
uyutulduktan sonra tekrar diriltilmeleri olayıdır.
Bu olay Efsus şehrinin dindar valisi Teodus şahsında bütün
inananları rahatlatan Kur’an ifadesinde “Velbas-u badel mevt” yani ölüp de geri
dirileceğimize çok önemli örnek teşkil eder.
Allah indinde, yeryüzünde tek din olan İslam’ın değişik
kolları olan şeriatların ortak payede buluşması, bütün şeriat mensupları
tarafından kabul edilen ve aynı mesajlarla aynı yüreklerin sızlatıldığı davada
‘tekliğin’ mantığı sergilenir.
Öyle olmuş olduğu bilinseydi;
Başka şeriat mensubu üç beş kendini bilmez adamın Peygamber
Efendimizi sıkıştırmak gayesiyle tuzak bir soru olan ve başka şeriatların
kültürlerinde bahsedilen;
“Eshab-ı Kehf, Zulkarneyn, Hızır-Musa” ilişkisi ile ilgili soruyu Resul-ü Ekrem
Efendimize sorarlar mıydı?
Bu konularda bilgisi olmayan Efendimiz “Yarın cevabınızı
veririm” diyerek meclisten ayrılması ve birçok yarınlar geçmesine rağmen bir
türlü vahyin gelmemesi Efendimizi üzmüştür.
Olumsuz dedikodular bunaltma noktasına gelince ancak vahiy
gelmiştir. Bu konuda tafsilatlı açıklamalar yanında çekilen sıkıntının “İnşallah
yarın” denmemesinden kaynaklandığına dair Efendimiz uyarılmıştır. Soruyu
soranlar meclis huzurunda cevabını almıştır. Kehf suresi, sırf bu olaydan
dolayı inmiş olup, Eshab-ı Kehf, Zulkarneyn, Hızır - Musa ilişkisi ve Ruh’tan
bahseder. Demem odur ki:
Bu soru art niyetli olarak Efendimize sorulmasaydı belki biz
Müslümanlar malum olaydan ancak İsrailiyat dahilinde bilgilenecektik.
Ama “Güzel ahlakın tamamlanması için gönderildim” diyen Efendimiz,
bu ve benzeri tasdik edici vahiylerle Allah indinde din budur ve şeriatlar
dinin kolları veya tekamül olan şekli veya anlayışı olarak ortaya çıkar
demektedir.
O halde Allah diyen insanlar kardeştir ve birbirlerine canı,
malı ve namusu haramdır.
Gelelim Efsus’a;
Bu bölgeye varır varmaz, önce belirtilen mağaranın yanı
başında konakladık. Ekip arkadaşları işe nereden başlayacağımız hususunda
anlaştılar.
Kehf suresinin dokuz ile yirmi altı arasındaki ayetleri bir
daha tefsir ettik. Olaya önce Kur-an’i açıdan incelemek için güneş-mağara ilişkisini
iki gün gözlem altına aldık. Bu konuda vardığımız sonuç tamamen Kur’an’da ki “Doğarken
ve batarken makaslanma” olayına şahit olduk.
Mağaranın kapısı tam kuzey doğuya bakıyordu. Güneş bir
doğarken ışıklarını içeri salıyor, sonra ardının dolaşarak batma anında da
ışıklarını mağaranın derinliklerine salıyordu. Hayret ettik. Ve bu konuda temel
doğrumuza uyduğuna bilakis çok memnun olduk.
İkinci husus Mimar Sadeddin Efendi’nin uzmanlık alanıydı.
Mağaranın kapısını içine alacak şekilde yapılan “İsa Mescidi” rivayet
ediliyordu. Bu işaret için Roma ve Bizans dönemine ait sanat eseri veya yapı
malzemesi aradık.
Hemen mağaranın kapınsın giriş kısmına kıblesi Kudüs’ü
gösteren taşa oyulmuş halde kendini gösteren mihrap vardı. Ve bu mihrabın
etrafında Roma ve Bizans dönemine ait sütun ve sütun başlıklarını bulmamız zor
olmadı.
Buradan da anlaşılıyor ki Eshab-ı Kehf yiğitlerinin halleri
ayan olduktan sonra, tekrar mağaraya gelerek sır olmalarına şahit olan dönemin
Müslüman Valisi Teodüs, bürokratlarının uyarısıyla “Uyandıkları vakit kolayca ibadet
edebilmeleri için” bir mescidin yapılmasını kararlaştırır.
Yapılacak olan mescide de ‘İsa Mescidi’ denilmesi teklifi
hayata geçirilir. Bu gerçeğin mimar Efendi tarafından teşhis edilme olayıdır ki,
bu duruma da bütün ekip arkadaşları olarak çok sevinmiş olduk.
Üçüncü olay ise;
Benden önce Tarsus için söz alan ulemadan Celalettin
Efendi’nin konuşma aralığında düşünebildiğim bir durumdur.
Şöyle ki;
“Tarsus’taki mağaranın belirtilen veya iddia edilen şekilden,
yani sarp ve dik bir görünümü olan dağa benzemediği” şeklindeki söze karşılık
bizim gördüğümüz Efsus’da ki dağ, aynen rivayet edildiği gibidir. Bu dağdaki
mağara da saklanmaya müsait bir yerdir.
Yine Mimar Sadeddin Efendi’nin verdiği bilgiye göre, bu
mağaranın tavanı dümdüz olup, bir tarafında mütemadiyen damlayan sudan oluşan
göllenmiş tertemiz, çok güzel içimi olan tatlı su birikintisi var. Ne kadar
içtiysek eksilmedi.
Yedi Uyurlar olarak bilinen mağara arkadaşlarının su hariç
her türlü ihtiyaçlarını, çobanın sağladığı rivayeti var. Çoban, arkadaşlarına
su hariç diğer katı gıdaları getirdiği halde, su talepleri olmadığına göre bu
iman erleri su ihtiyaçlarını buradan karşılamış olmalıdır. Tarsus’da böyle bir
potansiyelin olmaması Efsus ile ilgili tahminlerimizi güçlendirdiği kanaatini Ulema
divanımızın bilgisine sunarım.
Bir başka olay;
Putperest vali Dakyanus, bu altı iman etmiş gençlerin
babaları, yani Ashab-ı Yemin ve Ashab-ı Yesar’in kendisinin yanında
vazgeçemeyeceği bürokratlardan oluşu, esnek davranarak bir fırsat vermesine sebep
eder.
Rivayet odur ki;
Dakyanus, bu gençlerin babalarına “Ben Ninova’ya gidiyorum.
Gelene kadar bu çocuklarınızı ikna edin. Tebaamda başka birileri olsaydı bu
fırsatı vermeyeceğimi biliyorsunuz” diyerek birkaç haftada ziyaretini
tamamlayıp döner. Yolculuğunu o dönem için meşhur “Kral Yolu” üzeri yapar.
Efes, Kapadokya Efsus, Mezopotamya’da Ninova ve Basra arası.
Demem odur ki;
Eğer bahsi olunan Dakyanus, Tarsus’da yaşamış olsaydı bir
hafta zarfında Ninova’ya yani Mezopotamya’daki Musul şehrine nasıl gidip
gelecekti. Yapılan hesaplara göre bu mümkün görünmüyor.
Öyleyse muhterem Ulema divanı; Dakyanus ve mağara
arkadaşları için en uygun mekân Efsus’dur. Türkler, Kaşgarlı Mahmut’un
kitabında da bahsettiği gibi Arapların etkisinde kalarak Efsus demişler.
Bizanslar ise Arabius veya Arsus demişler.
Yine Ulema Cemalettin Efendi’nin Antalya Emiri Er-Tokus’a
sorduğu ve cevabını olumsuz olarak aldığı konu hakkında da diyeceklerimiz
vardır.
İşte;
Huzurumuzda askeri divanda oturan Maraş Emiri Nasirüddin
Hasan’a da sorabilirsiniz. Efsus’da yapmış olduğumuz çevre araştırmasına göre
hiçbir hane halkı olmamış olsun ki, içlerinde birinin adı bu iman erlerinin adı
olmaya...
Bu isimler bölgede çok yaygın. Demek ki insanlar koynunda
yaşattıklarına karşı vefa besliyorlar herhalde.
Emirlikte, devletin nüfus varakalarında da bunun böyle
olduğunu Emir Nasirüddin Hasan istenildiğinde belirteceğini sanıyorum. Sözlerime
son verirken özetlersem;
Yapılan incelememizde maddi değerlerin yanında, rivayet
edilen kültür, benzerlik teşkil ediyor. Esas kaynak olan Kur’an’a göre ise
anladığımız kadarıyla ters düşmüyor.
Hatta demek isterim ki;
Eshab-ı Kehf’in Efsus’da olmadığını söylemek isteyenler ya
Kur’an’ı değiştirsinler, ya da bu mağaranın kapısını değiştirsinler derim.
Malumaten arz ederim. Sultanım ve yüce değerlendirme heyeti.
10.BÖLÜM
Sultan Alaaddin;
-Ey halkımın seçkin ulu erleri.
Bilmezmişsiniz ki, bu sonucu hepinizden daha çok ben
istedim. Sizlerden ziyadesiyle hemi istifade ettim, hemi de derdime çare
buldum. Bilirsiniz ki;
“İnsan vardır gıda gibidir her zaman her yerde olmalıdır.
İnsan vardır hastalık gibidir, hiç bir yerde istenmez. Bunlar dünya ormanında
elinde balta eksik olmadan yaşar ve şerlerini etrafa salarlar.
İnsan vardır ilaç gibidir. Çok zor zamanda ortaya çıkar,
az bulunur. Sabahtan beri hep düşünür ve ne kadar şanslısın Sultan Alaaddin
derim kendi kendime.
Şu an karşımda gördüğüm ve dahi huzurda bulunamayanlar,
benim ve milletimin göz bebeği ulu insan alimlerim,
sizler ilaç gibisiniz... İnanın...
Bölüm-10
Ortalık sus pus olmuştur.
Efsus sözcüsü Necmeddin Razi ciddi bir bilim adamı edasıyla
konuşmasının başında ortama mesajlar vererek başlayıp, ikna edici konuşmasını
delillerle süsleyerek, huzurda bulunanları tatmin etmesi beklenen olmalıydı.
Çünkü Tarsus sözcüsü Celaleddin’in, “Dinin direği olan
kitabımızdaki ayetlerle tam örtüşüyor bulamadım” gibi sözleriyle ve dahası
“Eğer Efsus sözcüsünün vereceği bilgiler inşallah kafamızdaki şüpheleri atar
da, bu mübarek insanların ülkemiz sınırları içinde olduğuna iman etmiş oluruz” gibi
temennisi, diğer alimler ve özelliklede Sultanı çok heyecanlandırmıştı.
Necmeddin Razi Efendi’nin konuşmasından sonra Sultan
Alaaddin’in gözleri parladı. Bir gün boyunca birkaç defa mola vererek uzun
boylu konuşmacıların söylediklerine pürdikkat kesilen Sultan Alaaddin’in, son
konuşmacının sözlerini tamamladıktan sonra asık ve asabi görünümünün sevinç ve
neşeye bürünmesi, mecliste bulunan herkesin dikkatini çekmiştir. Bundan da
cesaret alan hakem heyeti kendi aralarında fazla uzun sürmeyen istişareden
sonra, heyet başkanı olma sıfatıyla,
Bahaeddin Veled;
Değerlendirme heyetini oluşturan arkadaşlarım, aynı zamanda
her biri bir yöreye giderek yerinde tetkikler yapan arkadaşlardır.
Bu yörelerin hepsi ile ilgili kültürel kaynaklardan nakil
olan bilgilere benimde vakıf olduğum, umarım gözlerinizden kaçmamıştır.
Daha da ötesi;
Bildiğiniz üzere zat-i alim ve bana uzun yıllardır sabreden
arkadaşlarımla, doğup büyüdüğümüz yerleri terk-i diyar ederken ulaştığımız bu
coğrafyaya gelene kadar Belh’den Bağdat’a, oradan da saadetli mekana uğramak
nasip oldu elhamdülillah.
Yolumuz üzerinde makamları bulunduğuna inanılan iki yeri de
inceleme fırsatımız oldu.
Ne büyük tevafuk ki, bakınız bu bilgiler şuan lazım oldu.
Bunlardan biri eski Bizans uygarlığı döneminde Firedelfiye olarak
bilinen, ancak günümüzde bir İslam beldesi olan bilinen yer idi.
Bu yer hiçte sarp olmayan, mahdumumuz Celaleddin’in Tarsus
için dediği gibi hafif meyilli bir görünümü oluşu, saklanmak için tercih
edilebilecek bir yer olmaktan çok uzaktı. Bir gün boyu güneş hareketini de
takip ettik. Velakin güneşi, mağara kapısı tam güneye baktığı için, ışınlarını
içeri salmaktan pek mahir gördük.
Bu durumun Kehf suresiyle örtüşmesi mümkün olmadığından
orası olamayacağına dair kanaatimiz sağlam olarak ayrıldık. Arkadaşlarımız
şahittir.
Ancak Efsus heyeti anlatırken aklıma geldi. Fredelfiye’de ki mağara girişine oyulmuş ‘İsa
Mescidi’ne benzer çok belirgin yapıların olduğuna da şahit olduk. Bu yapılar
bir inancın gereği çok sonraları olma ihtimalide yüksek olmuş olabilir. Çünkü
bizim için bir inanıştan ziyade yüce kitabımızdaki deliller çok önemlidir
tabi...
Başka bir inanış yeri olarak karşımıza Şam’daki mağara
çıktı. Orayı da görelim dedik. Ve gördük. Ruhaniyetlerine okuduk. Fazla
kalmadan ayrıldık.
Burasının da bir inanış dışında elimizdeki delillere
uymadığını müşahede eyledik.
-Birazda şaka yollu;
Gördünüz mü, ben de huzurunuza hazırlıklı geldim. Bol
keseden atmamak için...
Biliniz ki bizzat yöresine giderek inceleme yapan dördüncü
ekip de benim. Yalnız bizzat yöreye giderek tetkik heyetlerinde olamadım. Olanların
huzurunda sözlü ve yazılı olarak naklettikleri bilgiler ışığında değerlendirme
heyeti olarak şimdi kanaatimizi açıklamak isteriz.
Değerlendirme heyeti olarak kanaatimiz odur ki;
Birine konuyu danışmak, görüşünü sormak, bilgi birikimini bir toplum önünde tartışarak
alışveriş yapmak İslam’ın temel ilkelerinden olan bir durumdur. Buna istişare
de denir. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan en önemli özellik onun
akıl sahibi bir varlık olmasıdır. Akıl sayesinde insan karşılaştığı problemleri
rahatlıkla çözebilir. Bununla beraber bazı meselelerin sadece bir insanın aklı
ve düşüncesiyle çözülemeyecek kadar zor ve karmakarışık olması sebebiyledir ki,
ortak akla ihtiyaç duyulmaktadır. Ortak akıl da ancak fertlerin bir araya
gelmeleri, karşılıklı görüşmeleri ve tartışmalarıyla ortaya çıkar. İşte bu ortak aklın ortaya çıkmasına vesile
olan müesseseye istişare ya da şûra adı verilmektedir.
İstişare bizim dinimizde açık bir şekilde emredilmektedir.
Sonuç itibariyle insanların başkalarının görüş ve tecrübelerinden
yararlanmasının gerekli olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle insanlar
şayet her alanda başarılı olmak istiyorlarsa, şu an için bu mecliste yapmış
olduğumuz istişare veya şûra müessesinden azami derecede istifade etmelidir.
Bugün yapmış olduğumuz iş ortak akılla bir kanaat
oluşturmaktır. Buna göre kanaatimiz odur ki;
Yüce kitabımız Kur’an, bahsedilen ayetlere uygunluk
taşıdığından, yörenin sarp kayalardan oluşu ve saklanmaya müsaitliği, diğer
mağaralara benzerlik teşkil etmediği ve temiz berrak bir içme suyunun oluşu,
rivayet edildiği gibi Dakyanus’un Ninova’ya en kısa zamanda gidip gelme
durumu, Efsus’da inanan vali döneminde
uyandırıldıklarında olayın ifşası durumunda mağaranın kapısını içine alacak
şekilde yapılan İsa Mescidi’nin varlığının, tespitinde, her ailede en az bir
kişinin isminin bu iman erlerinin ismi olduğu nüfus varakalarından tespit
edildiği gibi birden çok delillerle şu an itibaren kayıt altına alıyoruz ki;
Eshab-ı Kehf yiğitleri ve bu yiğitlerin tarihte yaşadıkları,
uyutuldukları ve bir ibreti alem için uyandırıldıkları yer, mekan veya coğrafya
Selçuklu Devletimizin Maraş Emirliğinin Elbistan Sancağına bağlı ve hemen
batısında bulunan Efsus olarak bilinen kasabadadır.
Duyum-i Umumiyeye bu kararı bildirir, vazifesini yapmış Ulema
sınıfı olarak gayrisini Devletlü Efendimiz Sultan Alaaddin’e havale ederiz.
Yalnız son bir kelam etmekten de kendimi alamam.
Sultanım;
Hak’kın sana karşı muamelesini ölçü kabul etmekten tereddüt
etme ki, sen de halkına karşı sürekli öyle davranasın.
O zaman halk içinde Hak’la beraber olur, her iki cihanda
yalnızlığın vahşetinden kurtulursun.
Devamla;
Sultanımızı çok heyecanlı görüyorum. Mecliste bulunan alimler
adına görüşlerini duygu ve düşüncelerini almak üzere, eğer münasip görürlerse
kendisine söz vermek isterim.
Buyurun Devletlum:
Sultan mutmain olmuş,
gayet rahatlamıştır. Üzerinde taşıdığı manevi bir yükün ağırlığında kurtulmuş,
kalbi rikkatle bir kuş gibi hafiflemiş olmanın vermiş olduğu rahatlıkla
konuşmasına başlar:
Sultan Alaaddin;
-Ey halkımın seçkin ulu erleri... Bilmezmisiniz ki bu sonucu
hepinizden daha çok ben istedim. Sizlerden ziyadesiyle hemi istifa ettim, hemi de derdime çare buldum.
Bilirsiniz ki; “İnsan vardır gıda gibidir her zaman her
yerde olmalıdır.
İnsan vardır hastalık gibidir, hiç bir yerde istenmez.
Bunlar dünya ormanında elinde balta eksik olmadan yaşar ve şerlerini etrafa
salarlar.
İnsan vardır ilaç gibidir. Çok zor zamanda ortaya çıkar, az
bulunur.
Sabahtan beri hep düşünür ve ne kadar şanslısın Sultan
Alaaddin derim kendi kendime.
Şu an karşımda gördüğüm ve dahi huzurda bulunamayanlar,
benim ve milletimin göz bebeği ulu insan alimlerim, sizler ilaç gibisiniz... İnanın...
Çok hayati meselelerde çareler bulan sizlersiniz.
Şu an itibariyle yıllardır yeniden yaşamama vesile olan “O
el” yani Yedi uyurlar’dan “Yemliha”ya karşı verdiğim sözün yerine getirilmesine
ilaç oldunuz. O sıkıntıdan ruhen kurtulmuş oldum.
Sultanınız olarak benim hayatımda olağanüstü olaylar çok
mühimdir. Onun içindir ki, manamda yaşadıklarıma önem veririm. Abdestsiz devlet
işlerinde imza dahi atmam. Evliya kullarını ziyaret eder dualarını alırım. Siz Ulemaya
en üst seviyede değer verir, bütün müşkülatlarınızı çözmeye çalışırım.
Malatya kalesinde tutsak iken o gün ayağımdaki prangayı
kırıp bana hürriyetimle beraber Sultanlık yolunu açan işareti Zühreverdi
Hazretleri’nden almıştım.
Yassı Çemen savaşında bertaraf edilmeme ramak kala şu an
huzurunuzda bulunan Şeyhim Bahaeddin Veled, tehlikeyi haberdar ederek sonraki
hayatımı veya şu anki mutlu günümü yaşamama vesile olmuştur.
Çocukluğumun bir kesitinin geçtiği Bizans’da, boğazın derin
ve serin sularında, yine öbür tarafa gitmeye ramak kala uzanan elle, kurtarıcım Yemliha olayı gibi nice nice haller
yaşadım.
Şu an itibariyle demem odur ki;
Çanak ve çömleğin kırık ve sağlam olduğu dışa vurulduğunda
çıkardığı sesten anlaşılır. İnsanların çürüğü ve sağlamlığı ise konuştukça
anlaşılır. Bu divanda sabahtan bu yana sağlam insanlar konuşmuştur. Allah hepinizden
razı olsun.
Ulema ittifak etmiştir.
Ben dahi ittifak etmişimdir.
Bundan böyle gereği bize aittir.
İsa Efendimizin;
“-Karanlıkta dile getirilmekten çekindiğimiz hakikatler bir
gün gelecek aydınlıktan haykırılacak ve evlerin çatılarında ilan edilecek”
mesajını tam üç yüz dokuz yıl sonra “En Uzun Gün”ün sonunda uyanıp Efsus’a
gönderilen Yemliha’nın, aydınlıkta haykırılan inanç esaslarının şahitliğine
yemin olsun ki; şu an itibariyle o kutsal mağaranın ve yakın çevresinin
bayındır işlerine başlanacaktır.
Tam sırası gelmişken bir hikâye anlatmak isterim;
Aylaklıktan ve başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol
olmadığını anlayıp, doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam,
ülkesinin Kral’ına çıkıp doğruluktan ayrılmadan dürüstçe yaşamak için kendisine
bir yol göstermesini ister.
Kral, adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verir.
Bunu tek bir damla dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir
damla dahi döktüğünde hemen oracıkta boynunun vurulacağını söyler. Yanına da
kontrolü için yalın kılıçlı iki gözcü verir.
Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde bütün gücü,
dikkat ve zekâsını kullanarak bir damla dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna
götürür. Sonra geri döner ve Kral’ın huzuruna çıkar. Verilen görevi eksiksiz
yerine getirdiğini söyler. Kral adama sorar;
-Şehirde ne gördün?
Neye şahit oldun?
O gün şehirde pazar kurulduğu için her yer kalabalık tabir
caiz ise “İğne atsan yere düşmeyecek” kadar kalabalık olduğu bir gündür. Buna
rağmen adamın verdiği cevap şöyledir;
-Efendim ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı
dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ve
gideceğim yol güzergâhından ayırmadım. Bu nedenle ne çevreyi gördüm ne de
çevremdeki herhangi bir olaya şahit oldum.
Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yapar.
İşte yaptığın her işte sana verilen her vazifede böyle dikkatli olunur ve
kendini işine verirsen ve Allah’ın her an seni kontrol ettiğini de aklından
çıkarmazsan, hiçbir zaman doğru yoldan ayrılmazsın der.
Bu hikâyeden alınması gereken dersi benim Ulemam benden çok
ama çok önceden almış olduğu görülür ki, işlerini sağlam ve ifadelerini
inandırıcı bulmuşuz.
Öyle zannederim ki;
İlim ve iman buluşup kavuşma yolunun anahtarını elde
edecektir. Can ilminden öyle gökler vardır ki dünya göğüne iş buyurur. Ve onun
işini başarır.
Bizler sebepleriz.
Bizler vesileyiz. Tıpkı bir varmış bir yokmuş gibi... Hani gelecek dünyada
sözler söylemiş olsalar;
“Yok bir vardır, geçit vermez, dar mı dardır. Yok bir
yoktur, akıl ermez, ne de çoktur. Var bir vardır, ona varmak bu kadardır.”
***
Meclis henüz dağılmamıştı ki;
Sultan Alaaddin hemen yanı başında bulunan Maraş Emiri
Nasirüddin Hasan’a Şeyhülislam Sadrettin Konevi’yle beraber huzura gelmesini
emreder.
Konevi’ye;
Efsus ekibinin başkanı olması asabiyle yörenin şartlarına
uygun cami, ribat, kervansaray ve medrese gibi asırlara seslenen eserlerin
inşası için acilen ne gerekiyorsa yapılsın emrini verir.
Gerekli çalışmalar yapılır. Yeteri kadar Devlet ödeneği ve
teknik elemanla, bir grup Ulema sınıfı, takip eden günlerde Maraş’a intikal
ederek Efsus’a geçerler.
Sultan Alaaddin’in,
Hemen yanı başındaki Tarsus’u bırakıp oldukça uzak olan
Efsus’da ki mağarayı ihya etmesi için bunca zahmete girmesi, ilmi kendine
rehber almasına bir işarettir.
Emir Nasiruttin Hasan’a zaviyenin yapılmasından daha çok
yaşatılması için gereken “Atlas Yazısı” olarak bilinen vergilerin ve köy
arazilerinin gelirlerinin ihtiyaç ve hizmet edenlere bundan böyle mütemadiyen
verilmesi emrini verir.
Ve dahi “Pazar Vergisi” olarak bilinen vergilerden
müteşekkil gelirlerle hizmet verecek olanların hayatını idame için vakfiyeler
oluşturulur.
Elbistan kasabasına bağlı bazı köyler ile Efsus’da ki Devlet
arazileri ve yakın civar köylerdeki vergilerin toplanarak kurulacak bu vakıfla
Eshab-ı Kehf ve civarı sonsuza kadar ihya olsun talimatıyla emirliğe dönen
Nasirüttin Hasan, kısa sürede gereğini yapar ve oluşturulan sistemin kalıcı
olması için elinden gelen gayreti gösterir. Ta ki ölene kadar...
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder