8 Aralık 2015 Salı

EN UZUN GÜN & YEDİ UYURLAR (Eshab-ı Kehf’) // KİTAP: SIDDIK DEMİR




EN UZUN GÜN
YEDİ UYURLAR




Sıddık DEMİR


EN UZUN GÜN
Sıddık DEMİR

KUĞU KİTAP

Dizgi ve Kapak Tasarım:
Ebubekir KADAK

ISBN:
978-605-XXXX-XX-X

Sertifika No:
14721


1.Basım, ANKARA 2014

Baskı ve Cilt:
SAGE YAYINCILIK ve MATBAACILIK
Kazım Karabekir Cad. Kültür Çarşısı Kat:2 No:7/101-102-103 İskitler/ANKARA
Tel: 0312 341 00 02/05 - bilgi@bizimdijital.com



Tüm hakları yazarına aittir.
Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması
veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.


Önsöz
Dünya’da otuz iki yerde var olduğuna inanılan ‘Eshab-ı Kehf’  hakkında kutsal kitabımız Kur’an’da uzunca bahsedilir. Kehf Suresinin 9. İle 26. Ayetleri arasında kalan 18 ayette bahsi olur. Putperestliğin revaçta olduğu yıllarda semavi din olarak İseviliğin tutunmaya çalıştığı ve inananların yeraltına indiği dönemlerde Yuhannes adındaki bir havarinin Efsus şehrine gelmesi ile ‘Yedi Uyurlar’ efsanesine zemin hazırlanmış olur.
Roma İmparatorluğuna bağlı Kapadokya Valisi ki ‘kendini Kral olarak görmektedir’ Kapadokya Krallığının baş şehri olan Efsus,  kendisi Kral veya Vali olarak tanınan Dakyanus tarafından idare edilir. Devlet protokolü gereği sağ ve sol tarafında bulunan iki kişide yardımcılarıdır. Bu yardımcıların üçer adet erkek çocukları vardır. İsimleri Yemliha, Meksenina, Mislina birinin,  Tebernuş,  Şazenuş ve Mernuş’da diğer yardımcının çocuklarıdır.
Hz. İsa’nın çarmıha çekildiği milattan sonra 33 yıllarını takip eden günlerde’ Havari’lerden Yuhannes Efsus’a gelir. Şehrin içine girmek için putlara tazimde bulunmayanların oluşturduğu surların dışında kalan yerlerde ikamete başlar. Sitenin dışında bugün ‘Göz Pınarı’ denilen kaynağın üzerinde kurulu hamamda çalışmaya başlayan Yuhannes sık sık sitenin içinde yaşayan yönetici takımlarla işi gereği yüz göz olur. İrşat vazifesi doğrultusunda görevinin şuurunda olan Yuhannes, Dakyanus’un yardımcılarının çocukları ile zaman zaman ‘Tek Tanrı’ inancını tartışarak bunların hidayete ermelerine vesile olur. Bu durumdan Dakyannus’un haberi olunca yardımcılarının çocukları için önlem almalarını emreder. Zorunlu olarak  ‘Ninova’ya’ yaptığı ziyaret esnasında, bu altı genç hayatlarından korktukları için ailelerine bile haber vermeden kendilerini konforlu hayattan vazgeçirerek dağa vururlar.
Yollarının üzerinde koyun otlatan çoban ile köpeği  Kıtmir, onlara katılarak Bencilüs  denilen dağın eteğindeki bir mağaraya sığınırlar.
Dakyannus krallığına dönünce yardımcılarından çocukları ile ilgili izahat alır. Kaçtıklarını anlayınca aratmaya başlar. Gençleri saklandıkları yerde sıkıştırırlar. Mağaraya girmeye çekindikleri için içlerinden birinin verdiği fikirden hareketle kapısı ağır inşaat malzemesi kullanılarak kapatılır. Böylece Yedi inanmış gencin ölmeleri sağlanır.
Aradan tam 300 yıl geçmiştir. Putperestlik bitmiş, tek Tanrı inancı resmi din olmuş, Dakyanus unutulmuş, yerine inançlı bir Vali olan Teodüs gelmiş, ve bu yedi iman eri, iman mağarasında ‘Tam bir koca gün uyumuşuz kalkın artık’ diyerek birbirlerini uyandırırlar.  Acıktıkları için içlerinden Yemliha’yı Efsun’a ekmek almak için gönderirler. Yemliha ekmek almak için gümüş parayı fırıncıya uzatınca olanlar olur.
Ölüp de tekrar dirileceğimize yönelik iman kriterine örnek teşkil eden bu olay, böylece bir ibret vesikası olarak inananlara önemli bir mucize teşkil eder. Yedi Uyurlar’ın hikâyesinin geçtiği çok değişik mekânlar olmuştur. Bunlardan biri de Ürdün’dür. İran sinemacılarının çok ciddi bir prodüksiyon olarak ortaya koyduğu her biri kırk beş dakika süren 14 parçadan oluşan TV. Dizisi, Ürdün’ün baş şehri Amman’da çekilmiştir. Bahsi olan yerin gerek Kehf suresine uygunluğu gerekse diğer iddia edilen işaretleri taşıması hususunda gözlemde bulunmak için bu ülkeye gittim. Eski adı Fredelfia olan Amman şehrinin kenar mahallesi mesafesinde olan yeri inceleme fırsatı buldum. Efes ve Tarsus’un yanında lice vb. Anadolu toprağında var olduğuna inanılan Yedi Uyurlar’ın  Kur’an’da ki işaretlere uygunluğu konusunda çok sıkıntılı bilgiler olduğunu gördüm. Buna rağmen ‘inanç’ olduğu için zorlama ifadelere de başvurmanın fazla bir anlamı yoktur.
 Eğer bir değerin birden çok yerde adı geçerse ve birden çok yerin halkları tarafından sahiplenirse bilinmelidir ki her insan, her bölge, her millet ve hatta her ülke o değeri kendi değeri olarak gördüklerindendir. Bu da çok büyük bir zenginlik olup ‘tevhit’ anlayışının gereği olarak izah etmek mümkündür.
Biz de ‘En Uzun Gün’ başlığıyla yayınladığımız bu çalışmaya, Anadolu Selçuklu Devletinin en popüler Devlet adamı olan Alaaddin Keykubat dönemini aralayarak başladık. Nedeni ise Devletlülerin makamına bir taş atımlık mesafede olan Tarsus’a dahi bayındırlık anlamında bir taş bile koymadıkları halde, Tarsus’a göre sadarete çok daha uzak ve meşakkatli yöre olan Efsus’a (Afşin’e) önemli miktarda Devlet  hizmeti götürerek bölgenin bayındır edilmesi, okuyuculara çok ciddi argumanlar sunması açısından önemlidir.




EN UZUN GÜN


Şehzade’nin Rüyası


(Roman)



Sıddık DEMİR


YAZAR HAKKINDA;
Kahramanmaraş-Afşin doğumlu.
Lise ve dengi okullarda Öğretmen ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım hayatına girdi.  Aşağıda isimleri belirtilen eserleri kültür dünyamıza kazandırdı.

1-Afşinli Derdiçok (Derleme-Aşık Tarzı)
2-Gündemden Kesitler (Denemeler)
3-Ankara Gönül Erleri (Araştırma)
4-Dirgen Ali (Belgesel roman)
5-Duyarlı Gezintiler  (Tespitler ve Tenkitler)
6-En Uzun Gün   (Belgesel Roman)
7- Şahan


1.BÖLÜM


-Delicesine cesaret göstererek riske girmek ne bana nede ağabeyime yakışmaz. Çünkü biz Sultan olmuş bir babanın çocuklarıyız. Sen büyük ihtimalle ilerde kuyumcu olursun. Ben Veliahdım. İleride ne olur, ne olmaz…

Şu anda sürgündeyiz.  Babam öyle diyor. Pek anlamadım ama ne oldu ne bittiyse,  Sultan iken babam,  gördüğünüz gibi sizin vatanınızdayız. Şimdi Sultan amcam oldu.  Bir gün belki vatanımıza döneceğiz.  Şu saatte ders arasındayız ve korumaları da atlattık.  O halde sorumlu olarak eğlenelim diye biraz tutuklu davranıyorum
.



BÖLÜM-1
Bunca zaman geçmesine rağmen denizin derinlerden çıkardığı gürültünün yanında oturdukları malikhanenin bahçe duvarına mütemadiyen çarpan dalgaların korkunç seslerine bir türlü alışamadılar.
Gençliğin verdiği sorumsuzluklar şehzade de olsa yaşanmadan bir ömür devri nasıl geçerdi. Çocukluğunu yaşayamadan büyümek her insan için değil er insan için geçerli olmalıydı. Bir ailenin veya bir kasabanın veya bir ilin hatta bir devletin onca problemleriyle beraber dünyaya teşrif eden o insanlar ne kadar özgürlüklerini yaşar bir düşünün.
Zaten zar zor uyuyan Alaaddin, odasının bahçe duvarı tarafında olması nedeniyle denizin sakin olmadığı zamanda sürekli en erken uyanandı.
Ağabeyi İzzeddin’i ve kardeşi Keyferiddun’u güne hazırlamak adeta onun görevi olmuştu.              Su ile toprak ilişkisinin ortaya koyduğu korkunç sahnenin dışında Alaaddin’i meftun eden ada manzarası, alabildiğine renkli bitki örtüsü ve sessizliği yanında insanın yüreğini hoplatan ve başka alemlere zuhur ettiren nağmeli sesler...
Organize olmuş ve iç alemlere seyahat ettiren binbir çeşit kuşların müzikli cilveleri...
Alaaddin huzur duyduğu, kendisiyle barışık anların oluştuğu bir güzel günü kaçırmamak gayesiyle, güne güneşten önce doğmak için pencereye koştu.
Deniz yorgan gibi ve sessiz, güneş doğma sancısı içinde, ama kuşların adeta bütün mutlulukları çağrıştıran nağmeleri hep bir ağızdan icra edişleri Alaaddin’e doyumsuz zevk veriyordu.
Alaaddin için çok sevdiği ölü deniz manzarasıyla mütemadiyen insana derinlik kazandıran ahenkli musiki notalarının buluşması sanki gökkuşağı gibi seyreklikte görünen bir manzaraydı.
“Bugün benim için en güzel günlerden biri olacak” diyerek yerinden fırladı. O güzel sistemin gönüllü bir parçası oldu uzun müddet.
Nice sonra kuşluk vakti girmişti. Leon ve Laskaris’in malikhaneye gelmiş olabileceğini tahmin ederek;
“Ağabeyimi kaldırmalıyım, mürebbiyeler gelmekte geç kaldılar herhalde” diyerek İzzeddin’in odasına destursuz girdi.
Hazırlanmış halde odadan çıktılar. İlk gördükleri görevliye diğer öğrencilerin gelip gelmediğini sordular. “Gelmek üzereler” cevabını alınca kahvaltı yapmak üzere sofraya geçtiler.
Dışarıda Leon ve Laskaris dışında ağabeyi İzzeddin’le beraber Sultan babasının hizmetinde bulunan bürokratlardan bir kısmının çocuklarından oluşan toplam yedi sekiz talebe ile beraber Alaaddin, Konya’da başladıkları eğitimi burada yani Bizans’da da sanki hiçbir şey olmamış gibi sürdürmektedirler.
Leon ve Laskaris, adada bulundukları müddetçe Sultan babasına iyi bir ev sahipliği yapma noktasında olağanüstü gayret gösteren kuyumcu esnafı, aynı zamanda samimi oldukları yerli halktan komşularının çocukları olup, kendileri nasıl birbirlerini sevmişlerse, Sultan babasının da o derece bu komşularına izzet ikramlarının yanında, onları çok önemsemesi sıkıntılarının biraz hafiflemesine sebep oluyordu.
Sultan babasının bu komşuları, şehzadelerin ve malikhanede bulunan diğer çocukların aldıkları eğitimi çok beğendikleri için, kendi çocuklarının da din dersleri dışındaki dersleri takip etmelerini rica ettikleri için kabul görülmüştü.
Böylece şehzadelerin Leon ve Laskaris vasıtasıyla yerli halkla olan temasları kısıtlı da olsa sağlanmış oluyordu.
Malikhanenin dershanesinde kendi alanında yetişmiş hocalar, fen ve din ilimleri yanında uygulamalı zanaat dersleri de veriyordu.
Leon ve Laskaris, içinde mimarlık, atıcılık, kuyumculuk, dericilik, ressamlık gibi derslerin yanında felsefe gibi teorik dersleri de takip ediyorlardı.
Eğitime sabah ve ikindi akşam arası devam ediliyordu. Öğle arası diğer ihtiyaçlar için uzun bir istirahat zamanı olduğu için Şehzadeler, koruyucuları atlatarak diğer arkadaşlarından bir kısmıyla ya tepelerdeki orman içlerine veya sahile inerek denize girerlerdi.
Alaaddin, denizden korksa da oyunbozan durumuna düşmemek için zoraki oraya yönelirdi.
Yalnız her türlü eğitimde istidat gösterdiği halde,  denizden korktuğu için olsa gerek yüzmeyi pek beceremiyordu. Arkadaşları çok rahat yüzdükleri halde Alaaddin, yorgan gibi olan denize dahi korkarak giriyordu.
Ağabeyi İzzeddin’le bir bu konuda çekişemiyordu. Ok atmada, ata binmede, mimaride, resimde, zaman zaman hikmetli sözler söylemede İzzeddin’in kıskançlığını çekecek kadar Sultan babasının gözüne girmişti.
İşte öyle güzel bir günün öğle saati sırasında, içlerinde Leon, Laskaris ve ağabeyi İzzeddin’in olduğu dört kafadar, koruyucuları atlatarak malikhanenin uzağında bulunan bir yere denize girmek maksadıyla ulaşırlar.
Boğazın serin sularıyla buluşmak için ilk soyunan İzzeddin, Leon ile beraber suya tepe takla dalarlar. Deniz fevkalade güzel, güneş tepede, etrafta kimsecikler yok.
İzzeddin;
-Alaaddin hadi gel... Atla... Korkma... Bak Leon’la ben... İsterseniz taa karşı kıyıya varıp gelebiliriz. Oysa sen girmekten bile endişe ediyorsun. Dilim varmıyor ama kız gibisin vallahi... Erkekliğini göster hadi...  Sultan babam gelsin de senin şu halini bir görsün. Benden daha çok seni sevdiğini, sana önem verdiğini biliyorum. Şu an bizi seyrettiğini varsay ve kendini göster. Hadi kardeşim gel...
Gel... Atla...
Laskaris;
-Onlar bayağı yol aldılar Alaaddin. Ben sizin lisanınızdan anladığım yarım yamalak dille seni İzzeddin’den daha fazla ikna edemem ama korkunu biraz da olsa azaltmak için hep senin yanında olacağım, el ele yüzelim olur mu?” teklifinde bulunur.
Alaaddin, ağabeyi İzzeddin’in söyledikleri ağırına gittiği için Laskarise’e seslenir;
-Ben de sizin kadar güçlüyüm. Neden olmasın... Yalnız fazla açılmak istemem. Benim prensibim dibi görünmeyen suda kılı kırk yarmamdır Laskaris. Endişem ondandır.-Delicesine cesaret göstererek riske girmek ne bana ne de ağabeyime yakışmaz. Çünkü biz sultan olmuş bir babanın çocuklarıyız. Sen büyük ihtimalle ilerde kuyumcu olursun. Ben veliahdım. İleride ne olur, ne olmaz...
Şu anda sürgündeyiz. Babam öyle diyor. Pek anlamadım ama ne oldu ne bittiyse, sultan iken babam, gördüğünüz gibi sizin vatanınızdayız.
Şimdi sultan, amcam oldu. Bir gün belki vatanımıza döneceğiz. Şu saatte ders arasındayız ve korumaları da atlattık. O halde sorumlu olarak eğlenelim diye biraz tutuklu davranıyorum.
Alaaddin sözünü tamamlayamadı. Laskaris, İzzeddin’in Leon’u çelme takarak denize tepe takla girmeye mecbur ettiği gibi “Fazla uzattın şehzade çocuk” diyerek Alaaddin’in atlaması için var gücünü, kendini de denize bırakarak kullanır.
Alaaddin neye uğradığını anlamadan kendini denizde bulur.
Laskaris;
-Haydi Alaaddin, biraz sahilden uzaklaşalım.  Leon’lara yaklaşmadan döneriz. Beni takip et...
Alaaddin, istemese de davete icabet ederek sahilden birazcık uzaklaşır.
Leon ve Laskaris, Boğazda dip dalgaların yani akıntının olduğu konusunda Şehzade kardeşlere bilgi vermeyi akıl edemezler.
İzzeddin, Leon’la yan yana olduğu için akıntı karşısında telaşlanma olmadan kendini idare ettiği halde, Alaaddin kendisinden uzaklaşan Laskaris’e ulaşmak için mi yoksa sahile dönmek lazım mı acaba diye olduğu yerde tereddüt göstererek bir müddet hızını keser.
Ama akıntıya kapıldığını fark edince, canhıraş sahile yönelik kulaçlar atmaya başlasa da, yol alamadığının farkına varır.
Kendi kendine;
-Demedim mi Alaaddin, dibini görmediğin ve özelliğini bilmediğin suya girilmez. Gayret ediyorum ama sahile bir türlü yaklaşamıyorum. İzzeddin ağabey ve Laskaris’e sesimi de duyuramıyorum. Üstelik onlar benim farkımda bile değiller. Oysa yoruldum. Kollarım kalkmıyor. Keşke koruyucularla gelseydim. Bak işte pisi pisine gidiyorum.
-Allah’ım; Üçler, Yediler ve Kırklar adına sana yalvarıyorum. Bana yardım et Allah’ım...
Gibi son çırpınış esnasında kalbinden daha neler neler geçirir.
İçinde bulunmuş olduğu çaresizliğe, korku ve panik de eklenince akıbet berbat olur. Ne kadar uğraşsa da ümidini keser ve nihayet alıp götürmesi için teslim olur.
Laskaris bir ara geriye bakar ama Alaaddin’i göremez. Sahile çıkmıştır düşüncesiyle oraları da tarar. Yine yok... İzzeddin ve Leon’a seslenir;
“Alaaddin... Alaaddin...”
İzzeddin ve Leon telaşlanır. Çevrede kendilerinden başka hiç insan olmadığı için,  Alaaddin’in göze çarpmayışındaki garipliğin farkına vararak, kulaçlarını hızlandırırlar.
Sahile çıkmalarına ramak kala İzzeddin;
“- İşte orada!
Hani kimse yoktu?
O yanındaki adam da nereden çıktı? Kardeşime bir zarar vermesin. Bak bak elleriyle bir şeyler yapıyor, sırtını ovalıyor. Yoksa boğacak mı?
“Haydi Leon yetişelim.”
Ve sahile çıktıklarında Alaaddin’i halsiz bir şekilde oturur bulurlar.
İzzeddin, heyecanla soruları peşpeşe sıralıyordu;
Ne oldu kardeşim?
Niye bu haldesin?
Yoruldun mu?
Deniz suyu mu içtin?
Yoksa korktun mu lan?
Yanında bir adam vardı. Onunla ne yapıyordun?
Sana masaj gibi bir şeyler yapıyordu. Yoksa zarar vermeye mi çalışıyordu?
Söyle Alaaddin. Neden hiç bir şey yokmuş gibi öyle bakıp duruyorsun?
Allah’a şükürler olsun bir an için seni göremeyince büyük ihtimalle boğulduğunu zannettik değil mi Leon?
Leon;
-“Evet Alaaddin, Laskaris’le beraber olduğunu sanıyorduk. Onun için emindik. Bir anda neler oldu Laskaris?
- Sen ona bizden yakındın. Anlat hadi anlat.
Laskaris;
-“Ben de bir şey bilmiyorum. Bir baktım hemen arkamda geldiğini zannederken, göremez oldum.
-Suç bizim. Boğazda akıntı olduğundan hiç bahsettik mi?
-Hayır.
-O halde Alaaddin hızını kesince akıntıya tutuldu ve telaşlandı. Kendini yormadan “Ko apartsın” deseydi yorulmadan ileride sahile vururdu, suç bizim Leon suç bizim...”
İzzeddin;
-“Hadi toparlanalım. Ders saati de yaklaştı zaten. Alaaddin kardeşim bu olaydan kimseye bahsetme, özelliklede Sultan babama... Sakın anlatmayasın. Disiplini ve korumayı arttırırlar. Ara sıra gençliğimizi yaşamak için ailemizden uzakta hür oluyoruz. Bu kaçamaklarımıza zarar gelirse olmaz.
-Leon ve Laskaris, lütfen siz de ailenizden kimseye anlatmayın. O şekilde duyulması bizim için daha ağır olur. Onun için sizler azizler adına,  Konstantiniye adına bana söz vermelisiniz” deyince;
Leon ve Laskaris;
-Söz veriyoruz. Bütün kutsal bildiklerimiz adına söz veriyoruz İzzettin. Bizden yana emin ol. Ama Alaaddin de söz vermeli...
Alaaddin (kendine gelmiş)
-Arkadaşlar, sizin gözünüzden kaybolduğumda akıntıya kapılmış, kendimi her şey bitti diye koyuvermiştim.         
-Sonra ne oldu, işte esas sır burada. Bırakın size söz vermeyi, varlıkla yokluk arasında şu kısa zamanda gidip geldim.
-Bu olayın kahramanına yani kurtarıcıma söz verdim. Bu sırrın ifşa olmaması için adını vermeyeceğim. Onun için emin olun.
“Haydi ya Allah deyip derse girelim” dediler.
O gün öğle vakti istirahatının bu dört kafadara nelere mal olduğu hesabı yalnız Alaaddin’i derinden etkilediği için hiçbir şey olmamış görüntüsü verilerek derse yetişirler.
Diğer talebeler kaçamak yapan Şehzadelerin hatırına Leon ve Laskaris’deki deniz havası görüntüsüne kıs kıs gülerek belli ederler.
Alaaddin’deki durgunluğa hiçbir anlam veremediklerini, anlamak için ise soru sormaya çekindikleri her hallerinden belli olur.
Eh,  kolay mı? İmtiyazlı kişi. Babasının oğlu.
Devrilmiş de olsa, tahtı elinden alınmış da olsa, sürgün hayatı yaşamış da olsalar, onlar “Sultan çocuğu Şehzadelerdir.”
Ya Sultan olurlar ya da yok olurlar. Kanun bu! İki uç arasında bir hayat...
Oysa kendileri olsa olsa amir ya da memur olurlar. Ya da babalarının hizmetleri karşılığı oluşturduğu mal varlıklarıyla ömür boyu çeşitli şekilde yaşama şansları çok.
Bu yaşta olmalarına rağmen bu çocuklar kendilerini bilir de öyle davranırlar.
Dersin hocası zaman zaman “Alaaddin evladım, sen niye derse iştirak etmiyorsun? Hasta veya yorgun musun? Kendini kötü hissediyorsan istirahata çekilebilirsin” dese de Alaaddin o gün öğleden sonraki derslerde bu garip durumunu hep sergiler.
Üstelik kendi kendine...
Kim bu Yemliha... Eshab-ı Yemin’in oğlu Yemliha... Neden bana “Sen devlet olacaksın Alaaddin. Allah’ın izniyle... Korkma, seni kurtaracağım. Velev ki sen zor durumda kaldığında Üçler, Yediler ve Kırklar adına yakardın. Velev ki bizim adımızı andın. Yaradan kurtuluşunuza bizi memur etti Alaaddin” dedi, bana gibi cümleler dökülür ağzından


2. BÖLÜM


Ey Şehzade Alaaddin;

Aylar var ki beni arar durursun. Gönüllerden değil yerde ararsın beni.

Korkma; Ben Yaradan’ın izniyle seni denizden kurtaran adamım. Ben Yemliha...

Tekrar ediyorum; Üçler, Yediler ve Kırklar adına dediğinde, adımızı andığın için bu işe memur edildik. Beni etrafında arama, yerde, havada arama. Bizi kitaplarda, kütüphanelerde, bilge kişilerde ara.

Bana Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha derler. Sen Alaaddin, sürgün dediğin sıkıntılı günde kurtulacaksın.  Devlet olacaksın... Sultan olacaksın...



Bölüm-2
Alaaddin;
-Ben devlet olacakmışım. Onun için koruyuculuğumu yapan biri beni kurtardı. Oysa Sultan babam bile canını zor kurtardı.
-Bu gencecik yaşında hep beraber sürgün hayatı yaşıyoruz. Sultan babamı tahtından eden amcam Süleyman’ın keyfi yetse bile, tahtın bir yığın varisleri o makama tekrar Sultan babamı atarlar mı?
-Bu mümkün görünmediği halde, biz ellerin memleketinde kalkıp, vatanımıza varıp “Bizi sultan yapın, nasıl deriz?
-Böyle o makama oturulur mu? Oturulsa bile o makamda böyle kalınır mı?
-Mücadele olmadan bu iş olmaz.
-O halde ben nasıl “Devlet” olabilirim?
Acaba bilinmeyen bir oyun mu var?
-Amcam Süleyman, adamlarını taa buraya, yani Bizans’a kadar göndererek Sultan babamın koruyucuları yanında bizim güvenliğimizi mi sağlıyor acaba?
-Veya Sultanın varisleri olarak bize “Size çok yakınım. Koruduğum gibi, istediğim zaman da ortadan kaldırırım” diyerek mesaj mı veriyor acaba?
-Bu beni kurtaran Yemliha adındaki adama  “Sen devlet olacaksın, korkma” sözünü amcam Sultan Süleyman mı söyletmiştir?
Nedir bu işin iç yüzü Allah’ım?
Alaaddin, sonraki günlerde eğitiminin yanında sürekli gelen gidenden tutun da Sultan babanın yakın çevresinde Yemliha’ya benzer birini veya Yemliha adında birilerini hep arayıp durur.  Ama nafile...
Günler aylar geçer, kafasını karıştıran bu olayla ilgili bir türlü aydınlatıcı bilgiye rastlayamaz.
O gün çok yorgun olduğunu beyan ederek odasına çekilen Alaaddin, Yaradan’ına öyle bir müracaat eder ki;
Müracaattaki samimiyetiyle olduğu yerde uyuya kalır. Her gün sahilin hırçın sesleriyle veya bülbüllerin ahenkli nağmeleri ile güne güneşten erken doğan Alaaddin, alışkanlılığının dışında çok daha erken gördüğü rüyanın tesiriyle uyanır.
-“Çok şükür Allah’ım, çok şükür. Nihayet aylardır içimi yiyen soruların cevabını buldum.  Aydınlandım Allah’ım aydınlandım. Sana sonsuz teşekkürler.”
Der ve tekrar kapanır yatağa...
Ve gözyaşları sel olur. Hıçkırıklar... Hıçkırıklar...
Kalkar ve abdest alarak sabah namazına ilave olarak iki rekât da şükür namazı kılar.
Rüyasında;
“Ey Şehzade Alaaddin;
Aylar var ki beni arar durursun. Gönüllerde değil yerde ararsın beni.
Korkma; ben Yaradan’ın izniyle seni denizden kurtaran adamım. Ben Yemliha...
Tekrar ediyorum; Üçler,Yediler ve Kırklar adına dediğinde, adımızı andığın için bu işe memur edildik. Beni etrafında arama, yerde ve havada arama. Bizi kitaplarda, kütüphanelerde, bilge kişilerde ara.
Bana Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha derler. Sen Alaaddin, sürgün dediğin sıkıntılı günden kurtulacaksın; devlet olacaksın. Sultan olacaksın...
Ben yeteri kadar kendimi tanıttım. Sen Sultan olunca güçlü ve adil olacaksın. Yaradan’ını unutma. Sultanlar Sultanı odur...
Sorumlu olduğun beldelerde bilge kişilere, Evliya ve Enbiyaya, hakkı gasp edilmiş mazlumlara yardım etmekten geç kalmayasın. Riyazetle sırları keşfeden alimler zümresine sırtını çevirme, onlara gönül sultanının bereket sofrasını hep açık tut. Şimdi “Git hadi işine” demeden temsil ettiğim arkadaşlarımla bulunduğum mekan bakımsızdır. İhya edersen bizimle beraber sen de iki cihanda gerçek Sultan olursun.”
Alaaddin;
“Bu sözler kulağımda küpe olmalı.
-Allah izin verirse, şayet Yemliha adındaki bu salih kişinin dediği olursa, yani devlet olursam...
-Allah’ım sana sığınıyorum. Bana Yemliha kulunun bu sözlerini unutturma.  
-İnşallah bu hali sürekli hatırlayacağım. Beynime cımbızla yerleştireceğim. Nefes alıp verdikçe hayatımın en büyük dönüm noktası olan bu olayı unutmayacağım.
-Sonunda devlet olmakla müjdelendiğime göre işte şu andan itibaren, bilumum korku ve vehimlerimden de sıyrılıyorum.
-Allah’ım sen şahit ol, sen şahit ol...
Rüyasında sarf edilen “Bizi kitaplarda, kütüphanelerde ve bilge kişilerde ara” ifadesi üzerine Alaaddin, taa küçük yaştan itibaren kendilerinin yetişmesinde çok önemli katkısı olan Emir Seyfeddin’e “Eshab-ı Kehf” ile ilgili bilgi edinme gereğini arz eder.
Bu bilgilere nasıl ulaşacağı hususunda gerekli işaretlerin alınması üzerine “Halının ucu aralanarak altına göz atmak” sonucun alınmasına yeter de artar bile...
Özellikle sosyal bilimci hocalarına “Bu kıssa” ile ilgili mütemadiyen sorular yöneltir.
 Kur’an kültürüne hakim, dost ve ahbap toplantılarına iştirak edenlerden gözüne kestirdiği bilge kişilerle tartışmalar yapar.
Kendi dini kültürü dışındaki, diğer dinlerin kültürlerinde de bu kıssaya yer verilip verilmediğini öğrenmek için Leon ve Laskaris vasıtasıyla o taraftan da araştırmasına devam eder.
Ashab-ı Kehf denilen mağara arkadaşlarının hayatlarına ilişkin olarak kısa zamanda bilgi sahibi olduktan sonra, Alaaddin’de çok ciddi olgunluk emareleri kendini gösterir. Sultan babasının bile zaman zaman Alaaddin’deki değişikliği “Gençlik olayları herhalde...  Yoksa mahdumumuzun gönül ilişkisi mi var?” gibi sözlerine yakın çevresi vakıf olur.
Alaaddin, Yemliha ile arasında geçen olayı, yaşadığı müddetçe bir sır olarak saklamayı düşünmektedir. En azından “Devlet olmasını” engellemek için tedbire başvurabilecek kişi ve kurumlardan esirgemeyi vazife addeder.
Öyle ya; makam aynı ve tek...
Şartları gereği uygunluk arz eden ağabeyi,  küçük kardeşi, amcaları gibi ateşten gömlek giymeye umutlu niceleri var bu makamı gönlünden geçiren.
Bunların hepsi bir umutla bekler. Onları yaşatan ve hırslandıran umutlarıdır.
Beklemenin nafile olduğuna şimdiden inanan bu taifeden bazıları bir takım entrikalarla, amansız çirkin hile ve tertiplere başvurarak, ne kendisi ne de başkasına huzur verirler. Onun için denilir ki; “Beklemek güzel şey umut yarısı, ya bekleyememek içler acısı...”
Alaaddin’in hayat felsefesi hep bu minval üzerine olur. “Devlet olma” noktasında emin olmasına rağmen yine de “Acaba” demekten kendini alamaz.
Sohbetlerinde, mağara arkadaşlarının bu kıssası kendini daha çok ilgilendirdiğinden,  edinmiş olduğu her yeni bilgiyi unutmamak için odasına çekildiğinde, bu bilgileri yazıya dökerek kalıcı olmasını sağlar.
Dışarıda olan biri odasındaki bu notları okumuş olsa ciddi malumat edineceğe benzer.
Bu kıssa hakkında zaman zaman, özet olarak tuttuğu notu aile meclisinde veya münasip gördüğü ortamlarda, onları şu ifadelerle aydınlatır:             “Ashab-ı  Kehf kıssasının özünü teşkil eden ve ölümden sonraki dirilişin bir misali olan ve  uzun süre mağarada uyuyup yeniden uyanma hadisesi, İslam’ın dışındaki diğer bazı dinlerde ve çeşitli efsanelerde de yer almaktadır. Rivayete göre:
Kral veya bölge valisi Efsus’a geldiğinde, halktan putlara kurban kesmelerini emreder. Bu emre uymamakta direnen altı genç, gizlice Hıristiyan olmakla suçlanır.
Bütün baskılara rağmen putlara kurban kesmeyi reddeden gençlere düşünmeleri için mühlet verilir.
Malum; o zaman Apollon ve Jüpiter için kurban kesmek, onların önünde tazimle eğilmek putperestler için önemli bir ibadet biçimi... İnsanlar bağlılıklarını ancak bu şekilde ifade ederdi.
Netice itibariyle Kralın, Efsus’tan ayrılarak Ninova denilen şehre gitmesi icap eder. Dönünce gençleri sorar. Oysa gençler Kral Dakyanus dönmeden önce şehirden kaçarak Bencilus adı verilen dağdaki bir mağarada saklanırlar.
Nice sonra seferber olan yetkililer, mağaradaki gençlerin yerini tespit eder. Krala haber verilir. Mağaranın etrafı sarılır. İçeri giremedikleri için gençlerin yakalanması mümkün olmaz. Bunun üzerine mağaranın kapısı büyük kayalarla kapatılarak gençlerin diri diri ölümü sağlanmak istenir.
Onlara göre öyle de yapılır. Oysa bu gençler çoktan uyutulmuş olup, altı kişiye ilaveten yolda karşılaştıkları çoban ve köpekleri Kıtmir ile sekiz olurlar.
Kur’an’da Ashab-ı Kehf kıssasının anlatıldığı bu sureye “Kehf” adı verilmiştir. Bu surede anlatıldığına göre, putperest bir kavmin içinde Allah’ın varlığına ve birliğine inanan yedi genç, bu inançlarını açıkça dile getirip, putperestliğe karşı çıkmış, taşlanmaktan veya zorla din değiştirmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlardır.
Yanlarındaki köpekleri ile beraber uykuya dalan gençler tam üçyüz dokuz yıl sonra uyanmışlardır. Bu süre Kur’an’da “Onlar üçyüz yıl kaldı, dokuz da ilave ettiler” şeklinde belirtilmiştir.
Mağarada bir gün kadar uyuduklarını sanan gençler, içlerinden biri olan Yemliha’yı gümüş bir parayla yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Böylece onların durumuna muttali olanlar, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini anlarlar.
Uyandırılma olayı ve sonrası kısaca şöyle cereyan eder:
“Hıristiyanlığın bir devlet dini olarak kabul edildiği döneme rastlayan uyandırılma olayı yine Rabbani bir cilve gereği olmuştur.
Ölümden sonraki hayata inanmayan bir akımın gelişmeye başladığı tamda o dönemde,  ağzı kapatılan duvar bir çoban tarafından hayvanlarına sığınak açmak için yıkılır. Allah gençleri uyandırır. Onlar sadece bir gün uyuduklarını sanırlar.
Acıktıkları için içlerinden biri olan Yemliha’yı  Efsus’a gönderirler.
Yemliha, şehre girerken şehrin kapısındaki “Haç”ı görünce çok şaşırır ve etrafta gördüğü insanlara bu şehrin Efsus olup olmadığını sorar. Gördüklerini arkadaşlarına da anlatmak için sabırsızlanır.
Fakat yanında getirdiği üzerinde Kral Dakyanus’un resminin bulunduğu para ile ekmek almak için fırına yönelir. Ekmek satan fırıncı bu eski parayı görünce gencin hazine bulduğunu zannederek bu hazineyi paylaşmayı düşünür.
Bu karışıklıkta olaya şahit olanlar, durumu yeni valiye veya yeni Krala ileterek Yemliha’nın sorgulanmasına sebep olurlar.
Bölgede zaten kulaktan kulağa hep söylenen ve hikayeleri unutulmayan bu gençlerin kıssasını yeni Kral da de zaten bilmektedir. Onun için Yemliha’nın söylediklerine önem vererek işin peşini bırakmazlar. Merakla hep sorarlar. Yemliha başından geçen olayı tek tek anlatır.
Netice itibariyle arkadaşlarının bulunduğu mağaraya onları da davet eder.
Efsuslular başlarında iman ehli yeni yöneticileriyle beraber mağaraya varmak üzere yola koyulurlar. Ve mağaraya varılarak Yemliha’nın  arkadaşlarınıda görürler.
Olayın vehametini nispeten anlamaya çalışan Yemliha arkadaşlarına; “Yeniden dirilmenin ve Ahiret gününün gerçek olduğunu göstermek için Yüce Allah’ın kendilerini bir gece değil, tam üçyüz dokuz yıl uyuttuktan sonra kıyametten önce dirilttiğini” söyler.
Daha sonra gençlerin hepsi Rab’leri tarafından tekrar ölüm uykusuna yatırılır. Dünya gözüyle görülemez halde kaybolurlar. Olayın şokunu yaşayan yönetici takım kendilerine geldikleri vakit bir muazzam olayın tecellisi karşısında fizikende dilleri adeta lal olur. Güneş tepeye dikilir, güneş sallanır ve hatta kaybolmaya namzet vaziyet alır ve nihayet kaybolması üzerinde epeyi zaman geçer ama ayaklar bir türlü bulundukları mekandan ayrılmak istemez. Nice sonra bir komutla kendilerine gelerek Efsus’un yolunu tutarlar.
Bu olayda ibret alınması gereken hususlar vardır. Yoksa bu gençlerin sayıları, bulunduğu mekan ve yaşadıkları zaman değil. Hıristiyanlık kültürünün parçası olduğu, Kur’an’da ise adlarına koskoca ayetler inerek kıssaları anlatılan mağara arkadaşlarının hikayesiyle, inananlara verilmek istenen mesaj kısaca şöyledir;
Hak ve batıl mücadelesinin öteden beri var olduğu, inananların her devirde zulme uğramalarına rağmen batılın hakka galebe çalamadığı, samimiyetle iman edip inançlarının gereğini yaşayanları Allah’ın mutlaka başarıya ulaştırdığı ve nihayet her şeyi yoktan var eden Allah’ın insanları yeniden diriltmeye muktedir olduğudur.
Alaaddin’in notlarında devamla;
Ahirete ve yeniden dirilmeye en önemli bir temsil teşkil eden bu olaya benzer dinler tarihinden bize kadar gelen “Üzeyir Peygamber kıssası“ da vardır.
Üzeyir kıssasındaki gibi “Yemliha” Efsus Valisinin huzurunda “Yaşadığın sokağı ve evi gösterebilir misin?” sorusu üzerine hep beraber adrese gidilir.
Yemliha’nın “İşte şu sokak ve şu ihtiyar adamın kapısında oturduğu ev, benim ve ailemin oturduğu eve benziyor... Yalnız biraz değişikliğe uğramış gördüm” cevabı üzerine Vali ve beraberindeki heyet eve yönelerek, kapıda oturan adama; “Bu evde ne zamandır ikamet edersin” dediklerinde, ihtiyar adam; “Babam, babamın babası ve onun atası hep bu evde yaşamışlar.  Hatta üç-beş kuşak öncesi atalarım devlet yöneticisi önemli insanlarmış. Bana gelen bilgiye göre;
Yemliha adındaki atam olan kişi putperestliğe başkaldırarak, arkadaşları ile beraber kaçıp bir mağarada saklanmışlar ve mağaranın önü kapatılarak ölmeleri sağlanmış” dediğinde Yemliha’nın ve etrafındaki heyetin gözleri fal taşı gibi açılır.
Geride bir çocuk bırakıp yirmibeş yaşlarında kaçan ve aynı yaşta uyandırılan Yemliha, torununun torunu olan doksanlık ihtiyar adamın karşısında ne diyeceğini bilemez.
Bu olay ile yeniden dirilme, mucizevi bir şekilde ibreti alem için insanlara gösterilmiştir” gibi teferruatları bile Alaaddin’in notları arasında bulmak mümkün olur.
***
Gerçekten, o günden itibaren Alaaddin gelecekte her an Sultan olma ihtimalini düşünerek kendini hemen her alanda yetiştirmek için uğraşır.
Ok atmada çok mahir olduğu için ders aldıkları zaman dışında da avcılık yapar.
Bir yandan bölgeyi tanımaya diğer yandan da yerli halktan birilerine rastlarsa Rumcasını geliştirmeyi amaç edinir.
Yalnız arkadaşlığın dışında Leon ve Lakrakis’le çok sık görüşmelerinin bir sebebi de Rumca pratiğini geliştirmektir.
Sultan babasının bir kulağı Konya’dadır. Ara sıra gelen gezginlerden, tüccarlardan, bazen de özel olarak görevlendirdiği adamları sayesinde siyasi istihbarat edinir.
Kardeşi, Sultan Süleyman Şah’ın başarılarına üzülür, başarısızlıklarına sevinirdi.       Çok yakınına kadar soktuğu adamları sayesinde suikast bile düşünür. Henüz yönetim desteği yeterli olmadığı için biraz daha sabırlı olayım dediğine şahit olurdu.
Sultan babanın Bizans’a zorunlu ikameti esnasında saltanata oturan Süleyman Şah; ağabeyi Gıyaseddin’in Bizans’a sağ salim ulaşmasına göz yummuş, diğer taraftan kaçarken geride bıraktığı çocukları olan yeğenleri İzzeddin ve Alaaddin’i buldurarak kendilerine;
“-Artık delikanlı sayılırsınız. Her ne kadar baban memleketi terki diyar edip, sizleri bırakıp gittiyse de korkmayın ve hiç çekinmeyin.
Babanız yoksa amcanız olarak ben varım. Sizler benim de evlatlarım sayılırsınız. Üstelik tahtın da tıpkı oğlum Kılıç Aslan gibi varisi sayılırsınız. Bundan böyle bize sizin her türlü ihtiyacınızı karşılamak ve bilhassa eğitiminizin devamını sağlama işi düşer. Ancak yine de tercih sizin. Arzu ederseniz sizi babanıza da yollarım. Ne dersiniz?” dediğin de;
-Sultan amca, bizi babamıza gönder. Ailemizi çok özledik. Ferman verirseniz, Emir Seyfeddin babamızın yerini biliyormuş. Biz ona güveniyoruz. Yıllardır bize ve Sultan babama çok yakın oldu”
Gibi samimi ve çocukça ifadelere duygulanan Sultan amca, Şehzadeleri babasına gönderir.
Genç Şehzadeler; Amca Sultan’a karşı, Sultan babalarının düşmanca beslediği duygularından hiçbir eser olmadığı gibi merhametli ve şefkatli davranış gördükleri için sempati bile duyuyorlardı. Bu duyguları hiçbir zaman Sultan babalarına açmamış olsalar da, annelerinin yansıtmalarıyla amcalarının hoşgörülü olduklarını tahmin edici yorumlara zaman zaman şahit olurlardı.


3.BÖLÜM


Yemliha Alaaddin’e;
“Sözler duygu ve düşüncelerimizi iletmemizin bir vasıtasıdır.

Sözün dışında bakışlar, el ve yüz hareketleri gibi, jest ve mimikler kısaca vücut hareketi veya dili de duygu ve düşüncelerimizi sözler gibi yansıtır. Güvenilirlik veya güvensizlik intibahı uyandırır. Güzel sözler gönüle huzur, neşe ve rahatlık verir. Kötü sözler ise insanları rencide eder ve incitir.



Bölüm-3
Başkent Konya karışmış, Sultan Süleyman Şah ölmüş... Halk arasında yayılan söylentilere bakılırsa Sultan zehirlenerek öldürülmüş... Devlet erkânı veya Sultanın etrafındakilere bakılacak olursa, Sultan eceliyle ölmüştür.
Bir yığın söylenti... Sonuç itibariyle Sultan ölmüş, yerine oğlu Kılıçarslan geçmiştir.
Yaşasın yeni Sultan...
Kurulmuş bütün Türk devletlerinde öyle bir hastalık var ki, makamlara karşı aşırı istek ve hırs insanların gözünü kör eder.
Devlet ricalinde Sultan da olsa bir insan, ancak makama oturma saati en güvenli an olur.
O makama geçince tutunmak ve mevcut dengeleri korumak dünyanın en zor işi olur.
Onun içindir ki, özellikle Sultanların devlet olma yaşı çok kısa olur.
Kelebeklerin öleceklerini bildikleri halde mütemadiyen ışığa doğru yönelmeleri ve bir daha dönmemeleri gibi bir şey...
Normal ölümlerin istisna teşkil ettiği bütün yazılı ve sözlü kaynaklarca beyan edildiği halde her Sultan adayı o makama oturmakta hiç tereddüt etmez. Başkent Konya’da öyle emirler veya öyle Melikler var ki, Sultanın tahtına bir ömür ortakmış gibi yaşarlar. İtibarları ve Sultanın üstündeki zenginlikleri... Üf... Üf...
Sultan’dan zenginler ama yine de bir türlü entrikadan ve ayak oyunundan vazgeçemezler.
Belki onlar da dengeleri korumaktadır.
Bazen iki üç kişiden oluşan divanda hangi Şehzadenin Sultan olacağına veya hangisi sıkıcı olduysa alınması yönünde, yine aynı kişilerce verilen kararlar devlet geleneği içinde Sultan’ların bile gözünü korkutur.
Tamda böyle bir durum...
Sultan Kılıçarslan henüz çocuk denecek yaşta olup devlet adamlığı göstergesi zayıf biri olduğu için, bürokrasideki dengeler gereği, Antalya Meliki Er-Tokuş’un teklifi üzere, Bizans’da zoraki bulunan Gıyaseddin’in çağırılması kararlaştırılır.
Makamı doldurabileceğine inandıkları sürgündeki Sultan Gıyaseddin’e haber gönderilerek çağırma kararı divandan çıkınca, Emir Hacip Zekeriye’ye bu daveti yerine ulaştırma talimatı verilir.
***
O gece Alaaddin hiç uyuyamaz. Eshab-ı Yemin’in oğlu Yemliha hep gözünün önüne gelir.
“Sen devlet olacaksın Şehzadem” diye başlayan telkinleri bir bir tekrar eder.
-“Öyleyse nasıl olacak bu iş Alaaddin” der.
-Sultan babamdan ayrılarak Konya’ya mı gitmeliyim veya nasıl bir mücadele vermeliyim ki Yemliha’nın söylediği gerçekleşsin?
-Artık eğitimimizi de tamamladık. Üstelik Amca Sultan ölmüş, taht el değiştirmiş, tam zamanı diye söylenir.
Uykusuz geçen gecenin aydınlık bir güne hazır olduğunu Alaaddin nereden bilecekti.
Sabah vaktinin ilk saatlerinde, kalabalık bir heyetin hayırlı haberle geldiği bildirilince, Baba Sultan ve Şehzadeler, yıllardır umutlandıkları bir müjde alacaklarını tahmin ettikleri için heyecanlanırlar.
Nihayet kuşluk vakti Emir Zekeriye başkanlığındaki Konya’dan gelen heyet ikinci defa tahta oturacak olan Baba Sultana davet mektubunu sunar.
Şehzadeler yetişkin yaşta oldukları için Baba Sultanın her meclisinde bulunur ve siyasi olaylar tartışırlardı.
Davet mektubunun da üzerinde fikir alışverişinde bulunarak bir karara vardılar. Bu karar göre;
Gelen heyetin verdikleri bilgilerin doğruluğuna inanmakla beraber acele etmeden belirlenen plan doğrultusunda divan kararı çıkaran Emirlere talimat göndererek hareket edileceği, bu konuda geç kalınmaması üzerinde Baba Sultan ve Şehzadeler fikir birliği içerisinde olurlar.
Bu arada Şehzade İzzeddin;
-Alaaddin Bey gözün aydın olsun, babamız tekrar Sultan oluyor, sen ise Melik olacaksın. Gönlünden geçen neresi, bir hesabın var mı sorusunu yöneltir.
Alaaddin;
“Sen de Şehzadesin, üstelik benim ağabeyimsin, öncelikli olarak tercih sizindir. İmdi siz söyleyin bakalım gönlünüzden nere geçiyor?
-Öyle zannediyorum Antalya olmaz. Kalbinde geçtiğini tahmin ettiğim bu yerin Emiri halihazırda bizim safımızda, babama davet mektubunu divanda çıkarmış olan Melik Er-Tokuş’tur.
-Antalya dışında birini tercih etmen gerekirse, hangisine Melik olmak istersin ağabey Şehzadem?
İzzeddin hiç düşünmeden “Tabi ki Malatya” der.
Eğitimlerinin tamamlanmasından sonra Şehzadeler önceki günlere göre sık görüşemedikleri yerli halktan arkadaşları olan Leon ve Laskaris’le son bir defa buluşarak vedalaşırlar.
Dershanenin diğer öğrencileri, Sultanın yakın adamlarının çocukları olduğu için yedi sekiz yıl zorunlu ikametleri olan Bizans’dan hep beraber ayrılırlar.
Yolculuk meşakkatli geçer.
Güzergâhları olan İznik Devleti topraklarından geçiş izni verilmez. İznik Devleti,    komşusu Anadolu Selçuklu Devleti ile yaptıkları anlaşma gereği kafileyi epey oyalar.
Nihayet Baba Sultan ve kafilesi, İznik Devletine Emir Zekeriye ve Şehzade İzzeddin ile Alaaddin’i rehin bırakır.
Aralarındaki anlaşma gereği Baba Sultan’ın verdiği söz yerine getiriline kadar rehineler tutuklu kalacaktır. Ve öyle de olur. İkinci defa babalarından ayrı kalan Şehzadeler, soğukkanlılıklarını bozmadan kurtulmanın çaresini ararlar.
Emir Zekeriye;
“Şehzadelerim, babanız Sultan Gıyaseddin’in biran evvel Konya’ya varabilmek için siyaseten her türlü engeli aşmak istemesi çok yerinde bir davranıştır.
-İznik Devleti yetkilileri ne istemişse sözlü olarak hep vermiştir. Şu an için Sultan olmadığından verilen sözlerin hiçbir bağlayıcılığı olmaz. Bizim rehin olarak kalmamızın da bir anlamı yok. Biz şu keferelerden ustaca nasıl kurtuluruz; gelin bunun planını yapalım” der.
Emir Zekeriye, Şehzadelerle beraber rehin kalması gereken kişi kendisinden daha çok Emir Seyfeddin’nin olması gerektiğini düşünerek, hesapta olmayan bu tutsaklıkta Şehzadelere zarar gelse bile bir kahramanlık örneği göstererek kurtulma fikrinde aceleci davranır.
Alaaddin;
-Sultan babamın tahta geçme mücadelesinde yanında olmamız gerekirken kadere bakın ki tutsak olduk. Bu durum neyin nesi... İznik Devleti babama karşı bu cüreti nasıl işler. Bu şekilde rehin tutulmamızın faturası ağır olmalıdır.
İzzeddin de;
-İşin bir yönü öyle olmalıdır Alaaddin kardeşim. Onun için rahat olalım. Bu durum devletler arasında uyulmasında fayda mütalaa edilen hassasiyetlerdir. Yeter ki Sultan babamız muvaffak olsun. Anında İznik Kralı yanımızda olur. Binbir türlü izzet ve ikramlarla, sanki Konya’daki Sultan gibi itibar görürüz.
Hayır düşünelim de hayır olsun. Ya Sultan babam muvaffak olamazsa... İşte esas o zaman bizim rehineliğimiz umutsuz bir vakıaya dönüşerek tutsak oluruz.
Emir Zekeriye ve Şehzadelere o gün rehine olarak tutuldukları İznik Devleti yetkililerince tamamen ayrıcalıklı bir şekilde misafir gibi ilgi gösterilir.
İlk saatlerdeki aşırı güvenlik tedbiri saatler ilerledikçe azalır. Öyle ki; yolculuğun da verdiği yorgunlukla, gün tepeye dikilene kadar bir güzel uyurlar. Tutsak olsalar bu kadar müsamaha gösterilir mi?
Alaaddin;
-Ey Emir Zekeriye, ey Şehzade ağabeyim İzzeddin kalkın... Gün akşam olmuş... Bu kadar çok uyuyabilmek bizim kârımız olmamalı. Kim bilir şimdi Sultan babamız nereye ulaşmıştır. İnşallah engelsiz bir şekilde Konya’ya avdet eder. Ya Sultan atayan Emirler sözlerinden dönerse... Sultan olayım diye giden babamızı, olur ya, yağlı urgan da bekleyebilir.
Emir Hacib Zekeriye;
-Şehzade Alaaddin, ağzınızı hayra açın. Demiştik ya “Niyet hayır ise akıbette hayırlı olur inşallah. Bilirim, kendinden daha çok baban ve dolayısıyla Konya’yı düşünürsün de en olumsuz şeyler aklına gelir.
Alaaddin;
-Doğru söylersin Emirim. Ben biraz vehimli biriyim. Hâlbuki hiç bu durumda olmaması gereken biri varsa, o da ben olmalıyım.  Evet, biraz sakin... Biraz sakin ve soğukkanlı olmam gerekli.
Şehzadelerin Rumcayı bilmeleri Emir Zekeriye’nin ustaca planladığı kaçış olayının sahneye başarılı bir şekilde konmasına çok fayda sağlayacaktır.
Gün boyu etraftaki insan, eşya ve tabiat durumları bu mantıkla takip edilir. Nöbetçilerin değişim saatleri, yol güzergâhı ve atların tutulduğu mevkiler birer birer tespit edilir. İş kalır güven oluşturmaya...
Onu da Şehzadeler halleder. Rehin tutuldukları saatten itibaren geçen sürede hizmetlerinde bulunanlarla, onların üstündeki yetkililere verilen hediye ve iltifatlar daha rahat etmelerini sağlar.
Emirin ve Şehzadelerin almış oldukları terbiye gereği, kendileri için normal sayılan bir davranışın güvenlik gibi alelade hiçte özelliği olmayan görevliler şahsında sergilenmesi onları gevşeterek disiplinin kendiliğinden azalması sağlanır.
Nezaket ve şefkatli davranışlar karşısında eğitimsiz insanlar nasıl görev yapar bir düşünün.
O gece geç vakte kadar uyuyamazlar. Ama ne yapılır... Elbette konuşacak ciddi konular biterse, insan bu, hemen başkaları hakkında konuşur. Yani dedikodu türünde laflar edilir.
Şehzadelerle beraber sıcak bilgilerin sahibi Emir Zekeriye, biraz da hoş görünme arzusuyla mevcut devletli yetkililerin hakkında etmedikleri söz kalmaz.
Şehzadeler meraklarından, Emir ise Konya’daki ikili ilişkilerinin geçmişi hakkında, iyi bir gelecek oluşturmak için bu şansı kullanmak sevdasındadırlar.
Derken uykuya dalarlar. Nasıl olsa kaçış sonraki gece olacaktır. O gün akşama kadar uyuyabilirler. Hesap bu... Ama Alaaddin bu hesaba uymaz.  Kan ter içinde Emir ve İzzeddin’den daha önce.. Tövbe estağfurullah.. Tövbe estağfurullah diyerek uyanır.
Rüyasında yine Yemliha’yı görür. Yatmadan önce yapmış oldukları konuşmadan rahatsız olduğu mesajını satır satır, henüz teri kuruyuncaya kadar tekrar eder.
Yemliha, Alaaddin’e;
“Sözler duygu ve düşüncelerimizi iletmemizin bir vasıtasıdır. Sözün dışında bakışlar, el ve yüz hareketleri gibi jest ve mimikler kısaca vücut hareketi veya dili de duygu ve düşüncelerimizi sözler gibi yansıtır. Güvenilirlik veya güvensizlik intibaı uyandırır. Güzel sözler gönüle huzur, neşe ve rahatlık verir. Kötü sözler ise insanları rencide eder ve incitir. Netice itibariyle sonradan pişman olacak, vicdani rahatsızlık oluşturacak bir ortamda çoğu kişinin kurtulamayacağı bir anlık kırılmalar yaşanır.
Oysa insan güzel davranışlar sergileyerek birlik içinde yaşamaya, ahlaklı bir toplum oluşturmaya veya kendisi olmaya yönlendirilmiştir.
Ailede, eğitim yuvarlarında, işyerinde, alışveriş mekânlarında, sokakta veya saltanat denilen ateşten gömlek giydiğindeki mekânlarda insanlara kırıcı sözler söylememek, vücut diliyle onları rencide edici imalarda bulunmamak, ahlâklı bir sosyal hayatı sürdürmek için gereklidir.
Dinimizde inananların birbirleriyle alay etmemesi, birbirlerini ayıplamaması ve birbirlerine lakap takmaması emredilmektedir. Belki böyle yapıldığında hakkında kötü söz söyleyen kişi ya da grubun, söyleyenden daha hayırlı olabileceği hatırlatılmaktadır.
İnsanların onuruna dokunacak sözler söylemek, bazen bireyler arası tartışmalar kırıcılık noktasını aşarak toplum bütünlüğüne de zarar veren boyutlara gelebilir. Bu yüzden her türlü kötü sözden sakınmamız gerekir.
Başkalarını rencide edecek ve incitecek sözlerden kaçındığımız gibi, başkaları bizleri rencide edici, incitici sözler söylediğinde, buna aynı şekilde karşılık vermemek en güzel davranıştır.
İnsan, dünya ve ahiret hayatında yapıp ettiklerinin, söylediklerinin karşılığını ve yansımasını bulacağına göre bizden hep güzel sözlerin sadır olmasına çalışmak gereklidir. Hele hele söylenen söz muhatap bulacağı kişinin yüzüne karşı değilse gıybet olur ki, en kötü olanı da budur. Söylenilen sözler doğru da olsa söylenilmemelidir. Doğru değilse iftira olur ki, en alçakça fiil budur.
Bu şekilde sözler söylemeye devam eden topluluklara girilmemeli, girilse dahi bunun bir şekilde ruh hastalığı olduğu beyan edilerek, yapılmaması gerektiği yönde irade koymak gerekir.
Unutulmamalıdır ki; “gıybet” kul hakkıdır.”
Alaaddin, manasında bile eğitildiğinin farkında olarak bu şekilde uyarıları hep dikkate alır. Gördüğü bu rüyaları hep hayra sayar. Ve bu türde rüyayı “Rüyayı sadığa” bilir. Rüyayı sadığanın Allah ve Melek’ten, “Rüyayı kâzibe”nin ise Şeytan’dan ve nefisten olduğunu bilir.
Çünkü vahiylerin bir kısmı da “Rüyayı sadığa”dır.
Gerçi Peygamberlerin dışındaki insanların gördüğü rüyalar kesin bir hüküm ifade etmez.
Rüya ile dini veya dini olmayan bir meselenin hükmü açığa çıkarılamaz. Bu itibarla kişisel anlamda rüyaya göre hareket etmek o doğrultuda öneride bulunmak dinen doğru değildir. Çünkü Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalara getirilen tabirlerin kesin doğru olduğu söylenemez. Rüyalar, şahıslara göre değiştiği gibi, şahsın içinde bulunmuş olduğu haleti ruhiyeye, zaman ve zemine göre de değişebildiğinin Alaaddin farkındadır.
Öyle de olsa onun hayatında rüyada gördüklerine göre yön verme ve gördüklerine itibar etme gibi durumlar ilerleyen hayatında bile kendini kuşatacağa benzer.
Mesela bugünkü rüya...
İnsan nasıl etkilenmez...
Yatmadan önce yapılan onca gıybetler... Akabinde rüya yolu ile Yemliha’nın uyarısı... Akılla ve mantıkla nasıl izah edilir.
Demek ki bu alemler iç içe olup, birbiriyle ilişkili bir vaziyette insan hayatı üzerinde, farkına varılsa da varılmasa da etkili oluyor.
Alaaddin, Emir Hacip Zekeriye’nin “Atlar hazır, tam sırası Şehzadem” uyarısı ile Yemliha’nın sözlerinden bir an için sıyrılır. Ve hep beraber bir tilki sessizliğiyle ilk hamle yapılır.
Plan gereği kendilerini gözaltında tutan görevlilerin güvenini sağladıktan sonra el koydukları atlarla kaçarak babalarından birkaç hafta sonra başkent Konya’ya ulaşırlar.
***
Baba Sultan yerini sağlamlaştırdıktan sonra ilk işi Şehzade İzzeddin’i Malatya’ya, Alaaddin’i ise Tokat Emirliğine Melik olarak görevlendirir.
“Sen devlet olacaksın Şehzadem, devlet...” uyarısını Alaaddin, Tokat Melikliği sırasında da hep hatırlar. Özellikle kendi nefsiyle başbaşa kaldığında;
-Neden “Devlet olacaksın devlet” vurgusu yapıldı da geleneklerimize göre en uygun kelime olan “Sultan” ifadesi kullanılmadı. Acaba geçmişte ve halde tahta oturan “Sultan”larla benim bir farkım mı olacak?
“Devlet olacaksın Şehzadem” dedi ulu Yemliha... Böyle hitap edilmesinin bir hikmeti olmalıdır.
-Kulağıma küpe olması gereken bu hitaptaki ayrıntıyı da şimdiden, yani Melikliğimin ilk günlerinden itibaren dikkat ederek yaşamam lazım” der. Ve hep ileride görüleceği gibi bu minval üzere olur.
Özellikle uygulamalı sanat alanında o günden itibaren kendini geliştirmeye çalışır. Mimaride,  kuyumculukta,  bakırcılık ve ressamlıkta istidat komisyonları kurdurarak hemen hepsinde gözlemci olur. Fikirlerini söyler müdahale eder. 
Baba Sultan’ın da izniyle ‘Kubadabat Sarayı’ ile beraber ‘Sultan hanı’ projelerini bizzat kendisi çizer ve uygulamasında inşaatlar bitene kadar baş mimar sıfatıyla bulunur.
Satranç ve tavla partilerinin ara sıra olduğu Meliklik döneminde, elinden hiç düşürmediği “Siyasetname, Yönetenlerin Yönetimi ve Kimya-ı Saadet” adındaki kitaplarıyla Devlet olma ile Sultan olma farkını hep arar.
Baş tacı ettiği bu kitapların kapağını kapattığı an diline ezber ettiği Farsça şu rubaiyi sürekli söyler;
Dünya beni mutluluk elbisesinde arınmış görmeli,
Sayısız mihnetten beni perişan görmeli,
Ağladığı her akşam beni üzüntülü bulmalı,
Güldüğü her sabah beni ağlar halde sezmeli.
***
Melik Alaaddin, Konya’dan gelen habercileri huzuruna alır.  Habercilerden biri ileri çıkarak;
“Melikim başımız sağolsun, Baba Sultan Hak’kın rahmetine kavuştu.”
Haberci yerini alırken diğeri bir adım öne gelerek devam eder;
“Maraş Emiri Nasirüttin Hasan’ın önerisi üzere divandan çıkan karar gereği kardeşiniz Malatya Melikine Sultanlık beratını ileten haberciler iki gün önce hareket etmiştir. Bilginize Melikim” der. Alaaddin bir süre Emirler divanında ne olduğunu, nelerin olması gerektiğini hesap edemeden öyle dimdik kalır.
Nice sonra “Sen devlet olacaksın Şehzadem, korkma...” hitabını hatırlayarak durum muhasebesi için yakın adamlarıyla müşavere salonuna geçer.
Bir müddet taziyeleri kabul eder.
Devlet olma işi öyle bir iştir ki, ölen baban bile olsa sıradan bir vatandaşın ölümü gibi geçiştirmek durumunda olur insan...
Melik Alaaddin;
-“Emirlerim;
Demek ki Tokat’a geleli tam altı sene olmuş. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu zaman zarfında birbirimizi iyi tanımış olduk.
-Sağolun, sizinde üzüntünüzü anlıyorum. Babam Sultan Keykavus, Hak’kın rahmetine kavuşmuş. Bir gün biz de o sona ulaşacağız. Ölüm bizim için düğündür. Böyle düğünlere biz de üzülürüz. Ancak dünyadayız ve hayat devam ediyor.
-Babam Sultan, babasının ölüm haberini alınca nasıl davrandıysa, “Devlet olma töresidir bu” deyip biz de öyle davranacağız. Yalnız bir fark olmalıdır.
Eğer, devlet olacaksak tedbirlerini de almakla mükellef saymalıyız kendimizi.
Aksine şartları aşırı zorlamak benim devlet adamlığı şahsiyetime yakışmaz. Bu konuda böyle düşünüyorum. Sizler hesabınızı Dünya devleti üzerine mi, yoksa başka dengeler üzerine mi kurarsınız bilemem.
İşi aceleye getirmemek için tedbirler konusunda daha sağlıklı bilgilerle tekrar bir araya gelmek için huzurdan ayrılabilirsiniz.
Ayni şekilde ben de istirahata çekilmek isterim” diyerek salondan ayrılır.
Belirtilen saat gelmiştir.
Melik Alaaddin ve bürokratları, uzunca bir fikir alışverişinden sonra mücadele için tedbir alınması kararını oybirliğiyle kabul ederler.
Bunun için içerideki hazırlıkların yanında, Erzurum Meliki amcası Tuğrul Şah ile hemen kıyı başında bulunan Ermeni Krallığından yardım talebi olumlu bulunur.
Diğer yandan;
Malatya’dan Kayseri’ye intikal eden Melik İzzeddin’in Kayseri’den Konya’ya hareket etmeden gereği yapılarak Devlet olmak için Sultanlığa uzanmak lazımdır.
Son güne kadar bu işin o kadar kolay olmayacağını da bilir. Bütün işaretler aleyhine iken her şey bir gecede değişir.
Savaş bir hiledir.  Bu sanatı iyi uygulayan Melik İzzeddin, aldığı tedbirle şimdilik Alaaddin’in Devlet olmasını engeller.
Ve Melik İzzeddin Keyhüsrev, iyi bir diplomasi atağıyla kardeşi Alaaddin’in ittifak kurduğu Erzurum Meliki olan amcası ile Ermeni Kralının aniden çekilmesiyle yalnız kalmasını sağlayınca Sultan olma yolunda en büyük badireyi atlatmış olur.
Çok rahat bir şekilde Başkent Konya’ya girer ve Sultan olur.
Kendine destek verecekleri nezdinde ihanete uğrayan Alaaddin, Ankara Kalesi’ne çekilse de,  kardeş Sultan için tehlike arz ettiğinden rahat bırakılmaz.
Ankara’ya düzenlenen seferle Sultan İzzeddin, Alaaddin’i yine kendi emiri Seyfettin nezaretinde Malatya’da hapis hayatı çekmek üzere sürdürür.
Melik Alaaddin için dönüm noktalarından biri olacak olan Malatya Kezirpert Kalesi içindeki bu cezaevi, neredeyse Tokat Melikliğinde geçen altı yılın karşılığı kadar tutsak geçen bir ömür...
Yükseklerde yer tutmak kolay mı? Devlet hayatında ne olacağı belli olmaz. Bugün var yarın yoksun.
Emir Seyfeddin zorunlu ikamete eşlik ederken Melik Alaaddin’in eşi Gaziye Hanım ile beraber hizmet ehli Gulamlar’dan bazılarını da getirmiş; özel eşyaları ve özellikle birçok defalar tekrarlayarak okuduğu kitaplarında alınmasını ihmal etmemişti.
Melik Alaaddin;
-Henüz imtihan bitmedi. Gereken tedbirleri aldım, velâkin güvendiğim insanlar son gece savaşa girmeden bozguna uğradılar.
Tedbir takdiri değiştiremezmiş. Buna bir daha şahit oldum. Öyleyse daha zaman var Alaaddin...
Korkma ve ümidini kesme. “Sen devlet olacaksın,  korkma” demedi mi ulu Yemliha.
Öyleyse metin ol.
Zamanı geldi mi yükseklerde yer tutan bir kaya bulunduğu yerden kopar ve kendisi için ayrılmış olan çukuru kapatır. Veya olgunlaşmamış bir meyveyi normal şartlarda dalından kim indirebilir. Olgunlaşmış olanı ise dalında kim tutabilir.
-Sabır, sabır... “Sen başını sonsuz devlete karşı eğip aşağı indir. Kendi gamlarının esiri olma Alaaddin...” diye söylenir.
***
Kalede tutuklu olmasına rağmen Malatya eşrafında sözü sohbeti olan edebiyat ehli bilge kişilerle haftanın belirli gününde sohbetler edilir.
Kur’an tefsirleri yapılır.
Melik Alaaddin “Kehf” suresine gelince pür dikkat kesilir.
İştirakçilerden hemen herkesin görüşüne başvurur. Aldığı veya alacağı yeni bir kelimelik bilgi onu çok mutlu eder.
Özellikle Kehf suresinde mekânı verilmeyen bu gençlerin yaşadıkları yeri hep merak eder.
Diğer surelerin tefsiri kısa yorumla geçiştirildiği halde Kehf suresinin dokuz ile yirmi beşinci ayetleri arasındaki onsekiz ayette bahse edilen mağara veya mekan hemen yanı başımız Efsus’ta” cümlesine takılır.
Alaaddin;
-“Bir daha tekrar eder misin efendi” der,  heyecanla...
-Efsus’ta Melik Alaaddin Efsus’ta, cevabını alınca.
-Siz orayı gördünüz mü? Biraz anlatır mısınız?
-Evet, normal giden bir binekle bir iki günde ulaşılacak bir yer.
Maraş Emirliğine bağlı Elbistan Ovasını çevreleyen bir dağın eteğindedir.
Elbistan’ın batısında, eskiden Arabius, zamanla Efsus denilen bir yörede olaylar yaşanmış olarak  bilinir.
Biz de Kehf suresinde çok yoğunlukla bahsi olan bu mekanın Efsus’da olduğuna inanırız ve öyle biliriz.
Çevrede yaşayan insanlar sıklıkla orayı ziyaret ederler.
Melik Alaaddin;
-Biraz daha açabilir misiniz?
-Melik’im sıradan bir kaya oyuğu değil. Sanki onlar için oluşmuş. İçi tehlikelere karşı saklanacak boyutta, ama ferah denecek nitelikte oyuklar var. Hatta atalarımızın “obruk” dedikleri, yani içinde su olan, yere batan dağlar gibi, görüntüsü var.
-Bu iman erleri uyandıklarında Yemliha’ya para vererek Efsus’a ekmek almaya gönderdikleri halde, ekmeğin yanında su da al dememişler.
Anlatılanlar böyle Melik’im.
Neden?
Çünkü su zaten yanlarında var. Halen de o su mağarada bulunmaktadır. Tadı çok güzel tam içimlik bir şey Melikim. Görmenizi çok isterdim. Meğerki sizin ilginizi bu kadar çekiyor.
Melik Alaaddin;
-“Çekmez olur mu efendi?
-Sizin samimiyetinize güvendiğim için söylüyorum, benim ikinci defa doğuşuma Allah’ın izniyle Yemliha vesile oldu.
Bugünkü konuşmalardan, özellikle “Eshab-ı Kehf” Efsus’ta diyen siz efendi kardeşim, sizden Allah razı olsun. Bugün verdiğin bu bilgilerle beni ziyadesiyle bahtiyar ettin.
-Bu mekanın ülkemin birçok yerinde olduğu biliniyor. Değişik rivayetler var. Efsus’u daha önceleri ben de işitmiştim. Ama ilk defa dünya gözüyle görüp nispeten malumat veren birine rastladım.
Malatya eşrafını oluşturan bu bilge kişiler için “Yedi İman Erlerinin” saklandıkları mağara, Efsus Kasabasındadır” bilgisi sıradan bir şey olmaması hasabiyle Melik Alaaddin’i çok heyecanlandırır.  Mecliste bulunanlar ise;
“İkinci defa doğmama vesile olan Yemliha”  lafı üzerine hayrete düşerler.
Acaba bilmedikleri bir şey veya Alaaddin üzerinde bu inanç erlerinin esrarlı bir tasarrufu mu oldu da onun için mi heyecanlanmaktadır gibi bilinmezlik üzerine sessiz düşünürlerken,
Alaaddin;
-Hak’tan geleni Hak için kabul etmektir. Gerçek varlık sahiplerinin birbirinin elinde nazdan niyazdan geçiş bayrağı vardır.
Cesaret tehlikenin üstüne gitmek değil, tehlike karşısında zarif ve akıllı davranmaktır.
Biz onunla tanışıp bilişeli, gönlümüze bir ışıktır düştü. Onun ikinci doğumumda himmetini görür görmez sevgileri de gönlüme düştü.
O andan itibaren Devlet olmak için tedbirler dışında nefsi bütün kötü duygu ve düşünceleri benden birden alıp gitti.
Onun için tekrar derim ki;
“Ben zaten kendi ulvi ve güzel duygularımın,  kendi gamlarımın esiriyim.
Onun içindir ki, Kehf suresinde anlatılan iman erlerinin hikayesi beni heyecanlandırır.
Bu olayın şahsında bütün olağanüstü olan durumlar ve kişiler zat-i âlimi çok ilgilendirir.”


4.BÖLÜM


-İşte o an...  Geliyorlar... Sevineyim mi, korkayım mı?  Her ikisi de bizlere yakışır...

Hem seviniriz, hem korkar. Bazen aynı anda korkarken seviniriz, bazen de sevinirken korkarız. Bu duygu yükseklerde yer tutma potansiyeli olanlar için tabii olarak yaşanır.

 Avam’ın bunu anlaması beklenemez.
Ya olmak ya da yok olmak... Bu bizim için kaderdir. Bundan kaçamayız. Bu tür olaylar bizler için Rabbani bir tasarruftur. Bizler yükü ağır olan seçilmiş insanlarız. Asıl olan bütün bunların farkında olarak hizmet erbabı olabilmektir. “Haydi Alaaddin bahtın açık, saltanatın mübarek,  hizmetin adaletli olsun”

Bölüm-4
Alaaddin kendi hayatı boyunca itina ettiği veya kendisine doğru dillerle nakledilen bilgiler karşısında aklın hükmü iradesinin dışında, sonsuz devletin iradesindeki varlık nedenini doğru okumaktadır.
Kardeşi Sultan İzzeddin’in Ankara savaşında, kendinden tamamen kurtulma arzusunu net bir şekilde beyan etmesine rağmen, iradesinin üzerindeki irade olan yakın dostu bir gönül adamının ricası üzerine, Alaaddin’in Malatya Kalesine hapsi şeklinde olayın cereyan etmesi bilgisi kendine refakat eden Emir Seyfettin tarafından bizzat iletilmiştir.
Böylece Alaaddin olağanüstülüğü yaşayan ve yaşatan Allah’ın bu türden seçkin kullarının veya âlimlerinin işaretlerini hep hayırlara vesile olur temennisi olarak değerlendirir olmuştur.
-“Devlet olması” halinde bu insanları ülkesinde birinci sınıf zümre yerine koymaması ne mümkün.
Bu haleti ruhiye ile o gece uykuya varır.
Saltanattan uzak geçen son gece olmasını hayal dahi edemeyen Alaaddin, o gece manasında saltanat müjdesi alır.
Rüyasında ayaklarının bukağısını çözüp, kendisini güçlü bir yaratık olan binek hayvanı katıra bindirerek; “Kurtuluşun Muhammed el-Sühreverdi’nin Alaaddin’e bir hizmetidir” ifadesiyle uyanır.
-Hayırdır inşallah ya Hak... Neler oluyor... Yoksa vakti zamanı geldi mi? Bu rüya öyle zannediyorum ki hayra alamettir.
-Ama Konya’dan zuhur edebilecek olumsuz gelişmeler duymadım...
-Acaba Sultan ağabeyime bir şey mi oldu?
-Saltanat boşaldı mı?
-Her ne olduysa, bu durum bu rüyaya göre benim hayrıma olmuş gibi gözüküyor. Erken kalkıp hazırlanmalıyım.
-Nihayet ‘Devlet olmama’ ramak kaldı.  Aksi bir durum varit olacak olsa, o nur yüzlü, piri fani görünümlü mübarek zat, tutsaklığımın sembolü olan ayağımdaki bukağıyı neden parçalayarak özgürlüğüme sebep olsun.
-Mutlaka ilahi irade böyle istemektedir.
“Şükürler olsun ey Hak.”
Diyerek yatağından bir aslan gibi fırlar ve abdest almaya seğirtir.
Şükür namazlarını peşi peşine sıralarken o gün hiç duymadığı bir makamla okunan sabah ezanı karşısında zamanı bile sarhoş edecek bir halvete girer.
Sızmıştır...
Güneş ışıklarının zarif bedeninde gezdiğini hisseden Alaaddin, yattığı odanın penceresinde gözlerini açtığında uzaklardan gelenlerin çıkarmış oldukları dumanlı, tozlu havayı fark eder.
-İşte o an... Geliyorlar...
Sevineyim mi, korkayım mı?
Her ikisi de bizlere yakışır...
Hem seviniriz, hem korkarız.
Bazen aynı anda korkarken seviniriz, bazen de sevinirken korkarız.
Bu duygu yükseklerde yer tutma potansiyeli olanlar için tabii olarak yaşanır.
Avamın bunu anlaması beklenemez.
Ya olmak ya da yok olmak...
-Bu bizim için kaderdir. Bundan kaçamayız. Bu tür olaylar bizler için Rabbani bir tasarruftur. Bizler yükü ağır olan seçilmiş insanlarız. Asıl olan bütün bunların farkında olarak hizmet erbabı olabilmektir.
“Haydi Alaaddin bahtın açık, saltanatın mübarek, hizmetin adaletli olsun” diyerek gelen misafirlerin huzura alınması için hazır olduğunu kale muhafız komutanına bildirir.
Gelen heyetin başında çok yakından tanıdığı,  uzun süre yetişmelerinde emeği geçen, ancak devlete yakın olması hasabiyle ister istemez güçlünün yanında olan Emir Seyfettin vardı.
Divandan çıkan karar gereği, ölmüş olan Sultanın yüzüğü ve siyaha boyanmış mendilini yanına alarak saltanat müjdesini vermek üzere Malatya’ya gelmişti.
Üstelik Alaaddin’i zorunlu olarak Kezirpert Kalesine götüren emir kendisi olduğu için, Alaaddin’e Sultanlık müjdesini de bizzat kendisi götürerek ola ki yanlış anlamayı ortadan kaldırmak istemektedir.
Güya;
“Ben bir devlet adamıyım. Dün Sultan kardeşiniz İzzeddin Keykavus’un emrinde, bugün ise sizin emrinizde olmakla ben, kişilerin değil,  esasında devletin emrinde bir ferdim. Bu böyle biline”  gibi mesaj vermekti.
İstenilen oldu.
Yüzük ve kara mendil Alaaddin’e Emir Seyfettin tarafından sunuldu. Böylece resmen davete icabet başladı.
Tutsak Melik Alaaddin, bazı formaliteler dışında artık Sultan Alaaddin oldu ve Konya’ya varmak için uğranması zaruri olan Sivas’a, oradan da Kayseri’ye varacak şekilde hareket edildi.
Sivas’da ve Kayseri’de şanına uygun karşılama ve törenlerden sonra Konya’ya yürüdü.  Binlerce asker ve yüzlerce gulamların eşliğinde Konya’ya girildi.
Bundan böyle Sultan Alaaddin dönemi başlamış oldu.


5.BÖLÜM


-Bak Kadı Sıraceddin Efendi:

Diğer devlet işlerinin yürütülmesi, halkın refah ve saadetinin düşünülmesi bu konuda gereken tedbirlerin alınması bir tarafa, Sultanlık makamında oturduğum müddetçe ülkemin sınırları dahilinde adı sanı duyulan Evliya, Ulema, Şair ve Sanatçı, her nerede varsa özel olarak ilgilenilecek ve dahi yolları buraya düşenlere her türlü alaka gösterilmeli. İkameti burada, yani yanı başımızda olanların ise beklentileri doğrultusunda durumlarının düzeltilmesi, kendilerine değer verilmesi ve kendilerinden istifade edilmesi emrimdir, bilmiş olasınız. Ancak;

sakın ola ki onları siyasete alet etmeyesin. Saygınlıklarının bu şekilde yitirilmesi arzumuz değildir.  Biline…



Bölüm-5
Sultan Alaaddin tahta oturur.
Ağabeyi Sultan İzzeddin’in genç yaşında Hak’ka irtikalinin yasınıda Devlet ricali olarak yerine getirir.
Uzun yol yorgunluğu ve bir takım zorunlu protokol uygulamalarından bitkin düştüğü için istirahata çekilir. Çekilir çekilmesine ama ateşten bir gömlek olan iktidar sorumluluğu ona bir türlü rahat vermeyeceğe benzer.
Sultan Alaaddin;
-Devleti olan Sultan olmak kolay iş olmasa gerek.
Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha;
“Sen devlet olacaksın” hitabıyla;
Sultanlık, atalarının önceden almış olduğu bir paye demek istemiş olmalı...
-Öyle ya; Anadolu Selçuklu Devletinde şimdiye kadar Devlet başkanı sıfatıyla tahta oturan kardeşim, babam, amcam ve büyük babam hemen hepsini ve beni bile bu Sultanlık makamına hep emrimiz altındaki insanlar oturtmaktadır.
-Makamı veren insanlar bu Devletin gerçek sahipleri oluyor. Sultanlık sanki tasdik makamı gibi bir şey...
-Bir Sultan böyle bir durumda nasıl Devlet olur.
-Ahtapotun kolları gibi sarmış menfaatle, kendi nefsinin doyumsuzluğunu bir türlü frenleme noktasında yetersiz kalan açgözlü bürokratların kol gezdiği bir yapıda, ben Alaaddin, nasıl gerçek Sultan Alaaddin olabilirim?
-Bütün sorumluluk üzerimde ama ipler başkalarının elinde. Önce bu yapıyı değiştirmelisin ki gerçek Devlet olasın Alaaddin...
-Etrafımda pervane gibi dönen şu emirlere bir bak. Bir kısmı Devlet kadar zengin mal varlığı ile benden bile daha ilerde, tebaamın üzerinde nüfusu var.
-Tereyağından kıl çeker gibi bu işin üstesinden gelemezsen Devletli Sultan Alaaddin olamazsın ona göre...
Nice sonraları;
Sultan Alaaddin;
-Artık işe başlamak gerekir.
Etrafında fır dönen Emir Seyfettin’e;
-“Meliklere, emirlere, uçbeylerime, ilbaşlarına, danişmentlere, iğdiş ve ayanlarıma tiz haber çıkarıla. Bütünüyle ayrı gruplar halinde görüşeceğimi bildirin. Ve dahi; uzak yerde olanların gecikme ihtimali olacağı için zaman kaybetmeden önce, Başkent Konya’mızda ikamet eden, ne kadar kanaat önderi, kurum, kuruluş, tekke ve zaviye önderi varsa kendilerine sarayımın kapısını sonuna kadar açık tutarak beklediğimi bildirin.”
-Fermanımdır.
Kısa süre içinde emir yerine getirilir. Saraya gelen misafirlere izzet ikramda bulunulur. 
Bu durum;
Onların üzerindeki vahametin atılması ve Sultanın ayak divanında vermesi gereken mesajların iyi anlaşılması için bir tavırdır.
Ve zamanı gelmiştir...          
Herkes pür dikkat... Ve bir davudi ses...
-Devletimizin banisi, halkımızın biricik önderi Sultanımız, Efendimiz...
Ayak divanına teşrif etmiştir uyarısı üzerine, Sultan Alaaddin bütün ihtişamıyla açılan kapıdan huzura erişir.
Şöyle etrafı süzdükten sonra elinin tersiyle halen hareket durumunda olan görevlilere de işaret etmesiyle ortalık tam sessizliğe bürünür.
Sultan Alaaddin;
-“Sizlerin birçoğu Sultan babam başta olmak üzere diğer Sultan ecdadımın bir kısmını tanımışsınızdır. Şahsım olarak aynı soydan olan Alaaddin’i de şimdi tanıdınız.
-Yırtıcı kuşların ömrü az olduğu gibi bizlerinde ömrü azdır. Bakınız benden önceki Sultanlarınızdan hiç biri şu an aramızda yok. Şayet olmuş olsalardı şu an benim zaten Sultan sıfatıyla size bu konuşmamı yapma fırsatım olmayabilirdi.
Nice demem odur ki;
-Halk olmazsa sizler olmaz, sizler olmayınca da Emirlerim ve ben Sultanınız olmazdım.
-Halk olmadan Devlet olur mu hiç?
-Eğer bir yerde Devlet varsa, mutlaka onu meydana getiren unsurlar var demektir.
-Asıl olan, her makam ve her insan bu bütün içinde kendine düşeni en iyi bir şekilde yerine getirmesidir.
-Ben Sultanınız olarak size söz veriyorum ki;
-Atalarımın elde ettiği Sultanlık unvanını hakkıyla yerine getirerek Devlet olacağım. Benden önceki Sultanlardan farkımın olması için bana yardımcı olun. Özellikle danişmentlerime sesleniyorum. Bana ışık olunuz, bana himmet ediniz ve başarım için dualarınızı eksik etmeyiniz.”
Elindeki bir kitabı yukarı kaldırarak;
“-Ecdadımız, birçok cihan Devleti kurmaya muvaffak olmuştur. Ne yazık ki yıkmada da öyle...”
İlk defa “Sultan unvanını alan Türk hükümdarı Sultan Mahmut, Hükümdar Mahmut iken her sabah namazını edâ ettikten sonra seccadesinin yanında tesbih gibi taşıdığı bir aynaya bakarak kendi siluetini incelemeden güne başlamazdı.
Bir insan olarak en çirkin yüze, en berbat görünümlü ağız ve buruna, üstelik normal insan boynunun en az iki katı ince ve uzun boyuna sahip görüntüsü, onu adeta kendisiyle savaştırıyor, insan içine çıkamaz ediyordu. Ama o bilge kişi, veziri yok mu? Hükümdar Mahmut’un aynası ile arasına girerek;
“Hükümdarım, tebaanız sizi yüzünüzle, boynunuzla, güzellik veya çirkinliğinizle bilmeyecek.
-Diyelim ki, dünyanın en yakışıklı erkeği olarak bu makamda, halka zulmederek saltanat hayatı yaşadınız. Halk sizi çok güzel ve yakışıklı olarak tanımaz.
-Aksine fiziki haliniz ne olursa olsun uygulamanız, adalet, sevgi ve şefkat üzerine olursa halkın gözünde çok güzel ve en yakışıklı olarak görünürsünüz. Ve tebaanız size ancak o zaman ‘Sultan’ der.”
İfadesi üzerine Hükümdar Mahmut;
“-O günden itibaren aynayı kendinden uzaklaştırarak, halkın her derdine koşan adil bir hükümdar olarak nam salar dört bir yana.
-O güne kadar hiç kullanılmayan ve Devlet geleneğimizde olmayan, şu anda bile bizim hoyratça kullandığımız ve dahi hazır bulduğumuz için kıymetini bilmeden sırtımıza geçirdiğimiz unvan olan ‘Sultan’ lafzını halk Hükümdar Mahmut şahsında ilk defa kullanır. Ve tarihe “Sultan Mahmut” olarak geçen büyük Türk hükümdarı gibi şahsıma münhasır olmak için bana yardımcı olmanızı bekliyorum.”
Sultan Alaaddin ayak divanından ayrılırken başkentin saygın insanları üzerinde bırakmış olduğu iyi tesirin verdiği gururla;
-“Fena değil... Konuşmam esnasında insanların gözlerindeki ifadelerle kalplerinden geçenleri okumuş gibiydim.
Alaaddin, Sultansın...
Ama ‘Devletli Sultan’ olana kadar devam etmelisin. Ancak o zaman Türk tarihinde birinci sınıf hükümdarlar içerisinde ecdadın Sultan Mahmut gibi yerini alabilirsin.
Alçaklarda yer tutunmak bize yakışmaz. Hep beraber yukarı, daha daha yukarı... İnşallah doğru yoldayız” diyerek Kadı Sıraceddin’in huzura gelmesini emreder.
Huzura gelen Kadı;
-“Emredersiniz Sultanım!
Bir müşkülatınıza ilaç olabilirsem, kendimi bahtiyar hissederim.”
Sultan;
-“Safa geldiniz Kadı Efendi.
Söyle bakalım özet olarak konuşmamız nasıl karşılanmıştır. Siz dahi neler anladınız.”
Kadı Siraceddin;
-Sultanım, çok yerinde ve dinleyenleri mutmain edecek bir konuşmanız oldu. Ben dahi bütün âlimler;
“Ordusuz hükümdar olmaz. Millet olmadan Devlet olmaz. Tebaasız mal olmaz. Ve adalet olmayınca da tebaa olmaz.”
Şeklinde özetleyebileceğimiz sözlerinizden cesaret alarak bundan böyle bu hal üzere olacağımıza söz verdik; inanın Sultanım... Efendim...
Sultan Alaaddin:
-Bak Kadı Sıraceddin Efendi... Diğer Devlet işlerinin yürütülmesi, halkın refah ve saadetinin düşünülmesi, bu konuda gereken tedbirlerin alınması bir tarafa, Sultanlık makamında oturduğum müddetçe ülkemin sınırları dahilinde adı sanı duyulan Evliya, Ulema, Şair ve Sanatçı, her nerede varsa özel olarak ilgilenilecek ve dahi yolları buraya düşenlere her türlü alaka gösterilecek.
İkameti burada, yani yanı başımızda olanların ise beklentileri doğrultusunda durumlarının düzeltilmesi, kendilerine değer verilmesi ve kendilerinden istifade edilmesi emrimdir, bilmiş olasınız.
Ancak;
Sakın ola ki, onları siyasete alet etmeyesin. Saygınlıklarının bu şekilde yitirilmesi arzumuz değildir. Biline...
-Bir de devletimizin sınırları içinde ve dışında her nerede olursa olsun Ulemadan oluşan ekipler kurdurarak ‘Ashab-ı Kehf’ yiğitlerinin gerçek makamlarının oldukları yeri keşfetmenizi istiyorum.
Unutmayın ki Kadı Efendi;
Bu iş için memur edeceğiniz kişilerin her türlü ihtiyaçları ve talepleri yanında araştırma yapmak için uğradıkları bölgelerdeki İlbaşlarıma veya Emirlerime bu konuda ferman ederek talepleri anında yerine getirile. Bu konu Sultanınız olarak size ilk emrimdir. Bundan böyle, bu konuda atacağınız her adımdan, edindiğiniz her çalışmadan haberim olacaktır. Bilmiş olun.
Kadı Sıracaddin; olayın vahameti ve söylenme şekli üzerine, Sultanın olayı çok ciddiye alan talebi karşısında telaşını gizleyerek Sultana:
-İsabet buyurdunuz Sultanım.
Her ne kadar Ulemadan şimdiye kadar böyle bir talep olmadıysa, bu onların değil konuyu gündemine almayanların kabahatidir.    Velâkin bu konudaki emirleriniz olağanüstü güzelliklere işarettir. Müsaade ederseniz Sultanım, gereği için hemen çalışmalara başlayabilirim.
-Sultan Alaaddin:
Kadı Sıraceddin Efendi;
Ashab-ı Kehf’in sır olma ihtimali olduğu mağaranın biri de hemencecik şurası, yani Tarsus’da imiş. Vaktim olursa sadarete de yakın olması hasabiyle Tarsus heyetinde biz de olmak isteriz. Nasıl olsa şunun şurasında bir av partisi yapmış kadar zamanda gidip gelebiliriz.
-Kadı Sıraceddin Efendi:
“Emriniz olur Sultanım Efendim. En kısa zamanda huzurunuzda olacağım. Destur Efendim” diyerek huzurdan çıkar.
Sultan Alaaddin’in Devlet olma çabası koltuğa oturduktan sonra daha da güçlenir.
Mümkün olan her şartlarda nefsaniyetinin aşırılığından kaçınır. Edinmiş olduğu Devlet adamlığı kültürüne uygun yaşamaya çalışır.
Nizam-ül Mülk’ün Siyasetnamesini yanından ayırmaz. O kitapta yazılanları “Amentü” kabul eder.
Ülkede huzur ve saadetin hüküm sürmesi, sancılı yerlerde bulunup da ‘Kadir kıymeti’ bilinmeyen bilumum bilge kişiler için Alaaddin’in ülkesi cazibe merkezi olur.
Onun ülkesine varmak için yola çıkanlardan tutun da çoktan Başkent Konya ve hemen kıyısındaki yerleşim alanlarında yer tutup aydınlık çalışmalarına başlayanların sayısı gün geçtikçe artmıştır bile.
Bir Bahaettin Velet, bir İbn-ül Arabi, bir Necmeddin Razı, bir Abdullah Bağdadi, bir Sadreddin Konevi, bir Mahmut Tusi, bir Hüseyin Bekri, bir Kadı Burhanettin, Süleyman Türkmani, Aşık Paşa ve yine bir Ahi Evran gibi gelecek asırlara ışık salacak çapta muhterem ilim erbabı insanların mekan seçmesi, Sultan Alaaddin’e, Türk milletinin ‘kavmi hayattan millet hayatına geçişini’ süratle tamamlayan Anadolu Türk halkının ‘Milli Sultanı’ olma bahtiyarlığı sağlamıştır.
Önceden sistemin bir parçası olarak var olan ‘Sultanlık’ unvanına “Devlet olan Sultan” dedirmek kolay bir iş değildir.
Alaaddin, bunu şimdiden başarmış bir Sultan olarak kendini göstermektedir.




6.BÖLÜM


Sultan Alaaddin, kavmi hayattan millet hayatına geçme sürecinde hızla yol alan Türklerin “Milli Sultanı” olma noktasında

Devlet organlarını kurumsallaştırırken, diğer yandan varlığının sebebi olan

“Mağara arkadaşlarının” zulmü yaşadıkları yeri tahminen tespit ederek çocukluğunda vermiş olduğu sözü gerçekleştirmek için ulemayı sıkıştırır.





Bölüm-6
Kadı Sıraceddin, kendisine bağlı olan Şeyhülislamlık makamında bulunan Müderris Sadrettin Konevi ile bir araya gelir. Sultan’ın taleplerini anlatır...
Konevi:
-İsabet olur Kadı Efendi.
Bu topraklara uzun müddet sahip olmak isteyen, devletinin ömrünü uzun, halkının gönlünü huzurlu kılmak isteyen Sultan için, başta riyaset ehlinin olmak üzere, diğer manevi dinamiklere sahip çıkmanın en önemli işaretidir bu.
Ülkemiz sınırları içinde ve yanı başımızda bu işin ehli diyebileceğimiz o kadar alim ve ulema var ki, bir değil onlarca ekip oluşturarak istenilen seyahat ve araştırmayı yaptırabiliriz.
Kadı Sıraceddin:
-Zaman kaybetmeden bu işin üzerinde çalışalım. Yalnız Tarsus heyetine Sultanımızın da iştirak etme ihtimali kendi talebidir.
Arzu etmeleri halinde Kral Yolu üzerinden Efsus’a yani Yarpuz’a da gidebilecek şekilde hazırlıklar yapalım. Yalnız bu konuyu Baha Veled’e iletecek olursak bilgilerinden istifade etmiş oluruz.
Kadı Siraceddin;
-Tabi ki Konevi, öyle olacak elbette. Hatta konuyu Sultana arz etmeden önce ben derim ki; ilmine güvenebileceğimiz ne kadar bilge kişi varsa merkezimize çağırarak ortak bir görüş edinelim.
Oluşturacağımız ekipler gittikleri yerlerde nelere dikkat edecek, neyin araştırmasını yapacaklar, bilinmeli.
Elbette Kehf Suresi bizim için en büyük dayanaktır. Velakin tamamlayıcı unsurlar olarak herhangi bir yapı, iklim, yazılı ve sözlü kaynaklardaki tespitler gibi ortak konuları içine alan bir yol belgesini komisyonlara iletmeniz lazım.
Konu Bahaeddin Veled’e de intikal ettirilir.
Bahaeddin Veled Kadı’ya;
-Bildiğin gibi bütün acem illerini ve dahi ilim şehri olan halifemizin Bağdat’ının yanında birçok Arap ülkesini gezerek bu saadetli şehrinize geldim.
Aylarca süren yolculuğum süresince uğrak verdiğim beldelerde sağ olsunlar, ulema ve gönül dostlarının meclisinde bulunarak ilmimizi ve görgümüzü geliştirdik.
Yapmış olduğumuz sohbetlerimizde bahsini ettiğiniz, ‘Yedi Uyurlar’ denilen gençlere de çoğu zaman değindik. Yaşadıkları yer ve kayboldukları mağara hakkında...
Şahsi görüşüm odur ki;
Mağara ve mağara arkadaşları bu coğrafyada aranmalıdır. Çok büyük ihtimal, bu olayın geçmiş, yanı yaşanmış olduğu yer Anadolu toprağıdır. Başka türlü düşünmek ilme de, tarihe de aykırıdır.
Çünkü;
İsevilik Müslümanlığı bu coğrafyada zuhur etmiş olup, hasarları da bu topraklardadır. Afganistan, Şam ve Fredelfiya gibi yerlerle dünyanın diğer yerlerinde aramak beyhude olur.
-“Siz Kadı Efendi;
O kadar şanslısınız ki, o aranan kutsal mekan şu an mülkünüz dahilindedir.
İsevi Müslümanları ve Meryem Ana, zulümden kaçarak ülkenizin batı sınırlarındaki bir bölgede olma ihtimaline, aynı zulmü gören mağara arkadaşları benzerlik gösterdiğinde Efes diyebilirler.
Bunun dışında Danyal Peygamber’in makamı olan Tarsus’ta olma ihtimali ile Arabius yani Efsus’da olması muhtemel olandır. Gayrisi fuzuli emek olur. Edinmiş olduğum bilgiler ışığında derim ki;
“-Araştırma maksadıyla en fazla üç ekip kurulsun, bunlardan biri Arabius’a yani Efsus’a olsun.”
Bahaeddin Velet’den sadır olan bu görüşe Kadı Sıraceddin ve Konevi’nin aklı yatar.
***
Sultan Alaaddin, kavmi hayattan millet hayatına geçme sürecinde hızla yol alan Türklerin milli sultanı olma noktasında Devlet organlarını kurumsallaştırırken, diğer yandan varlığının sebebi olan “Mağara arkadaşlarının” zulmü yaşadıkları yeri tahminen tespit ederek çocukluğunda vermiş olduğu sözü gerçekleştirmek için ulemayı sıkıştırır.
Çünkü kendisine göre artık “Devlet” olmuştur. Saltanatın ve Devletin etrafındaki art niyetli bürokratlarla sınırdaki tehlikelerden şimdilik halkı korumanın vermiş olduğu rahatlıkla ulemayla ilmi konularda münazara fırsatı oluşturmakta fazla zorlanmaz.
Her bir araya gelindiğinde konuyu yine istediği yere çekerek gereği için maddi ve manevi hazırlıkları sorar.
Yine öyle bir toplantıdayken çok sevdiği ve güvendiği Emirlerden Celalettin Karatay’ın sohbetin ahengini önemsemeden meclise girerek;
“Müslümanların Halifesinin elçisi Sultanımızın mülküne ayak basmıştır” haberini verir.
Sultan Alaaddin;
-Hayırdır inşallah. Her ne niyetle gelmişlerse, hoş gelmişler sefa gelmişler. Meğerki gelen Halife elçisidir. Niyetleri bizce muamma olmasına rağmen ey Emir, kendilerini tâ uzak köşede karşılayasın. Gereken ilgi ve alâkayı göstererek, güvenliklerini sağlayasın.
Kayseri’den buraya hareket ettiğinizde haberdar edilelim ki, biz dahi misafirimizi uzakta karşılamış olmakla, Halife Hazretlerine gönülden bağlılığımızın samimiyetini göstermiş olalım.
Emir Celalettin Karatay huzurdan ayrılırken Sultan Alaaddin;
-Bilge kişilerim, alimlerim, veli dostlarım, sizlere bir kıssa anlatmak isterim. Bildiğinizden emin olmakla beraber yine de bu konuda cesaretimi bağışlayın;
Resulullah, Ashab-ı Kehfi görmek istedi.
Allah-u Teala;
“Dünyada onları göremezsin, fakat ashabından dört kişi giderek onlara Peygamber olduğunu bildirsinler. İslam şeriatını tebliğ eylesinler” diye vahyetti.
Efendimiz Cebrail ile müşavere edince Cebrail dedi ki;
“Ya Resulallah, mübarek hırkanızı yere seriniz.  Bir ucuna Ebubekir, bir ucuna Ömer, bir ucuna Ali ve bir ucuna da Osman otursunlar.
Allah-u Teala’ya dua et. Süleyman’a verdiği rüzgarı senin emrine versin” dedi. Resulü Ekrem Efendimiz dua edince o rüzgar geldi ve onları götürdü.
Mağara kapısına varıp içeri girdikleri zaman Kıtmir dirilip karşıladı. Ve onlara yol göstererek Ashab-ı Kehf’in bulunduğu bölmeye getirdi.
Allah-u Teala, Ashab-ı Kehf’i uyandırdı. Sahabeler “Esselamü aleyküm” diye selam verdiler. Onlar da “Ve aleykümselam” diyerek selama karşılık verdiler.
Sonra sahabeler dediler ki;
“Ey Ashab-ı Kehf yiğitleri! Allah’ın Peygamberi Muhammed Bin Abdullah’ın size selamı var.”
Ashab-ı  Kehf;
“Allah’ın Resulü Muhammed’e bizden de selam olsun. İslam dinini bize bildirdiğiniz için size de selam olsun.
Din-i İslam üzereydik, ancak son tekamül etmiş haliyle de kabul ettik. Bizden Muhammed Aleyhisselama selam söyleyin” deyip tekrar uykuya vardılar.
Bir daha Hazreti Mehdi zamanında uyanırlar.  Çünkü Mehdi’nin en büyük yardımcıları olacaktır onlar. Bunu Cebrail, Resulallah’a haber verdi.
Rüzgarla gidenler aynı binekle geri döndüler.  Resulallah onlara suâl edip;
-“Ashab-ı Kehf’i nasıl buldunuz? diye sordu.
Onlar da vaziyeti anlatıp, selamlarını söylediler bilgisini verince Resulallah dua edip “Ya Rabbi, benimle ashabımı ayırma, beni ve ehl-i beytimi sevenlere mağfiret et” buyurdu.
Peygamberimiz devamla;
“Kıyamet kopmadan önce Allah-u Teala benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi benim babamın ismi gibi olur.
Ondan önce dünya zulüm ile dolu iken onun zamanında dünya adalet ile dolar.
Yeryüzüne dört kişi hakim olmuştur. Bunlardan ikisi mümin olan Zülkarneyn ve Süleyman (a.s). ikisi de kafir olanlar Nemrut ile Buhtunnasır idi. Beşinci olarak benim evladımdan biri yeryüzüne hakim olacaktır. Ashab-ı Kehf Mehdi’nin yardımcıları olacak ve İsa (a.s) Deccal ile harp ederken Mehdi onunla beraber olacaktır.”
İmdi böyle işaretlerini aldığımız olayların imkanımız varken neden bir tarafından yer tutmayalım. Eğer ki Ashab-ı Kehf yiğitleri o gün geldiğinde Mehdi’nin en büyük destekçisi olacaklar, biz dahi elimizdeki fırsatı kaçırmadan şu kısacık ahir Devlet ömrümüzde neden Ashab-ı Kehf yiğitlerinin yerlerini tespit etmede, bulunca da  bayındır etmede geç kalalım?
Sultan Alaaddin yer divanında ulemayla yapmış olduğu sohbette, hiçte onlardan geri olmadığının farkına vararak mutmain bir kalple istirahata çekilir.
Amirler istirahatlarına çekilse bile alemleri düşünmede alimlerin çalışma ortamı yeni başlar. Ortalıkta el ayak çekildiğinde uyanık olan onlardır.  Çünkü; Sultanların en büyük yardımcıları olup içinde bulundukları toplumları kurttan kuştan koruyan da onlardır. Bunu bilirler de onun için isteseler de uyuyamazlar.
Alemlerin yükü alimlerin üzerinde olma durumu olduğu için alimler teorisyenlerdir. Amirler inandıkları vakit uygulamacılardır.        Bu sorumluluk anlayışı, Kadı Sıraceddin başkanlığında âlimler heyetinin ekipler konusunda alacakları karara son şekli verme durumuyla ilgilidir.
Sultan’ın acele etme gibi bir hissiyatını bu ulema topluluğuna verdiği hissedilmiştir.
-Kadı Sıraceddin:
Her biriniz kendi alanınızda pek yüksek kariyerde ilme sahip muhterem ulema;
Kendi aramızda veya zaman zaman Sultanımızın da katılmasıyla akli ve nakli ilimler konusunda Ashab-ı Kehf hakkında nakli bilgileri tartıştık. İmdi iddia edilen yerleri, bizlere kadar ulaşa gelmiş bilgilerimizin ışığında ekipler oluşturarak, bugünden tezi yok, tespit edilen yerlere vararak saha çalışması yapmamız lazım.
Tamamen tarafsız ve önyargısız yapacağınız çalışmayı en kısa zamanda oluşturulacak komisyona, sözlü ve yazılı olarak sunmanızı murat ediyoruz.
Her komisyon en az üç kişiden oluşacak.   Ekip temsilcilerini biz tayin edeceğiz. Her ekibe baş olacak olan sorumlu arkadaşımız kendi ekibini kurmakta serbesttir. Yalnız makama isimleri bildirilecektir.
Buna göre, üç adet ekip temsilcisini seçmiş bulunmaktayız. Bir de, merkez kadısı olacak zat-ı alim ve üstat Bahaettin Veled’le beraber sevgili Sultanımızın da iştirak edebileceği ekiple toplam dört parça halinde vazife yapmaya şu an itibariyle resmi olarak el atmış bulunmaktayız.
Birinci ekibe başkanlık edecek arkadaşımız büyük alim, mutasavvıf İbn-ül Arabi Hazretleridir. Kendilerinin çalışma sahası Meryem Ana coğrafyası olarak ün salmış bir bölge olan Efes’dir.
İkinci bölge ise asırlardır birçok beyliklere konaklık etmiş, değişik uygarlıklar görmüş olarak karşımıza çıkan Kral Yolu üzerinde yer tutmuş olan, Türklerin sonradan Yarpuz dedikleri,  Bizans’ın Arabius, Arapların ise Efsus dedikleri bizim Maraş Emirliğindeki yerdir.
Burası için de Şeyhülislam Efendi Sadettin Konevi’yi ekip başı olarak görevlendirdik.
Üçüncü yer ise Tarsus’tur.
Burası için payitahta yakın olması hasabiyle ekip başılığa müsait kıymetli alimlerimiz varsa da, Sultanımızın da iştirak etme durumunu göz ardı etmeden tayin edemiyoruz.
Büyük ihtimal yakınlığı dolayısıyla, onca işi de olsa Sultanımız, bir av merasimine gitmiş gibi düşünerek Devlet işlerini sırf bu iş için askıya alabilir. Emirleri olursa ben dahi bu ekiple Tarsus’a giderek yerinde inceleme imkânına sahip olurum inşallah. Şu an itibariyle görev ve ekipleri belli olanlar sefere çıkabilirler. Haydi Allah işinizi rast getirsin.
Yalnız bir temennim olacak. Şu an itibariyle geceleri serinledi. Hasta sayrı olmayasınız. Sizlere verdiğimiz nağmelerle her türlü zorlukları aşabilirsiniz. Havalar iyice soğumadan kışa kıyamete tutulmadan buraya sağlıklı bir şekilde avdet edesiniz.
Bilmiş olunuz ki yerinde yapacak olacağınız müşahedeler bizi ve sultanımızı şimdiden heyecanlandırmaktadır.
***
Bu arada Kayseri Emiri Karatay’ın Sultana özel habercisi saraya ulaşır.
Emir Karatay’dan Halife’nin elçisi El-Zuhreverdi Hazretlerinin, kendisinin almış olduğu yol güvenliği muvacehesinde Kayseri’den Konya’ya doğru yola çıktığı haberini ulaştırır.
Artık “Sultan-ül Alem” sıfatını alan Sultan Alaaddin, Tarsus ekibine başkanlık edecek yolculuk hazırlığına başlamıştı ki, gelen haber üzere, bu yolculuk Müslümanların Halifesinin elçisini karşılama hazırlığına dönüşmesine vesile olur.
Emirlerine başta olmak üzere ulema ve yakın bürokratlarına, yaklaşan misafirin karşılanması konusunda bizzat karşılama heyetinin başına kendisi de geçerek yola koyulur.        Abbasi Halifesi Nasır Nidinullah’ın elçisi Zühreverdi, Konya’ya yakın bir yerde Sultan Alaaddin tarafından karşılanır.
Sultanla elçinin karşılaşmasında, Sultan nezdinde bir olağanüstülük yaşanır.
Etraftaki Devlet erkanının anlayamadıkları, o an için anlam veremedikleri ve alışık olmadıkları bir davranış biçimine şahit olurlar.
Bazıları bu davranışı Sultanın dini bütünlüğüne, Müslümanların Halifesine verilen manevi bir değer olarak yorumlar.
Sultan Alaaddin: Elçi Zühreverdi’yi görür görmez;
-Siz... Siz... O’sunuz!.
Aman Allah’ım!
Bu ne haldir Yarab’bim?
Bir Yemlihan’la, bir de bu mübarek kulunun himmetiyle beni koruyorsun.
Rahman ve Rahim sıfatınla beni hep kolladın, sıkıntılı olduğumda hep yardım ettin. Üstelik bu tavassutlarını Allah’ım, nankör olmasın deyu gözüme gözüme sürdün.
Sana bin şükür Allah’ım. Aradan yıllar geçti, Malatya Kalesinde tutsaklığımın son gecesinde manamda ayaklarımdaki bukağını çözerek beni bir katıra bindiren;
“Çilen, kurtuluşun Ömer Muhammed El-Sühreverdi’den Alaaddin’e bir himmettir.”
Diyerek tarafından ikinci defa müjdelendim.
“El-Sühreverdi sizsiniz öyle mi?
Verin elinizi Sultanım, öpeyim.”
Diyerek ikinci defa elçiye çok özel davranışta bulunması, duruma şahit olan iki tarafın bürokratları tarafından olayın iç yüzü bilinmediği için yadırganır.
Halifenin elçisi olduğu için Sultan Alaaddin’in, Halifeye hürmeten elçinin atının üzengisini öpmesi tabii ve hoş karşılanabilirdi.
Ama her hafta sadarette huzura çıkan onlarca elçi, Sultanın on metre yakınına bile sokulamazken, bu elçinin Halife adına bulunması,  atının üzengisinin öpülmesine gerekçe teşkil edilebiliyor oluşu, üstelik onca mesafede bütün Devlet erkanıyla karşılanması, Halifenin ne muazzam bir güce sahip olduğunu ifade ediyordu.
Bu durum Sultan Alaaddin’in çok üzerinde olma algılamasını geliştirmiştir. Şahitler nezdinde ise çoğunun başlangıçta hiç anlam veremediği el öpme durumu... Neyin nesi dercesine soru işaretleri, cevabını sonra da bulacak bir muammaya dönüşür.
Nice sonra duruma muttali olan Devlet erkanı ile Ulema sınıfı, Elçi Sühreverdi Hazretlerinin büyük bir Allah dostu ve onun Evliya kulu olduğunu anladı.
Sultanla arasında geçen çok samimi ilişkinin sebebi mucibince kısa sürede saygınlığı arttı da arttı.
Bahaeddin Veled başta olmak üzere diğer Ulema ve Ahiler ile Emir’lerden bile bazıları kaldığı sarayda ziyaret ederek üstada bağlılıklarını bildirenler oldu.
Tasavvufta “el” alma, anlamı itibariyle yaşandı.  Bürokrat ve Ulema’dan manevi bağlılık sunuldu.
El-Sühreverdi Konya’da kaldığı müddetçe Sultanın sarayında ağırlandı. Halifenin gönderdiği hilatı ve sarığı Sultana bizzat kendisi giydirdi.
Sultan da ona hediyeler takdim etti. Ayrıca Halifelik makamının adedi gereği, bir değnek ile halk huzurunda Sultanın sırtına dört defa vurdu.
Takiben Halife tarafından gönderilen ve nalları altından ve çok kaliteli bir eğeri olan atı huzura getirterek Sultana takdim etti.
Sultan Alaaddin de atın üzengisini öperek ata bindi ve El-Sühreverd’i ile halk arasında dolaştı.
Elçi El-Sühreverdi gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra, gerek Sultan Alaaddin nezdinde,  gerekse tüm Konya nezdinde çok iyi intibalar bırakarak, kendisine bağlılık sözü veren Emir Karatay gözetiminde Konya’yı terk etti.
            Sultan-ül Alem Alaaddin, El-Sühreverdi’nin kendisiyle ilgili himmetini üstadı Bahaeddin Veled ile geç vakte kadar yer divanında değerlendirdi.        Bahaeddin Veled “Bizim himmetimizi unutmuşa benziyorsunuz Sultanım” diyerek latife yapmak istedi.   
Sultan Alaaddin;
-“Hay sen çok yaşayasın üstadım, efendim! Sizin Yassı Çemen Savaşından önce Harzemlerin ordusuna tebdili kıyafetle sızarak Sultanları ile satranç bile oynadığımız gece istirahata çekilmişken, Sultan tarafından şüphelenilerek bizi ortadan kaldırma planını, hafif sızmışken mütemadiyen;
“Kalk Alaaddin tehlikedesin, hemen kaçın oradan” uyarısıyla canımızı kurtardığımızı unutabilir miyim hiç... Keramet gösterdiniz efendim. Aslında zatialim yalnız Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha tarafından değil, sizlerin ve Sühreverdi Hazretleri gibi birçok Allah’ın Evliya kulları tarafından korunduğumun farkındayım.
Eğer Harzem Ordusuna yaptığımız sızmada o tehlikeyi himmetinizle aşamamış olsaydım bugün ne ben ne de siz efendimiz en azından şu anki saadeti yaşayamazdık. Kerametiniz başta zat-ı alime, sonrada Yassı Çemen savaşını kazanmakla Devletime çok büyük hizmet kazandırmaya vesile oldu. Bir düşünün efendim;
“Moğollar denilen afete karşı bile kök söktüren Harzemşahları sizler gibi gönül adamlarının himmeti sayesinde perişan ettik Elhamdülillah.”
Bahaeddin Veled;
-“Sultanım; doğru söylersiniz. Maneviyat Sultanları ile iktidar Sultanlarının işbirliği ile yeryüzünde yapılamayacak, aşılamayacak hiçbir şey yoktur, dersem abartmış olmam herhalde.
Ne zamanki iktidar sahipleri bize sırtını döner veya daha da ileri giderek incitirse, işte o iktidar sahipleri o zaman korkmalıdırlar.
Çünkü Allah-u Teala;
“Evliyama savaş açana, savaş açarım. Onu inciteni incitirim” demektedir. Güzel olan nedir biliyor musun? Siz halkının Sultan-ül Alem dedikleri Sultan Alaaddin; Siz... Siz işin farkındasınız. Ve dahi işin püf noktasını yakalamış görünüyorsunuz. Sizin sırtınız onun için kolay kolay yere gelmez.
İstikametiniz doğru olduğu müddetçe daha çoook Harzem Ordusuna sızmanız anındaki tehlikeden, Malatya Kalesindeki Sühreverdi Hazretlerinin kerametinde olduğu gibi kutlu işaretten ve dahası Bizans’ta boğazın akıntılarına kapılıp sürüklenirken Ashab-ı Yemin’in oğlu Yemliha’nın yardımları gibi olağanüstü hallerle karşılaşırsın. Yeter ki Sultanım kafanızda Evliya tiplemesini, yani Evliyanın haya sahibi olduğunu kitap ve sünnetin dışına çıkmadıklarını, şefkat ve merhametli ve cömert oldukları, iktidar sahiplerine sürekli nasihat ettiklerini, kendilerinden bir günah sadır olunca vakit geçirmeden tövbe ettiklerini, çok istiğfar ve şükür ettiklerini, Allah-ü Teala’dan korktuklarını, ahiret hususunda korku ve elem içinde olduklarını, lüzumsuz ve kötü sözden sakındıklarını, sevdiklerini Allah için kızdıklarına da Allah için katlandıklarını, tevekkül üzere sabredip, emr-i mağruf ve nehy-i münker ettiklerini ve insanlarla iyi geçindikleri kanaati sağlam olsun.
Bahaeddin Veled devamla;
"İmdi yarın bir yolculuğa çıkılacaktır. Yolculuk esnasında kendinden başka reis olacak varsa reis olmamalıdır. Şuraya inelim, buraya konalım diye emir ve işaret etmemelidir.
Sükût etmeye, iyi arkadaşlığa, kardeşleri ve dostları ve yoldaşları için faydası çok olan işler yapmaya devam etmelidir.
Yolculuk esnasında dedikodudan sakınılmalı. Yırtıcı hayvanların bulunabilecekleri yerlere ve yol üstüne konaklanmamalıdır.
En güzel yolculuk kötü sıfatlardan kurtulmak, iyi ahlak ve nefsin arzu ve isteklerinden kurtulup,  Alla-ü Teala’nın rızasını kazanmak için olan yolculuktur.
Sizler bu gaye ile bu yolculuğa çıkmaktasınız.  Kefilim...
Yolculukta her hususta arkadaşları ile güzel geçinmeli, onları güzel idare etmeli, darılma, inat etme, münakaşa etmeyi terk edip, yakınında bulunanlara hizmet edilmelidir. Zaruret olmadan, bir başkasına hizmet ettirilmemelidir. Bu sözlerim umulur ki kulaklara küpe olsun.    Niyetiniz hayırsa, sonucu da hayır olur inşallah” diyerek yer divanından kalkılır. Mecliste bulunanlar adabına uygun davranışla divanı terk ederler.




7.BÖLÜM

Çünkü; İznik konsülünden kabul edilmeyen “Barnaba İncili” olarak bilinen İncil de sizin Peygamberinizden,  gelecek olan son Peygamber olarak zaten bahsediliyor. Bu bilgiye Kral da olsa insan öyle kolay kolay ulaşamıyor. İnsanın tam da bu noktada önünü kesiveriyorlar.

Sizler çok şanslı olmalısınız. Onun yüzünü görmek, beraber acı ve tatlı anında yanında olmak, getirdiği ilkelere iman ederek yaşamak çok güzel bir şey olsa gerek. Siz de söyleyin Devlet başkanınıza ki; Ben Bizans İmparatoru olarak son peygamber dediğiniz Muhammed’e inandım ve iman ettim. Ancak takdir ederler ki, bu inanç benim için en mahrem inanç olarak içimde kalacaktır. İlan etmem mümkün değildir.



Bölüm-7
Sadreddin Konevi ve İbnül Arabi’nin başkanlığını yaptıkları heyet, sadaretten ayrılalı uzun bir zaman olmuştur.
Tarsus heyetine Sultanın katılma ihtimali Devlet işlerinin uzaması ve özellikle de Halife Elçisi Şeyh Sühreverdi’nin zamansız ziyaretleri sonunda gecikmiştir.
Öyle bile olsa bu heyeti oluşturan zevat kendilerinden emin;
“Bizim gideceğimiz yer Tarsus’tur. Diğer ekipler, kendi bölgelerine varana kadar, biz vazifemizi yaparak dönmüş oluruz. Üstelik Sultanımızın da bize refakat etmesi, daha az zaman kaybetmeden onlardan çok erken dönebilme şansımız var” gibi kendi aralarında konuşmaları rahat olmalarına işarettir.
En uzun ve meşakkatli yer Efsus’tur. Konevi, küçük ve etkili grubuyla çoktan Maraş Emiri Nasriddun Hasan’a ulaşmıştır.
Nasriddun Hasan, baba Sultanın ölümünden sonra tahta geçecek kişiyi belirleyen divanda olması ve ısrarla kendi reyi doğrultusunda oluşacak iradeye etki ederek ağabeyi İzzeddin’in Sultan olmasında rolü olan emirdir.
Alaaddin’in Sultanlığında sırf oynadığı bu rolünden dolayı emirliğinden olmamış ama merkezle de arası pek iyi görünmüyordu.
Onun için çok temkinli ve ürkekti. Merkezden gelen her ne talep olursa olsun yerine getirme noktasında canhıraş gayret eder, işlerin olumlu yürümesini sağlardı.
Ola ki, Sultan, ağabeyi tarafına irade buyurmasını bahane ederek kendi geleceğini karartmasın deyu işini en iyi yapan Emir olabilmek için kendini göstermekteydi.
Sadreddin Konevi gibi yüksek ulemadan olan, üstelik Sultan’a çok yakınlığı ile bilinen birinin kendi uhdesinde bulunan emirliği ulvi bir gaye ile ziyaret etmesini, bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirir.
Nasirüddin Hasan Emir olarak Konevi ekibine bizzat refakat eder.
Efsus, Maraş Emirliğine bağlı bir yerleşim yerinin adı olup, o günün şartlarında üç günlük bir mesafededir.
Eshab-ı Kehf ile ilgili bilge kişiler de kafileye katılarak Efsus’a varılır. Hizmet sınıfını oluşturan öncü kafile Emir ve ekibi varmadan,  gerekli konaklama işleri gibi rahat etmelerini ve rahat çalışmalarını sağlayacak teşkilatı kurarlar.         Kafileyi oluşturan heyet kendilerine tahsis edilen mekanlarda dinlendikten sonra, ilim meclisi toplanır.
Efsus’taki mağaranın mekan olarak ellerindeki bilgiye uyup uymadığı, bahsi olunan Kehf suresindeki metinlere uygunluğu ve uygunsuzluğu tartışılarak ortak aklın ürünleri yazılı metine geçirilir.
Güneşin doğuşu ve batışı arasında mağara girişinin pozisyonu gözlenir. Güneşin doğuşunu gözlemlemek için birden çok gecelerin uykusuz geçirildiği vakıadır. Sonra batışındaki geometrik sapmaların Ayetlere uygunluğu müteala edilir günlerce.
Mağaranın içi ve dışı, etrafta yaşayan insanlara göre Ashab-ı Kehf nedir ne değildir, rapor edilir.
Efsus kasabası ve civar köylerde, özellikle daha büyük yerleşim bölgesi olan Elbistan’da bu mağara ile ilgili ulaşılması gereken bütün bilgileri edindikten sonra raporunu tamamlayan Konevi,  Emir Nasirüddin Hasan ve haziruna dönerek;
-“Üç dört gün oldu ki, Efsus ve civarında gezinmekteyiz. Araştırmamız şu mağara merkezli yaşanmış ve kutsal kitabımıza bizzat geçmiş Kehf suresinin dokuz ile yirmi altıncı ayetinde hikayesi anlatılan olaydır.
Geldik gördük ki, meğer yalnız Sultanımız -Allah uzun ömür versin- Alaaddin değil, ağabeyi Sultan İzzeddin Rahmetullahın da ilgisi varmış buraya. Baksanıza bizden daha erken davranarak bu bölgeyi inceletmiş ve gereken bayındır işlerini de yaptırmış.  Allah ondan razı olsun.
Kimin olduğunu bilmediğim bir hikayeyi tam da sırası bilerek bütün hazirun buradayken anlatmak aklıma geldi.
Şöyle ki;
Akıllı bir ihtiyar dünyadan elini eteğini çekmiş, dağdaki bir mağaraya sığınmıştı. O karanlık yerde sabredip kanaat içinde yaşıyordu. Bu zat görünüşte insan, ama hal ve hareketinde melek huylu bir kimseydi.
Ancak bu ihtiyarın bulunduğu şehirde zalim bir emir bulunuyordu. Bu emir, en çok zayıflara ve acizlere eziyet ediyordu. Onun kötü şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkede yaşayanlar gece gündüz demeden kendisine beddua yağdırıyor ve lanet okuyorlardı.
Zalim Emir, bir taraftan da bu mağaradaki ihtiyarı ziyaret ederek bağlılığını bildirmekten geri kalmazdı. Lakin o Allah dostu ihtiyar, kendisine yüz vermezdi.
Bir defasında göz göze geldiklerinde ona;
“Ey mübarek zat, beni gördükçe ardını dönüyor, gözünü kaçırıyor, yüzünü ekşitiyorsun. Oysa bilirsin ki ben sana muhabbet duyup, seni sevdiğim için hep ziyaretine gelirim. Ancak bana şu düşmanlığının sebebini anlayamadım. Sebebi nedir?
Senden beni herkesten üstün tutmanı, bana hürmet etmeni istemiyorum. Fakat herkese nasıl davranıyorsan bana da aynı davranışı göstermeni bekliyorum” der.
Allah dostu ihtiyar, bu sözler üzerine öfkelenerek;
-“Ey bu toprakların hakimi, bu zavallı halk senin yüzünden perişan oldu. Sayende zulmün bini bir parça olsa da ben onları seviyorum. Sen benim sevdiklerime zulüm ediyor, onları sevmiyorsun. Bu yüzden senin beni sevdiğine inanmıyorum.  Beni seven sevdiklerimi de sever.
Gelip muhabbetle benim elimi öpeceğine git benim sevdiklerimin gönlünü al ve onları sev.
Bu durumda ben seni yaptıklarından ötürü sevmediğim halde, nasıl sevdiğimi söylerim” der.
Konevi devamla;
-“İmdi Allah’a şükürler olsun ki, şu mağaradaki yiğitlerin sevdiklerini seven onların gönüllerinde Sultan-ül Alem sıfatıyla yerini bulan bir Sultan var Devletimizin başında. O Sultanın sevdiklerini emirleri de,  beyleri de, uleması da ve bizler de severiz elbette. Onun içindir ki geldik,  gördük, araştırdık ve dahi dua ve niyaz ettik.
Gayri bize onların ruhaniyetleri huzurunda müsaade alarak varıp gitmek düşer başkentimiz Konya’ya doğru”
Diyerek, geri yolculuk için tekrar Maraş yolu üzeri değil de Kayseri güzergahı takip edilir. Emir Nasirüddin Hasan’la yolları bu şekilde ayrılmış olur.
***
Efes yolculuğu beklenenden daha kısa sürmüş, heyet sorumlusu büyük Alim İbn-ül Arabi, bahsi geçen mekanı bulmakta zorlanmamış, ancak elindeki temel bilgilerden en az birinin olabilirliği konusunda zorlanmış durumda gerisin geri dönüverme kararını kolayca vermiş, sonraki tevillerden ziyade temel değerlerden uzak bir mekanla karşılaşması karşısında;
“Beyhude geldin ey Arabi” diyerek hayal kırıklığı yaşamış.
Ancak bunca yol teptikten sonra Meryem Ana mekanını görmeden gitmeyelim diyerek İsevilik kültürüne ait diğer sanat eserlerini de ziyaret etmeyi bu ziyaretin kârı olarak değerlendirerek keyif alırlar.
İbn-ül Arabi;
-Bilgisiz kalmak mertebe sahiplerinin rütbelerini düşürür. Makam erbabının da heybet ve büyüklülüğünü giderir.
İlim, Devlet başkanlarının bir uyarıcısı ve koruyucusudur. Zira ilim sahibini, zulümden, hak yemekten alıkor ve yumuşak huylu kılar.
Eziyetten uzaklaştırıp yönetim altındakilere şefkat ve merhamet ettirir. Bu yolda olan kişi ve kurumlar -Bizim gibi eli boş dönse de- bir yerde ‘Boş’ olan bir şeye ulaşmak bile bir iddia olduğu için ilim sayılır.
Günlerdir yoldayız. Gelişimizin ve hatta dönüşümüzün bir tatlı heyecanı vardır. Amma buluşumuzdaki hiçlik pek iç açıcı olmayıp yalnızca bir inanışın yakıştırmasından ibaret oluşu tek hayıflanmamız gereken etken olmalıdır.
Deyip Efes defterini başkent Konya ilimler meclisinde açmak üzere kapatır.
Lâ mevcuda illa huu...
***
Sultan’ın gecikmeli de olsa Tarsus ekibine iştiraki, kafileyi oldukça zenginleştirmiştir. Devlet erkanında güvenlik gereği, küçük askeri birliklerin varlığı, diğer hizmet birimlerini oluşturan personellerle beraber sanki küçük bir ordu birliği görüntüsü oluşturmaktadır.
Kafilede başta Kadı Sıraceddin olmak üzere, büyük alimlerden Necmettin Razi, Edebiyatçı ve Şair Mahmut Tusi, Mimar Sadettin Köpek ve Bahaeddin Veled’in mahdumu, gözü gibi koruyup yetiştirdiği şimdi de yıldızı parladığı varisi, oğlu Celaleddin...
Sultan ile seyahat oldukça imtiyazlı olduğu için Emirler, Melikler ve daha nice kimler yoktu ki?
Başkent’e çok yakın olması, bu şatafatlı ve eğlenceli Tarsus ziyaretinin bir hafta zaman zarfında tamamlanmasına yetmiştir.
Yol boyunca verilen mola esnasında temel ihtiyaçların giderilmesinden sonra yapılan sohbetler ve akabinde ki tartışmalar her şeye değer bulunur.
Böyle bir sohbette Sultan Alaaddin;
-“Yahu bu Kral Yolu dedikleri yol üzerinde miyiz acaba, ne dersiniz?” diye sorar.
Sultan’ın huzurunda düşünmeden atılmak edebe mugayir olduğu için, alim de olsan meclis adabını çiğnemeden ve vücut diliyle verilen işareti almadan ve hatta önceden duruma vakıf olsan bile yorum yapmak olmazdı.
Kadı Sıraceddin şöyle etrafını süzdükten sonra, henüz babasının gölgesinde kalmış ama ilim bakımından şimdiden onu aştığını duyduğu Celaleddin ile göz göze gelir. Gözlerinden aldığı anlamla bu cevaba yatkınlığını anladığı için;
“Buyur genç adam, bu sorunun cevabı senindir” dermişçesine işaretini verir.
İlk defa Sultan huzurunda konuşması gereken Celaleddin, meclis adabı gereği kendini; “Bahaeddin Veled mahdumu Celaleddin Sultanım” diyerek takdimle söze başlar.
Sultan Alaaddin her daim bilgisinden istifade ettiği, tahtının tacının çok üzerinde değer verdiği ulemanın uleması Konya’nın Sultanı, Üstat hazretlerinin oğlu sıfatıyla onun da ilk defa siluetini gördüğü Celaleddin üzerine olumlu bir ön yargıyla gözlerini dikerek vücut diliyle; ‘Uygundur’ devam ediniz dercesine bütün dikkatini ona verir.
Celaleddin;
“Sultanım, çok değişik uygarlıkların kurulduğu bu mekan ile takip ettiğiniz bu yol güzergahı “Kral Yolu” olarak bilinen yol ve mekan değildir. Gezgincilerin ve devletlerarası işler gereği sürekli yolculuk eden habercilerin ve dahi elçilerden bazılarının naklettiklerine göre Kral Yolu olarak bilinen yol Efes’ten başlayıp Kapadokya üzeri Efsus ve Diyarbekir’den Ninova denilen Musul, Bağdat ve Basra arası yol olup taa Persopol’de biter.
Tacirler, tüccarlar ve bilumum ticaret erbabı kafilelerin, genelde kullandığı yoldur.
Konya - Tarsus arasındaki yol da önemli olmasına rağmen yol güzergahında eski ve yeni hanlar, hamamlar ve kervansarayların olmayışı bu yolun ‘Kral Yolu’ olmadığına en önemli işaret teşkil eder. Bu konuda malumatım budur Sultanım” diyerek sükûta geçer.
Kadı Sıraceddin ile göz göze geldiğinde onun memnuniyetini hisseder.
Sultan Alaaddin;
-“Ya öyle mi!
Peki, insanlığı ortaya çıktığı andan itibaren ciddi olarak etkilemiş ve kısa süre sonunda Devlet olmuş yüce dinimizin devletlileri, yani dört Halife devri ve sonrası olan Emevi ve Abbasi’lerin kurduğu devasa devletlerin Bizans ile ve diğer kuzey komşularıyla kurdukları ilişkide kullanılan yol, söylediğiniz  ‘Kral Yolu mu idi?
Ne dersiniz?
Daha somut bilgiler verebilir misiniz?” diye sorar.
Yine vücut diliyle almış olduğu işaretten hareket ile Celaleddin;
-“Efendim, Sultanım;
Yüce dinimizin yayılması esnasında sizin de malumlarınız odur ki kuzeyde iki güçlü Devlet vardı. Biri kuzey doğuda Kısra’ların ülkesi, öbürü ise kuzey batıda Bizans denilen Rum’ların ülkesi.
Kısra’nın ülkesi ile Bizans arasında ticari merkez olarak bilinen yer Bağdat’tır. Kral Yolu da bu güzergahta olmalıdır.
Tarsus çok güneyde kalır. Avasum şehirleri denilen yerleşim yerleri de bu aktif olan yol üzere olmuştur.
Yani Kapadokya’nın güney doğu sınırı... Bu yol taa Hz. Ebubekir’in Bizans’a gönderdiği elçiler tarafından bile kullanılmıştır.”
Sultan Alaaddin;
“Evet, Baha üstadımın oğlu Celaleddin;
Görülen odur ki, babanızın bu konuda da varisi olmaya layık olduğunuzu meclisimize göstermiş bulunmaktasınız.
Bakınız ey Devlet erkanı ve Ulema;
Ben dahi Celaleddin’i yeni keşfetmiş bulunmaktayım. Bundan böyle yer divanında kendisini hep görmek isteriz.
Bu seyahatin bir faydası da birbirimizle kaynaşmamıza ve birbirimizi tanımamıza faydası olmuştur.”
Sultan Alaaddin devam eder;
“Devlet olarak Müslümanların Bizans’la ilk teması Hz. Ebubekir zamanında olmuştur. Hz. Ebubekir’in elçileri demek ki, Kral Yolu’nu takiben Bizans’a ulaşmışlardır.
Hatta denilir ki;
Ebubekir’in elçileri önce Şam’a uğrarmış. O zaman Şam şehri ve etrafı Bizans’ın toprağıdır.
Şam valisi ise tabi olarak İsevilik şeriatına bağlı dindar ve alim bir zat olduğu için Hz. Ebubekir’in elçilerine önem verir.
Elçiler, Kapadokya Eyaletine giriş toprağı olarak bilinen Efsus’a uğrayarak Bizans’a hareket ederler.
Celaleddin’in ilk İslam elçilerinden bahsetmesi, beni ister istemez sizinle paylaşmam gereken bir bilgiyi, üstelik bu elçiler ile Bizans Kralı Heraklius arasında yaşanmış bir olayı anlatmama vesile teşkil etmiş oldu.
Şöyle ki;
Hz. Ebubekir’in elçileri, Bizans Kralı Heraklius’un huzuruna vardıklarında, Heraklius onlara;
“Bugün istirahat ediniz. Yarın sizinle uzun konuşacağım. Bilmiş olunki beni ikna edemezsiniz. Yarından tezi yok defolup gidesiniz. Peygamberlik konusunda çok şarlatanlar çıktı. Sizinde böyle bir şarlatana veya böyle deli saçması birine inanmadığınızı nereden bilebilirim. Onun için yarın sizi imtihan edeceğim. Bilmiş olun” der.
İstenilen gün ve saat gelir. Elçiler huzura alınır. Heraklius;
“Anlatın bakalım? Kim bu Muhammed?” deyince...
Elçiler; Hz. Peygamberimizin doğumundan tutun da Peygamberlik evresi ile gönderildiği şeriatın ilkeleri ve dahi mücadelelerini bir bir anlatırlar.
İşin güzel tarafı, Kral ve avenesi saatler süren anlatmaları hiç sıkılmadan dikkatlice dinlemeleridir.
Elçiler başlangıçta endişeli oldukları halde, ilerleyen dakikalarda anlattıkları karşısında muhataplarının pür dikkat kesilmesi, onlara fevkalade bir rahatlık kazandırır.
Kral Heraklius;
“Şimdi size üç sualim olacak” der.
Bunlardan ikisine vereceğiniz cevaptan sonra ancak üçüncü sorum devreye girecek bilmiş olun. Üçüncüsü soru seklinde değil, bir çeşit gösteri şeklindedir. Resimlerden meydana gelen bir albümdür. İlk iki soruma vereceğiniz cevaptan sonra bu resimler devreye girecektir, ona göre düşünesiniz.
Hazır mısınız?
Birinci sorum;
Hz. İsa Efendimiz de sizin Peygamber dediğiniz insanın çektiği eza ve cefayı çekmiştir. Bu konuda benzerlik var.
Yalnız kendisine sizin “Taif” dediğiniz şehrin insanları tarafından taşla sopayla işkence edilerek şehrin dışında kendini kan revan içinde bulan bu adam, şayet Allah’ın Peygamberi ise neden o şehrin helak olması için dua etmedi?”
Bu sual üzerine, kendileri de sahabe olan elçilerden biri söz alarak;
“Kral Hazretleri;
Benzeri işkencelere tabi olmasına rağmen Hz. İsa Efendimiz neden kendilerine zulmeden insanların helak olması için beddua etmediyse,  aynı sebeplerden dolayıdır ki, bizim Peygamberimiz de beddua etmemiştir.
Üstelik o çok kötü durumdayken, Allah’ın en büyük meleklerinden Cebrail yanına gelerek;
“Ya Muhammed! Allah’ın izniyle talep edersen eğer şu Taif’in etrafındaki dağları birleştirerek bu şehirdeki herkesin bir anda cezasını vereyim” dediğinde, bizim Peygamberimiz ağlayarak bu teklifi reddetmiştir.
Hatta ona, bugün bana zulmeden şu zavallı insanların sülmünden öyle bir nesil oluşması için dua edeceğim ki, o nesil sayesinde İslam’ın bayrağı daha yükseklere taşınmalıdır” dediğini bilmekteyiz.
Kral Heraklius, bu cevap üzerine niyetini değiştirerek, ikinci sorusunu da sormuş kabul eder ve üçüncü soru için ellerini birbirine vurunca, geniş salonun bir kapısından dört kişi tarafından, bir eksen etrafında hareket eden, üzerinde küçük küçük kapıları olan bir sandığı huzura getirtip elçilerin tam önlerine kondurduktan sonra sorar.
-“Önünüzde bulunan sandığın tam yirmi beş adet kapısı var. Her kapı kapalı olup açmak için yirmi beş de anahtarı var.
Bu kapıcıkların içinde her birinden bir tane olmak üzere üzerinde resim olan yirmi beş adet aynı ebatta bez parçaları vardır. Her bir anahtar ile her bir kapıcık açılıp, içindeki resimler size gösterilerek tanıyıp tanımadığınız sorulacaktır. Onun için arkanızı dönün ve uyarıncaya kadar dönmeyin” der.
Görevli tarafından resimlerin biri çıkarılır, işaret üzere elçiler döner ve “Resme bakın” uyarısı üzerine bakarlar.
“Tanıdınız mı?”  diye sorulur.
Elçiler hep bir ağızdan;
“Hayır tanıyamadık” derler.
Bu iş, diğer kapılardan çıkartılan resimler için de aynı sorular ve “Tanımadık” cevabı alınarak devam eder.
Tekrar işaret üzere döndüklerinde;
“Ya bunu tanıdınız mı?” sorusu sorulunca;
Elçiler hep bir ağızdan;
“İşte Efendimiz... Son Peygamber... Allah’ın Resulü... İşte budur” gibi sözler sarf ederek birbirlerine gözyaşları ile sarılırlar.
Heraklius ve meclisinde bulunanlar, bu olay karşısında hayrete düşerler. Bir kısım ulema;
“Bunlar şeytanın uşakları, nereden bilecekler?  Bunlar samimi değil... Bu kadarı da fazla. Kral hazretleri kafayı yedi herhalde. Böyle imtihan olur mu?  Şimdi ne olacak?” gibi güneşi çamurla sıvamaya kalkışacak dedikodular yapadursun Kralın bir işareti ile salon elçiler hariç tamamen boşaltılır.
Kral Heraklius;
“Üçüncü soruma gerek kalmamıştır. Sizin Peygamberinizin güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş, son Peygamber olduğuna ben de iman ettim.
Çünkü;
İznik konsülünden kabul edilmeyen “Barnaba İncili” olarak bilinen İncil de sizin Peygamberinizden, gelecek olan son Peygamber olarak zaten bahsediliyor.
Bu bilgiye Kral da olsa insan öyle kolay kolay ulaşamıyor. İnsanın tam da bu noktada önünü kesiveriyorlar.
Sizler çok şanslı olmalısınız. Onun yüzünü görmek, beraber acı ve tatlı anında yanında olmak, getirdiği ilkelere iman ederek yaşamak çok güzel bir şey olsa gerek.
Siz de söyleyin Devlet başkanınıza ki;
Ben Bizans İmparatoru olarak son Peygamber dediğiniz Muhammed’e inandım ve iman ettim. Ancak takdir ederler ki, bu inanç benim için en mahrem inanç olarak içimde kalacaktır. İlan etmem mümkün değildir.            İsevilik şeriatının en büyük Devleti kabul edilen imparatorluğun kralı olarak onun başında olan zat-ı alim, bu işte alenilik yaparsa tahtı da tacı da kaybederek, içine şeytan girmiş diye benim işimi hemencecik bitirirler bilmiş olasınız.
Sağlıklı bir şekilde ülkemin sınırlarını aşmanıza yardımcı olacağım. Şimdi imtihanı kazanmış bahtiyarlar olarak istirahatınıza çekilebilirisiniz” der.
Elçilerden Ubade, biraz da aceleci bir tavırla;
“İyi de İmparator Hazretleri, yüksek müsaadelerinizle bir sorum olacak. Lütfederek merakımızı giderirseniz, vereceğiniz bilgiyi dönüşümüzde Halife Ebubekir’e nakletmek isteriz.
Şöyle ki;
Bizlerde bile olmayan, üzerine resminin işlendiği o kutsal bez parçalarının akıbeti nedir?
Siz bunu nasıl temin ettiniz?”
Kral Heraklius;
“Sormayacaksınız zannetmiştim. Bize gelen bilgiye göre bu gördüğünüz sandık, imparatorluğumuza taa Hz. Zulkarneyn tarafından intikal etmiş kutsal emanetlerimizdendir.
Bu sandıkta gelmiş geçmiş yirmi beş büyük Peygamberin resmi vardır.
Bu emanetleri biz de gözümüz gibi koruruz ama İsa Mesih Efendimizden sonra gelen şeriat sahibi Peygamberi kıskandığımızdan dolayı bu emaneti pek ifşa etmeyiz. Daha öncesi şudur;
İlk atamız Hz. Adem Peygamber, kendinden sonra insanlığa rehberlik edecek olan Peygamber evlatlarının siluetlerinin dünya gözüyle gösterilmesini Allah-ü Teala’dan samimiyetle talep edince; 
Cebrail melek tarafından bu sandık iner. Adem atamız kendinden sonra gelecek olan bütün rehberlik edecek evlatlarını bu şekilde görmüş ve tanımış olur.
Olay odur ki bu emanetler, bir başka Peygamber olan Zülkarneyn’e, ondan da imparatorluğumuza intikal eder. Bu resimlerin hikayesi budur” der.
Ve elçiler büyük bir kalp huzur içinde istirahata çekilirler. Sonra da çok kıymetli hediye ve iltifatların olduğu mektupla Peygamber-i Ekber’in kutsal coğrafyasına yelken açarlar.
Bu anlatılan hikaye üzerine Sultan Alaaddin,  biraz gevşemiş görüntüsü oluşan meclisin kendine gelmesini;
“İmdi toparlanma zamanı, haydin arkadaşlar. Biz de kendi kutsal mekanımıza”
Hitabıyla tekrar disiplini sağlamış olur.


8.BÖLÜM

İbn-ul Arabi,

-Sultanım; 

“Bir olayın meydana gelmesinden sonra savunma tedbiri alana akıllı denmez. Asıl akıllı kişi olay meydana gelmeden çare ve çözüm   arayandır. Ayakta kalmak ve ileriye sağlam bakabilmek için en önce ordunuz güçlü olacaktır. Ordunun cesareti de hamle ve hücumla orantılıdır. Devlet başkanlarının cesaretinin meyvesi ise sebat ve kararlılıktır. Başkanlar kutup gibi sabit ve kararlı olduktan sonra askerler tek tek de olsa onu korumaya çalışırlar. Dışa karşı tıpkı şu divanda olduğu gibi birlik ve dirlik üzere yek vücut olmuş bir kararlı yapı, herkesin cesaretini kırar, bilinmiş ola”…



Bölüm-8
Efsus ve Efes’e giden heyetlerden önce Tarsus Heyeti görevini tamamlayarak payitahtın merkezi Konya’ya varır.
Hafta ortası ve birkaç günlük gecikmeyle de diğer ekibin gelmesiyle vuslat gerçekleşmiş olur.
Sultan Alaaddin, taa Şehzadeliği döneminde kendini akıntıdan çekip alan, daha sonraları da manasına girerek merakını gideren “Ashab-ı Yemin”in oğlu Yemliha’nın “Sen devlet olacaksın, o zaman gelince hizmet olarak bize dönersin” babında sözlerini hatırlayarak aceleci davranır.
Kadı Sıraceddin’le istişare ederek büyük günün tespitini yaparlar.
Öyle ki, her grubun gözlediği, dinlediği, yazılı ve sözlü kaynaklardan oluşan raporların daha önceden teslim edilerek sözcüler divanında da her sözcü kendi raporu doğrultusunda görüş bildirsin ki ortak bir kanaate varıla...
Sultan’ın sözünün yerine getirilmesi bir yana aynı zamanda ilmi ve dini bir hizmet edilmiş ola...
Sultan Alaaddin:
-Kadı Efendi; 
Divana Emirlerimle Meliklerim de iştirak etsin.
Malumumuz odur ki, devletimizin bekasıyla ilgili bir başka tehlike şu günlerde kendini göstermektedir.
Duydum ki doğu komşumuz Ögedey Han, yani Moğol afeti “Ekine girmiş it” gibi burunları yukarıda olup, yakın gelecekte bizden birtakım ağır taleplerde bulunabilirler. Bu durum dahi divanda Ulema meclisinde tartışılsın isterim.      
Bilmeliyiz ki “Su uyur düşman uyumaz.” Bunu dahi gündeme alına...
Büyük divan Sultan’ın başkanlığında açılır. Sağ ve sol tarafta Melik ve Emirler, karşıda Bahaeddin Veled, gayet rahat ve vakur. Hemen sağında Efsus heyeti, başlarında Şeyhülislam Sadreddin Konevi, solunda Efes heyeti, başlarında büyük alim, vahdeti vücut nazariyesi düşünce boyutu savunucusu İbn-ül Arabi ve Sultanın hemen önünde Kadı Sıraceddin ile birinci halka oluşur.
İlbaşları ve esnaf önderleri yani Ahilerden bir grup ile bazı ayanlar ikinci halkayı oluşturur.
Kadı Sıraceddin, haziruna isimleriyle seslenerek hoş geldin dedikten sonra;
“Sultanım açılış konuşması için himmet ediniz” der.
-Sultan Alaaddin:
Emirlerim, beylerim, ilbaşlarım ve dahi çok muhterem ilim heyeti;
Biz yöneticiler için her daim ışık olmuş, bizleri hep terbiye etmeye ve yol göstermeye kendilerini adamış muhterem ilim heyeti, şu an bu divanda aciliyetine binaen iki hususu görüşmemiz gerekiyor.
Milletimizin mukadderatını etkileyecek bir kararın ön hazırlığını tartışarak belirlememiz lazım.
İlki, Devletimizin bekası içindir. İkincisi ise bunca gündür ekipler halinde bir kutsal mekanın tespiti için verilen emek ve gayretin ortaya konularak üzerinde ortak bir kanaat oluşturmaktır.
Devletimizin bekasından kastımız odur ki; ülkemizin doğu sınırında kilitlenmiş harekete geçmesi an meselesi olan Moğol tehlikesidir.
İmdi hiçbir zaman düşmanını hor görmeden, bugünkü durumunu hep öyle olacakmış gibi değerlendirmeden, gereği hususunda bilgi ve görüşlerinize başvuracağım.
Siyasi sorumluluk taşıyanların endişesi yüksek olmalıdır. Attığı her adımı hesap ederek atmalıdır.  Evet Muhterem hazirun:
Bu işler hesap kitap işidir desek de zaman zaman duygularımızla da hareket etmiyor değiliz.
İtiraf etmeliyim ki; şu an için uyumuş görünen, ancak kolladıkları fırsatın oluşması halinde tepemize binmeyi hesap edebilme ihtimali yüksek olan Moğollara bu fırsatı benim sorumluluğumdaki Selçuklu Devleti verdi.
İnanç ve ihlas bakımından örtüştüğümüz Harzemşahlarla savaşmamızın anlamı yoktu. Yassı Çemen’de galip geldik diye sevinmenin arkasını göremeyecek kadar duygusal bir durum olduğunu bugün itibariyle anlamış durumdayım.
Emirlerim, Alimlerim;
Moğolları bu coğrafyada en fazla uğraştıran bir büyük güçtü Harzemşahlar. Onlarla savaşıp zayıflayan güçlerimizin yerine birleşmiş olsaydık, Moğolların tarih sahnesinde yıldızlarını söndürmüş olurduk. Bundan eminim. Evet, bu aklın yoluydu ama kullanamadık onu. Bugünkü bu tehlike belki de ilahi bir tasarruftur. Onu bilemeyiz. Yalnız biz zaferle değil, seferle yükümlüyüz. Sefer hazırlığı bizim tedbirimiz ola. Ondan sonra zafere layık olmuşsak dua edelim de verile... Onun için tedbir ne ola sizleri dinlemek isterim.
Buyurun.
Bahaeddin Veled söz alarak,
-Sultanım;
“Mülk ile Din iki kardeştir. Biri olmazsa diğeri de bulunmaz. Din temeldir. Mülk muhafızdır. Yani koruyucudur. Temeli olmayan bir bina elbette yıkılır. Gözcüsü olmayan bir değer elbette kaybolur. Dini olmayan kişinin Devleti, kardan adam gibi, her ne kadar talan ve yağma etse de erir gider. Geriye bir medeniyet bırakmaz.
Onun için derim ki;
Bu Moğol Devleti dinsiz olduğundan tedbir alınmazsa ülkemize halde ve gelecekte zararlı olabilir. Bunlara karşı ordu gücünden ziyade beyin gücünü, yani siyaseti konuşturmak lazım...”
Der ve susar.
Kısa bir sessizlikten sonra, davudi bir ses tonuyla;
İbn-ul Arabi,
-Sultanım;
“Bir olayın meydana gelmesinden sonra savunma tedbiri alana akıllı denmez. Asıl akıllı kişi olay meydana gelmeden çare ve çözüm arayandır. Ayakta kalmak ve ileriye sağlam bakabilmek için en önce ordunuz güçlü olacaktır. Ordunun cesareti de, hamle ve hücumla orantılıdır. Devlet başkanlarının cesaretinin meyvesi ise sebat ve kararlılıktır.
Başkanlar kutup gibi sabit ve kararlı olduktan sonra askerler tek tek de olsa onu korumaya çalışırlar. Dışa karşı tıpkı şu divanda olduğu gibi birlik ve dirlik üzere yekvücut olmuş bir kararlı yapı, herkesin cesaretini kırar, bilinmiş ola...”
Genç Şeyhülislam,
Sadrettin Konevi;     
“Sultanımıza ve onun şahsında bütün meclisimizi şereflendiren yönetici, Ulema ve kanaat önderlerine sevgi ve saygılarımı arz ederek bu konuda birkaç sözde ben etmek istiyorum efendim.
-Denilmiştir ki;
Cahil her şeye gözleriyle bakar. Aklı başında olan ise kalbiyle bakar. Yani cahil her şeyi dıştan görebildiği kadar görür. Akıllı kişi ise düşünür. Muhakeme eder, dışı ve içi beraber görür. En zayıf görüş hemen akla ve kalbe doğuveren görüştür. En değerli görüş ise akla ve kalbe doğduktan sonra üzerinde çeşitli inceleme ve yorumlar yapılarak şüpheden uzak bilgi ile güçlendirilen görüştür.
Özet olarak demem odur ki;
Moğol tehlikesi karşısında günlerce tartışıp doğru bilgiler ışığında öncelikle barış yollarını kapatmadan çareler aramalıyız.
Divan üyeleri Kadı’nın düşüncelerini merak etmekte iken,
Kadı Sıraceddin:
-Efendimiz, Sultanımız;
Umulur ki, bilge kişilerin düşündükleri yol isabetli olsun. Şunun şurasında istişare ediyoruz. Devlet yetkililerine fikren katkı sağlamış oluyoruz.
İşlerin iç yüzünü bilen kişilerle istişare edip, sonunda meydana çıkan ortak görüşe uymak,  şahsi görüşü olana da olmayana da lazım olur.
Ortak aklın ürünü olan çareyi, Devlet başkanı geciktirmeden zamanında uygulamalıdır. Ancak acele edilmemelidir. Felaket zamanında sebat göstermek, tecrübeli kişilerin sığınağıdır. Yani sabır, sebat ve tahammül sayesinde kişiler olayların zararlı etkilerinden kurtulur.
Sultan Alaaddin:
-Aklı başında, aklını iyi kullanarak ufkumuzu açan divan üyelerince bir daha üzerinde düşünülerek iyice tespiti yapılmıştır ki;
Devlet olarak bütün sosyal örgütlerle birlik ve dirlik içinde, ordumuzu caydırıcı güç olarak her daim canlı tutup, dış tehdit ve tehlike karşısında daima bütün barış yollarını sonuna kadar her zaman olduğu gibi bu tehlike karşısında da zorlamalıyız.
Bu beyanlarınızı ortak aklın ürünü olarak ben de kabul ediyorum. Sizler doğru düşünür, doğru ifade edersiniz. Bilirim. Hiçbir Devlet, “Ahsen-i takvim” üzere yaratılmış insandan daha kutsal veya daha üstün Devlet değildir. Bu da böyle biline...
Tedbirimiz en başta bu ola...
Takdir nedir bilemeyiz. O, ona ait bir tasarruftur.
Görüş belirten ve belirtmeyen herkesten Allah razı olsun.
İmdi sanırım esas tartışılacak konuya geçmeden kısa bir süre mola verebiliriz.


9.BÖLÜM


Derken Üstad Bahaeddin Veled; Bilginin anahtarı soru sormaktır. İnsan hem kendine hem de çevresindekilere sorular sorar. İnsana soru sorduran şey bir yönüyle merak ve bir yönüyle de öğrenme arzusudur. Bilimin varlık sebebi olan soru sorma, insan ilişkilerinin özünde de hep var olmuştur. İnsanlar soru sorarak birbirlerinden bir şeyler öğrenirler. Böylece ortak üretilen bilgiden faydalanırlar. İnsanlar arasındaki iletişimin bir nevini teşkil eden soru sormanın, diğer beşeri ilişkilerden olduğu gibi kendine göre bir takım adap ve usulü vardır. Bunların şekli, temasın türüne göre değişse de şu iki temel şart her zaman gözetilmelidir. Bunlardan ilki; Bilene sormak, diğeri de gereksiz soru sormamak. Enbiya suresinde; “Bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun” buyrulması, insanların hem bilmediklerini sormasını hem de bunları bilenlere sormasını hedef göstermektedir. Soru sormak; derste, sohbette, sokakta, camide, Selçuklu vakfında kısaca hayatın her alanında söz konusudur. Hangi ortamda olursa olsun soru sorma, ağız dalaşı ve tartışma amaçlı olmamalıdır. İstifade ve anlama amaçlı olmalıdır.




Bölüm-9
Katılımın geniş tutulduğu ilk madde üzerinde görüş birliği sağlandıktan sonra, Sultan için çok önemli olduğu bilinen bir kültür ve inanç olayının yani ikinci maddenin tartışılması için tekrar yer divanına girilir.
Bu defa dizilişler farklıdır. Mola arasında Sultan Alaaddin ile Maneviyat Sultanı Bahaeddin Veled, iştirakçilerin dizilişleri ve vazifeleri konusunda kendilerini bilgilendirdikleri için yerlerini ona göre seçerler.
Yine de Bahaeddin Veled sözlü olarak ortaya çıkan bu değişiklik hakkında yer divanına katılanları bilgilendirmek için ilk sözü alır.
Bahaeddin  Veled;
-“Şu an itibariyle ilmi bir münazaraya başlamak üzereyiz. Malumunuz odur ki;         Uzunca bir seyahat yapılarak Efes, Tarsus ve Efsus’da olduğu iddia edilen Ashab-ı Kehf Mağarası hakkında ciddi incelemeler yapan ekipler, vazifelerini yaparak sağ salim dönmüşlerdir.
Ve şu an için huzurunuzdadırlar. Kendilerine sırasıyla söz verilecek ve her sözcü kendi bilgi ve tespitlerini ortaya koyacak. Ancak ortaya konulacak bilgiler ışığında bir değerlendirme ekibini şayet Sultanımız da uygun görürlerse takdim etmek isterim.
Efes ekibi başkanı Muhiddin İbn-ül Arabi,  Efsus ekibi başkanı genç bilim adamı Sadrettin Konevi ve Tarsus ekibi adına da Kadı Efendi uygundur. Sultanımızla beraber bu fakiri de sayarsanız değerlendirme komisyonu olarak sayımız beş olur.
Bu arada Efes hakkındaki araştırmayı İbn-ül Arabi’ye eşlik eden ve ona vekaleten Abdullah Bağdadi Efendi, Tarsus ekibine bizzat ekipte bulunan mahdumumuz Celaleddin ve Efsus ekibinin edinmiş olduğu intibaları ise Necmeddin Razi Efendi savunacaktır.
Değerlendirme ekibi olarak sözcülerin konuşmaları bittikten sonra ortak kanaati biz susacağız.
Malumunuz; tamamen tarafsız olarak tartışacağımız bu kültürel miras konusu sonraki nesillere bırakılacak önemli bir çalışma olacaktır.
Geçmiş nesillerden bizlere intikal etmiş her türlü maddi ve manevi değerlere kültürel miras denir.
Kültürel miras aynı zamanda hem şu anda yaşayan insanların hem de geçmiş ve gelecek nesillerin katkılarının olduğu ve olacağı, maddi ve manevi değerler bütünüdür.
Buna göre bir kültürel mirası korumak, sadece söz konusu bu mirasa yakın insanları ilgilendiren bir husus değildir. Tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın birçok yerinde çeşitli gerekçelerle, bu mirasların tahrip edildiği görülmektedir. Hele de bu coğrafyada...
İnsanlık, şehirlerin yağmalandığına, kütüphanelerin yakıldığına, külliyelerin tarumar edildiğine defalarca şahit olmuştur.
 Günümüzde de tarihi mekanların maddi amaçlarla çeşitli şekilde ortadan kaldırıldığı veya el değiştirdiği bilinir. Böyle bir durum aynı zamanda insanlığın ortak bir değerinin kaybedilmesi olarak anlaşılmalıdır.
Dinimiz, hem milli benliğimizi temsil eden eserleri, hem de diğer dinlere ve kültürlere ait olan değerleri sağlıklı bir şekilde sonraki kuşaklara bırakılmasını büyük bir sorumluluk olarak görür.
Kültürel mirasın geleceğe nakli aynı zamanda maddi ve manevi nakil demektir. Aynı şekilde dinimiz, yeryüzünü gezerek geçmiş nesillere veya milletlere ait kültürel mirasları müşahede etmeyi, böylelikle onların ilahi adalet karşısındaki durumlarını tam olarak anlayıp, ona göre kendimizin vaziyet almalarını tavsiye etmektedir.
Bu açıdan bakacak olunursa ne Ashab-ı Kehf yiğitleriyle bir kan bağı, ne de ortak yaşanılmış bir tarih vardır. Velakin insanlığın evrensel mirası olduğu için inananlar olarak bizimde mirasımız olarak kabul ederiz.
Çünkü;
Mukaddes kitabımızın Kehf suresinde tam on sekiz ayet bu gençlerden bahsederken biz nasıl kayıtsız kalırız. Sultanımızın bir ömür etkisinde kalacak özel durumu yanında bu coğrafyanın hakimi olarak Devletlü Sultanımızın zaten görevleri dahilindedir.
Konuşması biten Bahaeddin Veled; Efes sözcüsü Abdullah Bağdadi’ye işaret ederek “İmdi söz sizin, buyurun Efendi...” diyerek ardına yaslanır.
Abdullah Bağdadi:
“Sultanımız Efendimizi ve Emirlerini, üst değerlendirme kurulunun çok değerli üstadı muazzam alimlerini ve dahi huzurda bulunan bütün dinleyicileri selamlayarak söze girmek isteriz. Efes’in M.Ö. beş binli yıllara kadar giden bir tarihi var. Bir zamanlar liman kenti imiş. Sonraları ticaret ve sanat icra edilen yer haline gelmiş.
Âlimlerin cumhurunun merakla takip ettiği bu olay, İsevilik şeriatından sonra yaşandığı için,  çok sağlam kaynaklara ayni kültür içinde ulaşılamadı.
Sadece inanç... O kadar...
Tek bir noktada ilişki mütalaa edildi. O da şudur;            Havarilerden Yuhannes tebliğ için Kapadokya’nın Efsus şehrine vardığı zaman içeri alınması için şehrin giriş kapısının dışındaki putlara tazim etmesi istenir.
Bu isteği geri çevirenler, site devleti olan Efsus’a giremeyeceğinden Yuhannes de giremez. Ancak kendisi gibi şehrin dışında bulunanlarca oluşturulan sosyal hayata katılır.
Dakyanus’un yakın çevresindeki bürokratların çocukları zamanla Yuhannes tarafından irşat edildiği açığa çıkınca, Eshab-ı Kehf arkadaşlarıyla vedalaşamadan Efsus’tan ayrıldığı tespit edilmiştir.
Yuhannes farkında olmadan böyle bir olaya sebebiyet verdiğini bir ömür öğrenememiştir. O halde kaynak bakımından daha ileri gitmek mümkün görülmez. Yuhannes’in Efsus’ta ardına bakmadan kaçarak Efes’e geldiği söylenir. Aziz Pavlos ve Meryem Ana ile Efes’de buluşur. Eshab-ı Kehf arkadaşlarıyla ancak böyle bir ilişki kurulur.
Oysa bizim elimizde tapu gibi Kur-an ayetleri var. Ona göre üç yüz dokuz yıl uyutuldukları net olarak ifade edilir.
 İsevilik şeriatı mensuplarınca, yıl olarak yaklaşık yüz yetmiş ile iki yüz yıl uyutulduktan sonra, uyandırıldığı inancı ağır basar. Bu durum dahi Kur-an’la çatışır. Öyle ise birden çok temel işaretlere, Efes’de ve İsevilik kültüründe rastlamak mümkün değildir.
Eğer ki Kur-an olmamış olsaydı bu olay da bu kadar netleşmezdi. Biz de bu kadar iddialı konuşamazdık.
Bizim, Efes ekibi olarak işi en başta kabullenmemiz gerekir.
Zengin bir kültüre gitme şansımız olmadığı zaten bilinmekteydi. Ama bu ziyaret varılacak kanaatin objektif olması açısında gerekliydi. 
Önyargısız olarak iki haftalık yapmış olduğumuz bu yolculuktan daha çok, İsevilik kültürüne ait miraslar görüp inceleme fırsatı bulduk.
Efes’de bahsi geçen bölgeyi inceledik. Yöre halkına göre böyle bir inanış var.
Bu durumun İsevilik şeriatına mensup din adamlarının yörede asırlardır var olmaları gereği, nakli yollarla sözlü olarak yaşaması gayet normaldir.
Efes; antik çağın erken Hıristiyanlık döneminin önemli bir merkezi olarak bilinir. Meryem Ana, Aziz Pavlous ve Havarilerden Yuhannes’in yaşayıp bittiği yerdir. Mezarları dahi o yörede olarak bilinir ve sahiplenilir.
Dolayısıyla sağlam metin olarak değil de, sonraki din adamları tarafında antik çağa ait kabul edilen Ashab-ı Kehf olayını Efes’e mal etme gayretleri olmuştur.
Hz. İsa’nın çarmıha gerilişinden altmış veya altmış beş yıl sonra yaşanmış kabul edilen bu olaydan İncil’in bahsetmesi mümkün değildir.
Çünkü;
İncil nüshaları bu olaydan önce yazılmış ve yayılmıştır. Ne Aziz Pavlous, ne de Yuhannes mağara arkadaşlarından haberdar değildi.
Bu olaydan Kur’an’da bahsedilmektedir. Bizim kitabımızdaki işaretler açısından da incelediğimizde uygunluk bulunamamıştır. Kur’an’daki işarete göre mağaranın kapısı kesin olarak kuzey doğuyu gösterdiği halde Efes’teki yerin kapısı tam olarak doğuya yöneliktir. Sonra mağara olarak bilinen yer ne bir sarp dağın eteğinde ne de yedi kişinin saklanacağı evsafta bir yerdir.
Bu konudaki raporumuzu yazılı olarak da yüce heyetinize sunarak huzurunuzdan hürmetle ayrılırım.”
Efes sözcüsü öyle net ifadede bulundu ki, divan başkanı Bahaeddin Veled Üstadın;
“-Sözcüye sorusu olan var mı?”
Dediğinde başta Sultan ve diğer ulema “Tamam geçelim, bu kadarı bize yeter” dermişcesine merakla bir sonraki ekibin sözcüsünün ilan edilmesine kulak verdiler.
Derken Üstad Bahaeddin Veled;
Bilginin anahtarı soru sormaktır. İnsan hem kendine hem de çevresindekilere sorular sorar. İnsana soru sorduran şey bir yönüyle merak ve bir yönüyle de öğrenme arzusudur.
Bilimin varlık sebebi olan soru sorma, insan ilişkilerinin özünde de hep var olmuştur. İnsanlar soru sorarak birbirlerinden bir şeyler öğrenirler.
Böylece ortak üretilen bilgiden faydalanırlar. İnsanlar arasındaki iletişimin bir nevini teşkil eden soru sormanın, diğer beşeri ilişkilerde olduğu gibi kendine göre bir takım adap ve usulü vardır. Bunların şekli, temasın türüne göre değişse de şu iki temel şart her zaman gözetilmelidir.
Bunlardan ilki; bilene sormak, diğeri de gereksiz soru sormamak.
Enbiya suresinde; “Bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun” buyrulması, insanların hem bilmediklerini sormasını hem de bunları bilenlere sormasını hedef göstermektedir.
Soru sormak; derste, sohbette, sokakta, camide, Selçuklu vakfında kısaca hayatın her alanında söz konusudur. Hangi ortamda olursa olsun soru sorma, ağız dalaşı ve tartışma amaçlı olmamalıdır. İstifade ve anlama amaçlı olmalıdır. Bu bilgileri haziruna aktardıktan sonra;
“İmdi Tarsus heyetinin sözcüsü olarak Celaleddin’i dinleyelim.”
-Buyur evlat söz sizin
Dendiğinde baba-oğul ilişkisi yanında yıldızı parlayan yaman genç Celaleddin’in konuşması merak edilir oldu.
Aslında Celaleddin’in, Konevi’yle akran olmasına rağmen, Konevi’nin bürokraside genç yaşta yer edinmesi, isminin halk ve devlet ricali tarafından daha çok duyulmasına sebep teşkil ediyordu. Öbür taraftan babasının nüfuzu altında olma gibi bir de gönüllülük olduğu için Celaleddin, o gün için hakkı olan şöhretten nispeten geri durumdaydı.
Derece aynı, şöhret ayrıdır.
Bu konuda nice sonraları, Celaleddin’e babasının arkadaşı Kadı Burhnettin’in şöyle söylediği nakledilir.
“Yüce Allah seni babanın derecesine ulaştırsın Celaleddin. Zira hiç kimsenin derecesi ondan üstün değildir. Babanın derecesi bu kadar yüce olmasaydı, Allah seni onun derecesinden üstün kılsın diye dua ederdim. Fakat en son derece onun ulaştığı derecedir. Ondan yükseği de yoktur. Şüphesiz ki, en son varılacak yer Rabbimin huzurudur ey Celaleddin.”
Ayağa kalkarak söze başlar Celaleddin;
“Sanata, alime ve dahi kültüre verdiği önem bakımından, huzurunda olduğum ve Tarsus yolculuğunda kendisine refakat etme bahtiyarlığında bulunduğum bilge ve dindar Sultanı, yüksek divanı ve bütün hazirunu selamlayarak şahsıma verilen görev hususunda üzerinde ekip olarak ittifak ettiğimiz bilgileri aktarmak istiyorum.
Şöyle ki;
Diğer ekiplerden çok daha şanslı oluşumuzun iki nedeni vardı. Birincisi varacağımız yerin daha güvenli ve yakınlığı, ikincisi ise bizim ekibi varlığı ile şereflendiren Sultanımızın bulunmasıydı.
Göz açıp kapamak gibi, nasıl gidip geldiğimizin farkında olmadan huzurunuza gelmiş bulunmaktayım. İmdi esas konuya girmeden birkaç kelam etmek isterim;
Bilinmelidir ki;
Dünyada en önemli şey bilimdir. Tüm insanlar kardeştir ve eşittir. Çünkü hepsinin de atası Adem ile Havva’dır. Onu için alçak gönüllü olmalıyız. Diğer insanlara güler yüz göstermeli ve yardım etmeliyiz. Malla, parayla, soyla, sopla övünmek yanlıştır.
Dünyada en önemli olan şey tekrar ediyorum, bilgidir, bilimdir. Bilim süs için değil, kendini ve başkalarını aydınlatmak, doğru yolu bulmak içindir. Şu an yapmaya çalıştığımız gibi. Bilgiyi saklamamak ve yaymak gerekir. Bilgi ahlakın ışığıdır. Ahlak ve bilgi birbirini tamamlar. Biri olmadan öbürü olmaz. Bilgili, iyi yürekli ve ahlaklı insanlarla düşüp kalkmak gerekir.
Tanrı tek yaratıcıdır. Her şey onundur. Tanrı sevgisi insanı yüceltir. Dünyada ne varsa geçicidir. Kainat da bir gün yok olacaktır. Onun için dünyaya aşırı bağlılık insana bir şey kazandırmaz.
İki yüzlülük ve yalan toplumları yıkar, oysa   onları ayakta tutan kardeşlik duygusu ve karşılıklı güven ve yardımlaşmadır.
Toplumlar için tek yasa Kur’an ve Hadistir.
Tüm kurumlar ve yasaların kaynağı bizim bu ilahi öğretilerimiz olmalıdır. Kur’an mahreçli olaya yaklaştığımızda, Eshab-ı Kehf olayı ile kültür ve inanç mahreçli duruş arasında biraz önce Bağdadi’nin Efes konusunda değinmiş olduğu gibi sapma gösteren taraflar olur.
Biz burada edindiğimiz bilgileri Kur’an’a vurup, oradaki işaretlerle örtüştüğüne bakmamız gerekir. Gayrisi doğruyu yansıtmaz. Bilimsel gerçeklerden uzak olur.
Başta İspanya, Firedelfiya, Şam, Afganistan ve Cezayir ile Anadolu’da olduğu belirtilen mağara arkadaşlarının yedi kişiden olduğu ve sekizinci kişileri de köpekleri olduğu vurgulanır.
Kur’an’da “Ancak sayılarını ben bilirim” dense de Cebrail meleği, Peygambere yedi kişi olduklarını haberdar etmiştir denilir.
Bu kişiler Hz. Ali Efendimizden rivayetle İbn-i Abbas’ın verdiği bilgilere göre yedi kişi olup sekizincisi Kıtmir’dir.
Saray mahreçli gençlerin Dakyanus denilen putperest valinin hizmetinde bulunan Eshab-ı Yemin ve Eshab-ı Yesar’ın çocukları olduğunu nakleder. Yemliha, Meksenina ve Mislina adındaki kardeşler Eshab-ı Yemin’in, Mernuş, Tebernuş, Şazenuş ise Eshab-ı Yesar’in çocuklarıdır.  Çobanın adı ise Kefeştatayyuş’tur.
Problem şudur;
Mağara arkadaşlarının sayıları ve olmuşluğu diğer din mensupları tarafından bile üzerinde ittifak edilmişliği vardır.
Ancak, bu iman erlerinin başından geçen olayın hangi mekanda yaşandığı hususunda anlaşmazlık vardır.
Bize kadar gelen bilgilere bakılacak olursa bu olayın yaşandığı coğrafya kuvvetle muhtemel Anadolu coğrafyasıdır. Yani şu an üzerinde hür irademizle yaşadığımız Devletimizin sınırları dahilindedir. 
Özellikle İslami kaynaklara göre, Efsus ve Tarsus’ta bu mağarayı aramamız gerekir. Bize göre Tarsus’u görmüşlüğümüzden dolayı orayla ilgili bilgilerimi sunuyorum.
Tarsus denilen yerleşim alanı, binlerce yıl geçmişi olduğu bilinir. İmparator Neron ve Dakyanus dönemi putperestliğin şiddetle hakimiyet sağladığı dönemde yine en ağır zulümlerin Allah’a inananlara yapıldığı bir dönemdir bu dönem.
Zulümden kaçan ve ‘Yediler’ olarak bilinen erlerin sır olduğu mağarayı heyetimizle beraber inceledik. Mağara yer seviyesinden biraz düşük olup kapısı güneye bakmaktadır.
Yalnız rivayet edildiği gibi bu mağara Bencilus Dağındadır. Aslında oraya dağ demek yanlış olur. Hafif meyilli ve ovaya hâkim bir tepe de diyebiliriz. Müfessirlerden Fahrettin Razi veya Taberi tarihinde, sarp kayanın kuzey cephesi olarak ifade edilir. Ama bizim gördüğümüz yer öyle sarp ve yalçın kayaya benzemiyordu. Bu iki müfessire göre Tarsus’a çok eskilerde Efsus denmekteymiş. Efsus adı sonradan Tarsus olmuştur derler.
Vel-basu bad-el mevt (Yeniden dirilme) anında dirilip, yeniden sır oldukları vakit inananlardan bir kısmının teklifiyle mağaranın kapısını içine alacak şekilde bir mescit yapılma talebinin gerçekleştiği, günümüzde ittifakla söylenir durur.
Velakin burada küçük çapta kazı da yapmamıza rağmen böyle bir mescide rastlayamadık.
Müslümanların hakimiyetlerinden önceleri kültürel olarak bu durum bilinmesine rağmen bu mağarada hiçbir tamir ve tadilat olmamışa benziyor.
O dönemin İsevi yöneticileri bu duruma ya kayıtsız kalmışlardır veya orada olduğu gerçeğine inanmamışlardır. Yoksa Devlet dini olan Hıristiyanlıkta din adamları Tarsus’la neden ilgilenmediler doğrusu merak ettik.
Halbuki Suriye kökenli Suruçlu James adındaki bir rahip, Eshab-ı Kehf Mağarasını ve bulunma ihtimali olan yerleri, batı dünyasına İslam âlimlerinden önce naklederek bilgilendirmiş biridir. Hıristiyan kaynaklarında bu durum aynen yazar.
Merak ettiğimiz konu şudur;
Bütün alim veya tarihçilerin Eshab-ı Kehf gençlerinin uyutuldukları mağaranın bulunduğu şehir olan Efsus, bizim ziyaret ettiğimiz Tarsus mudur? Yoksa hali hazırda halen Kapadokya vilayetinde bulunan ve “Kral Yolu” üzerinde kendine Efsus denilen yer midir?
İşin püf noktası burasıdır.
Bizim Maraş veya Elbistan ilbaşlarının yönetimindeki Efsus’la ilgili olarak, görmediğimiz için bir şey diyeceğimiz yoktur.
“Velev ki, önceleri Efsus denilirdi. Şimdi bu isim değişerek Tarsus oldu” ifadesi bizim heyeti pek tatmin etmişe benzemedi.
Bizlere kadar sağlam kaynaklardan gelen bilgiye göre Kapadokya denilen yer, üzerinden geçen ‘Kral Yolu’ sebebiyle, zamanında işlerliğin veya canlılığın olduğu tarihi bir mekan oluşu bizi şüpheye sürüklemiştir. Tarsus için o dönemde ticari anlamda bir aktif yol var mıdır ki; Dakyanus, birkaç haftada gelirim diye gittiği Ninova, yani bugün için Musul’a zahmetsiz bir sürede gidip gelsin.
Üstelik önemli kaynaklarda “Rum’un Efsus beldesinde” olarak bilinen belde Selçuklu’nun Efsus beldesi ile örtüşür mü?
Bu konudaki kararı Efsus heyetini dinledikten sonra vermeliyiz.
-“Ey Muhammed, baksaydın güneşin doğduğu zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini, batarken de sol tarafından onları makaslayıp geçtiğini görürdün.”
Okuduğum Kehf suresi on yedinci ayetinde net bir şekilde mağarayı tarif eder Yüce Yaradan.        
Buna göre Tarsus’ta ki mağara bu ayete uymamaktadır. Ayete göre doğarken ve batarken güneşi görmesi gerçeği var. Oysa Tarsus’ta mağaranın kapısı güneye bakar olup güneş ışınları tam öğle vakti mağaraya düşmektedir. Kur’an ile çelişen bir durum.
Eğer Efsus sözcüsü bu konuda çelişen bilgi verirse o halde ben heyetim adına derim ki;         Bahsi olunan yeri ve yaşanan bu olayı Anadolu toprağında hiç aramayalım.
Başka bir konu hakkında da heyetimiz
mutmain olamamıştır. Şöyle ki;
Dakyanus’un Ninova’dan Efsus’a gelene kadar mağarada saklanan bu iman erlerinin ihtiyaçlarının çoban tarafından karşılandığı rivayet ediliyor. Çoban gizli açık şehre inerek ekmek ve benzeri katı yiyecekleri talep üzere getirdiği halde su ihtiyacından hiç bahsedilmemektedir.
Sebebi, mağaranın içinde kaynak olarak suyun bulunması derler. Oysa Tarsus’da ki mağarada su bulunmadığı gibi yakın çevresinde de yoktur. Bu konulara cevap alamadığım için bu seyahatten mutmain olarak dönemedik.
Bir başka husus da odur ki, Tarsus ve civarında yapmış olduğumuz gözlemlerimizde karşılaşmış olduğumuz yerli halktan bu inanç erlerinin isimlerinin yaşatılmadığına müşahede olduk. Güzel insanlar eğer orada yaşamışlarsa kendi isimlerinin yaşatılması bir kültür olayı olacağından bu vefasızlık değil mi?
Hikayeleri hayranlık uyandıran fazladan bir güzellik olmasından dolayı bu isimler unutulmamalıydı.
Bunlar başta Sultanımız olmak üzere heyetimizdeki ilim adamlarının dikkatini çekmiştir.
Yanılmış olabiliriz.
Öyle bir durum varsa, gerçekten gözümüzden kaçmışsa, işte Sultanımızın sol yanında oturan Antalya Emiri Er-Tokuş bizleri uyarsın.
Bahaeddin Veled  Er-Tokuş’a:
-Ne dersiniz Emir Er-Tokuş. O bölgede yıllardır emirlik yapmaktasınız. Yedi uyurların isimlerinin yaşatıldığı bir vakıa mıdır? Yoksa mahdumumuz Celalettin yanılıyor mu?
Emir Er-Tokuş;
-Efendim, bu konu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Şu zaman zarfında bu yer divanında fevkalade istifadem olmuştur. Tarsus sözcüsü Celaleddin Efendi’ye isimler konusunda yüzde yüz katılıyorum. Kendisinin konuşması bitmeden önce böyle bir soruya muhatap olurum diye kendimi zorladım, ne yakın çevremde ne de uhdemdeki beldede yaşayan insanlar arasında şimdiye kadar yedi uyurların isimlerine rastlamadım. Arz ederim efendim.
Yer divanında hafifçe yüksek olan yerde Sultan’ın sağında yer alan Bahaeddin Veled ve değerlendirme üyeleri, Sultan’ın solunda ise vezir Altunaba, Emir Karatay ve gezi tertip edilen yörelerin emirlerinden Emir Er-Tokuş ile Maraş Emiri Nasirüddin Hasan da bulunuyor ve ilmi münazarayı pürdikkat takip ediyorlardı.
Emir Er-Tokuş Beyin konuşması esnasında Emir Nasurittin Hasan’ın;
“Benim uhdemde bulunan yerlerde hemen her aileden biri bu mübarek zatların isimlerini taşır”
Dermişçesine gözlerinin parladığı mecliste bulunanlarca fark edilir.
Bahaeddin Veled;
-Eğer Emir Er-Tokuş’un söyleyecekleri bittiyse, inceleme yapmak üzere en erken giden ve en geç dönen Efsus ekibinin sözcüsüne konuşması için söz veriyorum. Buyurun Necmeddin Razi Efendi;
-Efendim önce yüce ve adil devletimizin Sultan-ül Âlem olarak halkının ödüllendirdiği Sultanımı, ardından manevi alemlerin sultanlarını ve emirleri selamlıyorum. Devletimizin emrinde genç bir bürokrat olan Şeyhülislam Sadrettin Konevi ve Mimar Sadettin Köpek refakatinde uzun bir yolculuk sonunda Maraş Emirliğine ulaştık. Şu an huzurunuzda askeri divan olan emir Nasirüddin Hasan Beyin çok büyük yardımları sayesinde Efsus’a avdet ettik.
Hemen belirteyim;
Emir de bizzat bizlere eşlik ederek bölgedeki çalışmalarımıza katkı sağlamış oldu.
Efsus’da ki mağara ile ilgili tespit ve gözlemlerimizi divana arz etmeden önce ben de bir iki kelam etmek isterim.
Denilir ki;
Hakkı uygula, doğru yoldan ayrılma, bilmediğin şeyi sor.
Nefsini terbiye etmek hususunda yapman gereken ilk şey, nefsini isteklerinden men etmendir. Memleket ve mülk-ü millet indinde nefsin faydasız işlerine uymaktan daha zararlı bir şeyler yoktur. Gerçek meydana çıkıncaya kadar hiçbir işi küçümseme, önemsiz de görülse memleket işlerinde yine de titiz davran.              Takva sahiplerinin vicdanlarında Allah korkusu olan sorumluluk duygusuna sahip nezih ve temiz kişileri kendine yakın tut. Böyleleri ile sohbet et, görüşlerinden faydalan.
Eğer böyle davranırsan bu ilişki ruhunu süsler ve işlerinden isabetli ve başarı kaydedersin. Yalan yere yapılan övgüleri kabul etme.  Pohpohçuları geri çevir. Çünkü yalan yere yapılan övgü ve iki yüzlülük kokan riyakârlık vahim sonuçlar doğurur, acı meyveler verir.
Şunu unutma ki, övgü ve hilekâr iltifatta hile ve çıkarlar yatar. Kendisinde hile ve dolandırıcılık sezdiğin kişiye asla güvenme. Dilini kötü sözlere alıştırma. Üstesinden gelemeyeceğin işe girişme. Yapamayacağın şeyi vaat etme. Hayırlı işten acele hayırsız işten yavaş davran ki, sonucu hayırlı olsun.
Başkalarına acı ki, Yüce Yaradan da sana acısın. Unutma ki;
En makbul gözyaşı, dışarıya akıp sel olanı değil, insanın içine akıp göl olanıdır.
Evet konumuza gelecek olursak;
Bizans İmparatoru Teodosius zamanında Papaz Teodore öncülüğünde ölümden sonraki dirilişi inkâr eden akım hızla gelişir.
İslam şeriatında imanın altı şartından biri olan “ölüp de geri dirileceğimize iman etme” olan temel inanış biçimi, İsevilik şeriatında da güçlü bir şekilde olmalı ki, müminleşme şuuru gelişmiş dindar aydınlar nezdinde bu durumu inkâr olayına karşı ciddi direniş baş gösterir. Eshab-ı Kehf gibi dinler tarihinde emsaline az rastlanan bir olayın tarih sahnesine insanlığın ibret alsın diye çıkmasına sebep olur.
Bu olay mağara arkadaşlarının tam üç yüz dokuz yıl uyutulduktan sonra tekrar diriltilmeleri olayıdır.
Bu olay Efsus şehrinin dindar valisi Teodus şahsında bütün inananları rahatlatan Kur’an ifadesinde “Velbas-u badel mevt” yani ölüp de geri dirileceğimize çok önemli örnek teşkil eder. 
Allah indinde, yeryüzünde tek din olan İslam’ın değişik kolları olan şeriatların ortak payede buluşması, bütün şeriat mensupları tarafından kabul edilen ve aynı mesajlarla aynı yüreklerin sızlatıldığı davada ‘tekliğin’ mantığı sergilenir.
Öyle olmuş olduğu bilinseydi;
Başka şeriat mensubu üç beş kendini bilmez adamın Peygamber Efendimizi sıkıştırmak gayesiyle tuzak bir soru olan ve başka şeriatların kültürlerinde bahsedilen;
“Eshab-ı Kehf, Zulkarneyn, Hızır-Musa”  ilişkisi ile ilgili soruyu Resul-ü Ekrem Efendimize sorarlar mıydı?
Bu konularda bilgisi olmayan Efendimiz “Yarın cevabınızı veririm” diyerek meclisten ayrılması ve birçok yarınlar geçmesine rağmen bir türlü vahyin gelmemesi Efendimizi üzmüştür.
Olumsuz dedikodular bunaltma noktasına gelince ancak vahiy gelmiştir. Bu konuda tafsilatlı açıklamalar yanında çekilen sıkıntının “İnşallah yarın” denmemesinden kaynaklandığına dair Efendimiz uyarılmıştır. Soruyu soranlar meclis huzurunda cevabını almıştır. Kehf suresi, sırf bu olaydan dolayı inmiş olup, Eshab-ı Kehf, Zulkarneyn, Hızır - Musa ilişkisi ve Ruh’tan bahseder. Demem odur ki:
Bu soru art niyetli olarak Efendimize sorulmasaydı belki biz Müslümanlar malum olaydan ancak İsrailiyat dahilinde bilgilenecektik. 
Ama “Güzel ahlakın tamamlanması için gönderildim” diyen Efendimiz, bu ve benzeri tasdik edici vahiylerle Allah indinde din budur ve şeriatlar dinin kolları veya tekamül olan şekli veya anlayışı olarak ortaya çıkar demektedir.
O halde Allah diyen insanlar kardeştir ve birbirlerine canı, malı ve namusu haramdır.
Gelelim Efsus’a;
Bu bölgeye varır varmaz, önce belirtilen mağaranın yanı başında konakladık. Ekip arkadaşları işe nereden başlayacağımız hususunda anlaştılar.
Kehf suresinin dokuz ile yirmi altı arasındaki ayetleri bir daha tefsir ettik. Olaya önce Kur-an’i açıdan incelemek için güneş-mağara ilişkisini iki gün gözlem altına aldık. Bu konuda vardığımız sonuç tamamen Kur’an’da ki “Doğarken ve batarken makaslanma” olayına şahit olduk.
Mağaranın kapısı tam kuzey doğuya bakıyordu. Güneş bir doğarken ışıklarını içeri salıyor, sonra ardının dolaşarak batma anında da ışıklarını mağaranın derinliklerine salıyordu. Hayret ettik. Ve bu konuda temel doğrumuza uyduğuna bilakis çok memnun olduk.
İkinci husus Mimar Sadeddin Efendi’nin uzmanlık alanıydı. Mağaranın kapısını içine alacak şekilde yapılan “İsa Mescidi” rivayet ediliyordu. Bu işaret için Roma ve Bizans dönemine ait sanat eseri veya yapı malzemesi aradık.
Hemen mağaranın kapınsın giriş kısmına kıblesi Kudüs’ü gösteren taşa oyulmuş halde kendini gösteren mihrap vardı. Ve bu mihrabın etrafında Roma ve Bizans dönemine ait sütun ve sütun başlıklarını bulmamız zor olmadı.
Buradan da anlaşılıyor ki Eshab-ı Kehf yiğitlerinin halleri ayan olduktan sonra, tekrar mağaraya gelerek sır olmalarına şahit olan dönemin Müslüman Valisi Teodüs, bürokratlarının uyarısıyla “Uyandıkları vakit kolayca ibadet edebilmeleri için” bir mescidin yapılmasını kararlaştırır.
Yapılacak olan mescide de ‘İsa Mescidi’ denilmesi teklifi hayata geçirilir. Bu gerçeğin mimar Efendi tarafından teşhis edilme olayıdır ki, bu duruma da bütün ekip arkadaşları olarak çok sevinmiş olduk.
Üçüncü olay ise;
Benden önce Tarsus için söz alan ulemadan Celalettin Efendi’nin konuşma aralığında düşünebildiğim bir durumdur.
Şöyle ki;
“Tarsus’taki mağaranın belirtilen veya iddia edilen şekilden, yani sarp ve dik bir görünümü olan dağa benzemediği” şeklindeki söze karşılık bizim gördüğümüz Efsus’da ki dağ, aynen rivayet edildiği gibidir. Bu dağdaki mağara da saklanmaya müsait bir yerdir.
Yine Mimar Sadeddin Efendi’nin verdiği bilgiye göre, bu mağaranın tavanı dümdüz olup, bir tarafında mütemadiyen damlayan sudan oluşan göllenmiş tertemiz, çok güzel içimi olan tatlı su birikintisi var. Ne kadar içtiysek eksilmedi.
Yedi Uyurlar olarak bilinen mağara arkadaşlarının su hariç her türlü ihtiyaçlarını, çobanın sağladığı rivayeti var. Çoban, arkadaşlarına su hariç diğer katı gıdaları getirdiği halde, su talepleri olmadığına göre bu iman erleri su ihtiyaçlarını buradan karşılamış olmalıdır. Tarsus’da böyle bir potansiyelin olmaması Efsus ile ilgili tahminlerimizi güçlendirdiği kanaatini Ulema divanımızın bilgisine sunarım.
Bir başka olay;
Putperest vali Dakyanus, bu altı iman etmiş gençlerin babaları, yani Ashab-ı Yemin ve Ashab-ı Yesar’in kendisinin yanında vazgeçemeyeceği bürokratlardan oluşu, esnek davranarak bir fırsat vermesine sebep eder.
Rivayet odur ki;
Dakyanus, bu gençlerin babalarına “Ben Ninova’ya gidiyorum. Gelene kadar bu çocuklarınızı ikna edin. Tebaamda başka birileri olsaydı bu fırsatı vermeyeceğimi biliyorsunuz” diyerek birkaç haftada ziyaretini tamamlayıp döner. Yolculuğunu o dönem için meşhur “Kral Yolu” üzeri yapar. Efes, Kapadokya Efsus, Mezopotamya’da Ninova ve Basra arası.  
Demem odur ki;
Eğer bahsi olunan Dakyanus, Tarsus’da yaşamış olsaydı bir hafta zarfında Ninova’ya yani Mezopotamya’daki Musul şehrine nasıl gidip gelecekti. Yapılan hesaplara göre bu mümkün görünmüyor.
Öyleyse muhterem Ulema divanı; Dakyanus ve mağara arkadaşları için en uygun mekân Efsus’dur. Türkler, Kaşgarlı Mahmut’un kitabında da bahsettiği gibi Arapların etkisinde kalarak Efsus demişler. Bizanslar ise Arabius veya Arsus demişler.
Yine Ulema Cemalettin Efendi’nin Antalya Emiri Er-Tokus’a sorduğu ve cevabını olumsuz olarak aldığı konu hakkında da diyeceklerimiz vardır.
İşte;
Huzurumuzda askeri divanda oturan Maraş Emiri Nasirüddin Hasan’a da sorabilirsiniz. Efsus’da yapmış olduğumuz çevre araştırmasına göre hiçbir hane halkı olmamış olsun ki, içlerinde birinin adı bu iman erlerinin adı olmaya...
Bu isimler bölgede çok yaygın. Demek ki insanlar koynunda yaşattıklarına karşı vefa besliyorlar herhalde.
Emirlikte, devletin nüfus varakalarında da bunun böyle olduğunu Emir Nasirüddin Hasan istenildiğinde belirteceğini sanıyorum. Sözlerime son verirken özetlersem;       
Yapılan incelememizde maddi değerlerin yanında, rivayet edilen kültür, benzerlik teşkil ediyor. Esas kaynak olan Kur’an’a göre ise anladığımız kadarıyla ters düşmüyor.
Hatta demek isterim ki;
Eshab-ı Kehf’in Efsus’da olmadığını söylemek isteyenler ya Kur’an’ı değiştirsinler, ya da bu mağaranın kapısını değiştirsinler derim.
Malumaten arz ederim. Sultanım ve yüce değerlendirme heyeti.


10.BÖLÜM


Sultan Alaaddin;

-Ey halkımın seçkin ulu erleri.

Bilmezmişsiniz ki, bu sonucu hepinizden daha çok ben istedim. Sizlerden ziyadesiyle hemi istifade ettim, hemi de derdime çare buldum. Bilirsiniz ki;

“İnsan vardır gıda gibidir her zaman her yerde olmalıdır. İnsan vardır hastalık gibidir, hiç bir yerde istenmez. Bunlar dünya ormanında elinde balta eksik olmadan yaşar ve şerlerini etrafa salarlar.

İnsan vardır ilaç gibidir. Çok zor zamanda ortaya çıkar, az bulunur. Sabahtan beri hep düşünür ve ne kadar şanslısın Sultan Alaaddin derim kendi kendime.

Şu an karşımda gördüğüm ve dahi huzurda bulunamayanlar, benim ve milletimin göz bebeği ulu insan alimlerim,

sizler ilaç gibisiniz... İnanın...




Bölüm-10
Ortalık sus pus olmuştur.
Efsus sözcüsü Necmeddin Razi ciddi bir bilim adamı edasıyla konuşmasının başında ortama mesajlar vererek başlayıp, ikna edici konuşmasını delillerle süsleyerek, huzurda bulunanları tatmin etmesi beklenen olmalıydı.
Çünkü Tarsus sözcüsü Celaleddin’in, “Dinin direği olan kitabımızdaki ayetlerle tam örtüşüyor bulamadım” gibi sözleriyle ve dahası “Eğer Efsus sözcüsünün vereceği bilgiler inşallah kafamızdaki şüpheleri atar da, bu mübarek insanların ülkemiz sınırları içinde olduğuna iman etmiş oluruz” gibi temennisi, diğer alimler ve özelliklede Sultanı çok heyecanlandırmıştı.
Necmeddin Razi Efendi’nin konuşmasından sonra Sultan Alaaddin’in gözleri parladı. Bir gün boyunca birkaç defa mola vererek uzun boylu konuşmacıların söylediklerine pürdikkat kesilen Sultan Alaaddin’in, son konuşmacının sözlerini tamamladıktan sonra asık ve asabi görünümünün sevinç ve neşeye bürünmesi, mecliste bulunan herkesin dikkatini çekmiştir. Bundan da cesaret alan hakem heyeti kendi aralarında fazla uzun sürmeyen istişareden sonra, heyet başkanı olma sıfatıyla,
Bahaeddin Veled;
Değerlendirme heyetini oluşturan arkadaşlarım, aynı zamanda her biri bir yöreye giderek yerinde tetkikler yapan arkadaşlardır.
Bu yörelerin hepsi ile ilgili kültürel kaynaklardan nakil olan bilgilere benimde vakıf olduğum, umarım gözlerinizden kaçmamıştır.
Daha da ötesi;
Bildiğiniz üzere zat-i alim ve bana uzun yıllardır sabreden arkadaşlarımla, doğup büyüdüğümüz yerleri terk-i diyar ederken ulaştığımız bu coğrafyaya gelene kadar Belh’den Bağdat’a, oradan da saadetli mekana uğramak nasip oldu elhamdülillah.
Yolumuz üzerinde makamları bulunduğuna inanılan iki yeri de inceleme fırsatımız oldu.
Ne büyük tevafuk ki, bakınız bu bilgiler şuan lazım oldu.
Bunlardan biri eski Bizans uygarlığı döneminde Firedelfiye olarak bilinen, ancak günümüzde bir İslam beldesi olan bilinen yer idi.
Bu yer hiçte sarp olmayan, mahdumumuz Celaleddin’in Tarsus için dediği gibi hafif meyilli bir görünümü oluşu, saklanmak için tercih edilebilecek bir yer olmaktan çok uzaktı. Bir gün boyu güneş hareketini de takip ettik. Velakin güneşi, mağara kapısı tam güneye baktığı için, ışınlarını içeri salmaktan pek mahir gördük.
Bu durumun Kehf suresiyle örtüşmesi mümkün olmadığından orası olamayacağına dair kanaatimiz sağlam olarak ayrıldık. Arkadaşlarımız şahittir.
Ancak Efsus heyeti anlatırken aklıma geldi.  Fredelfiye’de ki mağara girişine oyulmuş ‘İsa Mescidi’ne benzer çok belirgin yapıların olduğuna da şahit olduk. Bu yapılar bir inancın gereği çok sonraları olma ihtimalide yüksek olmuş olabilir. Çünkü bizim için bir inanıştan ziyade yüce kitabımızdaki deliller çok önemlidir tabi...
Başka bir inanış yeri olarak karşımıza Şam’daki mağara çıktı. Orayı da görelim dedik. Ve gördük. Ruhaniyetlerine okuduk. Fazla kalmadan ayrıldık.
Burasının da bir inanış dışında elimizdeki delillere uymadığını müşahede eyledik.
-Birazda şaka yollu;
Gördünüz mü, ben de huzurunuza hazırlıklı geldim. Bol keseden atmamak için...
Biliniz ki bizzat yöresine giderek inceleme yapan dördüncü ekip de benim. Yalnız bizzat yöreye giderek tetkik heyetlerinde olamadım. Olanların huzurunda sözlü ve yazılı olarak naklettikleri bilgiler ışığında değerlendirme heyeti olarak şimdi kanaatimizi açıklamak isteriz.
Değerlendirme heyeti olarak kanaatimiz odur ki;
Birine konuyu danışmak, görüşünü sormak,  bilgi birikimini bir toplum önünde tartışarak alışveriş yapmak İslam’ın temel ilkelerinden olan bir durumdur. Buna istişare de denir. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan en önemli özellik onun akıl sahibi bir varlık olmasıdır. Akıl sayesinde insan karşılaştığı problemleri rahatlıkla çözebilir. Bununla beraber bazı meselelerin sadece bir insanın aklı ve düşüncesiyle çözülemeyecek kadar zor ve karmakarışık olması sebebiyledir ki, ortak akla ihtiyaç duyulmaktadır. Ortak akıl da ancak fertlerin bir araya gelmeleri, karşılıklı görüşmeleri ve tartışmalarıyla ortaya çıkar.  İşte bu ortak aklın ortaya çıkmasına vesile olan müesseseye istişare ya da şûra adı verilmektedir.
İstişare bizim dinimizde açık bir şekilde emredilmektedir. Sonuç itibariyle insanların başkalarının görüş ve tecrübelerinden yararlanmasının gerekli olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle insanlar şayet her alanda başarılı olmak istiyorlarsa, şu an için bu mecliste yapmış olduğumuz istişare veya şûra müessesinden azami derecede istifade etmelidir.  
Bugün yapmış olduğumuz iş ortak akılla bir kanaat oluşturmaktır. Buna göre kanaatimiz odur ki;
Yüce kitabımız Kur’an, bahsedilen ayetlere uygunluk taşıdığından, yörenin sarp kayalardan oluşu ve saklanmaya müsaitliği, diğer mağaralara benzerlik teşkil etmediği ve temiz berrak bir içme suyunun oluşu, rivayet edildiği gibi Dakyanus’un Ninova’ya en kısa zamanda gidip gelme durumu,  Efsus’da inanan vali döneminde uyandırıldıklarında olayın ifşası durumunda mağaranın kapısını içine alacak şekilde yapılan İsa Mescidi’nin varlığının, tespitinde, her ailede en az bir kişinin isminin bu iman erlerinin ismi olduğu nüfus varakalarından tespit edildiği gibi birden çok delillerle şu an itibaren kayıt altına alıyoruz ki;
Eshab-ı Kehf yiğitleri ve bu yiğitlerin tarihte yaşadıkları, uyutuldukları ve bir ibreti alem için uyandırıldıkları yer, mekan veya coğrafya Selçuklu Devletimizin Maraş Emirliğinin Elbistan Sancağına bağlı ve hemen batısında bulunan Efsus olarak bilinen kasabadadır.
Duyum-i Umumiyeye bu kararı bildirir, vazifesini yapmış Ulema sınıfı olarak gayrisini Devletlü Efendimiz Sultan Alaaddin’e havale ederiz.
Yalnız son bir kelam etmekten de kendimi alamam.
Sultanım;
Hak’kın sana karşı muamelesini ölçü kabul etmekten tereddüt etme ki, sen de halkına karşı sürekli öyle davranasın.
O zaman halk içinde Hak’la beraber olur, her iki cihanda yalnızlığın vahşetinden kurtulursun.
Devamla;
Sultanımızı çok heyecanlı görüyorum. Mecliste bulunan alimler adına görüşlerini duygu ve düşüncelerini almak üzere, eğer münasip görürlerse kendisine söz vermek isterim.
Buyurun Devletlum:
 Sultan mutmain olmuş, gayet rahatlamıştır. Üzerinde taşıdığı manevi bir yükün ağırlığında kurtulmuş, kalbi rikkatle bir kuş gibi hafiflemiş olmanın vermiş olduğu rahatlıkla konuşmasına başlar:
Sultan Alaaddin;
-Ey halkımın seçkin ulu erleri... Bilmezmisiniz ki bu sonucu hepinizden daha çok ben istedim. Sizlerden ziyadesiyle hemi istifa ettim,  hemi de derdime çare buldum.
Bilirsiniz ki; “İnsan vardır gıda gibidir her zaman her yerde olmalıdır.
İnsan vardır hastalık gibidir, hiç bir yerde istenmez. Bunlar dünya ormanında elinde balta eksik olmadan yaşar ve şerlerini etrafa salarlar.
İnsan vardır ilaç gibidir. Çok zor zamanda ortaya çıkar, az bulunur.
Sabahtan beri hep düşünür ve ne kadar şanslısın Sultan Alaaddin derim kendi kendime.
Şu an karşımda gördüğüm ve dahi huzurda bulunamayanlar, benim ve milletimin göz bebeği ulu insan alimlerim, sizler ilaç gibisiniz... İnanın...    
Çok hayati meselelerde çareler bulan sizlersiniz.
Şu an itibariyle yıllardır yeniden yaşamama vesile olan “O el” yani Yedi uyurlar’dan “Yemliha”ya karşı verdiğim sözün yerine getirilmesine ilaç oldunuz. O sıkıntıdan ruhen kurtulmuş oldum.
Sultanınız olarak benim hayatımda olağanüstü olaylar çok mühimdir. Onun içindir ki, manamda yaşadıklarıma önem veririm. Abdestsiz devlet işlerinde imza dahi atmam. Evliya kullarını ziyaret eder dualarını alırım. Siz Ulemaya en üst seviyede değer verir, bütün müşkülatlarınızı çözmeye çalışırım.
Malatya kalesinde tutsak iken o gün ayağımdaki prangayı kırıp bana hürriyetimle beraber Sultanlık yolunu açan işareti Zühreverdi Hazretleri’nden almıştım.
Yassı Çemen savaşında bertaraf edilmeme ramak kala şu an huzurunuzda bulunan Şeyhim Bahaeddin Veled, tehlikeyi haberdar ederek sonraki hayatımı veya şu anki mutlu günümü yaşamama vesile olmuştur.
Çocukluğumun bir kesitinin geçtiği Bizans’da, boğazın derin ve serin sularında, yine öbür tarafa gitmeye ramak kala uzanan elle,  kurtarıcım Yemliha olayı gibi nice nice haller yaşadım.
Şu an itibariyle demem odur ki;
Çanak ve çömleğin kırık ve sağlam olduğu dışa vurulduğunda çıkardığı sesten anlaşılır. İnsanların çürüğü ve sağlamlığı ise konuştukça anlaşılır. Bu divanda sabahtan bu yana sağlam insanlar konuşmuştur. Allah hepinizden razı olsun.
Ulema ittifak etmiştir.
Ben dahi ittifak etmişimdir.
Bundan böyle gereği bize aittir.
İsa Efendimizin;
“-Karanlıkta dile getirilmekten çekindiğimiz hakikatler bir gün gelecek aydınlıktan haykırılacak ve evlerin çatılarında ilan edilecek” mesajını tam üç yüz dokuz yıl sonra “En Uzun Gün”ün sonunda uyanıp Efsus’a gönderilen Yemliha’nın, aydınlıkta haykırılan inanç esaslarının şahitliğine yemin olsun ki; şu an itibariyle o kutsal mağaranın ve yakın çevresinin bayındır işlerine başlanacaktır.
Tam sırası gelmişken bir hikâye anlatmak isterim;
Aylaklıktan ve başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp, doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, ülkesinin Kral’ına çıkıp doğruluktan ayrılmadan dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini ister.
Kral, adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verir. Bunu tek bir damla dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğünde hemen oracıkta boynunun vurulacağını söyler. Yanına da kontrolü için yalın kılıçlı iki gözcü verir.
Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde bütün gücü, dikkat ve zekâsını kullanarak bir damla dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürür. Sonra geri döner ve Kral’ın huzuruna çıkar. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyler. Kral adama sorar;
-Şehirde ne gördün?  Neye şahit oldun?
O gün şehirde pazar kurulduğu için her yer kalabalık tabir caiz ise “İğne atsan yere düşmeyecek” kadar kalabalık olduğu bir gündür. Buna rağmen adamın verdiği cevap şöyledir;
-Efendim ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ve gideceğim yol güzergâhından ayırmadım. Bu nedenle ne çevreyi gördüm ne de çevremdeki herhangi bir olaya şahit oldum.
Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yapar. İşte yaptığın her işte sana verilen her vazifede böyle dikkatli olunur ve kendini işine verirsen ve Allah’ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiçbir zaman doğru yoldan ayrılmazsın der.
Bu hikâyeden alınması gereken dersi benim Ulemam benden çok ama çok önceden almış olduğu görülür ki, işlerini sağlam ve ifadelerini inandırıcı bulmuşuz.
Öyle zannederim ki;
İlim ve iman buluşup kavuşma yolunun anahtarını elde edecektir. Can ilminden öyle gökler vardır ki dünya göğüne iş buyurur. Ve onun işini başarır.
Bizler sebepleriz.  Bizler vesileyiz. Tıpkı bir varmış bir yokmuş gibi... Hani gelecek dünyada sözler söylemiş olsalar;
“Yok bir vardır, geçit vermez, dar mı dardır. Yok bir yoktur, akıl ermez, ne de çoktur. Var bir vardır, ona varmak bu kadardır.”
***
Meclis henüz dağılmamıştı ki;
Sultan Alaaddin hemen yanı başında bulunan Maraş Emiri Nasirüddin Hasan’a Şeyhülislam Sadrettin Konevi’yle beraber huzura gelmesini emreder.
Konevi’ye;
Efsus ekibinin başkanı olması asabiyle yörenin şartlarına uygun cami, ribat, kervansaray ve medrese gibi asırlara seslenen eserlerin inşası için acilen ne gerekiyorsa yapılsın emrini verir.
Gerekli çalışmalar yapılır. Yeteri kadar Devlet ödeneği ve teknik elemanla, bir grup Ulema sınıfı, takip eden günlerde Maraş’a intikal ederek Efsus’a geçerler.
Sultan Alaaddin’in,
Hemen yanı başındaki Tarsus’u bırakıp oldukça uzak olan Efsus’da ki mağarayı ihya etmesi için bunca zahmete girmesi, ilmi kendine rehber almasına bir işarettir.
Emir Nasiruttin Hasan’a zaviyenin yapılmasından daha çok yaşatılması için gereken “Atlas Yazısı” olarak bilinen vergilerin ve köy arazilerinin gelirlerinin ihtiyaç ve hizmet edenlere bundan böyle mütemadiyen verilmesi emrini verir.
Ve dahi “Pazar Vergisi” olarak bilinen vergilerden müteşekkil gelirlerle hizmet verecek olanların hayatını idame için vakfiyeler oluşturulur.
Elbistan kasabasına bağlı bazı köyler ile Efsus’da ki Devlet arazileri ve yakın civar köylerdeki vergilerin toplanarak kurulacak bu vakıfla Eshab-ı Kehf ve civarı sonsuza kadar ihya olsun talimatıyla emirliğe dönen Nasirüttin Hasan, kısa sürede gereğini yapar ve oluşturulan sistemin kalıcı olması için elinden gelen gayreti gösterir. Ta ki ölene kadar...

SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder